4. Bölüm

Minokta, en iyi arkadaşı olan Leania’nın yanına bu güne kadar olduğu gibi dertlerini, tasalarını ve sevinçlerini paylaşmak üzere gitti. Bu kez hepsinin üzerinde anlatacakları vardı ve her şeyden önce Kharon’u tanımasına neden olan sevgili arkadaşı ve babasına saygıları ile teşekkürlerini iletti. 

Ona verdiği sözü yerine getirmek adına yanında getirdiği bir kadının portresini işlediği mozaik tabloyu da Leania’ya armağan etti.  

Durmadan dinlenmeden günlerce çalışıyor yeni yeni mozaikler yapıyordu, bunun hiçte kolay olmadığı, bir günde ancak bir kol boyu kadar alanda tesseraların yerleştirilebileceğini görmüştü.

Yapacakları işler için örnekler çoğalmıştı. Kharon’da ona bulabildiği kadar değişik renkli ve ebatlı cam, taş ve seramik tesseralar getiriyor ve atölyedeki çalışmalarına devam ediyordu. Bir yandan da gelecek olan siparişleri bekliyordu. Artık bütün hazırlıkları tamamlanmış gibiydi.

Tabii ki, gündelik yaşamında devamında Minokta ile birlikte gezip dolaşıyorlardı. Kimi zaman Konstantinopolis’in çarşılarına, pazarlarına, kimi zamanda surların dışına çıkıyor ve deniz kıyılarına iniyorlardı.

Surların Porta Aurera, Ksilokerkeos, Pege, Rhegium, Aya Romanos, Pempton, Harisius ve Kaligaria adı verilen 8 kapısı vardı.  

Buralarda kurulan dalyanlarda balıkçıların lahernai avını izliyorlardı. Bazen o kadar çok balık tutarlardı ki, hepsini halka bedava dağıtırlardı.

Kharon, Minokta için alış veriş yapar, en kıymetlisinden hediyeler alırdı. 

Bir günde Minokta’yı hipodroma, yarışları izlemeye götürdü. Bahsedildiği şekliyle artık eskisi gibi düzenlenen yarışların yapılmadığı, eski ihtişamının da kalmadığı, çoğu yok olmuş, kırılmış ve parçalanmış anıtlardan geriye kalanlardan anlaşılıyordu.

Giriş kapısının üzerindeki kulenin tepesinde olduğu bilinen dört atın çektiği, iki tekerlekli quadriga arabası, sökülüp Venedik’e götürülmüştü. Aynı şekilde spina da bulunan heykellerinde kırıldığı, yerlerinde kalan izlerinden belli oluyordu. 

Şimdi geriye kalanlarsa, üçayaklı yılanbaşlı tunç sütun, Mısır’dan getirilen dikilitaş ve üzerindeki tunç levhalarında söküldüğü taş sütundu.

Hipodrom yalnızca yarışların yapıldığı bir alan değil, törensel yaşamın ve toplumsal ilişkilerinde merkeziydi.

Hipodrom’daki heyecan dolu yarışlar, rekabet ve gruplaşmayı da beraberinde getirmiş, farklı siyasi, askeri, dini ve ekonomik sınıflar farklı takımların bayrakları altında toplanınca, bu takımlar kişilerin ekonomik ve sosyal kimliklerini temsil eder konuma erişmişti.

Aslında her şey basit bir sebepten başlamıştı. Roma’da yarışlar yapılırken kim geride, kim önde karışmasın, seyirciler rahatça ayırt edebilsinler diye yarışmacılar kırmızı ve beyaz renklerde giyinmeye başlamışlardı. Daha sonra bu iki takım adına spor kulüpleri kurulmuş, sonradan maviler ve yeşillerde rekabete katılmışlardı. O zamanlar bu grupların temsil ettikleri gayet masumaneydi. Yeşiller toprağı, maviler suyu, kırmızılar ateşi ve beyaz da havayı simgeliyordu. Hipodromun merkezinde bulunan dikilitaş güneşin simgesi olarak görülürdü ve çevresinde tur atan arabalar, güneşin çevresinde dönen yeryüzü ile dört mevsimi ve doğanın yenilenişini sembolize ederleri. Az kazanan beyaz ve kırmızı takımların, mavi ve yeşil takımlara katılmasıyla yarışların anlamı da değişti. 

Mavi ve Yeşil rekabetinde, kulüp olgusundan çok farklı olarak, takımlar siyasi bir parti halini almıştı. Maviler siyasal anlamda saray eşrafına daha yakındı. Büyük toprak sahipleri ve aristokratlardan daha çok destek gören Maviler, bir taraftan da devletin dini ideolojisi olan, Ortodoksluğu savunuyorlardı. Yeşiller ise halkın takımıydı, ticaret ve üretim alanında bulunan kişiler bu takımın taraftarlarıydı. Loncalar ve esnafın finanse ettiği Yeşiller, bazıları tarafından sapkın bulunan dinsel eğilimleri de destekliyordu. 

Bir Mavi veya Yeşil taraftarı ilk bakışta ayırt edilebilirdi. Kılık ve kıyafetleri, hatta saç şekilleri ile birbirinden ayrılan bu gruplar farklı bir moda yaratmışlardı. 

Hayat görüşleri, ekonomik durumları ve hatta dini inançları bile birbirinden farklı bu iki grup arasında sürtüşme ve kavgalar kaçınılmazdı.

Yenilen takım taraftarları, yarışın adil olmadığını savunurlardı. Pek haksız da sayılmazlardı. Mavilerin saraya yakın tutumu ve resmi ideolojiyi sahiplenmeleri, İmparatorluk Locasında en çok sempati beslenen takım olmasının da nedeniydi.

Yarışlar bittikten sonra kazananlar tören düzenine göre ödüllerini alırlardı. En sonunda İmparator, kendisine tezahürat yapan galiplere taç giydirdi.

