GALATA RIHTIMINDAN GALATAPORT’A

En güvenli doğal limanlar arasında yer alan ve tarih boyunca büyük bir deniz ticaret merkezi olan İstanbul’da ilk olarak 19. Yüzyıl ortalarında çevredeki deniz trafiğinin geniş ve açık alanlara ihtiyaç duyduğu gerekçe gösterilerek Tophane Sahili’ndeki kahveler ve bakımsız durumdaki bir bahçe istimlak edilmiş, Karaköy Rıhtımı 1848’de tamir edilmiş ve Eminönü’nde rıhtımın Sirkeci’den Galata Köprüsü’ne kadar ki kısmı 1848’de yenilenmiştir.

Sultan Abdülmecid o sırada İstanbul’da faaliyet göstermekte olan mimarlardan, Gaspare&Giuseppe Fossati ile William James Smith’ten yeni rıhtım tesisleri için planlar hazırlamalarını ve maliyet hesabı yapmalarını istemiştir.

Smith’in veya Fossati’nin bu projelerinin içerikleri hakkında veya gerçekleştirilip gerçekleştirilmediklerine dair herhangi bir bilgi yoktur.

1875’ten sonra İstanbul ve Galata kıyılarında, rıhtımların ve antrepoların inşa edilmesi ve gümrük binalarının iyileştirilmesine yönelik George Crawley&Co, Dussaud Frères ve Marius Michel’den teklif alınmış ve imtiyaz 1879 yılında Marius Michel’e verilmiştir. Teknik detaylarıyla olgunlaşmamış durumdaki proje, Sirkeci ile Unkapanı ve Azapkapı ile Tophane arasında rıhtımların yapılmasını ve kıyı çizgisinin önünde toprakla doldurulmuş alanların kazanılmasıyla gümrük binalarının ve antrepoların inşasını öngörmektedir.

Marius Michel ile 1879’da imzalanan ve on sekiz maddeden oluşan imtiyaz sözleşmesi gereği, yetmiş sene için imtiyazın Galata-Azapkapı ve Sirkeci-Unkapanı şeridinde rıhtım ve tesislerinin inşası ve işletilmesi için verildiği ancak rıhtım inşası konusunda yatırımcı bulunmasında güçlük yaşanması bu konunun sürüncemede kalmasına yol açmıştır.

Sözleşme başlangıç maddesinde on sekiz ay içerisinde kurulacağı belirtilen Osmanlı Anonim Şirketinin tabi olduğu kanun, tüzük ve yönetmeliklerin çerçevesi içinde kalacağı ve Şirket iç tüzüğünün ancak Bakanlık onayı ile yürürlüğe girebileceği belirtilmektedir. 6 Ekim 1891’de M. Michel, M. J. Obuare ve M. Kasky tarafından kurulan ve bir anonim Osmanlı şirketi olan Dersaadet Rıhtım Dok ve Antrepolar Şirketi (Société des Quais, Docks et Entrepots de Constantinople)’nin kuruluş amacı olarak:

Haliç’in Galata-Azapkapı ve Eminönü-Unkapanı aksında rıhtım, dok, antrepo ve mağazaların inşa edilmesi ve işletilmesi.  

Şirket’e verilen, Şirket tarafından satın alınan ya da denizin doldurulmasıyla elde edilen arazilerin üzerinde binaların inşa edilip kiralanması veya satılması ve gerektiğinde bu araziler üzerinde tramvay hattının inşa edilmesi ve işletilmesi.

Haliç’in iki yakası arasında vapur işletilmesi ön görülmektedir.

Yirmi üç milyon frank olan Şirket sermayesi her biri beş yüz bin frank değerinde kırk altı bin hisseye bölünmüştür. Bedeli tamamen ödenmiş altı bin hisse M. Michel’e aittir. Sermaye artırımı ve inşaatın durumuna göre tahvil çıkarma yetkisi Ticaret ve Nafia Nezareti’nin izniyle yapılmaktadır.

Galata rıhtımlarının inşaatı 1892’de Michel Duparchy ve Marius Michel Diricq idaresinde başlamıştır. İnşaatta ihtiyaç duyulan personel ile kullanılacak muhtelif büyüklükte römorkörler, tarak vapurları, vinçler, buharlı makineler ve mavnalar ile zorunlu alet ve edevatı temin edilmeye başlandı. Bir taraftan da deniz dolgu malzemesinin temini maksadıyla İstanbul ve çevresinde taş ocakları açıldı. Şirket, İstanbul’da işlettiği taş ocakları ile de kentsel değişime sebep olmuş, taş ocaklarının işletmesi esnasında bilhassa İstanbul Adaları’nda oluşan çevre tahribatı ve hava kirliliği şikayetlerin artmasına neden olmuştur.

