Minokta’nın attığı her adımı takip ettiren Patriyarkos’a, Kharon’un mezar taşındaki yazıyı söylediklerinde;
“Sanki ben öldürdüm, o şeytanın lanetli çok sevdiğini! Ey “Kadın İsa” tablosu yapmaya cüret eden günahkâr, ölüm günah aracılığı ile girmedi mi bu dünyaya? Ölümü bütün insanlara yayan günahkâr, sanki hepsinin günah işlemesini ben istedim.”
Minokta, yas için giydiği siyah renkli paenulası ve üzerindeki başını örttüğü maphorionu ile güneşin solmaya başlayıp, karanlığa teslim olmasından önce Bayan Federica’nın yanından evine dönerken, arkasından takip eden bir gölgeyi fark etti. Kapıyı açmaya çalıştı, açtığı kapıdan içeri girdi ve aceleyle kilitlediği bir iç kapıyı da arkasından kapattı. Hızla girdiği yatak odasının penceresinden kendisini takip eden gölgeyi görmeye çalıştı.
Dikkatle baktı ama bir şey göremedi, belki de karanlıkta fark edemedi; daha sonra diyerek yas giysilerini çıkartıp, yatağın üzerine cenin pozisyonunda uzandı.
Atölyedeki saldırganların takip ettiklerini, kapıyı zorlayarak içeri girmeye çalıştıklarını gördüğü kötü bir rüyadan korkuyla nefes nefese uyandı. Kapıya doğru dikkatle yaklaştı, kulağını dayadı; sessizlikten başka bir şey işitilmiyordu.
Kharon’un öldüğünü kabullenmekle, ruhunda duyduğu örselenmeyi aşmanın yollarını; matemle, kabristana gitmekle, matem elbiseleri giymekle, ağıtlar yakmakla aşmaya uğraşıyordu. Acıdan kaçmamak, acıyı zamanında yaşamak gerekirdi. Matemi yaşamakla acıyı tüketmek daha iyiydi.
Hissettiği duygularından uzaklaşmak için, bir eline duvardaki haçı, bir eline yatağının başucunda duran İncil’i aldı ve dualar okumaya başladı. Sakinleştiğine inanarak atölyeden kalan son birkaç panoyu alt kattaki çalışma odasına taşıdı. Odanın duvarlarına yasladığı panolar, ağır demir şamdanın kolları üzerinde yanan mumların ışığında parladı. Hepsini tek tek görebileceği bir uzaklıkta durdu. Her birinin yapıldığı günleri düşündü, artık o günlerde, o duygular da geride kalmışlardı. Bütün panoları topladı, üst üste yerleştirdi.
Öldükten sonra yok olup gitmeyeceğiz, toprakta çürümeyeceğiz. Hayatı veren de alan da aynı kudret. Ben artık sadece resimlerimle, mozaiklerimle bir hayat geçirmek istiyorum…
Ben bir sanatçıyım ve bir sanatçı gibi yaşamalıyım. Eski yaptığım bir ikonanın üzerine şöyle yazmışım: “Mulier Rebel!”
Neye, nelere karşı ve nasıl başkaldıran kadın? Etrafa daha dikkatle bakınca gördüm ki; kullanılmış boyalar, bir füzen, tıpkı şimdi olduğu gibi, tekrar karşılaştığım eski bir arkadaşım sanki ve ikon fırçaları, ne için acaba bütün bunlar? Bir de saçı başı birbirine karışmış bir kadın!
Asi bir kadın bakmakta, yaşayacak olduğu önündeki zamana bakmakta geriden, dünyanın renklerini görebilmek umuduyla.
Hep bakmaya devam edecek, ta ki gözleri kapanana dek, renkleri görebilmek umuduyla. Arayacak, soracak; mavi nasıl olur, kırmızı nasıl, sarı nasıl olur, öğrenecek.
Ama zamanın ve dünyanın renklerinin onlar olmadığını anlayacak, sonra bırakacak elinden boyalarını, fırçalarını ve uzun zaman sonra o güzel günlere geri dönmenin tadını yaşamaya başlaması gerektiğini düşünecek. Çünkü onun yolu “yaşamın şeklini değiştirmek” ten geçmekte.