Çok eski zamanlardan beri yapılan yarışlar, artık eskisi kadar sık yapılmıyordu. Kutlamaların heyecanı da eskisinden çok daha sönüktü.

Yinede yarışta aynı duyguları yaşamışlar, kıyasıya yarışan takımları izlemişlerdi. Bu güzel günün ardından Kharon, peşinden dikkatlice yürüyerek takip ettiği Minokta’nın evine geceyi birlikte geçirmek üzere gitti.

Bu defa Kharon, ona başka bir teklifte bulundu,

“Seni ve senin dişiliğini yansıtacak olan resimler yapmak istiyorum. Belki bunları mozaik yapacağımız yerlere eğer istenirse fresk olarak da yapmayı düşünüyorum.”

 Minokta hemen cevap vermedi, sustu ve sonra,

“Buna izin verebilmemin tek şartı var, asla beyaz rengi kullanmayacaksın.”

“Bunu istemediğini mi söylüyorsun yani?”

“Ben böyle bir şey söylemiyorum, sadece beyaz renk olmayacak diyorum.”

“Sende biliyorsun ki böyle bir şey mümkün değil. İstediğin rengi elde edebilmenin tek yolu beyazın olması.”

“Eğer başka bir yolunu bulursan ne ala, ona diyecek bir sözüm yok ama şimdilik beyaz boya kullanmadan resimlerimi yapabilirsin.”

“Bunun nasıl olacağını mutlaka bulacağım. İnşaat ustalığından, mozaiğe giden yolu nasıl bulduysam şimdide resimlerde, fresklerde sanatı bulacağım.”

“Sen iyi bir sanatçısın Kharon, senin ruhun sanatçı.”

“Eğer böyle görüyorsan, senin sayende bunu hissediyorum. Beni atölyeden dışarı çıkartacak olan sensin. Seni tanımasaydım bütün ömrümü orada geçirebilirdim.”

“Mozaiklerin, fresklerin üzerindeki adı görecekler ve merak edecekler, kimdir bu Minokta, kimdir bu Kharon diyecekler ve işte biz o zaman hayat bulacağız.”

Kharon, Minokta’nın bedenini ve dişiliğinin tüm kıvrımlarındaki çizgilerini o gece yeniden hissetti, her dokunuşunda fresklerdeki, mozaiklerdeki Minokta’yı yeniden yarattı.

Kharon, izleyeceği yolda Minokta’nın yeteneklerini ve ne kadar etkin olduğunu biliyordu. O sadece bir sanatçı değil aynı zamanda yeteneklerini, kadını hapseden kalıpları hem sanatsal boyutta hem de bir kadın olarak yıkmak için kullanacağını varsayıyordu.

Kharon’da, bu uğraşın bir parçası olarak kendi yeteneklerini kullanarak neler yapabileceğini düşünmek ve kendi yolunu çizebilmek adına ara sıra gittiği surların dışındaki yerine gitti. Burası kentin hayli uzağında ıssız bir yerde, denizle karayı birleştiren kayaların gerisinde kalan surların dibinde, mağara benzeri korunaklı bir oyuktu. Kharon buraya gelir, kayalara vuran dalgaların sesini dinleyerek düşüncelere dalar, içinden çıkamadığı hallere çözüm arardı.

Buraya gelirken, yanında bir testi şarap getirmeyi de asla unutmazdı. Uygun zamanlarda geceleri bile kalırdı. Burası onun sığınağıydı, şimdiyse yalnız kalmayı değil, Minokta’yla paylaşmayı istiyordu.

Buraya geldiği zamanlarda kullanmak için bıraktığı mumlardan birisini yakıp, titrek ışığında yanında getirdiği şarap testisini bitirene kadar gece boyunca oturdu. Gece sessizliğinde Minokta’yı hayal etti. Onun çıplak bedenini resmettiğini düşündü. Bu resimleriyle kadını hapsedildiği yerden çıkararak, ahlaki bir dönüşüm sağlamanın başlangıcına da öncülük mü edecekti, yoksa kadını iyice değersizleştirecek miydi?

Gördükleriyse hiçte öyle değildi, her ne kadar bu zamanlarda heykel pek revaçta olan bir sanat olmasa da, eskilerden kalma çıplak kadın heykelleri kadını yüceltiyor, onu kusursuz bedeniyle ölümsüzleştiriyordu. O halde bunu hayata geçirebilmenin yolları da olmalıydı.

Bunu arayıp bulmak için uğraş vermeli, nasıl yapıyorlar sırrını anlamalıydı. Geceyi geçirdiği küçük mağaranın ağzından dolan, yeni günün ilk ışıklarıyla gözlerini açan Kharon, artık bu sırrın peşinden koşabilirdi.

Tanıdığı fresk ustalarını düşündü, çalışmaların yeniden hayat bulduğu kiliselere giderek onları bulmak ve boyları nasıl yapıyorlar, renkleri nasıl elde ediyorlar öğrenmek istiyordu. Minokta’yı bu şekilde ikna edebilir, freskle bezeyeceği yerlerde onu ancak böyle canlandırabilirdi.

Peşpeşe gelen yer sarsıntıları ve kentin gördüğü büyük hasarlar pek çok yapının elden geçmesini gerektiriyordu. Yeni ustaların elinden doğan farklı bir sanatın, süsleme ve gösterişi ile yeni bir duygu hissettirdiğini ve yeni bir canlılık ve insancıllık barındırarak şimdiye kadar yapılanlardan tamamen ayrıldığı bu zamanda, yeni resim sanatındaki figürler daha kişisel ve daha bireysel, sahneler daha parlak ve daha çarpıcıydı. Detaylarda tam olarak zevkli ve hoş olan yeni bir ilgi göze çarpmaktaydı. Renklerin daha canlı ve çeşitli, sahnelerin dinamik, bireysel figürlerin yer aldığı canlı ve etkileyici mozaikler ile freskler, bu dönem sanatındaki canlanışı temsil etmeleri açısından önemliydi.

