10. Bölüm

Kaptan bu limanda, sarhoşların denizcileri bıçakladığı büyük kavgalar çıkardıklarını, hırsızlık ve soygunculuğun olduğunu da bildiğinden onlardan geç kalmadan geri dönmelerini ve geceyi de gemide geçirmelerini istemişti.

Cenova’ya varmadan önce son uğrayacakları yer Port Populonia olacaktı. Eski bir tarihe sahip olan limanın bağlı olduğu Pisa artık Ceneviz yönetiminde idi. Arşipelago Toskano adı verilen Elba, Pianosa, Capraia isimli ve birkaç tane daha bilmedikleri adalar denizinden geçtikten sonra limana girdiler. Napoli kadar büyük olmayan limanda fazla gemide yoktu.

Fazla yolları kalmadığından geceyi geçirip erkenden limandan ayrılacakları uyarısını yapan kaptan, denizcilerin yemek yemesi ve birazda eğlenmesi için karaya çıkmalarına izin verdi. Kharon yine Zephyros’la birlikte etrafı dolaşmaya ve bir şeyler yemek üzere gemiden ayrıldılar.

Limana açılan dar sokaklardan geçerek Pisa egemenliğinde yapılan Casa delle Bifore’ye gittiler. Çarşıda deniz kabuklarından yapılan takılardan Minokta için parlak tokalı, bele bağlanan kalın iplerden örülmüş bir kemer aldı. Kapı önlerinde tembel tembel oturan satıcıların önlerinden geçerek, limana yakın bir yerlerde oturup, el büyüklüğündeki midyeleri, kocaman kupalarla getirilen bira eşliğinde midelerine indirdiler. Zephyros, meydanda dolaşırlarken yanlarına yaklaşan bir satıcıdan her denizcinin sahip olduğu gibi keskin ağızlı bıçaklardan bir tane alarak, belinin arka tarafına sıkıştırdı. Kharon bu işten pek hoşnut olmasa da sesini çıkartmadı. Nede olsa denizler tehlikelerle dolu dedi kendi kendine.

Artık yolun sonuna gelmişlerdi. Açık denizleri geçmişler, fırtınaları atlatmışlardı. Güneş tepeye varmadan, beyaz zemin üzerindeki kırmızı renkli haçın kolları arasında, “Cenova Libertas” yazan büyük bir bayrağın dalgalandığı limana gemiyi borda ettiler.

Kaptan, Kharon ve yanına verdiği tercümanlığı ile mihmandarlığını yapacak olan Zephyros’a gerekli açıklamaları yaparak:

Bay Angio’nun limandaki yerini tarif etti, buraya getirdikleri tabloyu oradaki agenzie teslim edeceğini ve bundan sonrasının tamamen kendi sorumlukları olduğunu ve geminin burada yapacağı işlerin tamamlanması ile dönüş için sefere çıkacakları zamana kadar kendilerine kalacakları yer bulmalarını istedi. Gemi hazır olduğunda haber ileteceğini de sözlerine ekledikten sonra ayrılmalarına izin verdi.

Gemiden indiklerinde, Zephyros önceden edindiği bilgiler çerçevesinde buranın Konstantinopolis’le benzer yanlarını işaret ederek, Kharon’a liman bölgesini gösterdi. Çok geç olmadan öncede, kalacakları ve yemek yiyecekleri çarşı içerisinde koca göbekli, kel kafalı Bruno’nun yerine gittiler.

Bruno Konstantinopolis’ten gelen konuklarına kalmaları için güzel bir yer göstererek yerleşmelerine yardım etti. Aşağıda da yemek için uygun yeri olduğunu söyledi.

Günlerdir yaptıkları yolculuğun yorgunluğunu üzerilerinde atarak deliksiz uyuyacakları yataklarına serilmeden önce, Bruno’nun hazırladığı iki lokma bir şeyleri de yedikten sonra sabahın ilk ışıklarına kadar rüyalara daldılar.

Güneşin doğuşuyla gözlerini açan Kharon, günün birinde Minokta ile buraya, ya da yolda gördüğü diğer yerlere gidebilmeyi hayal etti. Kim bilir neler yapıyordu şimdi?

