BABA VE PİÇ

Dünya üzerinde milyonlarca okuyucuya ulaşarak, üzerlerinde derin bir iz bırakıp, hayran kitlesi oluşturmuş yazı sanatının ustaları, geçmişte de günümüzde de sahip oldukları etkileri elde edebilmenin ve koruyabilmenin yolunu, tutarlılıklarını ve yaşam alanındaki inandırıcılıklarını sürdürülebilir olma yetileri sayesinde kazanabilmişlerdir. Okuduklarımızın her biri edebiyat harikası olmayabilir, zaten onların birer sanat şaheseri olup olmadıklarını tanımlanmakta da çok zordur, geçmişten bu günlere kadar gelen ve isimleriyle hayranlık uyandırabilenler gelecekte de tüm insanlar üzerinde aynı etkiyi uyandıracaklardır. Bizim sözünü ettiklerimiz ise günümüzde isimlerini duyuran ancak tutarlılıkları ve yaşamdaki inandırıcılıklarının tartışılabileceği, evrensel olmaya çalışan ancak yazdıklarının birkaç yabancı dile çevrilmesinden öteye evreselleşemeyen, aslında ulusal bile olmakta zorlananlar içindir.

Yaşamdan kopuk, oturduğu yerden dünyayı tanımaya çalışan ve edindiği izlenimlerle hareket eden bir yazarın bize söyledikleriyle, o yaşamı sonuna kadar yaşayarak duyduklarını ve hissettiklerini bize aktaran bir yazar hakkındaki tutarlılık ilkesini nasıl ve ne şekilde yorumlarsınız? Gerçekçilik veya türevleri olan edebi akımlara bağlı olarak tanımlamaya çalışmamaktayım tutarlılık denilen ilkeyi, basitçe ifade edebilmek üzere, ayakları yere basmak da diyebiliriz buna. Tüm sanat dalları için aynı ilkeyi evrensel bir ölçü olarak kullanabiliriz, herhangi bir sanat dalında eser olabilme vasfını kazanabilen ne varsa, ayaklarının yere sağlam basması sebebiyle dünyanın her yerinde bu sıfata layık görülmekte ve varlığını sürdürebilmektedir. Bunun aksine olan ne varsa, zaman içerisinde çöplüğe gider ve hiç kimse adını dahi anımsamaz. Yıllardır dinlenen müzikleri, okunan kitapları, hayranlıkla seyredilen resimleri, fotoğrafları, heykelleri, izlenen filmleri, tiyatroları, operaları, baleleri ve daha ne varsa tümünü düşünecek olursanız, insanlık adına birer kaya gibi ayakta durarak varlığını sürdürebilenlerin hangileri ve neler olduklarını daha iyi anlayacaksınız. Elbette tek bir ilkenin varlığından söz etmiyoruz, belki onlarcası yan yana gelerek böylesine kalıcı ve adı kuşaklar boyu unutulmayan sanat eserlerinin oluşumuna etki etmektedirler ancak ne olursa olsun sağlamlık ve tutarlılık ilkesi en başta gelenidir bence. Şimdi bu gözle, evrensel olabilmek adına romanları başta Türkçe olmak üzere on beşten fazla dile çevrilen Elif Şafak’a ait 2006 senesinde yayınlanmış olan Baba ve Piç Adlı romanı, okumamız üzere bizlere sunulmuş olduğuna göre eleştirerek, orasını burasını didiklemeye başlayabiliriz. Bütün yazılanların, bir zamanlar Kalamış’ta şizofreni ayakkabı boyacısı olarak yaşamını sürdüren Boyacı Aydın tarafından ayakkabı boyarken anlatılan hikayeler ile Doktor’un Huzur adlı çay bahçesinde yüksek sesle nasıl mastürbasyon yaptığını anlattıkları arasındaki benzerlik çok dikkat çekici olup yoruma fazlasıyla açıktır. Meraklısı için de kısa bir not verelim, Elif Şafak hanımefendinin İngilizce olarak yazdığı romanlar bir çevirmen aracılığıyla Türk dili ve edebiyatına kazandırılmaktadır.