Kharon’un, çalıştığı atölyede yapılan işler baş yönetici Patriyarkos’un denetimindeydi ve tüm siparişler onun izni ve beğenisiyle kentte yaşanan manastır ortamına uygun olmalıydı. Oysa değişmeye başlayan ve yaşamın din dışında da sürdüğünü görebilen yeni bir anlayışın kabul edilmesi gerekiyordu.

Pek çok karmaşık duygu ve düşünce içerisindeki Kharon, şimdi bunların tümünü düğümlenen bir sicim gibi sabırla çözecekti.

Kentte süren imar çalışmaları büyük bir şantiye havasında değildi, daha çok eski kiliselerin tamiri ve onlara küçük şapeller eklemek veya kiliselerin çevresinde çok revaçta olan manastır hayatının gereklerini yerine getirecek inşaatlar yapmak şekildeydi. Yeni kiliseler ve manastırların yapımları içinse uygun alanların düzenlemesi yapılıyordu.

Pek çok ustanın marifetiyle yürütülen faaliyetlerde eski freskler yenileniyor, bir kısmı da farklı bir biçimde yapılıyordu. Yenilerinde ise bir derinlik hissi verecek düzeni ve renkleri kullanma eğilimi vardı. Yeni ve canlı renklerin kullanımı artmıştı. Bir mozaik ustası olarak yaptığı geometrik motiflerde de renk değişimi kendini gösteriyor, çok renkli ve hareketli yüzeyler ışık altında adeta canlanan bir nitelik kazanıyordu.

İstediği etkiyi uyandıracak yeni ve parlak renkleri cam tesseralar aracılığıyla elde ediyordu. Atölyede gelişen yapım tekniklerinde kullanılan malzemenin tamamı başka yerlerden getiriliyordu. Bu güne kadar hiç düşünmediği, bu malzemelerin yapım tekniğiydi.

Geçeceği yeni alanda ise kullanacağı malzemeyi elde edeceği yerleri arayıp bulmak zorundaydı. Belki de kendisi imal etmeliydi. Mozaik için fazla zorlanacak olmasa da, fresk yapımı için ve en önemlisi Minokta’yı resmedebilmek üzere kullanacağı boyalarda zehir olmamasıydı.

Bu malzemeleri elde edeceği yerleri aramak ve bulmak için çalışmaların sürdüğü yerlere giderek oradaki ustalardan bilgi toplayacaktı.

Bu amacı doğrultusunda ilk önce atölyenin yakınındaki Khora Manastırında başlamış olan yenileme çalışmalarını yapan ustaların yanına giderek, onlara kendini tanıtıp ne yapmak istediğini anlattı. Zaten çalıştığı atölyenin adını verince oradaki ustalarla hemen anlaştılar. İşlerin başında olduğu anlaşılan Mennipos, Kahron’u yaptığı işlerinden hemen tanımıştı.

Mennipos kendisine yakınlık göstermiş, bilgisini paylaşmaktan kaçınmamıştı. Fresk yapımını ve yapım aşamalarını günlerce izleyen Kharon yeni bilgiler edinmişti. Onun esas öğrenmek istediğiyse renklerin nasıl elde edildiği bilgisiydi ancak Mennipos sırrını ele vermek istemiyordu. Yinede çok önemli bir bilgiyi öğrenmişti. Çinko üstübeci ile elde edilen beyaz renk bütün tekniklerde kullanılabilirdi. Peki, bu zehirsiz boya nasıl imal edilirdi?

Kharon’un sıkıntısını çok iyi anlayan Mennipos,

“Beyaz renk sanatın ışığıdır. Işık olmadan da sanat olmaz. Senin derdini biliyorum, mozaikte tesseraları öyle bir dizersin ki, karşıdan bakan ışıkta boğulur. Oysa fresklerde aynı ışığı görebilmek çok zordur. Bunu yaratabilmek ise renklerin büyüsündedir. İşte ustanın, ustalığı da buradan ileri gelir. Hiçbir ustada, ustalığının sırrını kimseyle paylaşmaz.”

“Mennipos, seni tanımak büyük bir onur. Elbette sırrını kimseyle paylaşmak istemezsin, o zaman bana başka bir iyilik yap ve kullandığın boyalardan benim içinde yap. Senin iyi bir alıcın olurum.”

“Kharon sana bu boyalardan veremem, bunlar benim renklerim, sarılar, maviler, kırmızlar ve diğerleri. Ama sana yapabileceğim bir iyilik var. Beyaz her yerde var ve satan ustalarda tanıyorum. Nereye gidersen her yerde aynı beyazı bulabilirsin mademki bana kadar gelmişsin, bende sana yalnızca beyaz renkten verebilirim.”

“O halde el sıkışalım Mennipos usta.”

Kharon çok sevinmişti, şimdi utkusunu Minokta’ya açıklamak için sabırsızlanıyordu fakat diğer renkleri ne yapacaktı? İşin sırrına sahip olamamıştı ama en azından beyaz rengi nereden bulacağını öğrenmişti. Şimdi diğerlerini de bulabileceği yerleri aramalıydı.

Kentin yaşadığı onca çileden sonra, harap olan yapılar hızla elden geçirilerek eski günlerindeki şaşası ve güzelliğini yeniden kazanması için çalışmalar sürüyordu. Kharon buralarda giderek yapılanları izleyip istediği sonuca ulaşabilmeyi umuyordu. Böylelikle gittiği yerlerdeki fresk ustalarından yeni bir şeylerde öğrenme fırsatı bulacaktı.

Kentin en azametli yapısı olan Azize Sofia Kilisesi’de bunca zamana dayanmasını bilmişti. Belki önceleri de benzerleriyle karşılaşmıştı ama son yer sarsıntılarından hayli etkilenmişti. Burada da yoğun bir çalışma sürüyordu.