Konstantinopolis’te tek başına kalan Minokta, Maria Magdalene tablosu üzerinde çalışmaya çoktan başlamıştı bile. Yeni tanıdığı Bayan Federica’nın inancı onu fazlasıyla etkilemiş, kadınlar adına kurulan tarikatı ve onun kız kardeşler topluluğuna da oldukça yakınlaşmıştı.

Kharon yataktan kalktığında neredeyse günün yarısı olmuştu. Genellikle günün bu sıralarında yenen bir menü, Bruno tarafından konuklar için hazırlanmıştı. Burnuna gelen iştah açıcı kızartmanın kokusunu takip ederek aşağı indiğinde, Zephyros’un bir masada oturduğunu görerek yanına gitti.

“Erken kalkmışsın, bu güzel kokulu kızartmanın adı nedir?”

“Fritta Pancetta, yemek ister misin?”

“Sen nasıl dayanabildin, yoksa yedin mi?”

“Seni bekledim, fazlada olmadı zaten ama daha geç gelseydin ne yapardım bilmiyorum? Şimdi Bruno’nun leziz domuzlardan yapılma pastırma kızartması ile tatlı şarabından içmenin tam zamanıdır.”

Güne iyi bir yemekle başladıktan sonra, Kaptan Guido’nun teslim edeceğini söylemiş olduğu tabloyu, agenzieden almak üzere yola koyuldular. Zephyros önceden de çeşitli işler için buraya gelmiş olduğundan bulundukları yerden buraya ulaşmaları zor olmadı. Temsilci Bay Emilio onlara, kalın bir beze sarılı olarak kendisine emanet edilen parçayı verdikten sonra gidecekleri yere götürmeleri için Bay Angio tarafından yazılmış bir notu da Kharon’un eline tutuşturdu. Gidecek oldukları Santa Caterina Kilisesi’nin yerini bilmediklerinden Bay Emilio’dan öğrendiler.

Limanın kuzey tarafında kalan kiliseye gitmek için biraz yürümeleri gerekecekti. Tabloyu taşımak üzere Kharon’a yardım eden Zephyros, geçtikleri yollarda fazla yorgunluk duymamaları için bir yandan da Cenova hakkında bildiği şeyleri anlatıyordu.

“Bu şehrin Konstantinopolis’le benzer yanları olduğunu söylemiştim değil mi?”

“İkisinin de liman şehri olması yeteri kadar benzediklerini ortaya koyuyor zaten.”

“Doğru, burada da suları her zaman sakin Prosforian limanına benzer şekilde, gemilerin dalgalardan korunması için Polcevera suyolu üzerinde kurulu irili ufaklı iskeleler vardır.”

“Pek çok şey gibi evler ve yollarda benziyor.”

“Ancak burada tek benzemeyen şey inançlardır. Burada Katolik Dominiken rahipler ile rahibeler vardır. ”

“Sen bunlar hakkında bir şeyler biliyor musun? Benim bir Ortodoks olarak haklarında pek bilgim olduğu söylenemez.”

“Birde Fransisken denilenler vardır burada ama onlar çok fazla değildir, anladığım kadarıyla bizde onların kiliselerine gidiyoruz sanırım.”

“Taşıdığımız şu beze sarılı şey aslında bir tablo, görevimde bu tabloyu onlara, yani senin dediğin gibi Fransisken rahiplere, Konstantinopolis’te bulunan Bayan Federica adına getirerek teslim etmekti. Sağ salim buraya kadar gelebildik, şimdide başına bir şey gelmeden tabloyu yerine teslim edelim.”

“Yolumuz az kaldı, biraz daha gayret edersek oraya ulaşacağız.”

Biraz daha yürüyerek uzaktan görülen kiliseye geldiklerinde kapıda yazılı olan “Fraternita San Francesco”  levhasını gördüklerinde doğru yerde olduklarını anladılar. Taşıdıkları yükü dikkatlice yere bırakarak, biraz soluklandıktan sonra kilisenin ağır kapısını iterek içeri girdiler. Başlarını üzerinde kemerli bir tavan vardı; ileride sade, süssüz duvarlar sivri tepeli kemerlerle destekleniyordu. Tavanın birleşme noktalarında rutubet lekeler bırakmış ve boyaların bir kısmı soyulup dökülmeye başlamıştı. Kemerlerin altında durdular ve önlerine çıkan beyaz saçlı, karakaşlı toprak rengi giysili bir rahip onları karşıladı.

