Artık yola devam etme vakti gelmişti. İkonia’da göreceğini görmüş, alacağını almıştı. Kendileri için yeni birer kervan bularak, yola koyulacakları zamanı beklemek üzere, Zakaryan ustayla şehirde kurulan Alameddin Pazarı adını taşıyan yere gittiler.
Pazarlar, sadece çeşitli malların alınıp satıldığı yerler değil, aynı zamanda Doğu’dan ve Batı’dan gelen kıymetli ürünlerin önemli rol oynadığı, her şeyin kolaylıkla değişime uğradığı bir dönemde, pazarlara gelen tüccarların buralara, daha doğrusu kendilerine uygun olan yerlere yerleşmek istemesi, büyüyen ve çok kültürlü hale gelen kent yapısının ortaya çıkmasına da neden olmuşlardı.
Arap, Acem, Tatar, Yahudi ve Latin gibi farklı milletlerin tüccarları, güvenliklerinin temini ile çok milletli olarak hareket ederek katıldıkları pazarlarda, devletin himayesi ve koruması karşılığında, alınan ve satılan mallar üzerinden yüklü vergiler toplanırdı.
Pazarlara getirilen çeşitli mallar, satıcılarının kendi aralarında oluşturdukları bir nevi tüccar birlikleri vasıtasıyla kontrol edilmekte, yapılan ticaret mali yönden düzenlenerek güvenilirlikleri sağlanmaktaydı.
Geniş bir alana yayılan pazara girdiklerinde, alış verişe gelenler, sattıkları malları alıcılarına beğendirmek için dil döken satıcılar, yük taşıyan arabalar ve hamalların hareketli görüntüleri eşliğinde etrafı dolaşarak vakit geçirdiler. Çok dilli ve çok kültürlü pazarda hiçte yabancılık çekmeden satıcıların nereden geldikleri ve geldikleri yerler hakkında bilgiler topladılar. Her birinden öğrenecekleri çok şey vardı ve onlar için her bilgi çok değerliydi. Çünkü onlar, zamanın ötesinde yaşayan sanatçılar olduklarını yarattıkları eserleriyle göstermekteydiler.
İkonia’da yolları ayrılacak olan Zakaryan usta ile Kharon’un gidecekleri yerler belliydi. Zakaryan usta gibi bilgili ve kültürlü bir insanla yolculuk yapması Kharon’a çok şey katmıştı. Özellikle gördüğü ve yapımı hakkında bilgiler topladığı çini mozaik sanatından çok etkilenmişti. Belki de orada gördüğü çizgileri ve desenleri yapacağı fresklere yansıtmalıydı.
Bu arzu ve istekle yola çıktı. İkonia’a gelerek mallarını satan Caeserea’lı tüccarların geriye döndüğü küçük bir konvoydu, yolcular arasında kendisinden başka, birde papaz bulunmaktaydı. Papaz Damien’i, Caeserea’ya gidecek bir konvoy ararken tanımıştı. Bundan sonra geçecekleri yollar, çevredeki en güçlü yapıya sahip, Karaman denilen bölgedeydi. Papaz Damien bölgeyi ve bölgede yaşayanları iyi tanımaktaydı. Kendi ailesi de, geçmişte olduğu gibi bu bölgede, Bizantion zamanından beri yaşamakta olan Hıristiyanlardı.
Bundan önceki yerleşim yerlerinde de gördükleri gibi, Ortodoks Hıristiyan, Müslüman ve Latin Katolik toplumlarının, Anatolia’nın ortasında beraber yaşamakta olduğu, çok kültürlü bir bölgeydi.
Uzun yolda konuşarak ilerliyorlardı. Kharon, yanında oturan Papaz Damien’in manastırlarda okumuş yazmış biri gibi yetkin bir dille konuşmadığı için, onu anlamakta güçlük çekiyordu. Onun, bölgede yaşayanların dillerini konuştuğu halde hiçbirini tam olarak bilmediğinden, kendine göre bambaşka bir dil oluşturmuş olmasına karşın yinede onu anlayabiliyordu.