Kharon, Kiliseye geldiğinde karıncalar gibi çalışmakta olan insanları gördü. Mermer ustaları, taş ustaları, malzeme taşıyanlar, içeri girenler, dışarı çıkanlar, hareket halindeki bir sürü insanın arasında dikkatini çeken bir işçinin yanına giden Kharon,

“Sen, elinde taşıdığın kapları nereye götürüyorsun?”

“İçeride çalışan fresk ustalarına götürüyorum.”

“Ne götürüyorsun peki onlara?”

“Kapların içinde boya var.”

“Nerden getiriyorsun bu boyaları?”

“İleride duran bir araba var, oradan almamı söylediler.”

“Hangisiymiş o araba? Bana da göstersene.”

 “İşte şurada duran, duvarın dibindeki araba.”

Kharon galiba aradığını bulmuştu. Bunun, Kutsal Kilisenin bir ihsanı olduğunu düşündü.

Hemen arabanın yanına gitti ve eğilerek arabanın arkasında duran boya kaplarını çıkarmaya çalışan adama seslendi,

“Hey sen, arabacı”

Arabacı doğrulup Kharon’a baktı,

“Ne istiyorsun?”

“Arabada taşıdığın kapları nereden getiriyorsun?”

“Batıdaki surların, Harisius kapısına yakın bir yerdeki boya imalathanesinden,”

“Oranın bir adı var mı?”

“Bilmiyorum ama yalnız o bulunur civarda. Gidersen sana gösterirler.”

“Peki arabacı, sen işine bak.”

Birkaç gündür atölyeye uğramayan Kharon, zaman geçirmeden atölyenin yolunu tuttu. Daha sonra arabacının söylediği yere gidebilirdi.

Minokta’ya ise her şeyi ayarladıktan sonra gidecekti.

Atölyedeki işlerde birikmişti, gittiği zaman Triton usta kendisini arıyordu. Yeni bir sipariş vardı ve hayli çalışmasını gerektirecekti. Atölyeyi artık bir ayak bağı gibi görüyordu, aklı fikri kendi adına alacağı siparişlerdeydi. Bunca işin altından nasıl kalkacaktı o da bilmiyordu ama bir yolunu bulacaktı elbette. Birkaç parçaya bölünecekti, bu iş önünü açacak, ona ve Minokta’ya haklı bir ün sağlayacağı gibi çıkacakları yolunda ilk adımı olacaktı.    

Atölyede biriken işlerini birkaç gün içerisinde toparlayan Kharon, artık boya imalathanesine gidebilirdi.

Erkenden yola çıkan Kharon, yürüyerek kenti çepeçevre saran surların Harisius kapısına vardı, etrafta çok fazla insan yoktu, kapı önünde nöbet tutan askerlerin yanına giderek onlardan boyahanenin nerede olduğunu öğrendi.

Etrafına bakarak yürüyen Kharon boyahaneyi bularak kapısını çaldı. Kapı arkasından gelen bir ses,

“Kimdir o?”

“Ben, Patriyarkos’un atölyesinden bir mozaik ustasıyım, adım Kharon.”

Açılan kapının ardından görülen kendi yaşlarındaki bir adam, Kharon’u içeri aldı,

“Gir bakalım içeri Kharon, burayı nereden buldun?”

“Azize Sofia Kilisesine, buradan boya getirildiğini öğrenerek geldim.”

“Güzel, peki sen niye geldin buralara kadar?”

“Bende, senin boyalarından almak istiyorum.”

“Boya sattığımı da nereden çıkardın?”

“Bilmiyorum, bende sormaya geldim zaten, satıyor musun bari?”

“Büyük usta Patriyarkos’u bilirim, orada bizim boyalardan kullanılmaz. Sen, ne için satın almak istiyorsun?”

“Ben kendi adıma yapacağım işler için istiyorum.”

“İyide sen mozaik ustasısın, boya ile ne işin olacakmış?”

“Ben mozaik yapmak için değil, fresk yapmak için satın almak istiyorum.”

“Ooo, bak bu güzel işte. Mozaikçiler, fresk işiyle pek ilgilenmezlerde.”

“Yeni bir merak diyelim, sen ne diyeceksin bakalım? Hala bir şey söylemedin de…”

“Pekâlâ, sana istediğin boyalardan vereceğim. Yalnız şunu bil; sana vereceklerimle Kutsal Kilise’de kullanılan boyalar aynı olmayacaktır. Orada kullanılan boyalar ustaların isteğine göre hazırlanıyor. Sana ise, kendi bildiğim şekilde yaptığım boyalardan vereceğim.”

“Tamam, zaten bende illa aynısı olsunlar demiyorum.”

“O halde anlaştık, ne zamana istiyorsun? Öyle hazırda yok, belli bir süresi var yapacağımızın, önceden söylersin ne kadar ve hangi renk olacağını, sonra elinin parmakları kadar güneş doğup, battığında tekrar gelecek ve boyaları alacaksın. Oldu mu?”

“Bu iş oldu. Sana isteğimi önceden bildireceğim ve sonra gelip alacağım. Ama adını bile bilmiyorum daha.”

“Adım, Philonides’tir benim. Boyacı Philonides.”

“Haydi uzat elini Philonides, el sıkışalım şimdi seninle.”

“Seni sevdim Kharon, vaktin varsa sana şarap ikram edeyim.”

“Vaktim varda, içmek için henüz erken sayılmaz mı?”

“Olsun her vakit şarap içilebilir, gel gidip içelim şimdi.”

“Yalnız ben öyle çabuk durmam.”

“Bak işte, şimdi seni daha da çok sevdim.”

Philonides, Kharon’la birlikte boyahanenin yakınında, Thraki bölgesinin üzümlerinden yapılan şarapların satıldığı yere giderek bir masaya oturdular.

Kendileri için bir testi alıp, kadehleri peş peşe yuvarlamaya başladılar, karşılıklı konuşup büyülübağların şarabından içtiler, ta ki sarhoş oluncaya kadar.