Kharon, rahibi başıyla selamladıktan sonra, temsilci Emilio’nun verdiği notu cebinden çıkartarak Zephyros’a;

Taşıdıkları yükü Konstantinopolis’ten, Bayan Federica adına getirdiklerini rahibe söylemesini istedi. Zephyros’u dinleyen rahip, yüksek sesle Zephyros’a cevap verdiğinde, Kharon elindeki notu rahibe uzattı.

Rahip notun üzerinde “Peder Antoine” adının yazılı olduğunu görünce, beklemelerini söyleyerek ortadan kayboldu. Geri geldiğinde kendisini takip etmelerini istedi ve onları, Başrahip Antonie’na götürdü.

Başrahip Antoine, üst katta kapısız bir bölmedeki koltukta oturmaktaydı. Yalnız değildi, yanında ayakta bekleyen bir adam daha vardı. Ayakta bekleyen adam boynuna kadar ilikli koyu toprak rengi bir önlük giymişti. Elinde tuttuğu notu Başrahibin önünde, Bayan Federica adına Konstantinopolis’ten gelenlerin de duyabileceği şekilde okumaya başlamadan önce, onlarda taşıdıkları yükü yan tarafta duran, ahşaptan yapılma cilalı ve raflarında el yazması kitapların bulunduğu dolabın önüne koymalarını istedi.

Peder Antoine, Kharon’a doğru dönerek;

“Kardeşimiz Federica’nın, size emanet ettiği yük herhalde budur?”

Zephyros’un aracılığı ile süren konuşmalardan sonra, Başrahip Antoine, ayakta duran Peder Lavigne’den mektubu okumasını istedi.

Saygıdeğer Peder Antoine,

Konstantinopolis’ten Azize Clara Cemaati adına, ressam ve sanatçı Kharon’un korumasına emanet ederek, onun sanatçı eşi Minokta tarafından yapılan “Madonna delle Lettera” adlı tabloyu Kilise ve Manastır için bir armağan olarak göndermekteyim.

Kabul ederseniz beni ve eşim Angio’yu çok mutlu edersiniz.

Sister Federica

“Peder Lavigne, şu tabloyu görmek için sabırsızlanmaktayım doğrusu.”

“Bende Sayın Antoine.”

“Baylar tablonun üzerini açar mısınız?”

Kharon ve Zephyros, tablonun örtüsünü kaldırarak ortaya getirirler. İki yandan tuttukları tabloya, Peder Antoine ile Lavigne huşu içinde bakakalırlar.

“Bu tablo, Kilise ve Manastır için çok değerli ve çok büyük bir armağandır Lavigne. Bu tabloyu derhal Baş Rahibe Louise’de görmeli. Ona haber verir misin?”

Peder Lavigne, Kilisenin yanındaki Azize Clara Manastırı Baş Rahibesi Louise’in yanlarına gelmesi için haber gönderdikten sonra merdivenlerden nefes nefese çıkan Rahibe Louise, içeri girer girmez iki kişinin ortasındaki tabloyu gördüğünde “Oh Mama Mia!” diye tiz bir çığlık attı.

“Bu da nedir Sayın Antoine?”

“Bu “Madonna delle Lettera” nın tablosudur. Konstantinopolis’ten Sister Federica ile eşi Angio, Azizler Günü kutlaması için göndermişler.”

“Bu, bu çok ama çok değerli bir tablodur bizim için Sayın Peder Antoine, bizim bunu kabul etmemiz pek doğru gibi gelmiyor bana.”

“Rahibe Louise, evet bu tablo çok değerlidir ama bunun bir önemi yok, onun asıl değeri taşıdığı derin anlamındadır.”

“Bunu çok iyi korumamız ve sahip çıkmamız gerekecek o zaman. Sister Federica ile eşi Angio tarafından bağışlanan bu eser Manastıra da değer katacaktır.”

“Elbette Rahibe Louise, Kilise’ye de.”

Ayakta beklemekten yorulan Kharon ve Zephyros’u işaret eden Rahip Antoine, Lavigne‘ye;

“Şimdi bu yorgun adamları konuk edelim, Rahip Laurent onlara kalacakları yeri göstersin.”

Kharon ve Zephyros, Peder Antoine ile Lavigne’nin yanından ayrılarak, kalmaları için kendilerine verilen, beyaz boyalı ve içinde eşya olarak iki tahta yataktan başka, el ve yüz yıkamada kullanılan derin bir çanak ile üzerine konmuş birde kap duran odaya götüren Rahip Laurent, akşam yemeğini birlikte yemelerinden hoşnut olacaklarını söyleyerek yanlarından ayrıldı.