Temmuz 1894’te meydana gelen depremde ise birçok kayıp yaşanmış ve rıhtım duvarının da önemli bir bölümü çökmüştür. Deprem sonrasında mağdur olanlar yararına düzenlenen sosyal faaliyetlerden birinin 29 Temmuz 1894 tarihli bir konser olduğu görülmektedir. Beyoğlu’nda Tepebaşı Belediye Bahçesi’nde Pol Lanki yönetimindeki otuz kişilik ve Tarabya’daki Sümer Palas otelinin otuz kişilik orkestralarından oluşan topluluğun konser programında Richard Wagner, Franz von Suppé, Francis Poulenc, Pietro Mascagni, Jules Émile Frédéric Massenet gibi bestecilerin; Ziyere, Émile Waldteufel gibi müzik öğretmenlerinin; eserleri yer almaktadır. Ancak 27 Ağustos 1894’te Fenerbahçe’de deniz üzerinde konser ve gece şenliği düzenlenmesi için Rıhtım Şirketi’nden M. Rali, Verlak ve M. Lakof’un Şehrameti aracılığıyla sadarete yaptığı başvuru, üzüntülü bir dönemde eğlence ve şenliğin uygun olmayacağının bildirilmesiyle kabul edilmemiştir.

İnşa faaliyetlerini sekteye uğratan yukarıda açıklanan aksaklıklarla birlikte, 1895’te rıhtımın bir bölümü trafiğe açılmıştır. Rıhtım inşası henüz tamamlanmadan rıhtıma yanaşan ilk gemi Messageries Maritimes’e ait Memphis isimli vapur olmuş ve yedi yüz elli sekiz metrelik Galata rıhtımı 1895’te tamamlanmıştır

1910 yılında ise Galata yakasında rıhtım duvarlarının ve alanının yerine oturma sürecinde tahmin edilenden fazla alçalması yeni inşaatları gerektirmiştir. 1911 yılı boyunca rıhtım duvarının ön kısmının yaklaşık bir metre yükseltilmesiyle rıhtımların su yüzeyinin yaklaşık iki metre üzerinde olduğu ve yeni rıhtım duvarlarına bazı yerlerde kayıkların yanaşabilmesi için merdivenlerin eklendiği görülmektedir. Bu çalışmalar sırasında rıhtımı kaplayan ahşap kulübe ve kahvehaneler yıkılarak bu yerlerin biraz daha gerisinde binalar inşa edilmiştir. Galata Gümrük Binası, Çinili Rıhtım Han, Merkez Rıhtım Han, Sıhhiye Binası ve Liman Reisliği Binası da inşa edilen binalardandır.

Böylelikle 1920’ler ve 1930’ların Galata Rıhtımı’nın dinamiklerini belirleyenlerin arasına, Detroit’den yeni ve güçlü çok uluslu bir aktör katılıyordu. Ford Motor Cormpany’nin İstanbul’da bir montaj fabrikası açma planı, 1925 senesine kadar uzanıyordu.

2 Şubat 1929’da 1391 no’lu Kanuna dönüşen anlaşmaya göre, ana firma Ford Motor Company’nin ABD’de kayıtlı yan firması olan Ford Motor Company Exports Inc.’a 25 yıllık süre zarfında bir serbest mahalde yapacağı otomobil, kamyon, traktör, tayyare üretimi için gerçekleştireceği ithalat ve ihracat gümrük ve vergi kanunlarına tabi olmayacaktı. Serbest mahal, kuzeybatıdan Nusretiye Camii’nin kuzeye bakan Hünkâr Kasrı’na ve Doğuya bakan duvarının büyük kısmına sırtını vermişti.

Ford’un İstanbul Limanı’ndan fabrika için ayıracağı yer ise, doğrudan kanunun 17. maddesinde yerini bulmuştu. Kanun maddesinde ”tamamen tahliye ettirilerek Ford Şirketine teslimi” istenen ”Tophane antrepoları” ve askeri donanım üreten imalathanelere ait yapılardı. 27 Nisan 1929’da antrepolar ve diğer yapılar tamamen boşaltılmış olarak, Ford’a teslim ediliyordu.

Ford İstanbul,  1929 krizi sonrasındaki korumacı dönemin döviz darboğazı ile düşen otomobil ve traktör talebi medeniyle üretimini 1934 senesi başında durdurdu. Milyon dolarlık fabrika on sene boyunca sanayi üretimi anlamında atıl kaldı, sadece motorlu taşıt deposu ve yedek parça satışları için kullanıldı ve 1944 senesinde Ford Motor Company Exports Inc. İstanbul, resmen tasfiye edildi.

1930’lu yılların başında İstanbul limanına gelen gemi sayısı çoğalınca, beraberinde yolcu ve yük sayısında önemli ölçüde artış getirdi. Artık ne rıhtımlar ne de mevcut salonların kapasiteleri, bu artışa cevap veremez duruma gelmişti. Bu sıkışıklığın giderilmesi amacıyla, Tophane rıhtımı üzerinde yeni düzenlemelere gidildi.

1936’de düzenlenen mimari yarışma sonuncunda birinci seçilen Mimar Rebii Gorbon’un tasarladığı Karaköy Yolcu Salonu; Çinili Han ile Merkez Han arasında bulunan Küçük Rıhtım Han, Panorama Han, Orta Han ve Maritime Han’ın yıkılması ile elde edilen arsa üzerine yapılmaya başlandı. Yolcu Salonu, 1 Temmuz 1940 tarihinde hizmete açılan bu modern yolcu salonunun kulesinde bulunan saat ise II. Abdülhamid’in saatçisi olan Mustafa Şem’i tarafından yapılmıştır.

