9. Bölüm

Yolculukta neyle karşılaşacağını bilemediğinden, Minokta ile hüzünlü bir ayrılık sahnesi yaşamıştı. İlk defa oluyordu böylesi, birlikte olduklarından beri hiç ayrı kalmamışlardı. Yol boyunca ayrı kalacağı Minokta’yı yanında hissedebilmek için onu anımsatacak, saçlarını topladığı fildişinden yapılma firketesini boynuna astı. Minokta, her an yanında olduğunu, kokusunu ve sıcaklığını taşıyan, annesinden kalma, basit ama kendisi için çok değerli olan bu küçük parçayı gözyaşları içinde Kharon’a verdi. Kharon, erkeksi bir tavırla, gözyaşlarını Minokta’ya göstermemek için arkasını dönerek aceleyle dışarı çıktı. Rıhtıma gidene kadar gözlerinden süzülen yaşlar dinmedi.

Elettra gemisi, hamulesi olan çeşitli baharatları yüklemiş, gelecek son yolcusunu Porta S.Chiara’da beklemekteydi. Kaptan Guido güverteyi adımlıyor bir yandan da, ne kadar kıymetliymiş bu adam, şu zamana kadar gemiyi çoktan avara etmeliydim diye düşünüyordu. Bay Angio, yolcuya ve götürmekte olduğu tabloya, gerekli özenin gösterilmesi talimatını Kaptan Guido’ya vermiş olduğundan, bu kez yapacakları sefer, yolcusuz yaptıkları diğerlerinden farklı olacaktı.

Kharon, limanda bordo etmiş geminin yanına geldiğinde kendinse merakla bakmakta olan tayfalara seslendi;

“Bu gemi, Kaptan Guido’nun gemisi midir?”

Tayfalar, kıyıdaki adamın sözlerinden hiçbir şey anlamadıkları için birbirlerine baktılar, içlerinden bir tanesi ne sorduğunu anlamış, Kaptan Guido’nun gemisi olduğunu söylemişti.

“O zaman geldiğimi haber ver kaptana.”

Koşarak, güvertedeki kaptanın yanına gelen tayfa, bir adamın kıyıda beklediğini söyledi. Güverteden uzanan kaptan kıyıda bekleyen adamı görerek, tayfaya, adamı gemiye alın buyruğunu verdi.

Pasarellanın üzerinden ürkek adımlarla çıkan Kharon, gemiye bindiğinde yanında biten tayfaya kim olduğunu sordu. Gemide bulunan diğerlerinin sözlerini anlamakta zorluk çekiyordu, çünkü hiç kimse onun lisanını bilmiyordu. Oysa herkesle, Bay Angio ile olduğu gibi anlaşacağını sanmıştı. Ancak kendisini anlayan tek tayfanın adının Zephyros olduğunu öğrenince, onunda bir Bizantion’lu olduğunu anlamış ve rahatlamıştı.

Gemiye binen adamın, Bay Angio tarafından gönderilen yolcu olması gerektiğini tahmin eden Kaptan Guido, tayfa Zephyros’u yanına çağırarak, adamı tayfa başı lostromo Emilio’nun karşısında önceden hazırlanmış olan boş kamaraya götürmesini söyledi.

İçerisine ancak sığacağı kadar küçük olan kamarasına yerleşen Kharon, yorgunluğunu atmak için, içerideki tek eşya olan tahta yatağa uzandı. Yukarıdan gelen koşuşturmanın ve bağırış çağırışın ardından geminin hareket ettiğini anlayarak yatağın kenarına doğrularak oturdu, hızlanan kalp atışlarını bastırmak için haç çıkartarak rahatlamaya çalıştı. Boynuna kolye gibi taktığı Minokta’nın saç firketesini öperek kokladı.

Bir süre öylece bekledikten sonra, gemideki hareketlilik kesilmiş ve sessizlik hâkim olmuştu. Gemiye bindiğinde hissettiği yorgunluğu üzerinden atmış, dışarı çıkmayı isteyecek kadar da kendine gelmişti.