Küçük katırlar sırtında ve hayvanların çektiği arabalarıyla giden köylülerle karşılaştıklarında, Damilen onlarla hemen kendi lisanıyla bir şeyler soruyor, sonrada, Kharon’a dönerek bilgiler veriyordu. Bölgeden geçen yollar kuzeyde Pontus’a, güneyde ise Mare’ye kadar devam ediyordu. Aslında zenginliğin kaynağı da bundan kaynaklanmakta, liman kentleri sayesinde uzak ülkelerden getirilen mallar ile bulundukları yerlerden toplanan çeşitli mallar yine bu liman kentlerinden, uzak ülkelere gönderilmekteydi. Bu kentlere erişerek, malların konvoylarla taşınması geniş bir ticari ağ dokusunu meydana getirdiği gibi, işini iyi bilen tüccarlarında yetişmesine neden olmuştu.
Damien’in yolda gördüğü köylülerin bazılarının Kayseriyye’den geldiklerini söylemesi üzerine Kharon, Caeserea diyerek düzletmek istediğinde; Damien, şehrin adı değil pazarın adı diyerek cevaplamıştı. Yol üzerinde bulunan Yabanlı Pazarından gelmekte olan köylüleri geçerek ilerlediklerinde ise aynı yöne gitmekte olan başka köylüler ise kendilerine katılarak onları takip etmeye başlamışlardı.
Kharon, aralarında çoğunlukla kadınların bulunduğu bu topluluğu gördüğünde hayli ilgisini çekti. Neredeyse buraya kadar hiç kadına rastlamamıştı, Sadece önceden gittikleri Pazar yerinde erkeğin bir adım gerisinde yürüyen örtülü kadınları görmüştü. O sırada yanında bulunan Zakaryan ustaya sorduğunda; yerli kadınların ya kocalarıyla ya da onların izniyle evden dışarı çıkabildiklerini söylemişti.
Oysa bu kadınlar, toplu halde ve yanlarında bulunan daha az sayıdaki erkeklerle birlikte yol alıyorlardı. Başlarındaki uzun boylu başlıkları, parlak renkli ve desenli giysileriyle, önce gördüklerine hiç benzemiyorlardı.
Damien’e sorduğunda;
“Bu kadınlar Türkmen kadınlarıdır. Bunlara “Fakiregan” denmektedir. Buralarda tüccarların kurduğu, yönetimlerinde desteklediği birliklerin kadın kollarıdır. Kendi aralarında oluşturdukları birlikle, ticari faaliyetlere katılırlar, kendilerine katılan başka kadınlara sanat öğreterek, onlarında ticari hayata katılmalarına yardımcı olur, halı ve kilim dokuma başta olmak üzere, kumaş dokumacılığı ve boyacılığı, nakışçılık, örgücülük gibi değişik alanlarda iş yapmalarını sağlarlar.
Yetim ve kimsesiz kız çocuklarını himayelerine alarak, eğitimlerini üstlenir, ihtiyar kadınların bakımlarını sağlar, genç kızların aile kurmalarına yardım ederler.”
“Şu işe bak Damien, bende onlar gibi olan bir cemaat adına buralara geldim.”
“Duymuştum galiba, buralara gelmiş ve kendi manastırlarını kurmuş bulunanlar çoktur.”
“Fransiskenleri bilir misin?”
“Pek bildiğimi söyleyemem, bizim inancımıza yabancıdırlar.”
“Onların malları, mülkleri yoktur, aldıkları yardımlarla geçinirler. Bizi takip etmekte olan kadınların olduğu gibi Fransiskenlerin de kadın rahibeleri vardır, bazıları doğrudan manastıra bağlı evlenmelerine izin verilmeyen kadınların, bazıları da evli kadınların oluşturduğu topluluklardır.”
“Birbirlerine benzerlermiş doğrusu, “Fakiregan” zaten bakire kızların topluluğuna denmekte.”
“Ben bu işi daha derinden öğrenmek isterim. Bütün sanatımı, kadınları erkeğin peşinde gitmelerinden kurtarabilmek adına kullanmaktayım.”
“Kadınları günahından kurtaracak bir sanat, nasıl bir sanattır bu?”
“Ben bir papaz değilim ama en kısa yoldan sana anlatmaya çalışayım; eğer Tanrıya olan inancın erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı olmadığını kabul edersen, onları şeytan olarak görmekten de vazgeçersin. Tanrının bütün meleklerinin aynı Tanrıya hizmet ettikleri gibi.”
“Şimdi kafamı karıştırdın, sana hemen cevap vermem zor.”
“Cevap vermeni istemiyorum doğrusu ama sende bir düşün bakalım söylediğimi”
“Neyse, mademki sende Caeserea’ya gitmektesin, o zaman Aziz Bonaventure kilisesinin nerede olduğunu bilirsin.”