BABA VE PİÇ

I.Bölüm

TARÇIN

Romanı, gözlerimizin önünde canlandırabileceğimiz bir film senaryosu gibi algılamaya çalışarak, ilk sahnede karşılaştığımız kişi Zeliha’yı, kuzguni kıvırcık saçlı, zümrüt yeşili gözlü, burnuna taktığı pırıltılı hızması, uzun boylu, göz alıcı renklerde mini etekler, iri göğüslerini meydana çıkaran daracık bluzlar, parlak naylon çoraplar ve bir karış topuklu ayakkabılar giyen cevval ve 19 yaşında alımlı bir kadın olarak tanıyoruz. Yağmurlu bir temmuz ayının ilk Cuma’sında İstanbul sokaklarında yürüyerek gitmekte olduğu doktor randevusuna, önünden geçmekte olan taksiciyle yağmur altında dalaşmaktan geri kalmayarak ve peşinden gelen herkesin kendisini taciz etmeye kalkacağını varsayarak, bastığı kaldırım taşının arasında sıkışıp kalan ayakkabısının topuğu kırılır. Yolda bulduğu ölü bir kuşu tutar gibi şefkatle bakakalır avuçlarındaki kırık ayakkabı topuğuna. Tek topukla zar zor yürüse de, çok geçmeden eski Galata Köprüsü üzerinden geçerek acelesine rağmen Kapalı Çarşı’da vitrinlere göz atmaktan kendini alamaz ve bir sigara yakarak yoluna devam eden Zeliha, tanıdığı bir çok satıcıların olmasına rağmen o gün özellikle yüksek topuklu ayakkabılar aldığı dükkanlardan herhangi birisine uğrayıp ta nedense topuğu kırılan ayakkabısının yerine bir başka çift almaz. Doktora giden hanımlarımız ellerinde kırık topuklu ayakkabılarıyla yollarda sekerek yürümekten ve kırık topuklu ayakkabılarıyla muayene olmaktan ayrı bir haz mı duymaktadırlar acaba? Aksine türlü türlü otlar ve baharatlarla dolu kavanozlarla çömleklerle ve şişelerle kaplı bir tezgahın önünde durarak biraz çubuk tarçın alır ve sonra gözleri raflarda dolaşırken ince, narin kaşıklı, sırça tabaklı, belleri yaldızlı kuşaklı cam çay bardaklarından bir takım almaktan da zarar gelmeyeceğine karar vererek geç kaldığı randevusunun Jinekolog Doktoru ile olduğunu ve kürtaj için gitmekte olduğunu anlıyoruz. Yarım saat sonra şık bir doktor muayenehanesine bir elinde kırık topuğunu tuttuğu ayakkabısı diğerinde yeni çay bardağı takımını tutarak dalan Zeliha, yağmur yüzünden kırk altı dakika geç kaldığını ve kürtaj olmak üzere geldiğini, bekleme odasındakilere inat, yüksek sesle, her Türk kadını gibi, sekreter kıza çemkiriverir. Tuttuğu nefesi boğuk bir hıçkırık olarak dışarı çıkan Zeliha’nın yanına gelerek bir yandan eldivenlerini eline geçirip bir yandan teselli etmeye çalışan doktor, kürtaj için karar vermesini sağlamak üzere beklerken, Zeliha “Düşünecek bir şey yok. Onu doğuramam.” der. Doktor başını sallar aynı anda en yakın caminin ezanı odaya dolar. Orada öylece yatmış yankıları dinlerken canı biber dolması çeken Zeliha’nın akşam yemeğine geç kalacağı gelir aniden aklına. Çok geçmeden morfinin etkisiyle kendinden geçen Zeliha, belli ki tıka basa araba ve yaya dolu eski Galata