Keşke hiç girmeseydi bu yola, ilk günkü gibi kalsaydı, gözlerinden akan yaşlar silinseydi, ölüm olmasaydı, ne yas, ne ağlayış, ne de ıstırap olmasaydı. Ama önceki düzen artık yoktu!
Eski ikon tahtalarından birini kucağına aldı ve yeni düzeni çizmeye başladı kara çizgilerle; önde bir kadın başı, saçları siyah ve dalgalı, gözleri iri ve siyah, gerisinde bir erkek başı, simsiyah bir gölge gibi ve en arkada bir servi ağacı erkeğin başını yasladığı…
Kharon’nun ölümünün ardından kendimi boşlukta ve güvencesiz hissediyordum. Evimiz, birlikte yattığımız odamız bile artık gerçek değilmiş gibi geliyordu bana, sanki her şey bir sisin içinde kaybolmuştu. Babamın öğrettiği sözler geliyordu aklıma:
“Ne yaptığımız değil, yaparken ne kadar sevgiyle yaptığımız önemlidir. Ne verdiğimiz değil, verirken ne kadar sevgiyle verdiğimiz önemlidir. Tanrı için hiçbir şey küçük değildir. Işığın insanların önünde öyle bir parlasın ki, iyi işlerini görenler göklerdeki Baba’mızı yüceltsinler!”
Hiç durmadan çalışıyor, arada sırada Bayan Federica’nın yanına gidiyor onunla konuşuyordum. Onunla konuşmak bana güven veriyor ve beni rahatlatıyordu. Ayrıca onunda benimle baş başa görüşmekten hoşlandığını düşünüyordum. Beni kendi eseri olarak, kendi iradesinin vücut bulmuş hali gibi görüyordu.
“İyisindir umarım Minokta?”
“İyiyim, ya siz?”
“Ben iyiyim ama maalesef eşim rahatsız, çok üzülüyorum.”
Bunu duyduğuma şaşırmamıştım, Bay Angio son zamanlarda hayli yorgun ve yaşlanmış görünüyordu.
“Üzücü bir durum, rahatsızlığı nedir?”
“Kesin bir şey demiyorlar.”
“Hep öyle olur zaten.”
“Büyük bir rahatsızlığa benzemiyor ama yataktan da kalkamıyor, sürekli uyumak isteyip duruyor.”
“Elimden ne gelirse yardıma hazırım.”
“Teşekkür ederim Minokta. Bunun için burada olmadığını biliyorum. Kafandaki düşüncelerin bulanıklığından, yaşadığın ve karşılaştığın onca hıyanetin ardından, kaybettiğini sandığın ya da kaybetmekten korktuğun, kadına ve kadınlığınla olan o sağlam ve korkusuz inancını, dik duruşunu yitirmemek adına buradasın.”
“Ne yaptıysam, hepsini size borçluyum.”
“Biliyorsun, iki tür inanç vardır, yani Tanrı ve kadınların dünyası hakkında öğretilenler ile bizlerin arasında ağızdan ağza dolaşarak öğrenilen diğer inanç. Sen bunu mozaiklerle, çini panolarla, fresklerle anlatmaya, diğerleri (kız kardeşler) hastalara bakarak, yoksullara yardım ederek veya başka şekillerde yapmaya çalıştı. Kısacası, asıl borçlu olduğun, kadını yalnızca o iki bacağı arasındakiyle gören inanca karşı durmanın onuruyla yaşayan ve yaşamış olan tüm kadınlardır.”
“Kendi kendime hep şu soruyu soruyorum; erkeğin hükmettiği bir dünyada, kadına yapılan, yapılabilecek olan o kadar çok yanlış şey var ki, en iyisi hepsinden kurtulmak ama nasıl?”