Kamaranın kapısını aralayıp kafasını dışarı uzatarak sağa sola baktıktan sonra, dışarıya çıktı. Geldiği yerden üst kata, güverteye adımını attı. Karşısında rüzgârla dolarak şişmiş yelkenleri gördü. En uzun olan direkte bulunan yelkenin üzerindeki kırmızı bir Latin haçı, geminin Ceneviz’e ait olduğunu göstermekteydi. Etraftaki tayfalar kendisini fark etmemiş, her biri görevini yapmakla meşguldü ki, güvertede dağınık şekilde duran halatları toplamakta olan Zepyhros’u gören Kharon, onun yanına doğru yürümeye başladı. Denizin üzerinde hızla yol alan gemi çoktan kıyıdan uzaklaşmış, Prens Adalarını bile geride bırakmıştı.

Zephyros’un yanına gelen Kharon, ona bu yolculuğun ne kadar süreceğini sordu.

“Eğer rüzgâr böyle eser ve kaptanın istediği yönde sürerse on güne kalmaz Cenova’ya varırız.”

 Kharon şöyle bir ellerine doğru baktı ve on koca gün ha! Diye içinden geçirdi.

“Gece gündüz hep gidecek miyiz yoksa bir yerlerde duracak mıyız?”

“Yolda ayrı ayrı limanlara uğrayacağız,  Kaptan rüzgârın durumuna göre karar verecektir artık. Ama genellikle karaya çıkmadan durduğumuz belli yerler vardır. İlki Euboea Adası olacaktır, diğeri Hydria ardından Malafavia, oradan Matapan Burnuna ulaşırız. Sonra tehlikelerle dolu açık denizden geçerek Syracusa limanına ulaşırız. Ionia’da daha büyük limanlar vardır.  Napoli, Gaeta, Pisa ve Cenova. İşte buraya kadar, sonra geriye dönüş. Kaptan ne kadar kalacaktır burada belli olmaz.   ”

“ Duracağımız ilk limanına ne zaman ulaşırız bu gidişle?”

“Yarın akşama doğru her halde. Gecede orada kalıp dinleniriz.”

“Oraları nasıl yerler, sen önceden de gitmişsindir?”

“Benim tek sevdiğim yer Konstantinopolis, hiç biri ona benzemez. Hepsi de onun replikası olmaktan öteye geçemez. Sende göreceksin nasıl olsa o pek beğendikleri Cenova’yı. Bakalım sen ne diyeceksin o zaman? Eğer bu işten para kazanmasam bir gün bile kalmam bu gemide ama gemi sahibi iyi para veriyor doğrusu. Sahi, senin bu gemide ne işin var?”

 “Bende Cenova’ya gidiyorum, gemi sahibinin isteği ile çıktım yola.”

“Sana ayrı bir kamara vermelerinden anlamıştım zaten.”

“Siz nerede kalıyorsunuz o zaman?”

“Biz tayfalar, güvertede oraya buraya kıvrılıp yatarız. Herkesin kendi takımı vardır. Acemiler ile usta denizciler ayrıdır. Kaptan, lostromo ve ikinci kaptanın da ayrı kamaraları vardır.”

“Gemide başka kimler vardır?”

“Başka kimse yoktur, usta denizciler diğer işleri de görürler.”

“Ne yer ne içersiniz peki?”

“Peksimet, kurutulmuş et ya da balık ile bira, gündelik tayınımızdır. Gün batımıyla lostromo bize dağıtır. Bazen paçamora da yaparız. ”

“O nedir?”

“Peksimete yağda kızartılmış soğan dökerek yapılır.”

“Güzel olur herhalde?”

“Yaptığımız gün sana da veririm tadına bakarsın.”

Kharon, elini siper ederek gökyüzündeki güneşe doğru kafasını kaldırdı, gemiyi takip eden küçük bulutlar sanki denizin üzerindeki dalgalarla birlikte hareket ediyordu. Gemi açık denize doğru ilerledikçe artan rüzgârla dalgalar yükselmeye başlamış ayakta durmak dahi ustalık ister olmuştu. İyisi mi ben kamarama döneyim de başıma bir şey gelmesin diyerek Zephyros’un yanından ayrılıp, sağa sola tutunarak kamarasına doğru yürüdü.