“Bu adı hiç duymadım, öyle bir yerde bilmem, en iyisi sen gittiğinde başkalarına sorarsın.”
Damien’in bu adı duymamış olmasının bir nedeni olmalıydı. Kharon fazlada bunun üzerimde durmadı. Elbette bilen birileri olacaktı. Birkaç gündür devam eden yolcukları önlerinde yükselen bir dağa doğru devam ediyordu.
“Daha ne kadar yolumuz kaldı Damien?”
“Sivri tepesi karlarla kaplı Arkeos, karşımızda dikildiğine göre az bir yolumuz daha kaldı. Akşama kadar şehre girmiş oluruz.”
Bölgenin elverişli koşulları, geniş otlaklara ve verimli topraklara sahip, sulak bir alan olması, buraya, hayvancılık, bağcılık ve meyve tarımına uygun, özel bir yerleşim yeri niteliği kazandırmıştı; Heybetli dağın etekleri, Hıristiyanların ve Müslimlerin birlikte yaşadıkları ya da yalnızca Hıristiyanların yaşadığı köylerin yoğun olduğu bölgeydi. Bizantion’dan beri burada yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar ve Ermeniler ile bölgeye yerleşen Seljukların oluşturduğu, Kuzeye ve Doğuya giden yolların kesişme noktasındaki şehirde, han, hamam, kilise, manastırların yanı sıra Seljuklar tarafından inşa edilmiş, medrese, külliye ve camiiler bulunmaktaydı.
Bizantion’dan kalma, şehri çevreleyen yüksek duvarlı surları geçerek, iç kalenin önünden şehre girdiklerinde, büyük ve görkemli taş konaklar, bulunduğu mahallelerde yaşayanların sahip oldukları zenginliğini gösteren yapılardı. Statülerine uygun kiliselerin varlığı da şehrin değerini ortaya koyuyordu.
Kharon, geçtiği yerlerde azizler veya azizelerin isimlerini taşıyan kiliseler, manastırlar gibi kutsal yerlerden sonra, sultanların eşleri, kızları ya da anneleri adına inşa edilen dinsel ve eğitim amaçlı yapıları gördüğünde hayli şaşırdı. Hele bir sağlık kuruluşu olarak hizmet ve eğitim veren yapıların varlığı, kadının adını yüceltmekte ve halka mal etmekteydi.
Kharon, Seljukların kadına verdiği değeri gördüğünde onları daha çok benimsedi ve daha fazla tanımak istedi. Her ne kadar onlar Mongol baskılarıyla şekil değiştirerek bölünseler de özleri değişmemişti. Nasıl ki, kendileri de bu topraklara gelip yerleştiklerinde, burada yaşayanların özünü değiştirmeye çalışmadılar hatta onlara uyum sağladılarsa, ondan sonrakilerde devraldıkları toprakların kıymetini bildiler. Ancak Müslimler için aynı şeyi söylemek kolay değildi. Belki onlar bütün halklara egemen olduklarında ortaya çıkacak tabloda, bu topraklarda İsa’dan önce yaşamış tüm medeniyetlerde olduğu gibi, kadının adı ve statüsü, kuracakları medeniyetin özünü belirleyecekti.
Kadın, bir medeniyetin en önemli ölçütü olarak, görünürlüğü ve adının bilinmesiyle etkinleşerek topluma ilerlemesi gereken yolu gösterebilirdi. Kadının sanata yansıması ya da kadının sanatı yansıtması, bir at arabasının toprak yolda bıraktığı izler gibi medeniyetin izlerini oluşturabilirdi.
Damien’den etrafı göstermesi için kendisine yardımcı olmasını istedi.
“Sen bu halkın lisanından anlıyorsun, bana adını dahi bilmediğim yerleri vaktin varsa gösterebilir misin?”
“Buralarda en bol olan şey vakittir Kharon. İstediğin yere gidebiliriz.”
“Eğer yolun bir gün Konstantinopolis’e düşerse ben de seni istediğin yerlere götürebilirim.”
“En çok görmek istediğim yer Azize Sofia Kilisesi. Belki bir gün gelip seni oralarda bulurum.”
“Khora Manastırı yakınlarındaki Patriyarkos’un mozaik atölyesine sorarak beni bulabilirsin Damien, aklının bir köşesine yaz bunu.”