Merkez Rıhtım Han ve Yolcu Salonu

Yıllar içinde, Kılavuzluk Servisi’ne, Denizyolları İşletmesi’nin Muhasebe Servisi’ne ve Liman Lokantası’na ev sahipliği yapan Tarihi Karaköy Yolcu Salonu, Mayıs 2014’e kadar aktif olarak kullanılmıştır. Yaşamının büyük kısmını bir liman merkezi olarak geçiren Karaköy Yolcu Salonu’nun üst katında yer alan Liman Lokantası ile uzun yıllar Karaköy simgelerinden ve gezilecek tarihi mekanlardan biri olmuştur.

Deniz tarafından Galata Rıhtımına bakış

1990’lı yıllar liman bölgesinin yeni kimliğinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu dönemde hem dönüşümün ilk sinyali olan ihale gerçekleştirilmiş hem de dönüşümü kolaylaştıracak bir dizi kararlar alınmıştır. 1993’te Taksim Meydanı merkez olmak üzere, Haliç kıyıları, Marmara Denizi’ne açılan kıyılar ve İstanbul Boğazı girişi boyunca uzanan kesim “Kentsel Sit Alanı” ilan edilmiştir ve Salıpazarı Limanı da bu kentsel sit alanı içinde yer almaktadır. Yine aynı yıl içerisinde Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne bağlı işletmelerin özelleştirmesine karar verilmiştir. Böylece aynı yıl Salıpazarı Limanı özelleştirmeye konu olmuştur. 1994’te ise Bakanlar Kurulu kararı ile “İstanbul-Beyoğlu-Tophane-Salıpazarı Turizm Merkezi” ilan edilmiştir. Aynı zamanda 1990’larda Karaköy ve Salıpazarı limanları, Laleli’den sonra bavul ticareti için önemli merkezlerden biri haline gelmiştir. Bu sebeple kentin merkezinden uzak ve dış çepere daha yakın ve bavul ticaretine uygun yeni bir limanın inşası planlanmıştır. Bu ihtiyaçlar doğrultusunda 1999’da Zeytinburnu’nda Zeyport’un açılması ile birlikte İstanbul için ana yük limanları Haydarpaşa ve Zeyport olmuştur.

2001 yılı Galataport adının kamuoyu tarafından ilk kez duyulduğu yıl olmuştur. Türkiye Denizcilik İşletmeleri dünyadaki benzer kıyı bölgesi yenileme örnekleri gibi eski liman alanını, İstanbul’u turistik bir cazibe merkezi haline getirecek seyir terminali, otel, alışveriş merkezi, kültür ve dinlenme tesisleri gibi karma kullanıma yönelik bir projeye konu edecek bir yarışma düzenlemiştir. TDİ’nin 2001 yılında açtığı yarışmayı Tabanlıoğlu Mimarlık kazanmıştır. Fakat Tabanlıoğlu’nun bölgenin turizm odaklı bir ticaret bölgesi olarak yenilenmesine yönelik projesi uygulanmamıştır. Böylece liman bölgesinin dönüşümünü hedefleyen ihale de sonuçsuz kalmıştır.

Tabanlıoğlu Mimarlık’ın Galataport için önerdiği proje, bölgede bulunan mevcut bina ve antrepoların orijinal yapılarına sadık kalarak bu bina ve antrepolara yeni işlevler kazandırmayı amaçlamıştır.

Galataport projesinin kapsadığı alanın önemli bir kısmını Sedad Hakkı Eldem’in tasarlamış olduğu antrepolar oluşturmaktadır. 2000’li yıllarda yük limanın kapatılması sebebiyle boş kalan bu antrepolar Başbakanlığın özel izni ile kiralanmaya başlamıştır. Bu kapsamda 2004 yılında 4 numaralı antrepoda Türkiye’nin ilk modern müzesi olan İstanbul Modern İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) kurucusu Nejat F. Ecazcıbaşı’nın desteği ile kurulmuştur. İstanbul Modern’in açılması liman bölgesinin dönüşümü ve yeni kimliği için önemli bir gelişme olmuştur. Liman bölgesinin kamunun kullanımına açılması için önemli bir adım olan İstanbul Modern, Galataport projesinin yapılmış ilk parçası olarak da düşünülebilir.

Yeni İstanbul Modern

2004’te Tophane Salıpazarı Liman Kurvaziyer Yat Limanı Uygulama imar planı hazırlanmış, bölgenin kentsel sit alanı olması dolayısıyla koruma kriterleri belirlenmiş ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından onaylanmıştır. Böylece 2005’te gerçekleştirilen ihale için zemin hazırlanmıştır.

Galataport projesi, Karaköy Rıhtımı’ndan Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Kampüsü’ne kadar uzanan 1.2 kilometrelik sahil şeridini kapsayan bir projedir. Temelde bu alandaki bütün binaların turistik ve ticari amaçlar ile onarılması yahut yıkılarak yeni binalar için yer açılmasını amaçlamaktadır. Kıyı şeridinde yapılacak olan otel, restoran ve diğer tüm ticari işletmeler ile liman bölgesinin geçmişteki dokusunun değiştirilerek, bölgenin tamamen bir turistik cazibe merkezi haline getirilmesi hedeflenmektedir.