İçeride uyuyabilme umuduyla yatağa uzandı. Gözlerini kapattı, gemi dalgaların üzerinde baş kıç yaparak ilerliyor, yattığı yatakta geminin hareketiyle salınıyordu. Uyuya daldığını anlamadan, kamaranın çalınan kapısından Zephyros’un sesini duyarak uyandı. Kapıyı açtı, karşısında duran Zephyros, Kaptanın onu kamarasına çağırdığını, bekletmeden yanına gitmesini söyledi.

Üstünü başını aceleyle toplayan Kahron;

“Bana Kaptanın yerini gösterir misin?”

Dışarı çıkan Kharon, Zephyros’un peşinden Kaptanın kamarasına geldi. Zephyros;

“Ben geri dönüyorum, sende kapıyı çalıp, içeri girersin. Merak etme kaptan lisanımızı bilir.”

Kharon, buna çok memnun oldu. Kapıyı çalarak içeri girdi. Kaptan onun geldiğini görünce;

“Gel bakalım, bu gece misafirim olacaksın. Bay Angio çok az insana güvenir ve onlar dışında kimseyle çalışmaz. Götürmekte olduğun tabloyu ve seni, benim korumama verdi. Adım Guido’dur, Kaptan Guido. Bende senin gibi Bay Angio için çalışıyorum. Adın, yanlış aklımda kalmadıysa Kharon, değil mi?”

“Doğru adım Kharon, Cenova’ya ne için gitmekte olduğumu zaten biliyorsun.”

“Daha önce açık denizlerde yolculuk yaptın mı?”

“İlk defa şimdi yapmaktayım.”

“Ben yıllardır denizin dalgaları üzerindeyim. Mare Nostrum’un bütün limanlarını gezdim ama en güzeli hangisidir bilir misin?”

“Ben hiç birini görmedim, hiç birisini bilmem, ama bildiğim tek liman vardır oda Konstantinopolis’tir.”

“Ne kadar şanslı olduğunu bil ki; benim içinde öyledir. Önce babam buraya gelmiş, burada âşık olduğu kadın Amymone ile evlenerek kalmış. Bende burada doğup, burada büyüdüm. Köklerim Latin’de olsa kendimi her zaman buralı gördüm.”

“Şimdi anlaşıldı. Merak ediyordum doğrusu dilimizi nerede öğrendin diye?”

“Gemideki tayfa Zephyros’ta bizdendir. Onunla anlaşırsın, Cenova’da limana indiğinde onu senin yanına veririm. O, azda olsa Latince bilir, istediğin yerlere götürür seni.”

“Bende bunu düşünüp dururdum ama artık fazla düşünmeme gerek kalmadı.”

“Hadi o zaman, şuradaki fıçıdan kupalarımıza bira doldur da karşılıklı içelim.”

“Bunu çok iyi dedin kaptan, açlık ve susuzluktan neredeyse baygınlık geçirecektim.”

“Ben Zephyros’a da söylerim, akşamları sana da kumanyadan verirler. İmkânlarımız kısıtlıdır, yol boyunca böyle idare edeceksin. Limana çıktığında sarhoş olmanın dışında istediğini yapabilirsin.”

“İyi ki seni tanıdım kaptan, Kaptan Guido.”

“Şimdi sen söyle bakalım, kimsin ne iş yaparsın?”

“Ben Byzantion’lu bir mozaik ustasıyım, aynı zamanda ressam olup fresk de yaparım. Beni, bilenler bilir.”

“Bay Angio için çalışma nedenini şimdi anladım.”

“Bu işte yalnız değilim, yanımda kıymetli eşim Minokta’da var. Oda bir ressam ve mozaik ustasıdır, biz birlikte çalışırız.”

“Bu işlerde kadının adı yoktur. Hele sizin gibi iş yapanı da ilk defa görüyorum.”

“Doğru söylüyorsun kaptan, zaten bizimde tek amacımız, kadının da bir adı olduğunu göstermektir.”