“Seni bulacağım Kharon ve o muazzam Azize Sofia Kilisesi’ni göreceğim. Sen ki Konstantinopolis’in bir evladı olmakla ne kadar öğünsen azdır. O şehri gören biri ile görmemiş biri hiç aynı olur mu?”
“Tanrı her zaman yanında olsun Damien. Önce bir kadının adını taşıyan yere gidelim mi? ”
“Orası Seljuk Sultanının kızı Gevher Nesibe’nin adını taşıyan bir medrese ile şifahane olarak hizmet gören bir yer, madem oraya gitmek istiyorsun, biraz yürüyelim o halde.”
“Yani eğitim görülen bir yer ile hastalara bakılan bir yer değil mi?”
“Sen benim lisanımdan anla işte. Birbirine bitişik iki medrese ile bir kümbetten oluşan yapının doğu batı yönünde uzanan dikdörtgen planlı açık avlulu iki bölümünden birisi, batı kanadında hastalara bakılan şifahane, diğeriyse doğu kanadında, eğitim yapılan medresedir. Burada yapılan eğitim daha çok sağlık alanındadır. Birbiri ile irtibatlı olan yapının iki ayrı giriş kapısı bulunur. Ortadaki kare planlı avlunun kuzey doğu köşesinde sekizgen olarak yapılan kümbetin üzeri piramit şeklinde bir külahla örülmüştür. Sekizgen, her dörtgenin mükemmellik sayısı; dört, İncillerin sayısı; beş, dünyadaki karaların sayısı; yedi, Kutsal Ruh’un kayralarının sayısıdır.
Batı kanadındaki şifahanenin kapısı da, dışarı taşan prizmal bir kitle halinde yükselir. Kapının sağ tarafı bir aslan, sol tarafı ise bir boğa kabartması ile süslenmiştir. İçeri girmemize izin verilmediğinden sana ancak bu şekilde anlatabiliyorum.”
“Keşke girebilseydik.”
“Aslında bir önlem amacıyla izin verilmemekte, bilirsin hastalıklar her zaman tehlikelidir.”
“Galiba bir isim daha söylemiştin?”
“Mahperi Hatun Camii. Seljuklu Sultanının annesi adına yapılmıştır. İç kaleye yakındır, ibadet zamanları dışında, içine girip görebiliriz.”
Camiin iki kapısı bulunuyordu. Birisi geometrik bir desenle çerçevelenmiş, birer sütun üzerinde yükselen sivri kemerliydi. Diğer kapısı ise, yapının yüksekliğini aşacak şekilde dışa taşan bir şekilde inşa edilmişti.
Camii kuzey batı köşesindeki bir iç avluya yerleştirilen türbe yapısıyla dikkat çekiyordu.
Şehirde Seljuklar tarafından inşa edilenler ile Bizantion’dan kalma çok sayıda yapı bulunmaktaydı. Zamanları yettiğince görebildikleri aşırı gösterişli olmayan şekilde, ancak inanç ve ibadete verilen önemin göstergesi olarak taşıdıkları değeri koruyacak şekilde inşa edilen yapıların birbirlerine benzerlikleri nedeniyle kendi yollarına devam etmek üzere, Damien ile vedalaştılar.
Kharon, gideceği yerin yürüyerek gidebileceği mesafede Mutalaski adlı bir kasaba olduğunu öğrendi.
Geceyi bir handa geçirdikten sonra, erkenden yola koyuldu. Arkeon dağını dolaşarak güney yönüne doğru dar bir toprak yolda yürüyen Kharon, geniş arazide doğaya fazla karışmadan mümkün olduğunca verimli ürün almaya çalışan köylülerin yakınlarından geçen yolda, yetiştirdikleri buğdayın üzerine vuran rüzgârın deniz gibi dalgalandırdığı tarlaları, yol kenarında durup seyre daldı.
Üşüdüğünü hissetti, sıcak ve güneşli günler geride kalmış hava serinlemeye başlamıştı. Hasat zamanı yakındı, yeni şenlikler yapılacak, bolluk ve bereket duaları edilecekti.
