12. Bölüm

Minokta, Bayan Federica’ya gitmek üzere hazırlandığı sırada, kapıya hızlıca vurulduğu duydu, içinden bir ses Kharon’nun döndüğünü haber veriyordu. Koşarak gidip kapıyı açtığında karşısında Kharon’un durduğunu gördü. Sevinç ve hasretle sarıldı. Kharon onu kuvvetli kollarının arasına alarak kapıdan içeri girdiler. Günlerdir yaşadıkları özlemle doyumsuzca öpüştüler. Kharon onu kollarının arasından uzaklaştırarak;

“Seni ne kadar özledim Minokta, bütün yolculuğumun her anı benimle birlikteydin. Denizleri birlikte aştık, birlikte gezip gördük bütün limanları.”

“Ya ben Kharon, ya ben! Bende en az senin kadar özledim. Her an güçlü bedeninle yanımdaydın. Bir daha sakın ayrılmayalım Kharon.”

“Söz veriyorum. Bir daha asla seni yalnız bırakmayacağım.”

“Her an ve her yerde birlikte olalım Kharon.”

“Elbette sevgilim, her an yan yana olacağız.”

“Anlat bana neler yaptın, neler gördün?”

“Hepsini sana anlatacağım, tüm yaşadıklarımı ve hissettiklerimi anlatacağım ama şimdi o kadar yorgunum ki; yol boyu günlerdir doğru dürüst uyumadım ve seni görebilme heyecanıyla buraya kadar gelebildim ve seni gördüm.”

“Yokluğumda sen neler yaptın? Sende bana anlat.”

“Hiç anlatmaz olur muyum, aslında çok heyecanlıyım ama anlatacaklarımı sonraya saklıyorum. Sen bugün yat ve dinlen, ben de bugün Bayan Federica’ya gideyim. Geldiğimde seni kaldırırım. Anlaştık mı sevgilim?”

“Anlaştık ama gitmeden önce sarılmanı ve özlediğim sıcaklığını hissetmek istiyorum.”

Minokta, gittiği Agora manastırından Peder Angelo’nun saygılarını Bayan Federica’ya ileterek;

“Dün gitmiş olduğum manastırda Peder Angelo’ya yapacağım tablonun taslaklarını gösterdim ve büyük bir beğeni ile karşıladı.”

“Çok güzel, kız kardeşlerimiz Tanrı’nın sevgi dolu bilgisinde büyümeye çalışıyor. Kardeşliğimizin saygınlığı ve itibarı buna bağlıdır. Sevgi ve bilgi ile çalışacak olan her kadın bizim kardeşimizdir. ”

“Ama ben sadece sizin için bir tablo yapmaya geldim. Sonrası ne olacaktır ki beni de bir kız kardeş olarak kabul etmektesiniz.”

“Sen bir aday (postulant) oldun bile. Bundan böyle kendi yeteneklerin doğrultusunda,  bir fazilete yönelerek sanatınla yapacağın çalışmalar cemaatimiz adına olacaktır. Sadece bir tablo değil, bütün yapacağınız eserlerin tamamını cemaatimiz sahiplenecektir.”

“Şimdi ben bir kız kardeş miyim?”

“Manastırda yaşayanlar ile bizlerin arasındaki farklılık bunu başka bir şekilde kabul etmektedir. Ama sonunda hepimiz aynı amaç doğrultusunda yaşam sürmekteyiz. Sanatın ve bilginin en kıymetli hazine olduğunu kabul ederek, geri kalan hiçbir şeyde değer aramayız.”

“Mesih’in ilk havarileri arasında dahi pek çok kadının yer almasına rağmen, zamanla bu kadınlar yok sayılarak önce din, sonrada yaşamın her alanından çıkartılarak evlere kapatılmış, yalnızca aile, annelik ve bekâretleri kutsanarak karanlığa boğulmuşlar, görülmez hale getirilmişlerdir. İncili yayma gibi ulvi görevi üstenen kız kardeşliğin yanında, benim de amacım; kadını görünür hale getirerek, erkeğin yanında ve değerinin aynı olduğunu anlatmaktır.”