“Anlaşılan sende zoru seviyorsun. Seninle iyi anlaşacağa benzeriz. Bende zoru sevdiğim için kaptanlık yaparım. Denizle boğuşmak kolay iş değildir ancak yaşayan bilir.”

“Dalgalar azmadan, sakin denizde bunu anlamakta, anlatmakta ne mümkün. Eğer korku duymuyorsan, fırtınadan kurtulacağına inanıyor ve yükselen dalgalarla tek başına olsa da boğuşmaktan vazgeçmiyorsan, bir an gelip denizin nasıl hiddetinden vazgeçtiğini ve senin yaptığın ölüm kalım mücadelesini nasıl kazandığını göreceksin demektir.”

“Her zaman öyle olmuyor, gemin batabilir, sende suların içinde boğulup ölebilirsin. Denizcilerin kaderidir böylesine bir yaşam. Tek başınıza, bir orduya karşı savaşa kalkmışsınız. Gesu sia con te!”

Gece boyunca yol alan gemi Dardanelles’i geçmiş, gündoğumuna kadar kalmak üzere Tenedos adasındaki küçük limana girmişti. Güneş doğana kadar limanda kalan gemiden karaya çıkmadılar ama adada yaşamakta olanlar uzaktan görünmeye başlayınca, gemideki filika ile giden iki üç tayfa, her seferde yaptıkları gibi adanın suyundan ve güzel şarabından yeteri miktarda alarak geri döndüler. Ada gözlerinin önünde, sessiz ve sakince, gelecek olan başka gemileri beklemekteydi. Adamların işlerli bitince, kaptan gemiyi avara ederek limandan ayrıldılar. Bu kez rota Hydria Limanıydı.

Yelkenleri rüzgârla dolan gemi, dalgaların üzerinde ilerlerken, suya dalıp çıkan delphinuslar onları takip ediyordu. Küpeşteden denize bakmakta olan Kharon, onları izlerken bu yolculuğa çıkmadan önce duyduğu korkuların nasılda yersiz olduğunu, denizin hiçbir şeye benzemeyen güzelliği ortasında sanki başka bir yaşama doğmuşçasına, deniz yaratıkları ve su perilerinin dalgalarla oynaşarak vakit geçirdiklerini görüyordu.

Tenedos’tan ayrıldıktan sonra, yolculuğun ikinci gününde açık denizde uzaklardan görülen, Limnos ve çevresi yüksek keskin kayalıklarla dolu Agios Stratios adasını, akşama doğruda dağlık ve kıraç görünümlü, yalnızca buraya özgü küçük atları olan İskiri adasını geçtikten sonra yollarına devam ederek sonunda Euboea adasının doğusundaki Karystos Limanına girdiler.

Gece olduğundan kaptan kıyıya fazla girmeden açıkta demir attı ve tayfalar yelkenleri topladı. Uzun ve yorucu bir gün geçirmişlerdi, dinlenmek ve yeniden yola çıkmak üzere, nöbete kalan birkaç tayfa dışındakilerin hepsi derin bir uykuya daldı. Sabah olunca liman bölgesinde yüksek ve sarp tepelerin önünde uzanan büyük bir düzlük alan görülüyordu. Karaya çıkmadan, kaptanın vira demir komutuyla tayfalar hareketlendiler, geminin burnu rüzgâra doğru dönerken yelkenler fora edilerek, Hydria adasına doğru dümen tuttular.

Üçüncü günde, Kharon açık denizlerde olmaktan büyük keyif almaya başlamıştı, Akşamları birlikte içilen biralar, çalgıların eşliğinde uzak limanlardaki sevgililere yakılan şarkılar, Zephyros’un yanlarından geçtikleri adalar hakkında anlattıkları, tayfaların birbirleriyle şakalaşmaları, vardıkları limanların güzellikleri ve de Minokta’nın gözlerini hatırlatan Arşipel’in derin mavilikleri, saçlarına benzettiği öğle güneşi altındaki gümüş pırıltılar saçan köpüklü dalgaları…

Yine uzaklarda görülen adaların arasından geçerlerken, Zephyros rehberliği elden bırakmamış; doğudaki büyük adanın Zea, yakınlarından geçtikleri batıdakinin ise Makronisos adası olduğunu ve tepedeki dalgalı ufuk çizgisinde siluet halinde Ekklisia Panagia’nın görüldüğünü söylemişti.