Uzun yolda yürümekle bitmiyordu ki, uzaklarda görülen yer, herhalde gideceği Mutalaski kasabası olmalıydı. Adımlarını sıklaştırdı, nihayet kasabaya ulaştığında, büyük ve görkemli, kiliselerin varlığını gördüğünde, büyüklüğü açısından Ayia Triada adlı kilisenin, konuk odalarıyla, geniş bir konaklama kapasitesine sahip yapısıyla, büyük harcamalar karşılığında inşa edildiğine kanaat getirdi. Buranın halkı herhalde gösterişli törenlerden hoşlanıyor olmalı diye düşündü Kharon.
Yoldan uzakta olan bir köydeki Aziz Bonaventure kilisesi, arkasındaki tepeye dayanmış ve görülmesi hayli güç bir konumdaydı, Damien’in burayı bilememesini daha iyi anlamıştı şimdi.
Etrafı duvarlarla çevrilmiş dikdörtgen planlı kilise, yalın dış görünüşüyle dar bir yamaca inşa edilmişti. Sırtını dayadığı duvarları yamacın içinden çıkıyormuş gibiydi. Vakit öğleyi geçtiğinde soluk güneş ışıklarının vurduğu sütunlu narteksten içeriye giren Kharon, kilisenin naos ve sunaktan oluşan üç ana bölümü olduğunu gördü.
Kilisenin dar penceresinden içeri sızan ışığın vurduğu, yüzünde anlatılmaz gülümseyişi ile bebeği kucağında, ince bedenli zarif bir giysiye bürünmüş olan Maria Ana tablosunun dibinde bir rahip dua ediyordu.
Ayak seslerini duyunca yüzünü kaldırdı, kendinden geçtiği bir anda onu rahatsız eden anın ortasındaki adamın yüzüne baktı ve ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak, sevinçle Kharon diye bağırdı.
“Sen Kharon olmalısın, ne kadar zamandır senin gelmeni bekliyordum.”
“İşte geldim peder, çok uzun bir yoldu, Konstantinopolis’ten buraya gelmek hiçte kolay olmadı. Yolda çok yerler gördüm ve çok şeyler öğrendim.”
“Yollar insana çok şey katar Kharon, dostunu da düşmanını da yolda tanırsın.”
“Saygıdeğer Peder, buraya gelme sebebim belli, bana çalışacağım yerleri gösterirsen sevinirim.”
“Bu ne acele Kharon, o kadar uzun yolları aşarak buraya geldin, önce bir dinlen sonra ne zaman istersen çalışmaya başlarsın.”
“Önce kiliseni ve seni tanımak isterim ki, en verimli şekilde isteklerini yerine getirebileyim. Elbette hemen işe koyulacak değilim.”
“Haklısın, ben düşünemedim, ama benim özel bir isteğim yok, sorumluluk sanatında ve sendedir. Ama bunu yapacağın resimlerde yanlış yorumlara yol açmayacak şekilde yerine getirmeni arzu ederim. Her ne kadar gözlerden uzak kalsak da bildiğin gibi burası bir Fransisken kilise ve manastırıdır. Bizim çalışma ve duanın buyruğunda gelişen tarikatımız, dünyanın ışığı; bilgi hazinesi, yangınlar, yağmalar, depremler içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan eski öğretinin kurtuluşu; yeni yazının ocağı ve eskisinin artışı oldu…”
“Bende ilk başta bunu söylemek istemiştim. Bu gün bile dilimin güçlükle betimleyebildiği öğretinin, okuması yazması olmayan insanlara anlatılmasının en kısa yolu resimlerdir. Yolda öğrendiğim Seljukların geliştirdiği çini mozaiklerin, desenlerini ve renklerini gördüğümde çok etkilendim, aslında bir mozaik ustası olduğumdan, kilisenin bulunduğu yerin yapı tarzına uygulanabilirliğine henüz karar veremedim. Ama önceden size gösterip onay isteyeceğimi de bilmenizi isterim.”
“Doğrusu bu konu üzerinde hassasiyetle durarak bir fikir yürütmem zor. Düşüncenin ne olduğunu ve uygulamasının nasıl olacağını bana gösterirsen, senine ve kilisedeki diğer rahiplerle de tartışarak karar verebilirim.”
“Bende böyle olmasını isterim. ”
“O halde sana etrafı göstereyim, zaten burası öyle gösterişli ve süslü yerlerden değil, kendi halinde, bölgedeki yapıya uygun sade bir kilise.”
“Sanırım bu civarda başka Fransisken Kilisesi yok.”