“Haydi, bir kadeh daha Kharon.”

“Koy bakalım bir tane daha. Ne kadarda lezizmiş buranın şarabı, içtikçe içesi geliyor insanın.”

“Büyülübağların şarapları her daim içilirde, şimdi sen söyle bakalım nereden merak saldın bu fresk işine?”

“Sende bilirsin Philonides, bir mozaikçi aynı zamanda resim yapan bir ustadır da, aradaki fark ise mozaikte renkli tessera, resimde ise boya lazımdır. Patriyarkos’un atölyesinde üretilen mozaiklerin hiçbirinde canlı figürü bulunmaz, onların tamamı desenli mozaiklerdir. Oysa ben canlıları, insanı, hayvanı, çiçeği resmetmeyi, bunun içinde atölyenin dışında iş yapmayı istiyorum. Mozaik çok pahallıdır, fresk isteyenlerin sayısı daha fazla ve daha çok müşterisi vardır.”

“Söylediğin gibi olsun ama resim bir tutkudur ve insan bu tutkuların esiri olmadan kolay kolay resim yapmayı istemez. Sen bakma o kiliselerdeki fresklere, ben onları yapanların yanında, ne uçuklarını gördüm. Bu kadar çok içiyorsan belli ki seninde tutkuların vardır. Günün birinde belki onu da söylersin.”

“Sen, yalnızca boya değil felsefede yapıyorsun Philonides.”

“Yok canım o kadarda değil. Ben yalnızca iyi bir dinleyiciyimdir. Anlatırsan dinlerim seni, niye geldik biz bu meyhaneye kadar, bir düşün bakalım?”

“Bir müşteriden öte, bir dostummuş gibi davranıyorsun bana.”

“Bütün sanatçılar dostumdur benim. Ben onlara boya veririm, onlarda resim yaparlar, iki dost gibi birbirimizi tamamlarız.”

“İyice sarhoş olduk galiba, benim yolum uzun Philonides, daha geri döneceğim. Ayakta durabilirken kalkalım.”

“Tamam, kalkalım. Nasıl olsa tekrar geleceksin.”

“Nasılda biliyorsun! Elbette geleceğim, senin gibi iyi bir dinleyiciyi bulmuşken…”

Kharon, içtikleri şarabın sarhoşluğuyla yolda sendeleyerek yürürken kafasındaki düşünceler endişe veriyordu. Philonides’le yeni tanışmıştı, ona ne kadar güvenebilirdi? Ona içini açmalı, Minokta’dan söz etmeli miydi?

Birden durdu ve yolunu değiştirerek Minokta’nın evine doğru yürümeye başladı. Hep gece karanlığında gitmişti, kimseler görmesin, dedikodu olmasın diye. Artık yeter, görürlerse görsünler, kim ne derse desin, umurunda bile değildi. Minokta’ya âşık olmuştu bir kere, aşk insana her şeyi yaptırırdı.

Sarhoşluğun verdiği cesaretle Minokta’nın kapısının önünde dikildi, sanki “Görün işte ben geldim. Bir yabancı Minokta’nın kapısını çalıyor, ne yapacaksınız?” bakalım der gibiydi.

Minokta karşısında Kharon’u görünce şaşırdı, sonra arkasından şöyle bir etrafa bakındı gururla, işte erkeğim geldi diye geçirdi içinden. Korku duymanın bir nedeni kalmamıştı, en azından bağnaz kafalardaki düşünceleri yıkmaya buradan başlamalıydı. Kapı önünde ayakta durmakta zorlanan Kharon’nun içeri girmesine yardımcı oldu.

“Sen sarhoşsun Kharon.”

“Evet, sarhoşum, ne olmuş yani?”

“Haydi anlat bakalım bana, neler oldu da, sarhoş olana kadar içtin?”

“Çok güzel şeyler oldu Minokta, çok güzel. Resim yapmamın önüne koyduğun engeli nasıl kaldıracağının yolunu buldum ve sen buna hayır diyemeyeceksin. Zehri olmayan boyaları buldum. Nereden mi buldum diye soracaksan sorma, asla söylemem.”

“Bende sormam o halde ama soracağım başka bir şey var, bu boyaların zehirsiz olduğuna ne kadar güvenebilirsin?”

“Sana güvendiğim kadar Minokta, senin sanatına ne kadar güven duyuyorsam işte o kadar güveniyorum.”

“İkna kabiliyetine hayranlık duymamak mümkün değil Kharon.”

 Kharon, Minokta’nın ellerini tuttu,

“Senin her şeyine aşığım, aşkın ve tutkunun ne demek olduğunu bütün insanların anlamasını istiyorum. Philonides, tutkunun esiri olmadan resim yapılamaz diyordu, bende senin esirin oldum Minokta.”

“O halde bilmeni isterim ki, yapacağın resimlerdeki kadına saygı gösterilirse, o saygı resmin kahramanı olan kadına aktarılır. Bu da kadınının, tahakküme karşı güç kazanmasına ve daha çok saygı duyulmasına neden olacak bir sembol olacaktır.”

“Yapacağım resimler, ikonalara olduğundan farklı bir şekilde saygı duyulmasını sağlayarak, kadını aşağılayan, kötülüklerin anası olmaktan, insanları kadın düşmanlığından kurtaracak olan birer simge haline gelecektir.”

“Çok güzel Kharon, bu gün ve bu günden sonra hep yanımda kal. Birlikte, yalnız olduğumuzdan daha güzel şeyler yapabiliriz.”

“Bunu istiyor musun Minokta?”

“Senin ne zaman cesaret edipte kapımı gündüz çalacağın zamanı bekliyordum. Bunun için sarhoş olman gerekeceğini düşünmüyordum doğrusu, olsun şarap tüm erkeklerin cesaretini arttırır, resim yaparken de aynı cesareti göstermelisin.” 