Kaptan, kuzeyden esen rüzgârında yardımıyla hızla yol alan geminin rotasını, Venedik kontrolündeki, Hydria adasının Limnioniza limanına girmekten vazgeçerek, Monemvasia’ya çevirdi.  Burada birkaç gün kaldıktan sonra Matapan Burnundan geçerek yola devam etmek üzere gece vakti limana demir atıllar. Geniş ve büyük İyon Denizine çıkmadan önce de gemilerin kaldığı ve kumanyaları ile su ve ünlü Malvasia şaraplarını aldıkları durakları olacaktı burası. Kaptan, tayfalarına kalacakları süre içerisinde her zaman olduğu gibi sarhoş olmamaları koşuluyla karaya çıkma izni verdi.

Hava aydınlandığında limanın gemilerle dolu olduğunu gören Kharon, ada ve limanın Bizantion kontrolünde olduğunu öğrendikten sonra tayfalarla birlikte karaya çıktı. Zaphyros’un rehberliğinde kasabadaki kiliseleri görmeye gittiler. Bizantion kontrolüne geçmeden önce, kiliseler burada da Latinler tarafından tahrip edilmiş olduğundan, çiftlik arazileri ile üzüm bağlarından geçerek gittikleri Panagia Chrysafitissa’da bulunan Mesih’in zincirleri ile kafasındaki dikenli taç simgelerini göremediler. Gittikleri Aziz Nikolas kilisesinde de fazla bir şey kalmamıştı. Üzülerek limana döndüler, kendilerine ahtapot, kalamar ve lezzetli istiridyelerden oluşan bir ziyafet verdiler ve pek tabi ki yanında da meşhur Malvasia şarabından içmeyi unutmadılar. Kaptan sarhoş olmalarını yasakladığından, çakır keyif olana kadar oturdular.

Kharon merakla Zaphyros’a sordu;

“Kaptan tayfaların sarhoş olduklarını öğrenirse ne olur?”

“Hiç biri buna cesaret edemez, çünkü çok ağır cezası vardır, bir ayağından bağlanıp baş aşağı denize daldırılır, eğer boğulursa bir tayfa eksilmiş olur, boğulmaktan kurtulacak kadar nefesi varsa, bir daha sarhoş olmayı göze alacak kadar da içemez.”

“Cezası çok ağırmış doğrusu, peki ya kaptan, o sarhoş olur mu?”

“Ben hiç görmedim, göreninde olduğunu sanmıyorum ama seferde değilken herhalde olmuştur.”

“Peki, ya sen sarhoş olur musun Kharon?”

“Şarap ve onu insanlığa armağan eden kimdir bilir misin?”

“Hiç düşünmedim, yalnızca bulduğum zamanlarda içtim şarabı.”

“Öyleyse dinle de sana anlatayım. Tabiatın sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak, insan için ulaşılması en çok özlenen bir aşamadır. Dionysos bu ereğe varmanın yolunu en kolay şekliyle herkese sunar: Bu yol şarap ve sarhoşluktur.

Apollon ise aydın, durağan ve ölçülü gücü simgeler. Işıktır, doğayı görme, varlığı akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir, Apollon sanattır, ama aynı zamanda da öngörmedir, anlama ve kavramadır, ışığın doğayı aydınlatıp karanlık kalan sırlarını çözümlemesidir. Ama bu güç, insanı bir seyirci ve bir taklitçi olmaktan da ileri götüremez, yaratıcılık insanın doğaya bir başka türlü coşkuyla karışmasını şart koşar, karanlık güçlerin gizemine ermesini… İşte bu gücü de şarabın tanrısı Dionysos simgeler. Dionysos doğanın kendisi değil, bir ana tanrıçada değil ama insann doğayla birleşmesini sağlayan bir araçtır sanki. İnsan için düşünülmüş, insan için yaratılmış bir tanrıdır.