Deniz tarafından Galata Rıhtımına bakış

Galataport Projesine dair ihale Türkiye Denizcilik İşletmeleri tarafından 24 Ağustos 2005 yılında gerçekleştirilmiştir. “İstanbul Salıpazarı-Karaköy Kurvaziyer Yat Limanı Turizm Ticaret Kompleksi” adı altında gerçekleşen ihale, yap-işlet-devret modeli çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Sami Ofer’in ortağı olduğu Royal Caribbean Cruises’un önderliğindeki konsorsiyum ihaleyi kazanmıştır. İhale, 2 Haziran 2005 tarihinde TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, liman bölgesinin yenilenmesine yönelik çıkan planların yasalara, şehircilik bilimine ve kamu yararına aykırılığı dolayısı ile iptal ve yürütmenin durdurulması istemiyle dava açmıştır. 7 Aralık 2005 tarihinde ise dava edilen planlar hakkında Danıştay 6. Dairesi, planlama yetkisinin Özelleştirme Yüksek Kurulunda olması nedeni ile yürütmeyi durdurma kararı verilmiştir ve verilen yürütmeyi durdurma kararı ile iptal edilmiştir. İhalenin iptal edilmesi kararı ile birlikte Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından yeni bir imar planı oluşturulması için çalışmalara başlanmıştır. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nca yapılan ve Salıpazarı Kurvaziyer Limanı Projesi adı ile açılan ikinci ihaleyi Doğuş Grup kazanmıştır.

Galataport sahil görünümü

Ocak 2014’te Doğuş Grup Bilgili Holding’e bağlı BLG Capital ile Galataport projesi için ortaklık gerçekleştirerek proje alanın geliştirilmesi ve işletmesinden sorumlu “Salıpazarı Liman İşletmeciliği ve Yatırımları A.Ş” şirketini kurmuştur. Şubat 2014’te TDİ ile yapılan devir sözleşmesinin ardından liman sahası bu şirket tarafından devralınmış ve proje için çalışmalara başlanmıştır. Yerli finansmanın yanı sıra proje kapsamında Karaköy’deki tarihi binalara yönelik otel projelerini gerçekleştirmek üzere Hong Kong kökenli Peninsula Hotels, yüzde 50 hissedar olarak otel projelerine dahil edilmiştir.

Galataport’tan Boğaz’a bakış

Galataport projesinin, inşaat sürecinin başlamasıyla birlikte proje kapsamında önemli yıkımlar meydana gelmeye başlamıştır. İlk yıkımlar Şubat 2016’da nargileciler ve antrepolar ile başlamıştır. Daha sonra Şubat 2017’de Cumhuriyet tarihinin en önemli yapılarından biri olan Karaköy Yolcu Salonu yıkılmıştır. Nisan 2017’de ise Osmanlı’nın ilk anıtsal betonarme yapılarından biri olan Eski Paket Postanesi, cepheleri haricinde tamamen yıkılmıştır. Bu yıkımlar kamuoyunda önemli tartışmaları gündeme getirmiştir. Özellikle yıkılan binaların yeni ticari işlevler kazanarak tarihi iç mekanlarını tamamen kaybetmesi ve proje alanı ve geri sahasındaki Merkez Rıhtım Han, Çinli Rıhtım Han, Nusretiye Saat Kulesi gibi diğer önemli tarihi yapıların akıbeti önemli gündem maddeleri olmuştur. Bu bağlamda, Galataport projesi gibi kentsel sit alanı ve kıyı alanında bulunan kentsel mekanlarda yenileme, iyileştirme ve dönüştürme projeleri uygulanırken öncelik, mekandan maksimum ticari metrekare alanını sağlamaktan çok, kamu önceliği ve kent dokusunu bozmamak olmalı ve buna yönelik bütüncül projeler üretilmiş olmalıydı…

Galataport iç kısımdan görünüş

Bugün, projenin liman bölgesinde yaratabileceği dönüşüm, proje henüz bitmemiş olsa dahi bölgede etkisini göstermeye başlamıştır. Bölgede birçok otel inşası başlamış ve ayrıca önceden beri ikamet eden küçük esnafın üzerinde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Örneğin ara malı ticareti yapan esnaf, yerini daha çok kafe-restoranlara ve butik otellere bırakmaya başlamıştır. Yani proje henüz bitmese dahi bölgenin yerel dokusunda ve mekansal kullanımda değişimler baş göstermiştir.

Bu mega projelerin hem ekonomik hem de çevresel anlamda etkileri dolayısıyla doğru yatırımlar olup olmadığı konusu tartışmaya açıktır. Galataport’ta olduğu gibi çoğunlukla özelleştirme pratiği olan kamu özel sektör ortaklığı modeli ile gerçekleştirilen projeler, devletin ekonomideki yerini küçültürken kamu harcamalarında da yatırımların kısılmasını sağlamaktadır.

Bu model ile özel sektör de altyapı alanlarına girmeye başlamaktadır. Fakat Galataport’ta da uygulanan kamu özel sektör ortaklığı modeli aynı zamanda doğal ve kültürel alanlara verebileceği zarar, kamusal alanların belirli sermaye gruplarına verilmesi, projelerin üretilebilmesi adına birçok yasal değişikliğe başvurulması, kamu maliyesine yüklenen riskler gibi problemleri de beraberinde getirmektedir.