“Tamda bu nedenle, ikinizin de yapacağı, yani kadın ve erkeğin birlikte yapacağı eserleri cemaatimiz adına sahiplenmek; erkek hâkimiyetin yapısını ters çevirerek, kadınlığı yeniden oluşturmak, kadın ile erkeğin yaratılış olarak tamamen eşit olduğunu söyleyen İncil’in dediğini yerine getirmektir.”

Minokta önünde açılan bu alanı değerlendirerek, yeni çalışmalarına hız verecekti ama onun esas isteği tamamen ve kendi bildiğince özgür olarak yaratabilmekti. Oysa şimdi kız kardeşler ve bağlı olduğu cemaat için çalışacaktı. Bunu da yeni alanlara açılabilmenin bir basamağı olarak kullanabilme düşüncesiyle Bayan Federica’nın yanından ayrıldı. Başlangıçta var olan düşüncelerini böylelikle hayata geçirebilecekti. Ancak unutmaması gereken bir başka noktada Ortodoks bir inanç içinde yaşadığıydı. Katolik dünyasında dahi farklı bir inancı temsil eden cemaat adına yapacakları işlerin sonucu nasıl olacaktı? Bu sorunun cevabıysa kendi kafası kadar karışıktı. 

Minokta eve döndüğü zaman, Kharon’u göremeyenince, doğruca yatağının yanına gitti. Kharon hala yataktaydı. Kendi kendine; canım ne kadarda yorgunmuş hala yatıyor diye düşünerek, eğilip dudaklarına bir öpücük kondurdu. Dudaklarında Kharon’un sıcaklığını hissetti. Sanki her zamankinden daha sıcaktı dudakları. Birde, elini alnına koyarak kontrol etmeye çalıştı, Kharon kıpırdanmaya başlayınca sessizce dışarı çıktı.

Uyandığında yemesi için bir şeyler hazırlayarak, yapacağı yeni tablosuna bir ad bulmaya çalıştı fakat içi hiç rahat değildi. Kharon, günlerce çalışmaya ve yorgunluğa alışık bir insandı. Zamanında yetiştirilmesi gereken bir mozaik için atölyede kaldığı zamanlar ne kadar yorulursa yorulsun ertesi gün uykusundan her zamanki gibi erkenden kalkardı. Demek ki bu sefer hiç birine benzemiyordu. Keşke gitmemiş olsaydı bu yolculuğa. Yüreğinde duyduğu kuşkular, kafasındaki karmaşık düşüncelere eklenmiş hiçbir şey düşünemez olmuştu.

Kollarını açarak yere diz çöktü;

“Baba’ya, Oğul’a ve Kutsal Ruh’a şan olsun.

Kurtarıcımız Tanrı, şimdi sana sığınıp bütün aklım ve yüreğimle sana yöneliyorum, beni esareti altına alan tüm kuşkulardan ve kötü düşüncelerimden kurtar.

 Şimdi, her zaman ve sonsuzluklar boyunca… Âmin.”

Kharon yataktan kalmış ve yanına gelmişti. Ayağa kalkan Minokta onun karşısında durduğunu görünce gözyaşlarını tutamadı. Minokta’yı kollarıyla kavrayarak göğsüne yaslayan Khron;

“Neden ağlıyorsun? Biliyorum, bunca zaman ayrı kalmak seni çok mahzunlaştırdı ama artık döndüm, ağlamalı değil gülmelisin.”

“Evet Kahron evet, bende biliyorum ama elimde değil işte. Bunca zamandır yataktan çıkmayınca kuşkulanıp durdum, iyisin değil mi? Yorgunluğun geçti mi?”

“Oh, çok iyiyim ama çokta açım. Hem de her şeye!”

“Tamam, tamam doğru söylediğine şimdi inadım. Kalktığında yemen için bir şeyler hazırlamıştım.”

“Hadi o zaman daha fazla dayanamayacağım. Gel bir testide şarap açalım ve sana yolculuğumu anlatayım.”

Karşılıklı oturdular ve bir testi şarabı bitirinceye kadar konuştular, Kharon uğradıkları bütün limanları, gördüğü yerleri ve fırtınalı denizleri anlatıp durdu.