Nitekim insan dişisinden doğmadır, insana karışır ve insan çilesini çeker, ta ki taşkın gücünün ne denli bir nimet olduğunu anlatabilsin insana.”

“Ne kadar güzel anlatıyorsun, Mesih’in kutsal kanını simgeleyen şarap içip sarhoş olmak ve tanrılaşmak.”

“E, ben pek öyle demek istemedim ama mademki sen bu şekilde anladın, bak o zaman sana bir başka soru daha sorayım, aşk nedir bilir misin?”

“Aşk mı? Hani şu herkesin bilip de ne olduğunu anlatamadığı aşkın ne olduğunu mu soruyorsun bana; hayır, bildiğimi söyleyemem.”

“İnan ki bir gün sende aşkın ne olduğunu bileceksin. Yoksulluk tanrıçası Penia ile bolluk tanrısı Poros’un oğlu olan Aşk, anasıyla babası arasındaki karşıtlığın sonucu olarak, ölümlüyle ölümsüz arası bir varlık, ‘cin’ diyeceğimiz bir yaratık. Bollukla, yoksulluktan doğan Aşkın talihi de ona göre; her zaman yoksul, çoklarının sandığı gibi hiç de öyle ince ve zarif değil, aksine kaba ve pis, evsiz barksız, yalınayak, açıkta, dağda, bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar kalkar. Ne yaparsa yapsın, asla yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır, yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de ölümsüzdür. Bakarsın aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de ölür. Sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Aşk her zaman ne yokluk içindedir, ne de varlık içinde”

“Kusura bakma ama ben yine adına aşk denilen cin mi, tanrımı olduğu belli olmayan bu şeyin ne olduğunu hiç anlamadım.”

“Boş ver, zaten anlaşılmaz; onu anlamanın tek yolu, onu yaşamaktır.”

“Sen sarhoş olmadın değil mi Kharon?”

“Yok yok bu kadarla sarhoş olunmaz, hani dalgaların üzerinde gemide yürürken hafifçe sendelersin ya işte, tamda o kıvamdayım, yani ne düşüp yere serilecek, ne de yediklerimi çıkaracak kadar içmedim.”

“Bu gidişle öyle olacağa benziyorsun da,”

“Konstantinopolis’de surların dışında, deniz kıyısında hiç kimsenin bilmediği gözlerden uzak bir yerde yalnız kalmak ve sarhoş olmak istediğim zamanlarda gittiğim küçük bir mağaram vardır. Yanıma aldığım şarabı, sanatın ve yaratıcılığın sırlarına ermek için içerim. İşte o zaman çiçekler içindeki bahçelerden geçer, türlü renklerden çeşit çeşit çiçeklerden toplar, kocaman bir demet olunca da güzeller güzeli sevgilime götürüp armağan ederim.”

Arşipel ile Ionia Denizi sularının karıştığı, tepeleri üzerinde geceleri yanan ateşin denizcilere yol gösterdiği, önü kayalıklarla dolu, Taenarum’un açıklarından geçecekleri en zorlu yolda, sert rüzgârlar ve dev dalgalar onları beklemekteydi. Çünkü burası Ölüler Tanrısı Hades’in evi olduğu söylenen mağaranın da bulunduğu yerdi.

Kharon’la birlikte, sabah güneşinin ilk ışıklarıyla Kaptan Guido’nun idaresindeki, çift direkli bir Latin yelkenlisi olan Elettra gemisi yola çıkmaya hazırlanıyordu. Tayfalar kaptanın komutlarını yerine getirmek üzere telaşla koşuşturuyorlar, limanda bekleyen diğer gemilerin arasından ustaca manevralarla geçiyorlardı. Adet olduğu üzere limandan ayrılmakta olan gemileri beklemekte olan diğerleri, yollarının açık ve rüzgârlarının uygun olması maksadıyla kampanalarını çalarak uğurluyorlardı.