Galataport projesinin bölge ve yerel dokuya etkisi düşünülecek olursa, bölgede gerçekleşecek olan mekânsal dönüşüm, soylulaştırma, yerinden etme, rant sağlama gibi unsurları içermekle birlikte, küresel kent olma kararı almış bir kent için adeta kaçınılmaz ve tamamlayıcı bir unsur halini de almıştır.

KALSEDON TAŞLI KÜPELER -Başlangıç

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, Doğu Roma eserlerinin sergilendiği salonlarda, bir camekân içince korumaya alınmış olan altın ve kıymetli taşlardan yapılma takılar arasında, turkuaz mavisi kalsedon taşından yapılma bir çift küpeyi, Roma Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Santo Mazzaro, lüks düşkünlüğünün ötesinde, hayranlık ve merak dolu bakışlarla izlemekteydi.

Geçmişin her noktasında, herkese ait, her şeyi bulma umudu taşıyan her arkeolog gibi, bu “şeylerin” sahiplerinin çoktan öldüğünü ve onlardan kalanların ise yalnızca onların eşyaları ve sesleri olduğunu düşünüyordu.

Kulağına fısıldayan sesin söylediği;

Beni bulamazsan, eşyalarımı bulacaksın.

Parmak izlerimiz değecek birbirine.”

Sözlerindeki anlamı yakalamaya çalıştı.

Byzantion’dan kalan bir çift küpeye yüzlerce yıl sonra dokunmak, aslında bu küpenin sahibine dokunmak, o zamanın kadınını anlamaktı. Yani amacın özü, bir kadının kulağındaki küpeyi değil, küpenin kulağına asılı olduğu kadını, küpeyi yapan ustayı, küpeyi kadına armağan eden adamı anlamaktı.

1303 yılında, Papa VII Bonifacio’nun emri ile kurulan üniversitenin “Il futuro é passato qui ” (Gelecek buradan geçti) mottosuna uygun olarak, Professor Santo Mazzaro’da, müzede hayranlık ve merakla izlediği küpenin peşine düştü.

Müzenin müdür yardımcısı Rahmi Aral ile görüşmek üzere aldığı randevuya tam zamanında giderek, salonda gördüğü 10 numaralı camekân içerisinde sergilenmekte olan, turkuaz mavisi kalsedon taşlı küpenin, müzeye nasıl ve hangi yolla gelmiş olduğuna dair bilgi almak isteğini açıkça belirtti.

Müdür yardımcısı, yasal prosedüre uygun olarak sergilenen, her bulguya ait kayıtlara ait bilgi ve belgelerden sorumlu müze arşiv yetkilisinin getirdiği dosyadan, Profesörün talep etmiş olduğu bilgileri bir kâğıda yazarak vermeden önce, sergilenmekte olan diğer, takı ve süs eşyaları ile ilgili bilgi almak üzere birkaç ay önce Atina Üniversitesi Profesörlerinden Maria Saroni’nin de kendisini ziyarete gelmiş olduğunu söyledi.

Profesör Mazzaro, müdür yardımcısından aldığı birkaç satırlık bilgi notunu okuduktan sonra, saygılarını ileterek müzeden ayrıldı.

Notta yazılı olan bilgiye göre küpeler, Marmaray hattı inşa edilirken,    Sirkeci, Yenikapı ve Yedikule kıyılarında yapılan kazı çalışmaları sırasında bulunarak müze envanterine dâhil edilmişti. Diğer bilgilerde ise küpede kullanılan materyal ve ağırlığı v.s gibi ayrıntılardı.

Marmaray inşaatı kazısında; 36 gemi, liman, sur, tünel, kral mezarı ve 8.500 yıl öncesine ait ayak izleri ile birlikte, toplamda 11 bin bulgu ve eser yeryüzüne çıkarılmıştı.

Profesörün, tarihin akışını değiştirecek olan bu kazılardan haberi vardı ve esas olarak iştahını kabartanda bu bilgilerdi. Müzenin sorumluluğu altında yapılan kazı çalışmaları nedeniyle, buraya gelen pek çok bilim insanından biride kendisiydi. İstanbul’a başka nedenlerle yaptığı bazı araştırmalar için birkaç kez daha gelmişti.

Alanındaki çalışmalarda, özellikle Doğu Roma’nın başkenti İstanbul ve imparatorluğun Anadolu coğrafyasının sunduğu bulgular ve kaynaklar sınırsız olduğu kadar, zaman içerisinde yapılan araştırmalarla artmaktaydı. Ancak denebilirdi ki, halen yer altındakiler, yeryüzündekilerin çok daha fazlasıydı.

Belki tüm olayları baştan anlatmam daha doğru olacaktır.

Ara sıra gittiğim “Beyoğlu Kitapçısı” adlı Yüksek Kaldırım’daki sahaf dükkânında, kendisiyle konuşmaktan keyif aldığım sahibi Gürsel beye, bir çay içmek için uğramıştım. Yoğun iş trafiği arasında bana zaman ayırarak karşılıklı oturup çaylarımızı yudumlamaya başladığımızda, eliyle dağılmaması için bir hediye paketi özeniyle bağlanmış kâğıt demetini işaret etti. Soru soran gözlerle baktığımı görünce;

“Tam senin aradığın, bir arkeolog olan İtalyan profesör tarafından kaleme alınmışlar.”