“Öyle Kharon, çoğunlukla Ermenilerin ve Ortodoksların yaşadıkları yerler, Latin kilisesi olarak bir yapılanmanın az sayıda örneği bulunmakta.”
“Bakıyorum da, hayalimde canlandırdığım kadar fresklerle donatılacak kadar büyük ve boş duvarlar yok.”
“Neden öyle düşündün burayı? Biraz hayal kırklığı yarattı galiba sende.”
“ Öyle demeyelim de, diğerleri gibi düşünmüştüm.”
“Haklısın ama biliyorsun bizim cemaatimizde öyle kalabalık değildir. Amaçlarımız doğrultusunda hareket etmekteyiz.”
“Yolda gördüğüm kadınların, rahibeliğe benzer şekilde Fakiregan adlı yapılanmaları, kadınlar hakkındaki düşüncelerinizle örtüşmekte.”
“Biliyorum, buralara gelerek kilise kurmamızın amacı Hıristiyan kadınlara da aynı şekilde yaşabileceklerini anlatmaktır. Senin gelmeni aslında bunun için istedim, çünkü sanatınla kadını göstermek isteğin kulaktan kulağa yayılarak buralara kadar ulaşmış, hatta daha da ötelere gitmiştir.”
“Peder bu söylediklerin beni fazlasıyla mutlu etti, demek ki emeklerim boşa gitmemiş.”
“Eğer bir amacın olursa bir gün mutlaka başaracağına inanman gerekir.”
“Büyük bir mücadele bu, tek başına ancak bu kadar yapabiliyorum.”
“Fikirleri ve inançları değiştirmek, tarlaya tohum atmak gibidir. Büyür, gelişir ve yararlı hale gelir.”
“Sanatın amacı da aynı değil mi peder? Görünmeyeni, görünür kılmak.”
“Amaçsız yaşamak hayvanlara mahsustur, onları daima insanlar yönlendirir, inançları olmadığı gibi fikirleri de yoktur.”
“İnancı ve fikri birleştiren tek şey sanat, yoksa mağaralarda yaşıyor olacaktık.”
“Bazen vahşetten kaçmak için mağaralar da gerekebilir.”
“Öyle demek istemedim, barbarlıktan kurtulmuş olmayı kastetmiştim.”
“Tabii, eşi benzeri olmayan Kapadokia denilen yakınlarda bir bölge vardır buralarda, adını belki duydun, belki duymadın ama mutlaka görmen gerekir. Dönüş yolunda oraya gidebilirsin.”
“İsterim elbette, Hıristiyanların yaşamlarını görmek ve anlamak için gitmek isterim.”
“Git ve gör, insanın inancı uğruna nelere katlandığını, akınlar, yağmalar ve değişen egemenlikler kavşağının koşullarına karşı nasıl direndiğini gör.”
“Peder sorabilir miyim, bana hala adını neden söylemediğini?”
“Böyle bir densizliği nasıl yapmışım Kharon, herhalde karşımda seni gördüğümde kapıldığım heyecandandır, beni mazur gör, artık yaşlanıyorum. Adım Armando, Armando Gattenio.”
“Hayret bana Pietro demişlerdi, demek ki değilmiş.”
“Pietro benden önceydi, şimdi o kutsal Jerusalim’e gitti.”
“Sen şimdi bu kilisenin adını da yanlış biliyorsundur; aslında Bonaventure ama biz bir Aziz olarak kabul ettiğimizden Aziz Bonaventure kilisesi olarak adlandırdık burasını.”
“Yalnızca adınla hitap etmek istediğimden, yoksa mazur görecek bir şey yok Peder Armando. Sormak istediğim bir başka şeyde, buradaki çalışmama devam edebilmek için nereden boya bulabilirim? ”
“Bak bu biraz zor iş. Şehre gitmen gerekecek, boyacılar çarşısını bularak orada sorabilirsin ancak.”
“Pekâlâ, yarın gider ve gerekli olanı boyaları bulmaya çalışırım.”
“Artık sana kalacağın yeri göstereyim de biraz dinlen, sonrada soframıza konuk ol.”
“Çok iyi olur, hayli yorgunum, belki de sabaha kadar uyuyup kalabilirim, eğer yemekte konuğumuz olamazsam beni affedin Peder Armando.”
“Bu seferlik affederim ama bilesin bir daha olmaz. Kurallarımız katıdır Kharon.”
“O zaman izninizle Peder, ben dinlenmeye çekiliyorum.”