Köprüsü boyunca ilerlediğini hayal eder, balıkçıların oltalarının ucuna hep çiğ pembe solucan takarak balık avlamakta olduklarını zanneden Zeliha, hareketsiz balıkçılara değmemeye çalışarak yoluna devam eder. Aniden morfinin etkisi geçince yattığı yerden durun durun diye bağırmaya başlar Zeliha, “Lütfen durun!” “Aman nihayet! Demek kendinize gelebildiniz!” der sekreter. Kürtaj için Zeliha’nın karar vermesini bekleyen doktor emin olamadığından operasyondan vaz geçtiğinden, “Yani şimdi gitmedi mi…” diye mırıldanır. Karnına dokunur usulca ve “Demek kızım hala orada…” der, Zeliha. Bir elinde ayakkabısının kırık topuğu ve diğerinde yeni çay bardağı takımının kutusuyla sokağa çıkan Zeliha topallaya topallaya evinin yolunu tutmasının sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Mağdur kadın rolünü başarıyla oynamaya soyunan Zeliha Jinekolog Doktorun muayenehanesinden çıkınca bizim yaşantımızda hiçbir anlamı olmayan fakat Amerikalılar için bir anlam ifade edebilecek olan gümüş bir olta satın alarak balığa giderim artık diye düşünmektedir. Temmuz ayının bu ilk cuması eve gelen Zeliha yemeğe oturur oturmaz bir şey yemediğini hatırlayarak aslında canı biber dolması çektiği halde hızla gövdesine bir çörek indirir ve bir bardak ayran koyar, bir dolma daha alır önüne. İçinde giderek büyüyen ifşa arzusunu salıverir ortalığa gaz çıkartır gibi, “Bu gün jinekoloğa gittim…” der, iyice anlaşılmadığını düşünerek daha belirgin bir cümle kurar “Bu gün kürtaj olmak için jinekoloğa gittim.” diye tekrar eder. Masa başında yemek yenilen ortamda bu açıklamadan sonra şok geçirmekte olan aile efradına, karnında büyüyen pıhtı olarak tanımladığı varlığı aldırmaya Allahü Teala tarafından gönderilen bir mesajla kıyamadığını sesini yükselterek söyler. “Sonra…” Hikayesine devam eder Zeliha, duyduğu esrarengiz ve ulvi ses şöyle buyurur: “Ey Zeliha, bırak rahmindeki çocuk yaşasın! Şimdiden bilemezsin ama bu çocuk büyüyünce lider olacak. Padişah olacak!” “Senin işlediğin günahlara rağmen, sana rağmen herkese örnek olacak bu çocuk. Sırf Ortadoğu, Balkanlar değil, bütün dünya duyacak evladının adını. Bu kız çocuğu kitleleri peşinden sürükleyecek ve insanlığa barış ve adalet getirecek!” Sanki VIII.Henry’nin, Emma Boleyn’den olma İngiltere tahtına çıkan kızı Kraliçe I.Elizabeth gibi… Ailenin bütün erkekleri nedense yazılı olmayan bir kurala uyarcasına aniden vakitsiz ölüvermiş olmalarına rağmen hayatta kalabilmeyi başaran Zeliha’nın ağabeyi Mustafa’yı doğduğu andan itibaren tüm sülaledeki lanetten korumak için bir dizi tedbir alarak büyütmüşler fakat ne hikmetse 20 yaşına bastığında olabildiğince uzağa gönderme kararı alarak Ziraat ve Biyosistem Mühendisliği okumak üzere Arizona Üniversitesine postalamışlardır. Tıpkı yazarın yaşamının bir bölümünü geçirdiği yerler olduğu gibi.