“Hayrola, burada ne arıyor?”

“Birileri getirip bıraktı. İstedikleri bedelde ancak çerez parası kadar olduğundan derhal ellerinden aldım. İlk görende sensin, bunları götür bir incele bakalım, gördüğüm kadarıyla İtalyanca ve Latince kaleme alınmışlar.”

“Peki üstat, götürmesine götüreyim de, işin ederi ne olacak? Bir de onu söyle de bilelim.”

“Değerini sen biçersin artık.”

Karşılıklı içtiğimiz çaylar bitince, işyerini fazla meşgul etmemek ve merakımı biran önce gidermek için izin isteyip kalktım.

Tünel’e çıkmak için dik yokuştan hızlı adımlarla yürürken, hep yaptığı gibi Gürsel Bey’in yine topu bana paslamış olduğunu ve istediği fiyatın ne olacağını düşünüyordum.

Naylon bir torba içerisine koyduğum notları, eve dönerken vapurda bakmak için torbadan çıkartıp kucağıma koydum. Ama bağlı olduğundan açmaya cesaret edemedim. Hava elverdiğince vapurun arka tarafında bulunan güvertede oturmayı tercih ettiğimden bu seferde aynı yerdeydim. Hava hafiften esintili olduğundan rüzgârda dağılıp uçuşabilir ya da herhangi bir sebeple ummadığım bir sürprizle karşılaşabilirim kaygısıyla, notların en üstteki sayfasına baktığımda; İtalyanca ve Latince olarak:

“Note sull’arte e l’estetica Byzantium.”

A scrivi Professor Dottor Santo Mazzaro.

“Mammalia postea cultus Domini ad Byzantium

Santo Mazzaro et doctor, qui librum scripsit,

“Bizans Sanatı ve Estetiği Üzerine Notlar”  Yazılı olan kapak sayfasını gördüm. Gerçektende Gürsel beyin söylediği gibi, tam aradığım cinsten bir kitabı galiba bulmuştum. Eve dönüp, çalışma odamdaki masanın üzerinde bağını özenle çözdüğüm notları okumaya başladım. Kaliteli bir dolma kalem ile yazıldığı belli olan notları okudukça da heyecanlandım. Metin o kadar sürükleyici bir biçimde yazılmıştı ki, insan bir defa okumaya başlayınca bir daha elinden bırakmasına olanak yoktu.

Bütün gece sabaha kadar, uykuyu filan hiç hatırlamadan, âdeta nefes bile almadan, metni okuyup bitirdim. Son sayfayı kapattığımda, soluk soluğa idim. Bu metin gün ışığına çıkmalı mutlaka diye düşündüm.

Metnin bir arkeolojik bilgi içerikli kitaptan çok bir romanı andırdığı dikkatimi çekti. Bende öyle olmasına karar vererek dilini Türkçeye aktarırken, üslubuna hiç dokunmadım.

Kitabın üzerinde çalışmamı sürdürürken birden aklıma ben bu işi yapıyorum ama kitabın asıl yazarı olan Profesör Santo Mazzaro, acaba kimdir ve şimdi nerede ne yapıyordur, eğer herhangi bir vesileyle kitabı görse ne olur gibi sorular kafamı kurcalamaya başladı. Sonunda, iyisi mi ben önce Profesörün kim olduğunu ve nerede bulunduğunu öğreneyim, sonrada durumu anlatayım. Ancak o zaman ben bu işe devam edebilirim diye düşündüm.

Yine kalkıp Gürsel beye ziyarete gittim ve karşılıklı çaylarımızı yudumlarken durumu anlattım;

“Üstat verdiğin el yazmalarını nefes almadan okudum, okudukça da heyecanım arttı ve sonunda bu elyazması notları hak ettiği şekilde kitaplaştırma isteğindeyim. Ama önce bunu kaleme alan profesörü bulmalıyım. Ne kadar internet sitesi varsa karıştırıp durdum ama bir sonuca varamadım. Senin bu işlerdeki engin görüşüne göre ne yapabilirim, bana bir yol gösterebilirsen inan beni çok mutlu edersin.”

“Bana şu profesörün adını bir söylesene, üniversitede ders veren birkaç hocayla konuşayım; birinden biri nasıl olsa adını duymuştur.”

“İyi olur. Sonucu almak için önümüzdeki hafta yine sana uğrayıp bir çayını içerim artık.”

“Ne demek burası senin, istediğin zaman gel ama senin iş biraz zaman alabilir. Sen iyisi mi on beş, yirmi gün sonra uğrarsın.”

“Pekâlâ, nasıl istersen, o halde bana müsaade.”

Gürsel beyin söylediği gibi yaklaşık bir ay sonra gittiğimde, istediğim bilgiyi elde etmişti.

Roma Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Profesörü olan Santo Mazzaro, ne yazık ki 2007 yılında ölmüştü. Bundan sonrası bana kalıyordu.

Üniversite ile iletişime geçerek, profesör hakkında önemli bir bilgi daha elde etmiştim. Laura adında akademisyen bir kızı olduğunu ve American University of Cyprus Larnaca’da görev yaptığını söylemişlerdi.

Vakit kaybetmeden o üniversite ile de iletişime geçerek Laura Mazzaro’yu sormuş ve kendisine derdimi anlatabilme imkânı bulmuştum.