Kuzeyden esen rüzgârın yardımıyla kıyıdan iyice açıldıktan sonra yolculuğun aynı şekilde devam edeceğini beklerlerken, uzaklardan Strabo Tapınağı’na ait kalıntıların görüldüğü burnun önünde süratle yol alırlarken dalgaların ve rüzgârların hışmına uğrayarak suların üzerlerinden aşıp gemiyi batıracağını sandılar. Bir yanlarında Laconian, öte yanlarında Messenian denizi önlerinde tutuldukları fırtınada, yelkenler toplandığından, nereye savrulduklarını bilemeden denizin üzerindeki dalgalarla boğuşup durdular. Dinmek tükenmek bilmeyen fırtınada, iki denizin sularının birbirine karıştığı, anaforların gemileri yuttuğu, Hades’in ülkesi kadar karanlık sulardan geçerlerken rüzgâr aniden yavaşlamaya ve dalgalar azalmaya, sular durulmaya başladı. Kuzeyden esen rüzgâr yön değiştirerek, güneyden gelmeye başladı. Kaptan elindeki tuhaf aletlerle güneşe baktıktan sonra tayfalara iki yelkeninde açılması komutunu verdiğinde, güvertede diz çökmüş, ellerini havaya kaldırmış denizciler o korkunç fırtınadan kurtulduklarına dua etmekteydi.

Güneyden esen rüzgârla dolan yelkenleriyle gemi, Sicilae Porto Syracusa’ya doğru yol alıyordu. Hava yavaş yavaş kararmaya yüz tutup gökyüzünde yıldızlar görülmeye başladığında, iskele tarafında kalan limanın rüzgâr altına doğru yaklaşmaya başladılar. Suyu iskandil ettiler, derinlik 10 kulaç kadardı, sahilden uzakta demir atarak gemiyi sağlama aldılar. Geceyi geçirmek üzere bekleyen gemilerde yakılan kandiller, limanda uçuşan lampyridae sürüsünü andırıyordu.

Başlarını koyup uyumaya çalıştıkları yerler hala sırılsıklamdı. Üzerlerindeki giysilerde kurumamış olduğu halde yorgunluktan yer beğenecek halleri kalmamıştı. Öylece güvertenin sert tahtaları üzerine serildiler.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözleri açıldığında, gecenin ayazında titremekten çeneleri kilitlenmişti. Kharon ve diğer denizciler gemideki filikayı aceleyle denize indirerek kıyaya doğru kürek çektiler, sahilde güneşin ısıttığı altın renkli kumların üzerinde boylu boyunca uzanıp kaldılar. Uyandıklarında güneş gökyüzünde iyice yükselmişti. Üzerlerine yapışan kum taneciklerini silkeleyip perişan hallerini düzelttikten sonra çokta uzakta olmayan kasabada yiyecek ve içecek bir şeyler bulabilme umuduyla kıyıdaki patikadan yürümeye başladılar. Gemilerin sıkça uğradığı bir yer olan Porto Syracusa’da denizcilere hizmet eden pek çokta yer vardı. Bunların en başta geleni ve denizcilerin hiç ayrılmak istemedikleri güzel kızların bulunduğu evlerdi. Ama öncelik karınlarını doyuracakları, kızarmış tavuk kokularının etrafa yayıldığı önlerine gelen ilk yerdeydi. Birlikte yiyip içip günlerini gün ettikten sonra sahildeki filikalarıyla limanda bekleyen gemilerine döndüler.

Kaptan fırtınalı denizlerden sonra gemiyi batmaktan kurtaran denizcilerin tümünü ödüllendirmek üzere karaya çıkmalarına karışmaz, gün boyunca ne yaptıklarını sormazdı, pek tabi tek kural her zaman olduğu gibi sarhoş olmamaktı.