“Zephyros, seninde dikkatini çekti mi bunların adları diğerlerinden farklı bunun sebebi nedir acaba?”

“Pek dikkat ettiğim bir konu değil bu Kharon ama daha önceki seferlerde buraya geldiğimde yaygın olan inancın Rahipleri ile Rahibeleri bu şehre daha önceleri Fransa ülkesinden gelerek, Kiliseleri ile Manastırlarını burada kurduklarını öğrenmiştim. Hepsi de yardımsever insanlardır.”

“Bir farkta giysilerinde var. Limanda gördüklerim beyaz üzerine siyah cüppe giyiyorlardı, bunların ki ise toprak renkli.”

“Siyah ve beyaz giysileri olanlar Dominikenler,  toprak renkli giyenler ise Fransiskenlerdir.”

“Fransiskenlerin ne olduğunu biraz biliyorum da, Dominiken dediklerinin inancı nedir? Onlarda bizimle aynı tanrıya inanmazlar mı?”

“Ben bu işlerden pek anlamam Kharon, iyisi mi sen bunu kaptana sorarsın; o bu işleri iyi bilir.”

 Kapıyı çalan genç bir rahip;

“Sizleri akşam yemeği için götürmeye geldim.”

Kilisede bulunanların toplu olarak yemek yedikleri, mumlarla aydınlatılan uzun masalarda karşılıklı olarak oturan rahiplerle birlikte, fasulye, peynir ve şaraptan oluşan akşam yemeğini yedikler.

 Kharon, yanındaki Zephyros’un kulağına doğru eğilerek sessizce;

“Bu kadar çok rahibin arasında Mesih’in son akşam yemeğindeyiz sanki”

Zephyros, gülmesini belli etmemek için bir eliyle ağzını kapatarak, başını aşağı yukarı salladı.

Yemek bittiğinde yanlarına gelen Rahip Laurent;

“Burada misafirimiz olarak istediğiniz kadar kalabilirsiniz.”

“Konukseverliğiniz için sizlere minnettarız. Ancak yarın sabah bizi limanda bekleyen gemimize döneceğiz.”

“Sizleri tanımak güzeldi, buraya gelerek kalan çok kişi olmaz ama gelenler mutlaka bir gün kapımızı yeniden çalarlar.”

“Kim bilir sayın peder? Belki bir gün geliriz. Belki de siz bir gün Konstantinopolis’e gelirsiniz.”

“Constantinople… Pulchra patria procul!”

Sabah dinginliğinde yola koyulduklarında, yükseklerde uçan deniz kuşlarını gören Kharon; yakında yağmur yağacak dedi. Zephyros;

“Ne o, kuşların uçuşuna bakıp gelecekten haber mi alıyorsun?”

“Yoo, ama balıkçılardan deniz kuşlarının her zaman insanlara bir şeyler söylediğini duymuştum.”

“Şanslı hayvanlardır şu deniz kuşları; onlar hem karada yürür, hem havada uçar hem de denizde yüzerler.”

“Kuşlar bana bir öykü anımsattı. Anlatayım da yolumuz kısalsın bari.”

“İyi anlat bakalım.”

“Büyük Romanum’un nasıl kurulduğunun öyküsüdür bu;

Alba kralı Numitor ile kardeşi Amulius arasında taht kavgası başlar. Kavganın sonunda tahtı ele geçiren Amulius, Numitor’u hapse attırır. Kızı Rea’yı da uzak bir köye gönderir. Rea bir gün çeşmeye su almaya gittiğinde Tanrı Mars’ın saldırısına uğrar ve hamile kalır. Rea’nın ikiz çocukları olduğunu öğrenen Amulius, çocukları bir sepet içinde Tiber ırmağına attırır.  Suları birden alçalan ırmakta bebekleri taşıyan sepet, ırmağın sığ bir kıyısında kalır. Kıyıdan su içmeye gelen yavrularını yitirmiş bir kurtta ikizleri bulur ve onları emzirmeye başlar.

Sürüsünü otlatan Faustus adlı bir çobanda, yalnız başlarına kalan ikizleri gördüğünde onları yanına alarak karısı Lorentia’ta götürür. Çocuklardan birinin adını Romulus, diğerinin adını da Remus koyarlar.