Birkaç kez telefonla konuştuklarımızı şöyle özetleyebilirdim:

Laura Mazzaro’nun, babasına ait el yazması notlardan haberi vardı. Ancak babası ölümünden önce İstanbul’a yaptığı seyahatlerin birinde bavulu uçakta kaybolmuştu. Hava Yolları uzunca bir arayıştan sonra bavulu bulamamış ve Profesör öldükten sonrada, kızı bu işi unutup gitmişti.

Aradan geçen bunca zamandan sonra, benim konuyu açmam ve el yazmalarından söz etmeme rağmen pek fazla ilgilenmemişti. Bunların bana nasıl ulaştığını merak etmediğini ve ne şekilde bana ulaşmış olursa olsun, bütün söz hakkının bana ait olduğunu, ne istersem yapabileceğim konusunda bana izin verdiğini de açıkça belirtmişti.

Kafamı kurcalayan bütün sorulara gerekli cevapları ve söz hakkını aldıktan sonra, kitabı tamamlamak için gece gündüz çalışmaya başladım.

Modern dönemin bakış açısıyla mucizevi ve doğaüstü unsurlar ile fiziksel ve günlük kavramların bir arada kullanılması biraz garip gelebilir. Hepsinden öte nihayetinde dünya üzerinde pek çok kutsal başkentle birlikte siyasi ve ekonomik manada daha güçlü, başkent hüviyeti taşıyan pek çok şehir vardı, fakat geniş bir şehir yerleşiminin Konstantinopolis gibi her iki unsuru da bünyesinde taşıması oldukça nadir bir olaydı. Ortaçağa has hurafelerin gerçek siyasi ve sosyo ekonomik manzarayı belirsiz hale getirdiği için bütün bu efsanelerin ve destanların gerçekliğini reddetmek kolaydır.

Öte yandan bu unsurlar ortaçağda Bizans halkı içinde oldukça önemliydi. İşin aslı Konstantinopolis’in yöneticileri, bu unsurların kök salmasına ve şehrin etrafında uhrevi bir atmosferin bulmasına önayak olmak için zahmete girdi. Elbette bu efsaneler, idealize edilenler ile gerçeklik arasında var olan pek çok farklılığı maskelemekteydi, fakat yine de bu durum onların sahip olduğu önemi azaltmıyordu.

Konstantinopolis’in bin yılı aşan bir süre boyunca varlığını koruma hususunda elde ettiği başarıda ana faktörde buydu. Efsaneler buharlaşıp uçtuğunda güç ve zenginlikte uçup gitti.

Bundan sonra okuyacağınız satırlar, profesörün kaleme aldığı el yazması notlarından yola çıkarak yaptığım çalışmanın ürünüdür.

KALSEDON TAŞLI KÜPELER – Ön Deyiş

“Önce kadın insan, erkek hayvan olarak algılandı. Sonra kadın, tanrılığa terfi etti, erkek ise insan olmaya. Daha sonra erkek de tanrı oldu ve kadın tanrıyla birlikte dünyayı gökyüzünden yönetti. Sonunda erkek tanrı, kadın tanrıyı gökten aşağı attı ve dünyayı tek başına yönetmeye başladı. Böylece erkek, gökte tanrı, kadın yerde insan oldu.”

1. BÖLÜM

Adriyatik kıyılarındaki Zara limanından yelken açan Haçlı filosu, Konstantinopolisten yaklaşık üç fersah uzaktaki Ayios Stefanos (Ayastefanos) Manastırı’na ulaşmıştı.

Hükümdar II.Mehmed’in henüz Avrupa’da “Grand Turco” (Büyük Türk) olarak anılmasından ve çağ açıp kapatan hükümdar olarak tanınmasından yaklaşık 250 yıl önce Haçlı Orduları Konstantinopolis kentine girdiler.

Haçlılar, Konstantinopolis kentini yağmaya ve yıkmaya gelmişlerdi. Papa III. Innocentius’un Hristiyan birliği düşü, Venediklilerin ve Avrupalı kral ve prenslerin aç gözlülüğü, sıradan Batılıların dinsiz Doğu’ya duyduğu nefret ve Bizans prenslerinin birbirleriyle olan rekabeti, Konstantinopolis’in felaketi olmuştu.

Büyük bir dünya imparatorluğu imgesinin yok olup, yerini bağnaz bir Bizans kimliği taşıyan küçük bir devlete bırakması için 57 yıllık istila dönemi yetmişti.

Kent hiçbir zaman eski haline kavuşamadı. Kamu alanlarını bezeyen bütün anıtlar, revaklar ve Hipodrom talan edildi. Kentte hiçbir yapım etkiliğinde bulunmayan Haçlı işgalciler yalnızca bazı Bizans kiliselerini Latin kültürüne tahsis etmişlerdi. Başkentin denetimi altındaki her yerde, Bizans sanatı felakete uğramıştı.

1261 yılının en sıcak yaz gününde, İmparator Mikhael VIII. Paleologos altın kapıdan geçerek kente girdi ve başkent Konstantinopolis’i ele geçirerek Latin istilasına son verdi.