“Sevgili Minokta, Tanrının erkeğe vermediği ve dişiye bahşettiği doğurganlık, sahip olduğu en kutsal ayrıcalıktır. O halde erkeğin hükümranlığına karşı, sahip olduğu bu ayrıcalığı nasıl kullanabileceğini öğrenmesi lazım. Onun yanında mı, arkasında mı yer alması gerektiğini bilmelidir. Nasıl mı? İki bacağını kapatarak! O zamanda zorla bacaklarımızı açacaklardır dediğini duyar gibiyim. Ne yazık ki her şey bir günde olmuyor, bir, iki, üç, dört ve daha fazla kadın… Affedilmeyen bir suç varsa o da zinadır değil mi? Peki neden zorla sahip olmakta bir gün suç haline gelmesin. Bu kadarla kalmayacak, erkeğin zorla içine bıraktıklarını da temizleyerek yok edeceksin.”
“Sahip olduğu ayrıcalığı benimsemeyen kadın, sahibi olduğu kutsal ayrıcalığı erkeğe teslim eden kadın, kendini erkeğe köle eder. Mulier potestatem!”
“Seni bu yüzden çok seviyorum Minokta, sen ve senin gibi düşünenler bu dünyayı değiştireceklerdir. Quidquid agis, utcumque vos id facere, ne quis audite: quis de nolite timere! Ne yaparsan yap, nasıl yaparsan yap, kimseyi dinleme, kimseden korkma!”
“Başka kadınlar tanıdın mı? Kendini erkeğe teslim etmeyen kadınları…”
“Daha önce yaşamış olanlar ile yaşayanlardan birkaç tanesini tanıdım. Kitap kopyalama, edebiyat, gösteri sanatları, müzik ve resim sanatı gibi Kiliseye, dini inançlara bağlı olanları. Hepsi de Bizantium sanatında, anlam iletecek bir araç olarak işlev görmüşler ve görüneni değil, görünmeyeni göstermeye çalışmışlardır.
Tiyatro gösterilerinde; bale, pantomim gibi halk eğlencelerinde erkeklerle birlikte kadınların da dans edip şarkı söyledikleri bilinmekte, ayrıca İmparatorların da kanunlarında kadın oyuncuların toplumsal yaşamlarına ilişkin düzenlemelerde bulunması, kadın sanatçılarınn sayısının çokluğunu göstermekte.
Önceki dönemlerde kadınlar, sadece kocalarının soyadlarını taşırlardı. Artık kendi soyadlarının hatta hem annesinden hem de babasından aldığı soyadlarının arkasına kocalarının soyadlarını alabilmekte, bu nasıl oldu dersin? Quidquid agis, utcumque vos id facere, ne quis audite: quis de nolite timere! İşte bunun, korkmadan yapabilmenin sayesinde oldu.”
“Bizans’taki kadınların eğitimi; ev işleri, dua etme ve hayır işleri yapmakla sınırlandırıldığı için kadınların eğitime ulaşmaları engellenmekte. Sanatın, özellikle kadınların ahlakı üzerinde çok zararlı etkisi olacağı varsayıldığı için kadınların eğitiminde sadece dini çalışmaları izlemeleri uygun görülmekte. Kadınlara, edebiyatı, resmi, sanatı tanıtmanın bir yolu olmalı. Peşinden gideceği dini inancın yanında, birde yaşama amacı olmalı. Her şey bu dünyada yapılmalı, ötekinde değil.”
“Bizim amacımız ve varlığımız bunun için değil mi Minokta? Manastırlar, kadınların eğitimlerini sürdürmeleri ve sanat çalışmalarını yürütebilmeleri için önemli yerler. Kadın sanatçıların önemli bir kısmının rahibe olması manastırlarda eğitimli kadınların bulunmalarının zorunlu olduğunu göstermekte, pek çok manastır memurunun görevleri ayrıntılı bir şekilde tarif edilmiş; bazı rahibelerin okuryazar olmama olasılığı dahi kabul edilmemiştir. Manastırlarda işleri yürüten rahibelerin yanında kilise korosundaki rahibelerin de okuryazar olmaları şarttır. Şimdi senden bir şey isteyeceğim.”
“Bunu duymak isterim Bayan Federica.”