Remus, günün birinde Amulius’un hayvanlarını otlatan çobanlara saldırır. Çobanlar Remus’u yakalarlar ve Kral Amulius’un önüne çıkarırlar.

Bu sırada orada bulunmayan Romulus, Faıustus’un yanına döndüğünde Remus’un nerede olduğunu öğrenerek, yanına topladığı adamlarla Amulius’un sarayını basar. Başında olduğu adamlarla sarayı ele geçirerek, Amuluis’u devirip yerine Numitor’un kral olmasını sağlar.

Remus ve Romulus saraydan ayrılarak, çıktıkları tepelerde dolaşırlarken, kendileri için bir şehir kurmaya karar verirler. Şehrin nerede kurulacağı konusunda aralarında tartışma çıkınca fallara başvururlar, kuşların uçuşlarından anlam çıkarmaya çalışırlar. Remus uzaklardaki Aventine tepesinin üzerinde uçan altı akbaba görür. Romulus’ta Palatine tepesinin üzerinde uçan on akbabayı görünce tartışmayı kazanır. Şehrin nerede kurulacağı belli olmuştur. Remus, kendi istediği olmadığından küskündür. Romulus’ta seçtiği yere bir sınır çizerek, bu sınırı geçecek kimsenin öldürüleceğini söyler. Remus’ta çizginin üzerinden geçince, Romulus onu öldürür.

Böylece tek başına kalan Romulus, şehri Palatine tepesine kurmaya karar verir. Yörede bulunan ne kadar suçlu, hırsız, katil ve eşkıya varsa buraya gelerek Romulus’un yanına sığınırlar ve onu kral yaparlar. Ama aralarında kadın pek azdır. Romulus’ta buna çare olarak, bir bayram şenliğinde Sabinleri çağırır. Silahsız olan Sabinlere saldırıp onların kadınlarını kaçırırlar. Sabinlerde silahlanıp geri geldiklerinde, kadınlar araya girerek çarpışmayı önlerler. Böylece Romulus seçtiği Palatine tepesine kurduğu kentin temellerini de atmış olur.”

“Demek, Romanum’un kuruluş öyküsü böyleymiş. Bense bu ünlü kente daha önce gittiğimde gördüklerim beni nerdeyse büyülemişti. Senin anlattığın öykünün aksine, kentin yedi tepe üzerine kurulu olduğunu duymuştum.”

“Evet, aynı şeyi Konstantinopolis içinde söylerler ama bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Çünkü Roma’daki tepelerin adları bellidir. Oysa Konstantinopolis için böyle belirli adlar yoktur.”

“Neymiş bu tepelerin adları?”

“İlki Palatine, öyküdeki Romulus’un şehri kurduğu tepenin adı. Diğerleri de Aventine, Capitol, Quirinal, Viminal, Esquiline ve Caelian olarak adlandırılmışlardır.”

 “Limana geldik bile, giderken o kadar uzun gelen yol, dönerken ne kadar kısaldı değil mi?”

“Belki de benim anlattığım öyküdendir.”

“İnsan bilmediği yerlere giderken yol hep uzun gelir. Ama bir kere gideceği yolu öğrenen insan için artık o yol kısalır. Biz denizciler bunu hep yaşarız. İlk seferlerde denizler geçmekle bitmez, sana da öyle olmadı mı?”

“Bilmem, ben geçtiğimiz denizlerin, gördüğüm limanların, rüzgârların, dalgaların karşısında; gezginliğin ve maceranın tadına varmaya çalıştım. Her gördüğüm yer bana yeni bir şey öğretti. Aklımda ve zihnimde birikenler çoğaldı.”

Döndüklerinde, Bruno onları karşıladı ve gece gelmedikleri için merak ettiğini söyledi. Başlarına kötü bir şey gelmediğini öğrendikten sonra onlara, yeni yaptığı domuz yahnisinden verdi. İyice acıkmış olan Kharon, yemekten sonra Zephyros’tan şehirde bildiği yerleri göstermesini istedi.

Azizler Gününün farklı zamanlarda kutlanması nedeniyle, bu gün ayine katılabileceklerini Bruno’dan öğrendiklerinde oraya giderek ayine katılmaya karar verdiler.

