Adriyatik kıyılarındaki Zara limanından yelken açan Haçlı filosu, Konstantinopolisten yaklaşık üç fersah uzaktaki Ayios Stefanos (Ayastefanos) Manastırı’na ulaşmıştı.
Hükümdar II.Mehmed’in henüz Avrupa’da “Grand Turco” (Büyük Türk) olarak anılmasından ve çağ açıp kapatan hükümdar olarak tanınmasından yaklaşık 250 yıl önce Haçlı Orduları Konstantinopolis kentine girdiler.
Haçlılar, Konstantinopolis kentini yağmaya ve yıkmaya gelmişlerdi. Papa III. Innocentius’un Hristiyan birliği düşü, Venediklilerin ve Avrupalı kral ve prenslerin aç gözlülüğü, sıradan Batılıların dinsiz Doğu’ya duyduğu nefret ve Bizans prenslerinin birbirleriyle olan rekabeti, Konstantinopolis’in felaketi olmuştu.
Büyük bir dünya imparatorluğu imgesinin yok olup, yerini bağnaz bir Bizans kimliği taşıyan küçük bir devlete bırakması için 57 yıllık istila dönemi yetmişti.
Kent hiçbir zaman eski haline kavuşamadı. Kamu alanlarını bezeyen bütün anıtlar, revaklar ve Hipodrom talan edildi. Kentte hiçbir yapım etkiliğinde bulunmayan Haçlı işgalciler yalnızca bazı Bizans kiliselerini Latin kültürüne tahsis etmişlerdi. Başkentin denetimi altındaki her yerde, Bizans sanatı felakete uğramıştı.
1261 yılının en sıcak yaz gününde, İmparator Mikhael VIII. Paleologos altın kapıdan geçerek kente girdi ve başkent Konstantinopolis’i ele geçirerek Latin istilasına son verdi.
İmparatorların yapım etkinlikleri her zaman kentin refah içinde olduğunun göstergesi değildi. Önemli yapıları onarma ve yenileme çabaları, yaşayan canlıları betimleme yasağının ardından, artık azizlerin figürlerinin yerlerini, manzaralardan, hayvanlardan, ağaçlardan, çalılardan, çiçeklerden ve geometrik desenlerden oluşan doğalcı bir dil almıştı.
Latin istilasının son bulduğu yılın sonbaharında başkent Konstantinopolis’te doğan bir bebeğe, annesi ile babası Minokta adını vermişlerdi…
Minokta, kendi güzelliğine hayran bir genç kızdı. Vücudunun tüm estetiğini, kadınlığının dayanılmaz çekiciliğini sergilemek ve kendini gösterebilme arayışları içerisindeydi. Bunu yapabilmenin çok zor hatta imkânsız olduğunu, içinde bulunduğu yaşamsal düzenin kadınlar için ne kadar kısıtlandığını ve kadını görünür olmaktan uzaklaştırıldığını bilen Minokta bunu aşmanın bir yolu olduğunu, bir yolunun bulunabileceğini düşünmekteydi. Tüm erkeklerinde bunu ister görünüp, kadının olmadığı bir yaşamın kabul edilmesinin de işleri zorlaştırdığının farkındaydı.
Kadınların varlığının ve görünürlüğünün yadırganmadığı hatta istenilmesinin de ötesinde, şiddetle arzulandığı yerleri ve bunun için neler yapabileceğini gümüş bir yüzeyde çıplak bedeninin yansımaları seyrederken hayal ediyordu.
Kendisini, erkeklerin önünde vücudunu yarı çıplak bırakan, parlak ve renkli kumaşların sardığı kıyafetlerle bir yılan gibi kıvranarak raks ederken düşündü. Kim bilir ne kadar çok arzulanacaktı, oysa burada değil de başka bir yerde kendisini görseler, görmemezlikten gelecekler hatta görmemek için kafalarını çevireceklerdi.
Arp ya da lir çalan bir kadın olsa, kadınlardan önce tüm erkekler kendisini dinlemeye gelecekler, sonrada alkışlarla yücelteceklerdi. Oysa dışarıda tanımazlardı bile.
Zaman içerisinde, yaşayan canlıları betimleme yasağı tavsamış ve çeşitli insan ve canlı figürleri eskiden olduğu kadar yaygın olarak kullanılmasa da, sanat ve süsleme alanındaki örnekleri görünür olmuştu. Baskı ve korkudan gizlenmiş dinsel motifler, ikonalar yeniden ortaya çıkmaya başlamış ve yerlerini almaya başlamıştı.
Sonra aklına başka bir yol geldi. Kadınlarında yapabileceği, kendisini gösterebileceği bir başka alan daha vardı. Hem kendilerini görünür kılabiliyor hem de vücutlarının güzelliğini ve estetiğini sergileyebiliyorlardı. Mozaikleri hiç böyle düşünmemiş, böyle görmemişti. Oysa ne kadarda elverişliydi. Kadını görünür kılmak ve estetiğini sergilemek, içinde bulunduğu yaşamsal düzenin kısıtladığı alanları geri kazanabilmenin de bir adımı olabilirdi.
Mozaik yapmak istemesinin iki yönü vardı, öncelikle mozaikler pek çok alanda kullanılan bir yapı elemanı oluşunun ve süsleme işinin, kutsal tasvirlerle de dini alanların görselliğine katkı sağlaması nedeniyle tercih edilirliği yüksek olan bir çalışma imkânı sağlıyordu. Diğer yönü ise sağladığı görselliğin merkezinde her ne kadar dini motifler olsa da esas olarak süslemelerde tercih edilen kadın figürü ve onun sağladığı estetik yönüydü. Hatta öylesine aşırı olanları vardı ki, çıplak kadın görüntülerinin yer aldığı bu mozaikler gizlenmeden, saklanmadan varlıklı insanların yaşadığı evlerde veya spor alanlarından tiyatrolara değin benzeri yerlerde yüksel bir zevki temsil etmesi nedeniyle tercih edilmekteydi.
Yaşam açısından kadının ne kadar görünmezliği istense de iş, mozaik, heykel, seramik gibi alanlara gelince nedense insanların baskıcı tutumları birden yok oluveriyordu. Minokta bu işin nedenleri üzerinde fazlaca kafa yormaya pekte niyeti değildi. Onun tek istediği, tüm arzularını gerçekleştirebilmesine olanak sağlayacak mozaik yapmayı öğrenmek ve kendisini, kendi güzelliğini ve tüm kadınların dişiliğinin estetiğini gözler önünde sermekti.
Bunu yapmak istemesinin bir nedeni daha vardı, yaşam kadınlardan önce genç erkekleri tercih edilir kılmıştı.
Minokta bu yaşamsal tercihi değiştirmeye uğraşmasının bir anlamı olmayacağını biliyordu, çünkü bu tercih hep var olacaktı. Onun uğraşmak istediği ise kadının görünür olmasıydı. O şöyle düşünüyordu, kadın yaşamın içinde yer almalıydı. Her yerde görünür olmalıydı hem de an alımlı, en güzel, en estetik haliyle.
Bu düşüncelerini kimseyle paylaşma niyeti yoktu, şimdi yapması gereken tek şey, mozaik yapmayı öğrenmekti.