“Sen güçlü bir kadınsın Minokta, dik durmayı, ezilmemeyi biliyorsun, esas cesur olan sensin, eğer bu evin kapısından içeri girebiliyorsam, bu senin gücün ve cesaretin sayesindedir. Ben, tek başıma bunu yapsaydım, zorbalık olurdu. Doğru sana âşık oldum ama bu bana her şeyi yapabilme özgürlüğü verir miydi?”

“Zorbalık ile gücü karıştırmamak gerekir. Zorbalık sert bir rüzgâra benzer, her şeyi önüne katıp götürür ama yağan yağmur onu durdurur. Eğer kararında yağmazsa sel olur ve önüne geleni sürükler. Fazla güçlü olmak tehlikelidir, insanı sarhoş eder. İşte zorbalık ile güç bu yüzden birbirine karışır.”

“Şimdi gözlerimin önünde öyle şeyler canlanıyor ki, hepsini birden yapmak istiyorum. İlk öncede, âşık olduğum kadınla Mese üzerindeki kuyumculara giderek, birbirimize olan aidiyeti herkese ilan edecek yüzüklerden almak istiyorum.”

“Kharon, sen iyice sarhoşsun, yarın kendine gelince konuşuruz bunu.”

“Hadi o zaman, bizde yatağa girelim. Sevişelim ve ayılalım.”

“Benim değil Kharon, senin ayılman gerek.”

“Bu lafları ederken sarhoş olduğumu düşünmeni istemiyorum. Eğer bunu istiyorsam sarhoşlukla değil, gerçekten istediğimden söylüyorum. Sen mucizeler yaratan bir azize gibisin Minokta, varlığınla önümdeki engelleri aşmama yardım ediyorsun.”

“Bu kadarda büyütme Kharon, engelleri aşmak için kendi çaban olmasaydı hiçbir mucize bunu yapamazdı.”

 “İçimdeki ateşi yakan sensin ama…”

“Ben sadece küçük bir kıvılcım oldum, henüz katedecek çok yolumuz var.”

“Evet, yola çıkalım artık Minokta. Birlikte yürümeye başlayalım.”

Kharon’un gösterdiği kararlılıkla yaşamları aynı noktada birleşmişti. Böyle yapmakla kendini ve Minokta’yı birer savaşçıya dönüştürmüştü. Görünmeyen ama varlığı her yerde ve her an hissedilen, kapkara bulutların toplandığı gökyüzüne benzer, manevi değerler denilen o ağır havaya karşı isyan eden savaşçılardı artık onlar. Kharon’un kalkanı ikon tahtası, mızrağıda boya fırçasıydı.

Atölyede de eskisi gibi istekli değildi, mozaik yapımına devam ediyordu ama esas kovaladığı, kendi hesabına alacağı bir işti. Uzun ve yorucu çalışmalar yapmıyor, bütün hevesini Minokta’nın yanında onun resimlerini yaparken alıyordu.

Geceler boyunca Minokta’yı parşömenler üzerine çiziyordu. Her bir resim çok iyiydi ama aradığı bir türlü ortaya çıkmıyordu, hep eksik kalan bir yan oluyordu. Bir anlam taşısın, görenlere bir şeyler söylesin istiyordu.

Minokta da onu izliyor, sabırla karşısında duruyor, hiçbir isteğini geri çevirmiyordu. Çıplak bedeniyle gece boyunca durabiliyordu.  

Minokta’yı resmetmek için uğraşan Kharon, soğukta hareketsizce duran modeline, bedenine sarması için sokağa çıkarken kullandığı kalın yünden yapılma örtüsünü verdi. Ne olduysa işte o an oldu. İyice üşümüş olan Minokta örtüyü bedenine sarıp çıplaklığını kapatmaya çalıştı. Bir çocuğun doğması için uzun süre bekledikten sonra en büyük mucize nasıl ortaya çıkıyorsa, Kharon’da bu görüntü karşısında füzen tutan elinin kontrolsüz bir şekilde hareket ederek çizdiği resme bakıyordu.

Ayakta duran kadın soğukta iyice üşümüştü, başına ve çıplak bedenine sardığı kalın örtü bedenini ancak beline kadar sarabilmişti, belden aşağısı ise çıplaktı. Bir eliyle açılmaması için örtüyü sıkıca tutmaya çalışıyordu. Gözleri yarı aralık bir halde yere bakıyor, soğuğa teslimiyetini çaresizce ifade ediyor, ancak yinede teslim olmamak için direniyordu.

Çıplaklığını örtmeye çalışarak, onu görünmez hale getirmeye çalışan düşüncelere direnen bir kadının resminden çıkacak olan anlamı, resme bakan gözler seçebilecekti.

Kharon yaptığı resmi Minokta’ya gösterdi. Minokta hareketsizliğini bozarak kollarını Kharon’un boynuna doladı ve kulağına fısıldayarak onu yatağa götürmesini istedi.

Minokta’yı kucaklayan Kharon onu yatağa taşıdı ve kendiside yanına uzandı. İkisi de hayli yorulmuştu. Şimdi keyiflice derin bir uykuya dalabilirlerdi.

Kharon, beyaz boya isteğinde bulunmak üzere önce Mennipos’a sonrada Philonides’e gitme zamanının geldiğine karar verdi. Oraya gitmenin iyi yanları da vardı, Philonides’le şarap içmek güzel olduğu kadar, onunla konuşmakta ayrı bir tat veriyordu.

Mennipos, beyaz boya almak istediğini söyleyen Kharon’dan oldukça yüksek bir fiyat istedi. Hiç pazarlık yapmadan Mennipos’a istediği parayı peşinen vererek hazırlayacağı boyayı almak için ne zaman geleceğini öğrenen Kharon, birde ikon tahtaları yapan marangozlar ile keresteci loncalarının bulunduğu Blaherna tarafına gitti. Yapacağı resim için kafasında oluşturduğu ölçü neredeyse bir insan boyutunda olmasıydı. Şunu biliyordu ki mozaikler gibi boyutlar büyüdükçe, bunu gören gözlerde uyandıracağı duyguların daha etkili olacağıydı. O halde tahtanın boyutlarını da büyük tutmalıydı ama yan yana getireceği daha küçük parçaları da birleştirerek istediği boyuta uygun bir alan elde edebilirdi.