“Konstantinopolis’e iki gün uzaklıkta Selymbria’da Megale Doukania manastırında bulunan kız kardeşler ile sanatını paylaşmanı, onlara yol gösterici olmanı istiyorum. Elbette Rab’bi bulma, ona hizmet etme, onu sevme arzusundan sonra. Bu isteğime hemen cevap verme, evine git ve düşün. Bilesin ki, bu isteğimi sonsuza kadar yerine getirmek üzere oraya gitmeyeceksin. Konstantinoplis’ten bir müddet uzaklaşman iyi olacaktır.”
“Benim cahilliğime verin ama ben Selymbria neresidir bilmiyorum daha önce hiç duymadım da?”
“Büyük suru, denizden denize uzanan büyük suru biliyorsun değil mi?”
“Evet, onu biliyorum.”
“Selymbria’da oraya çok yakın bir yerde. Bağları ve şarapları ile tanınan şirin bir liman kasabası.”
Bayan Federica’nın teklifi Minokta’nın duraksamasına neden oldu. Şehrin dışında bir manastıra gitmeyi ne kadar arzu edebilirdi? Bir rahibe olarak yaşama isteği olabilir miydi?
“Şeytanın kurnazlığı ve insanların yoldan çıkma meylinden dolayı ortaya çıkan çok ağır ve son derece kötü kurallar ve geleneklerle güçleşen dünyevi hayatın tehlikelerinin farkında olamayacak kadar, kim sersem ve gözü kör olmuştur ki? Böylesi bir dünya karşısında, en iyi tercihin inziva olduğu, Şeytan’ın insanları içine çektiği en büyük tuzaklarından birisi de; her ne zaman Rab, ruhu kendi hizmetinde mükemmellik hayatına çağırmaya ve çekmeye kalkışsa, Rabbin çağrısına kulak asmamak, ona karşı gelmek olduğu halde, bir manastırda bulunmam doğru olur mu?”
“Eğer söylediğim sözleri böyle anlarsan ki böyle anladığını sanmıyorum, herhalde beni şaşırtmak isteğinden böyle sorular yöneltiyorsun bana. Manastırlar, insan sevgisi philanthropia önde tutulduğundan, hayatlarını güvende ve kutsal bir kurum içinde geçirmek isteğine uygun ortam sağlarlar. Dullar için de manastırlar, kendilerini dine adayarak inzivaya çekilebilecekleri sığınaklardır.Manastırlar, zor durumdakilere bir sığınma yeri olma niteliğini sürdürmekte ve dış dünyadan ayrılmak isteyen kadınların da tümüne açıktır. Ancak sözü edilen kısıtlayıcı kuralların aksi yönde olan durumlar da söz konusudur. Manastırların işleyişine dair kurallardan biri de, manastır hayatını seçenlerle, bu hayata dışardan belli bir dereceye kadar katılan ve gündelik işleri yapmakla görevli olan sivillerin ilişkilerinin boyutlarını belirleyen kurallardır. Rahibelerin gündelik işler yapmaktansa, kendilerini aylaklıktan alıkoyacak ve manastıra gelir sağlayacak el işleri yapmalarını ister. Bu işlerin gerektirdiği malzemeler de manastır tarafindan sağlanır. Söylemek istediğimi şimdi daha iyi anladın değil mi? Orada, bu yola kendini adamış olan kız kardeşlere, sende bir yol gösterici olacaksın. Onlara sanatın inceliklerini, colore, modulo, figura, compozision, modelo ne demektir öğreteceksin. Açıkçası senden bir rahibe olmanı beklemiyorum.”
“Fazla düşünmeme gerek yok Bayan Federica, açıklamalarınız beni yeterince aydınlattı. Teklifinizi kabul ediyorum.”
“Güzel, hazırlıklarını yap ve yola çıkmadan önce yanıma gel. Sana bu konuda ayrıntılı bilgileri vermem lazım.”
“Biliyorsunuz, kendimden önce, evdeki eşyalara bir çeki düzen vermem lazım, ancak ondan sonra yola çıkabilirim.”
“Acele etmene gerek yok kızım, sende hazırlıklarını tamamladıktan sonra çıkarsın yola.”