İmparatorların yapım etkinlikleri her zaman kentin refah içinde olduğunun göstergesi değildi. Önemli yapıları onarma ve yenileme çabaları, yaşayan canlıları betimleme yasağının ardından, artık azizlerin figürlerinin yerlerini, manzaralardan, hayvanlardan, ağaçlardan, çalılardan, çiçeklerden ve geometrik desenlerden oluşan doğalcı bir dil almıştı.

Latin istilasının son bulduğu yılın sonbaharında başkent Konstantinopolis’te doğan bir bebeğe, annesi ile babası Minokta adını vermişlerdi…

Minokta, kendi güzelliğine hayran bir genç kızdı. Vücudunun tüm estetiğini, kadınlığının dayanılmaz çekiciliğini sergilemek ve kendini gösterebilme arayışları içerisindeydi. Bunu yapabilmenin çok zor hatta imkânsız olduğunu, içinde bulunduğu yaşamsal düzenin kadınlar için ne kadar kısıtlandığını ve kadını görünür olmaktan uzaklaştırıldığını bilen Minokta bunu aşmanın bir yolu olduğunu, bir yolunun bulunabileceğini düşünmekteydi. Tüm erkeklerinde bunu ister görünüp, kadının olmadığı bir yaşamın kabul edilmesinin de işleri zorlaştırdığının farkındaydı.

Kadınların varlığının ve görünürlüğünün yadırganmadığı hatta istenilmesinin de ötesinde, şiddetle arzulandığı yerleri ve bunun için neler yapabileceğini gümüş bir yüzeyde çıplak bedeninin yansımaları seyrederken hayal ediyordu.

Kendisini, erkeklerin önünde vücudunu yarı çıplak bırakan, parlak ve renkli kumaşların sardığı kıyafetlerle bir yılan gibi kıvranarak raks ederken düşündü. Kim bilir ne kadar çok arzulanacaktı, oysa burada değil de başka bir yerde kendisini görseler, görmemezlikten gelecekler hatta görmemek için kafalarını çevireceklerdi.

Arp ya da lir çalan bir kadın olsa, kadınlardan önce tüm erkekler kendisini dinlemeye gelecekler, sonrada alkışlarla yücelteceklerdi. Oysa dışarıda tanımazlardı bile.

Zaman içerisinde, yaşayan canlıları betimleme yasağı tavsamış ve çeşitli insan ve canlı figürleri eskiden olduğu kadar yaygın olarak kullanılmasa da, sanat ve süsleme alanındaki örnekleri görünür olmuştu. Baskı ve korkudan gizlenmiş dinsel motifler, ikonalar yeniden ortaya çıkmaya başlamış ve yerlerini almaya başlamıştı.

Sonra aklına başka bir yol geldi. Kadınlarında yapabileceği, kendisini gösterebileceği bir başka alan daha vardı. Hem kendilerini görünür kılabiliyor hem de vücutlarının güzelliğini ve estetiğini sergileyebiliyorlardı. Mozaikleri hiç böyle düşünmemiş, böyle görmemişti. Oysa ne kadarda elverişliydi. Kadını görünür kılmak ve estetiğini sergilemek, içinde bulunduğu yaşamsal düzenin kısıtladığı alanları geri kazanabilmenin de bir adımı olabilirdi.

Mozaik yapmak istemesinin iki yönü vardı, öncelikle mozaikler pek çok alanda kullanılan bir yapı elemanı oluşunun ve süsleme işinin, kutsal tasvirlerle de dini alanların görselliğine katkı sağlaması nedeniyle tercih edilirliği yüksek olan bir çalışma imkânı sağlıyordu. Diğer yönü ise sağladığı görselliğin merkezinde her ne kadar dini motifler olsa da esas olarak süslemelerde tercih edilen kadın figürü ve onun sağladığı estetik yönüydü. Hatta öylesine aşırı olanları vardı ki, çıplak kadın görüntülerinin yer aldığı bu mozaikler gizlenmeden, saklanmadan varlıklı insanların yaşadığı evlerde veya spor alanlarından tiyatrolara değin benzeri yerlerde yüksel bir zevki temsil etmesi nedeniyle tercih edilmekteydi.

Yaşam açısından kadının ne kadar görünmezliği istense de iş, mozaik, heykel, seramik gibi alanlara gelince nedense insanların baskıcı tutumları birden yok oluveriyordu. Minokta bu işin nedenleri üzerinde fazlaca kafa yormaya pekte niyeti değildi. Onun tek istediği, tüm arzularını gerçekleştirebilmesine olanak sağlayacak mozaik yapmayı öğrenmek ve kendisini, kendi güzelliğini ve tüm kadınların dişiliğinin estetiğini gözler önünde sermekti.

Bunu yapmak istemesinin bir nedeni daha vardı, yaşam kadınlardan önce genç erkekleri tercih edilir kılmıştı.

Minokta bu yaşamsal tercihi değiştirmeye uğraşmasının bir anlamı olmayacağını biliyordu, çünkü bu tercih hep var olacaktı. Onun uğraşmak istediği ise kadının görünür olmasıydı. O şöyle düşünüyordu, kadın yaşamın içinde yer almalıydı. Her yerde görünür olmalıydı hem de an alımlı, en güzel, en estetik haliyle.

Bu düşüncelerini kimseyle paylaşma niyeti yoktu, şimdi yapması gereken tek şey, mozaik yapmayı öğrenmekti.