Aldığı hediyelerin tümünü Minokta’ya verdi. En sonunda Limnos’ta aldığı pembe renkli Terra Lemnia tozunu eşyalarının arasında buldu.

“Bak Minokta, bu toz, pek çok hastalığa ilaç olduğu kadar, muska olarak ta kullanılan kutsal bir toz. Bu tozdan, yapacağın mozaiklerin harcına katarsan, onları gören gözlerin bir daha unutmayacaklarından emin olabilirsin.”

“Herhalde sende kullandın ki biliyorsun. Yoksa senin sırrın bunda mıdır?”

“Bu bir sır değil Minokta, maharet ve ustalık.”

“Ve de çok çalışmak…”

 “Elbette, çalışmadan bir şey kazanmak mümkün değil. Ne beğeni, ne takdir ne de unutulmazlık, sanatçılar eserleriyle ve ustalıklarıyla yaşarlar. Eskilerden gelen heykellere, mozaiklere, yapılara bak, hepside varlıklarını koruyorlar, takdir ve beğeni ile karşılanıp bizden sonra geleceklerde aynı değerde kalıyorlar, hatta onlardan sonra geleceklere de… Hep ben anlattım, birazda sen anlat bakalım.”

“Her şey çok iyi ve çok güzel, her şeyden önce yapmayı arzu ettiğim Magdalene Maria tablosunu, Bayan Federica’nın, kız kardeşler cemaati adına ve konulacağı yer olan Agora Manastırı’nın da oluruyla kabul edilmesini sağladım.”

“Ya, peki nasıl yaptın bunu?”

“Yalnızca bunu değil Bayan Federica bundan sonra birlikte yapacaklarımızın da tamamını Azize Clara’nın, kız kardeşler topluluğu için yapmamızı istiyor. Bana da yol gösterdiği inançlarının doğrultusunda hareket etmek, amacımızın gerçekleşmesi uğruna fazlasıyla etkileyici geliyor. Sen ne dersin bu düşünceme, sende Bayan Federica’yı tanıdın ve daha önemlisi Cenova’da Azize Clara kilisesi ile manastırını gördün, tanıdın ve oradaki rahiplerle konuşarak yeni fikirler kazandın. Önümüze açılan bu kapıdan geçerek malın, mülkün, paranın hiçbir kıymetinin olmadığı yepyeni bir yaşam şekli mi oluşturalım?”

“Aslına bakacak olursan ne, sen ne de ben bunlara önem verir, peşinden koşarız. Beni karar vermekten alıkoyan, ikili bir yaşamın içine girecek olmamızdır. Bir yanda Azize Clara, öte yanda Ortodoksluk. Yaptığım yolculuğun bana kattıklarından biriside orada daha başka inançlarında olduğunu görmek. Aziz Francesco’nun yanında, Aziz Dominicus’un da rahiplerini görmek oldu.”

“Aziz Francesco’nun yolunda olan rahipleri bende gördüm ve az çok tanıdım. Onlarda en az papazlar kadar saygıdeğer. Aziz Dominicus rahiplerini bilmiyorum ama onlarında diğerleri kadar saygıdeğer olduklarından kuşkum yoktur.”

“İki görüşünde aynı amaca hizmet etmek olduğunu biliyorum ama değerler konusundaki yaklaşımları farklı. Uzun yol boyunca kaptanla birlikte geçirdiğimiz gecelerde anlattıklarına göre;

Fransisken rahipler, İsa’nın yoksul bir yaşam sürmesine dayanarak, kiliselerinin insanların mal mülk edinmeyi terk ederek, bütün varlığını ihtiyaç sahiplerine dağıtması gerektiğini öngörmekteler.

Dominikenler ise kiliselerinin varlık içinde olmasının Tanrıyı onurlandırmak olduğunu, insanların gelirini ve varlığını Tanrıya olan borçlarını ödeyebilmek için kiliseyle paylaşması, aksi yönde davranışın Tanrıyı aşağılamak olacağını söylemekteler.”