Şimdilik bu isteğinden vazgeçerek marangozun elindeki hazır ikon tahtalarından birkaç tane almaya karar verdi. Küçük düşünmemek lazımdı ama nede olsa bu bir başlangıçtı.

Bugün geç olmuştu, Philonides’e gitmeyi ertesi güne bıraktı.

Koltuğunun altında zorla taşıyabildiği ikon tahtalarıyla yürüyerek eve kadar gelen Kharon, Minokta’yı çok üzgün buldu. Gözlerinden akan yaşlar henüz kurumamıştı, ikon tahtalarını yere bırakarak Minokta’yı kendine doğru çekti,  başını geniş göğsüne dayayarak, saçlarını okşamaya başladı. Kötü bir şeyler olduğunu sezdi.

Bir süre öylece kaldılar, Minokta başını kaldırdı ve bir adım geri çekilerek;

“Beni bu halimle görmeni istemezdim, belki de tam zamanında geldin. Söyleyeceklerim hiç hoşuna gitmeyeceğini biliyorum ama bunu seninde bilmen gerek.”

“Seni bu kadar üzen şeyin ne olduğunu bilmek sanırım benimde hakkım.”

“Bu gün dışarı çıktığın zaman arkadaşım Leania geldi ve hakkımızda çıkan dedikodulardan söz etti, zaten beklediğimiz şeylerdi bunlar ama hak etmediğimiz bu lafları işitince doğrusu çok üzüldüm. Bir çocuk gibi ağlamaya başladım.”

“Leania’nın söylediklerini tahmin edebiliyorum ama hiç üzülme, gözyaşlarına yazık. İstediklerini söylesinler, bunlara karşı dik durmak için birlikte değil miyiz? Bu kafalar, insan yaşamını baskı altında tutarak varlıklarını tehdit ettiğini düşündükleri her şeyin farkındadırlar, yarattıkları taassup ile insanların kutsallarını bir silah gibi onlara doğrultarak kullanmakta ne kadar maharet sahibi olduklarını bilmiyor musun? Zulüm ve haksızlıktan bunca haz duyanların karşısında direnmek ve teslim olmamak üzere resimlerimizi ve mozaiklerimizi yapmayacak mıyız?”

“Bu kafaların ne kadar korkunç zifiri bir karanlık içinde olduklarını görmek üzdü beni. Hayâsız kadınların ve sefih erkeklerin burada yer bulamayacaklarını Leania’nın ağzından işitince, karşısında kendimi tutamayıp ağlamaya başladım, kustukları zehir adeta gözyaşı olup gözlerimden boşaldı. Bu kadar saldırgan bir tutuma karşı kadınlığımın şerefini korumak için artık bütün arzum ve azmimle çalışacağımı bilmeni istiyorum; bundan sonra ne bir gözyaşı ne de bir korku belirtisi görmeyeceksin.”

“Haydi sil gözyaşlarını, artık işe koyulma zamanıdır. Aldığım ikon tahtalarını bodrum kata taşımakla başlayalım.”

Yapacağın resimler için mi kullanacaksın bu tahtaları, hani fresk yapmak istiyordun?”

“Onların daha görünür olacağını biliyorum, bunları birer ön çalışma, birer taslak gibi düşün, aynı zamanda biraz daha ikonsal.”

“Bir Madonna betimlemesi gibi sanki.”

“Kutsallığı yansıtan bir betimlemenin ötesinde, isyan eden melekleri anımsatacak; irade sahibi bir varlığın, irade sahibi olduğu için isyan edebildiğini anlatan ikonsal resimler.”

Kharon, kuyumcular çarşısına gitmenin tam zamanı geldiğini Minokta’ya söylediği anda; mavi gözlerindeki insanın iradesini alt üst eden bakışları, ıstırap çeken bir kadının, mukaddes ışığın aydınlattığı dudaklarında tebessüm olup, kanat çırpan kelebekler gibi uçuşmaya başladığını gördü.

Philonides’ten önce, yaptıracağı savaklı gümüş yüzüklerin siparişini vermek üzere kuyumcular çarşısına gitti. Kilisenin yönettiği evliliğin, dosdoğru kalbe uzanan yüzüklerini takacakları parmakları, bir aidiyetin nişanesi olacak; karşılarında birer cehennem zebanisi kesilen zalimlerin karanlığından, taassubundan, bağnazlığından onları koruyacaktı. 

Yüzükleri almak için tekrar dönmek üzere çarşıdan ayrılan Kharon, Philonides’in kapısını çalana kadar yürüdü.

Karşısında, Kharon’u gören Philonides;

“Hoş geldin, bende çalışıyordum. Tam zamanında geldin, seninle oturup biraz dinlenirim.”

“Bende epeyi bir yol yürüdüm, seninle yine şarap içmeye gidelim, yalnız şarabın değil, seninle karşılıklı konuşmanın da tadı damağımda kaldı.”

“Nasıl, istersen Kharon, seni geri çevirecek değilim ya.”

“Yalnız gitmeden önce aklım başımdayken isteğim olan boyaları sana söyleyim de…”

“Hangi renkleri istersin söyle bakalım?”

“Sarı, mavi ve kırmızıdan birer libre istiyorum.”

“Bu kadar mı? Ne yapacaksın bu kadar az boyayı? Aldığına değsin bari.”

“Bende bilirim Philonides az olduğunu ama bunları evde resim yaparken kullanacağım. Esas isteğimi fresk yapmak için söyleyeceğim, henüz fresk konusunda benden bir talepte bulunan olmadı.”