Porto Syracusa’dan, Napoli Krallığına uzanan Thyrnenoi’ni sularında yapacakları yolculuğun ilk gününe Messina Boğazını kalabalık bir gemi topluluğu ile birlikte geçerek başlayacaklardı. Açık denize çıktıklarında kuzeyden esen sert rüzgârla gemi, üzerine gelen dalgalara vurmaya başlamıştı. Her gelen dalgadan sonra boşluğa düşen geminin burnundan giren sular birer kamçı darbesi gibi gemiyi dövmekteydi. Rüzgâra karşı yol almamalarına rağmen hızla açık deniz üzerinde seyrediyorlardı. Her dalga vurduğunda, yelken direğinin gemiye oturduğu boşluktan gelen asap bozucu darbeler peş peşe kafalarıa vuruyordu. Buraya kadar geçtikleri denizlerin hiçbirinde böyle olmamıştı, Kharon darbelerin seslerini duymamak için elleriyle kulaklarını kapatmaya çalışsa da her seferde tepeden tırnağa sarsılmasının önüne geçmesi mümkün değildi. Napoli’ye doğru uzanan yolculukta, bütün yüklerini üzerlerine boşatan bulutlardan sonra havanın sakinleşmesiyle güneş göz kırpamaya başlamıştı. Kuzeye doğru olan rotayı, kaptan doğuya doğru dümen kırarak çevirmiş, bu sefer gemi çatırdayarak iyice denize doğru yatmıştı. Gemide ayakta kalan ne varsa büyük bir şamatayla geminin yattığı iskele tarafına doğru kaymıştı. Buna acemi tayfalarda dâhildi. Aniden yön değiştiren geminin yatmasıyla sağa sola tutunmaya çalışarak hızla geminin bordasına çarpan iki tayfadan birisinin burnundan kan gelmeye başlamış, diğerinin de omuzu yaralanmıştı. Acı dolu inlemelerine kimse aldırış etmemişti. Gemide böylesine acemiliklerden doğan kazalarda hayati bir tehlike olmadıkça, tayfanın hatasından ders alması için kimse onlarla ilgilenmezdi. Fırtınalarda deniz uçan böyle acemi denizcilere sıkça rastlanırdı. Sonra onlarda, böyle zamanlarda kendilerini bir yerlere iple bağlayarak denize uçmaktan korumasını öğrenirlerdi.

Daha uzun zaman yol alabilecek halde olmalarına rağmen, kaptan Cenova’ya varmadan önceki yolu üçe bölmüştü. Denizci Cumhuriyetler olarak adlandırılan bu sahillerdeki önemli limanlardan önce Napoli, ardından Port Populonia ve son olarakta Cenova limanına gireceklerdi.

Kharon’un bazı gecelerde kaptanla içtikleri bira ya da şarap eşliğindeki uzun konuşmalarda, bu bölgede ticaret yollarının güçlü donanmaları olan devletleri Pisa ve Ceneviz’in, Compagne Communis birliğince oluşturulan şehir devletleri olduğunu öğrenmişti.

Napoli Krallığı ise önce Sicilya Krallığına ait bir şehirken, çıkan isyandan sonra Regno di Napoli adını taşıyan başka bir krallık olmuştu.

Önceki seferlerden daha kısa sürede Napoli limanına vardıklarında büyük bir kalenin önünden geçerek kalabalık ıskarçanın arasında demir atacaklardı. Büyük Deniz’in önemli limanı olan Napoli’ye çoğunlukla Korsika, Sardinya ve Eoliyen adalarından gelen gemiler yük ve yolcu taşımaktaydı.

Kharon, arkadaşlık kurduğu tayfa Zaphyros’la birlikte, yol boyunca ilk defa gördüğü büyük liman şehrini gezmek üzere karaya çıktılar. Limana girerken gördükleri büyük kale Castel Nuovo’nun girişindeki kulelerin ve nöbet tutan parlak giysili askerlerin önünden geçerek sanatçıları ile ünlü Centro Storico meydanına inip, sokak ortasında resim yapanları gördüler. Kharon, Mesih’in doğum gününü resmeden sanatçıyı dikkatle izledi. Kısa süre içerisinde ne kadar farklı bir şekilde resim yaptıklarına inanamadı. Resimlerde sonsuza doğru giden bir derinlik vardı. Burada konuşulan dili Zaphyros’ta bilmediğinden ressama bu derinlik algısını elde etmeyi nasıl yaptığını soramasa da bunu en yakın zamanda denemeye karar verdi.

Kharon ve Zaphyros limanda, arpa ve sudan elde edilen maza ile yapılan bir hamurun üzerine konulan peynirle pişirilen çok lezzetli bir yemek yedikten sonra fazla oyalanmadan gemiye döndüler.