“Kiliseler hayranlık uyandıran şeylere sahip olmak isterler. Filozof ve sanatçıların yetişmesine katkıda bulunan Fransiskenler, aklın bir ürünü olarak sanatı ve sanatçıları destekler. Kilisenin görsellik kazanması sanatçılar tarafından sağlanır. Ticarette zenginleşen aileler sanatçıları korumaya alarak çeşitli eserler yaptırırlar. İsa’nın üzerindeki kıyafetler kimindi? Evet, onun değildi, bir mal varlığı edinmemişti, dolayısıyla kilisenin bünyesindeki kıymetli eserlerinde bir parasal değeri olmaz.”

 “Bu inançla yolumuza devam etmeliyiz Minokta. Yaşam şeklimizin bir rahip gibi olması gerekmiyor, önemli olan hizmet edeceğimiz amaçtır.”

 “Kharon, beni yaşadığım kafa karışıklığından kurtardın. Amacımız kadını evden dışarı çıkartmak ve görünür kılmak için çalışmaktır. İlk günah üstünde o kadar çok duruldu ki, ilk masumiyeti unuttuk!”

“O zaman çok daha net ve tek noktaya odaklanmış halde çalışmaya başlayabiliriz.”

“Sanatımızı icra ederken her ne kadar isteklere uymak zorunda kalsak da, Bayan Fedrica’nın hizmetinde ve kız kardeşler topluluğu adına çalışmaya başlamadan önce Bizantion’un sanatını yaratanlarla aynı koşullarda çalışan sanatçıları tanımak ve onların neler yaptıklarını görmek istiyorum.”

“Haklısın Minokta, isteklere uyarak, sınırları belirlenmiş bir sanatı icra etmek,  amacımızdan uzaklaşmaya neden olacak kadar baskın ve belirleyici olacaksa, o zaman bu yola hiç girmemeliyiz.”

“Diğerlerinin neler yaptığını görmek ve onların, kadınlar adına ne söylediklerini anlamak için kız kardeşleri tanımam gerek. Bayan Federica her ne kadar beni şimdiden postulant yaptıysa da bu süreçte göreceklerim, amacımı belirleyecektir.”

Minokta, Kız kardeşler cemaati içinde resim yapan, şiir yazan, kitap kopyalayan, fresk yapan ve müzik yapan kadınlarla tanıştı. Cemaate bağlı rahibelerin dışında ve manastır kurallarına bağlı olmaksızın ama onlarla aynı görüşleri paylaşan Bayan Federica’nın yanında, yüksek sınıfa mensup kadınların da edebiyatın değişik türlerinde eserler verdiğini görmek, Minokta’nın kendine güvenini bir kat daha artırdı.

Müzikle uğraşan kadınların kâfirlik yaydığını söyleyen kiliyse karşın, kadınlar yaptıkları bestelerle kendi kadınlıklarını tanımlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktaydılar. Çarpıcı sesleriyle yaptıkları besteleri seslendiren kadınların müziğe katkılarını duymak ve Maria Magdalene adına bestelenerek “Düşen Kadın” adlı ilahiyi dinlemekte yalnız olmadığının kanıtı gibiydi. İlahiden o kadar çok etkilenmişti ki sözleri adeta beynine çakıldı;

Tanrım, pek çok günaha giren o kadın

Senin sonsuzluğunu anladı.

Ve mür konan kadınların yürüyüşüne katıldı

Haykırıyor, size mür getirir, gömülmeden önce siz

“Ah” diye ağlıyor, “gece nasıl da çöktü üzerime,

Karanlık ve aysız bir delilik,

Günaha bu açlık.

Gözyaşlarımı al

Sen ki bulutlardan su çeken,

Eğil de gör yüreğimin iç çekişini,

Gizemli doğumunla cennete kavuşan sen

Lekesiz ayaklarından öpeceğim

Kurulayacağım onları

Saçlarımla

Ne zaman ki Cennetteki Havva tan vaktinde

Ayak sesini duyacak senin, korkuyla saklanacak.

Günahlarımın izini kim sürecek,

Ya da büyük gazabının, ey ruhumun kurtarıcısı!

Bırakma beni, kölenim

Sonsuz merhametinin.”