“O zaman sana biraz daha resme uygun olan boyalardan hazırlayım. Hem resimde kullanılan temperalar daha ucuz olur.”

“Bu işin ustası sensin, dediğin gibi olsun.”

“Hadi o zaman, şarap içmeye gidebiliriz artık.”

“Philonides, içtiğimiz şarap, yaşadığımız şu emsalsiz kent insana hayat, yaşama sevinci, neşe ve güzellik duygusu veriyor, oysa kara bulutların gökyüzünde toplanarak, fırtına olup eseceği, yağmur olup yağacağı zamanlarda insanın ruhu da en az onun kadar kararıyor.”

“Anlaşılan, seninde içini karartan bir şeyler olmuş.”

“Evet Philonides, evet hem de fazlasıyla. Kadını, günahın öncüsü sayan bir inanış benim içimi karartıyor, ruhumu daraltıyor.”

“Bilmez misin ki; bir kişinin yaptıklarının değerli görülüp görülmemesini kadın ya da erkek olması belirler. Erkeğin her yaptığı, değerli bulunur, kadının yaptıklarıysa değerli görülmez. Aynı şeyleri yapsalar bile, yalnızca erkekler yaptıklarıyla onurlandırılır.”

“Ben buna dayanamıyorum; bunun tek suçlusu, Âdem’den ayrılan Havva mıdır? Havva, eğer Âdem’den ayrılmasa, ölüm varlık kazanmayacaktı. Bu yüzden tekrar bir araya gelirlerse ölümde yok olacaktır. Tıpkı Âdem gibi, Havva’da ayrılık nedeniyle ölümle tanışmıştı. Mesih bu ayrılığı ortadan kaldıracak, kadın evlenerek kocasıyla bütünleşecek, evlilikte bunu sağladığı için artık ayrılmayacaklardır. Böylece kadının kurtuluşu, erkeğinkiyle birlikte olacaktır. Erkeğin kadına, kadının da erkeğe ihtiyacı vardır. Biri olmadan diğerinin kendi başına kurtulması imkânsızdır.”

“Sen böyle mi görüyorsun? Âdem’in kusuru, Havva’nın peşinden gitmiş olmasıdır. Kadınların bu durumunun asıl sorumlusu Havva’dır. Eğer Havva hakikate bağlı kalsa, Tanrıya itaatten ayrılmasa, erkeğe bağımlı kalmayacak, onun eşiti olacaktı. Kadın ancak cennette ölümsüz hayatı elde ettiğinde eşitliği kazanacaktır. Yeryüzündeki kurtuluş, onların durumlarına bir değişiklik getirmeyecektir.”

“Ben tıpkı Âdem gibi, kanmadan kandırılmadan iyinin ve doğrunun farkında olarak itaatsizlik yapıyorsam, Havva’da ayrılmak istemediğim için yapıyorum. Havva’nın tek başına cennetin dışında kalmaması için ona iyilik yapıyorum ve sahip çıkıyorum.”

“Dikkatli ol Kharon, bu düşüncelerinle etrafındaki tehlikeli taassubun, eline düşebilirsin.”

 “Philonides, işte biz buna sanatımızla karşı çıkmak ve kara düşüncelere ışık tutabilmek, kadını kapalı başıyla yere bakarak yürümekten kurtarmak adına hiçbir şeyden korkmadan hareket edeceğiz.”

“Her şeyi göze aldığını söylüyorsun da, bu ayrık düşüncelerini Kilise cezalandıracak olursa?”

“Dışarıda yürürken görüyorum da, her erkeğin kadına bakışı aynı değildir. Kimisi kadına kindar ve korkunç bir nefretle bakıyor, kimisi onları görmüyor bile. Eğer yolda yürüyen başka kadınlarda varsa kendilerinden biri olduğunu görerek, hemcinslerine çiçek açan bir ağaca bakarcasına hoşnutlukla bakıyorlardı. İşte umudum bunlardır. Küçük bir kıvılcımdan, yangın olur. Bende bir kıvılcım olup yanmayı göze alıyorum.”

“Söylediklerinle, kutsallığın değerlerine saldıracak bir cesareti taşımaktasın. Cesaretinde, tutkuların kadar derin anlaşılan.”

“Öyle Philonides, bir kadın tanıdım ve bütün yaşamım değişti. Onun yanında, onunla birlikte olmak en büyük tutkum oldu. Ne yazık ki kadınlara böylesine bağlanmayı kaldıramayan ve onları kötülüğün kaynağı görenlere karşı söylenecek çok şeyin olduğuna inanıyorum. Ama onlar çoğunlukta ve şimdi bütün suçlamalarının okları bizi hedef almakta. Ben, bütün cesaretimle saldırmayı göze alıyorum da kadınımı koruyabilmek adına, onunda başını yakmadan bu işi nasıl sürdürebilirim onu bilemiyorum işte.”

“Benden yardım mı istiyorsun? Öyleyse söyleyeceğimi yabana atma; insanların kutsallarına doğrudan saldırma, birinin yüzüne karşı küfür edersen suçlu olursun, eğer senden istediği şeyleri duyarsa, sen haklı olursun. Çatışmakla değil, uzlaşmakla yoluna devam edebileceğini kabul et.”

 “Kendi aklımca dikkatleri daha çok çekmemek için nişanlanmaya karar verdim, buna ne diyeceksin?”

“İşte bunun için içilir, haydi bakalım kaldır kadehini. En doğrusunu düşünmüşsün hiç vakit kaybetme, nişanlı bir kadının yanında ve onunla birlikte olmanın hoş görülmeyecek bir yanı yoktur.”

“Yalnız bu nişan, Kilise nişanı olmayacak, birer yüzük takarak nişanlanacağız.”

“Olsun bu insanlar sadece yüzüğü görmek isterler. Nasıl bilirsen öyle yap, kimsenin inancını sorgulayacak halim yok, yeter ki onlara görmek istediklerini göster.”