Ayin, manastır ile şehrin hastaları ve yoksulları için bir bakım yerinden oluşan San Giovanni di Pré kilisesinde yapılacaktı. Burası, Cenova’dan Büyük Denize giden tüm limanlar ile diğer ülkelerden gelen kara yolları arasında önemli bir merkezdi. Kutsal Topraklara giden şövalyeler, askerler, tüccarlar, din adamları ve tüm hacılar içinse bir bağlantı noktasıydı.

Cemaatin toplanmasıyla birlikte, tüm azizler ile ölmüş olanların hatırası adına dualar ile duyarlı okumalar yapılarak başlayan ayin, çanın çalmasıyla, yakın zamanlarda ölmüş olanların her birinin adına mumlar yakılmasıyla devam ediyordu. Ancak ayinden sonra ölülerin mezarlarına çiçek bırakmak için topluca yürüyen cemaatin yanından ayrılarak, önlerindeki yokuştan çıkarak şehrin yüksek yerden göründüğü tepedeki ağaçlık bir alanda oturdular. Zephyros sırt üstü otların üzerine yatarak, üzerlerinden hızla geçmekte olan bulutları seyre daldı. Kharon’da uzaktan görülen deniz üzerindeki ışıltıları, Minokta’nın yaptığı cam mozaiklerin güneş ışığındaki parlamasına benzeterek içinde uyanan özlem duygusuyla, bir an önce geri dönmeyi arzu etti.

Sessizce geçen bir sürenin ardından arkasından gelen sert rüzgârla ürpererek daldığı hayallerden uyanarak, Zephyros’a seslendi;

“Kalk artık, senin rüzgârın esmeye başladı.”

“Nerden benim rüzgârım oluyormuş?”

“Bilmez misin denizci, bu rüzgârın adının Zephyros olduğunu.”

“İlk defa senden duyuyorum.”

“O zaman bileceksin adının rüzgâr olduğunu.”

“Senin adın neymiş bakalım, sen biliyor musun?”

“Tabiî ki biliyorum. Benimle konuşan herkes, ölümden sonra her türlü varlığın boş olduğunu öğrenir.”

“Ben seninle bütün yol boyunca konuştum ama bana böyle bir şey demedin.”

“Benimle değil, öldükten sonra konuşacağın Kharon’dan öğreneceksin.”

“Öyle biri mi varmış?”

“Bunu da sana başka zaman anlatırım. Hadi daha fazla üşümeden kalkalım artık.”

Çıktıkları yokuştan aşağı inerek şehir içindeki San Lorenzo Bazilikası yakınındaki çarşıya girdiler.

Çarşı içerisinde, hiç görmediği ve yemediği bir çeşit hamurdan yapılma pasta ile et ve etten yapılma yiyecekler satılan dükkânlar, çeşitli kumaşlarla, kutsal topraklara gidecek olanların kullandığı, Aziz Petrus haçının dahi bulunduğu eşyaların satıldığı yerleri gördüler.

Kadınlar, çarşı içinden peçeleri ve üzerlerine aldıkları şal ile geçiyorlardı. Kahron’un gözleri, kalabalık içerisindeki bu kara giysilere takıldı.

Satıcıların yanlarındaki peçeli siluetlerden bir kaçı kumaşlara dokunuyor, konuşarak ağırdan alıyor ama satın almaya yanaşmıyorlardı. Dilin bir yabancılık kaynağı olmadığını, insanın davranışını değiştirecek başka şeylerin olması gerektiğini anladı.

Kharon, pasta yemek isteyince, Zephyros’ta hiç düşünmeden teklifi kabul etti. Yumurta ile haşlanmış hamurdan yapılan pasta, değişik peynir çeşitleri eşliğinde, şarap ya da birayla yeniyordu. Birer tane yedikten sonra kalktılar.

On iki havarinin bazilikası olan, şehrin koruyucusu Aziz John’un küllerinin konularak kendisine adanan şapelinde bulunduğu, San Lorenzo’ya ziyaret ettikten sonra gece kalacakları Bruno’nun yerine döndüler.

Bundan sonra, kaldıkları bir kaç gün içerisinde de siyah beyaz giysileri ile taktıkları zincirin ucunda sallanan büyük bir haç olan Dominiken rahiplerinin yönetimindeki Santa Maria di Castello’dan başka, Cenova Piskoposu San Siro Bazilikası ile San Giacomo’yu gördüler.