Kadın sanatçıların tüm kısıtlamalara rağmen eserlerini üreterek, kadınları evlerine hapseden anlayışa karşı çıkmaları, kendilerine karşı ön yargılar ile savaşmak zorunda kalmaları, Minokta’yı iyice güçlendirmişti.

Soylu, varlıklı ve iyi eğitim almış kadınlarla paylaştığı düşünceleri Minokta’yı Kız kardeşler cemaati adına çalışabileceği kararlılığına ulaştırdı.

Şimdi tamda tasarlayıp, Peder Angelo’ya tarif ettiği gibi; günahkârların en açık örneği Magdalene’yi, Mesih’i en iyi ve en doğru anlayan kadını, açık olan göğsü üzerine dökülen uzun saçlarının kapatamadığı çıplaklığını, sarındığı örtünün altından dahi belli olan vücut hatlarıyla, bakışlarını yukarıdaki uçan iki meleğe doğru çevirmiş, bir haçın önünde duran kayanın üzerine oturur şekilde, bir elini hayatın geçişini anlatan kafatasının üzerine koymuş, oturduğu yerde duran kök demetini de sıra dışı olarak, orucu çağrıştıracak biçimde yaptığı tabloya “Innocent Victim adını verdi.

Mozaik tabloda, görüneni değil görünmeyeni anlam iletecek bir araç olarak kullanan Minokta, sanatının gücünü ortaya koyduğu eseriyle beğeni ve takdir kazandı. Bunda Terra Lemnia tozunun etkisi olup olmadığını bilemedi ama bundan sonra yapacağı mozaiklere aynı sihirli tozdan katacağına emindi.

Artık yaşamına kız kardeşler topluluğu içinde devam edeceğinden, Bayan Federica tarafından (postulant) aday olarak kabul edildiği dönemden çırak (novitiate) olarak görüldüğü diğer bir alana geçmişti. Önceden olduğu gibi bu alanda da insan bedeninin doğuştan gelen haysiyetini ve Tanrı tarafından verilen cinsel armağanının ilişki kapasitelerini ve onların tamamlayıcılığına yönelik çalışmaları ağırlıklıydı.

Minokta, gördüğü beğeniler ve topladığı takdirlerle, Kharon’un da özveriyle hazırladığı statumen, rudus ve nucleus katmanlarını döküldükten sonra saf kireç ile hazırladığı harcın içine Terra Lemnia tozunu karıştırmayı da unutmadan, oluşturduğu son üst katmana. tesseraları yerleştirilerek peş peşe mozaik işlemeli tablolarını tamamlamaktaydı.

Kadınları tüm kötülükleri kaynağı olarak gören ve “en iyi kadın, hiç konuşmayan kadındır” diyen anlayışa karşı öylesine büyük bir tutkuyla çalışıyordu ki, kız kardeşler cemaati içerinde olduğu kadar eserlerini gören diğer insanların da dikkatini çekiyor ve kafalarında var olanın dışında başka düşüncelere yol açıyordu.

Bu kez yaptığı tabloda aynı anlayışı yansıtacak, Oedipus’un karşısına çıkan, göğüsleri kadın, gövdesi aslan ve kanatları olan şeytanı andıran kadını, SPIHNX’e benzer biçimde; bir mermer kaide üzerinde yüzüstü uzanmış, göğüslerinin ezilmemesi için dirseklerinden destek alarak vücudunu kaldırmış, çıplak ve başı dik şekilde duran çizgilerle resmetti. Ayrıca tablonun alt kısmına; Sphinx’in karşısına çıkanlara sorduğu ve cevabını bilemeyenleri yediği, iki bilmecenin cevaplarını da gösteren kısmı ekledi.

Doğan ve batmakta olan güneşin çizdiği bir yayın altında, insan ömrünü temsil eden, emekleyen bir bebek, dimdik yürüyen genç bir insan ve elinde bastonu ile yürümeye çalışan bir ihtiyarı, yaşamın üç aşamasını gösterir biçimiyle yaptı.