II.Bölüm

NOHUT

Ermeni bir kocadan boşanmış, fakat kendisi Ermeni olmayan, Rose ile tanışıyoruz. Bir süpermarkete alışveriş için giren, arabasını park edip içerisinde bebeğini bırakacak kadar salak olan Rose, Arizona’daki süper market raflarında bakın neler buluyor, Tereyağlı Danimarka Kurabiyeleri, Rengarenk Meyveli Turtacıklar, Siyah Meyanköklü Şekerleme Topları, Sarımtırak Akide Şekerleri… (Hacıbekir’den ithal herhalde) vee Babaganuş ayrıca Patlıcan sosları ile yaprak salamurası. Fakat anlaşılamayan bir şekilde arabasına binip yolda ilerlerken içini çekip ağzına lokum atar. Bu arada en sevdiği yemeklerden birisinin de Nohut Yahnisi olduğunu öğrenmekteyiz bir Ermeni olan kocasından nefret eden Rose’un. İyi ki Topik değil sonra nasıl açıklanabilirdi ne olduğu. Bir de topik tarifi verilecekti herhalde ileri bölümlerdeki aşure tarifi gibi. Durun durun bu aşure tarifi konusunda, bir Anadolu tatlısı olan aşurenin aslında farklı farklı olan yiyeceklerin bir araya gelerek oluşturduğu yepyeni lezzet gibi romanında aynı etkiyi uyandırdığından söz edilmiş roman hakkındaki kimi eleştirilerde. Rose’ un sahip olduğu kadın anatomisi hakkındaki bilgilerinden de istifade ederek, armut ve elma biçimli kadınlar olduğunu fakat lise düzeyindeki biyoloji derslerinde bu bilgilerin yazarımıza öğretilmemiş olduğunu bizlere kakalamaya çalıştığı kadınsal özelliklerin tanıtımının yapıldığı, gazete bayilerinde satılan kadın dergilerinden kopya edilmiş olan paragraftan hiçbir anlamı ve gereği olmadığı halde kitabın 46.sahifesine kopyalanmış olması sebebiyle muttali oluyoruz. Rose’ u tanımaya başladıkça daha da matrak bilgiler ediniyoruz hakkında. Ziraat ve Biyosistem Mühendisliği okumak üzere ailedeki erkekleri koruma içgüdüsüyle Arizona’ya postalanmış olan Zeliha’nın ağabeyi olan Mustafa nohut yahnisinin kıymetini bilen bir erkek olarak Rose ile alışveriş yaptığı süper marketin Etnik Yiyecekler koridorunda karşılaşırlar ve Rose nereli olduğunu sorunca İstanbul diye yanıt verir Mustafa. Bir Ermeni gelini olan Rose’un kocası Barsam ve ailesinin geçmişi ile diğer bireyleri hakkında edindiğimiz bilgiler doğrultusunda ailenin büyüklerinden olan Dikran Dayı ile tanışıyor ve isminin Dikran ve soyadınında İstanbuliyan olduğunu öğreniyoruz. Oysa Rose süper marketin etnik yiyecekler bölümünde karşılaşarak tanıştıkları Mustafa’nın İstanbul’dan Arizona’ya postalandığı İstanbul’un dünyanın neresinde olduğunu öğrenebilmek için üzerinde Bayraklar, İstatistikler ve Haritalar. Dünya Atlası/Ailelerin, Öğrencilerin, Öğretmenlerin, Dünya Gezginlerinin Hizmetinde yazan kısacası adına Atlas denilen kitabı kaptığı gibi dizininde İstanbul’u bularak nerede olduğunu görmek için haritaya bakar ve İstanbul’un Türkiye denilen bir ülkede bulunduğunu öğrenir, acaba evli olduğu zamanlarda hiç mi merak etmemiştir bir Ermeni olan kocası Barsam ve aile büyüklerinden olan Dikran Dayının İstabuliyan olan soyadının nereden ve ne anlama geldiğini, üstelikte evin içerisinde zaman zaman Türkçe konuşulmasına rağmen. Daha da ötesi kayınvalidesi Şuşan İstanbuliyan’ın da İstanbul’dan gelerek Amerika’da yaşadığını bildiği halde. Artık kim olduğunu bildiğimiz Mustafa’nın da Arizona’da alış veriş ettiği süper marketten neler aldığına yakinen tanık oluyoruz, Kalamata zeytini, şehriye çorbası v.s.