Minokta’nın işlediği mozaik tabloları ile Kahron’un yaptığı freskler ve temperaları, Konstantinopolis‘in dışında, Alexandria, Adania, Marida gibi başka şehirlere hatta Persia, Syria ülkelerinde bulunan manastırlara kadar yer almaktaydı.

Eserlerinin, Anatolia ve ondan da ötedeki ülkelerde dahi beğeni kazanarak talep görme kanısını oluşturan; aşırı büyüklük endişesinde olmayan ve antik eserlere karşı duyulan hayranlığı birleştiren bir yapının ihtiyaçlarına cevap veren ve gelişen bir sanat örneği olmasındandı. Mozaiklerin taşıdıkları asil zarafet, yumuşak çizgiler, tazelik ve canlılık ile şekillenişlerindeki incelik ile eski heykel ve kabartmalarda olduğu gibi, antik modellerin yerini tutabilmesi, freskler ile temperalarınsa, bilerek yapılmış genişliği, ışıkların kuvveti, hassas bir şekillendirme ile insan vücutlarına Bizantion sanatının kaybettiği hacim ve ağırlığı yeniden kazandırmasındandı.

Seljuklar ile anlaşmaların gereği, serbest ticaret yapmalarına izin verilen Latin tüccarları, Doğu’nun emtiasına ulaşmak için Anatolia güzergâhını kullanmışlardı. Değerli malların ticareti, özellikle siyasi birlik ve emniyet sağladıktan sonra artmıştı.

Sultanlar, tüccarların hakkını çok iyi bir şekilde koruyorlardı. Büyük Mongol hakimiyetinin ardından, Seljuklar, yerlerini Beyliklere bırakmış olsalar da, kendilerini onların varisi sayan anlayış aynı düzeni korumuştu.

Kent halklarının zenginliği, ticaretin gelişkinliğinin de göstergesiydi. Hıristiyan nüfusun yaşamına devam etmekte olduğu Seljuklar ile iyi ilişkiler içinde olan Bizantion’un ortak yaşam kültürü, bu dönemde de devam etmekte, halklar arasındaki ilişkilerde sanat eserleri, günlük yaşamda birbirlerini daha iyi tanımalarına da sebep olmaktaydı.

Özellikle Ermeni, Gürcü, ve Latinler ile olan siyasi, coğrafi ve kültürel ilişkilerin devam ettiği yerlerden gelerek, ustalık isteyen mimari, resim, el yazması, seramik ve madencilik v.b alanlarda faaliyet gösteren gezgin sanatkârlar; Seljuklardan önceki zamanlarda var olan sanatsal birikimleri ve estetiği, yeni oluşan bu yapıya aktarımını sağlayan bir gruptu.

Egemen oldukları topraklarda kalıcı eserler bırakmak isteyen Sultanların saraylarında yaşayan akrabaları arasında Hıristiyan inancı taşıyan kişiler vasıtasıyla, mimari yapılar ve sanat eserleri için gezgin sanatkârlardan yararlanıyorlardı.

Seljuk egemenliğindeki Hıristiyan topluluklarda, bu yapı içerisinde onları çevreleyen kurumlar olmadığından hızlı bir kültürel sürece girmişlerdi. Kendi inançları doğrultusunda yeni kilise ve manastırların yapımı veya mevcutların onarımları ile süslenmeleri için gezgin sanatçıları kullanıyorlardı.

Baskıların olmadığı ve inançlarını yaymak adına gelen rahipler ve keşişlerde kendilerini mevcut yapı içerisindeki toplumun tam ortasına yerleştirerek, ihmal edilmiş alanlarda İncil’in mesajlarını vermek amacıyla misyonerlik faaliyetlerinde bulunuyorlardı.

Misyonerlik çalışmalarında bulunanlar, başarılı olabilmek için gittikleri bölgeleri iyi tanıyarak, dil ve kültürlerine yabancı kalmazlardı.

Konstantinopolis’te olduğu kadar, değişik bölge ve şehirlerde de tanınan Minokta’nın M’si ile Kharon’un Kh’si anlamını ifade eden, MX sembolü taşıyan eserler, Anatolia’da yeni yapılanan Hıristiyan unsurlar tarafından da aranır olmuştu.