III.Bölüm

TOZ ŞEKER

Buzla doldurularak sulandırılmış ayranın Amerikanlaştırılmış bir ayran olduğunu öğreniyoruz ki ülkemizde ayran denilen içeceğin her daim, oda sıcaklığında içildiği gerçeğinden hareketle onun yanında renkli toprak kaplarda (sizde herhalde yeşilini, mavisini, kırmızısını görmüşsünüzdür) fasulye pilaki, (yazılı olduğu şekilde) kadinbudu köfte, karniyarik, fırından yeni çıkmış çürek ve en önemlisi, ah, en dayanılmazı bastırma (sahife 61) ve sıkı durun, burma tatlısı, bulunan antika maun masada yemeğe oturulduğunda Kaliforniya Körfez bölgesindeki Ermeni Gençlik Organizasyonu’nun düzenlediği sosyal bir etkinliğe katılmak üzere Minneapolis’ten gelen uzak kuzen Kevork Karaoğlanyan ile tanışıyor ve Ermenistan için yardım konserlerine, yıllık büyük pikniğe, Noel partisine, Cuma Gecesi Işık Partisine, Kış Galasına, Pazar Brançlarına ve Erivan’da ekoturizm yararına düzenlenen rafting yarışlarına katıldığını öğrenerek yavaş yavaş Ermenistan için hangi etkinlerin düzenlendiği ve hangilerinin bilinmesinde yarar olduğu düşüncesinin bizlerin bilinç altlarımıza yerleştirilmeye çalışıldığı, romandan ziyade şizofrenik bir hayal olarak nitelendirilecek bu kadar çok lafın ve kurgunun bir araya getirildiği taa eskilerden kalma ancak yeniden keşfedilip ısıtılarak bizlere yedirilmeye çalışılan “cut-up” tekniğiyle yazılan birer buby tuzağı olan bu satırların ne anlama getirilmek istenildiği alenen ortaya çıkmaktadır. Aslında tüm romanın ve diğer Elif Şafak romanlarının özelliği de budur, sahifeler ve satırlar arasındaki ayrıntılarda gizli olan, bilinçaltına yönelik tıpkı bir zamanlar sinemalarda gösterilen reklam filmlerinin aralarına yerleştirilen cola görüntüleri ile insanları etkileme becerisinin dahiyanece kullanılmasıdır. Yazımızın ilerleyen kısımlarında örneklerini göreceğimiz şekilde bolca kullanılmıştır bu ve buna benzer buby tuzakları ile dolu olan cümleler. Barsam Çakmakçıyan’ın eski karısı Rose, markete dalmak üzere arabasının arka koltuğuna bıraktığı kızı olan Armanuş’un adını hiç beğenmediğinden Amy demeye karar verir. Kocasının sülalesinden intikam almak üzere aklına gelen hinoğluhin fikirle süper markette tanıştığı bir Türk ile flört etmenin tüm sülaleyi bir odar’dan bile çok daha fazlasıyla çileden çıkartacağına karar vererek Mostaffa’nın yanına gider. Ermeni olmayanlara “odar” dendiği bilgisini de öğreniyoruz bu arada. Bir Türk’le çıkmaya başlayan Rose’un yaşantısında açılan yeni sahife kocasının sülalesinde de, eski eş ve torun Armanuş’un annesinin hayatına karışma haklarının olduğu kanaatini doğurmuştur. Dikran İstanbuliyan aklından geçenleri yüksek sesle dile getirir ve o masum kuzu ileride ne söyleyecek arkadaşlarına? Babamın ismi Barsam Çakmakçıyan, büyük dayımın ismi Dikran İstanbuliyan, onunda babası Yervant İstanbuliyan, benim adım Armanuş Çakmakçıyan, bütün soyağacım Filanca Falancıyan… bütün akrabalarını kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş soykırımzede bir sülalenin torunuyum amma velakin Mustafa adında bir Türk tarafından büyütüldüğüm için köklerime ihanet etmeyi öğrendim, soykırımı inkar etmek üzere yetiştirildim! Varsenig Hala araya girerek Barsam’a bana Ermenice konuşan bir Türk gösterebilir misin? Diye sorar ve devam eder, kaç Türk vardır Ermenice öğrenmiş. Hani var mı böyle Türkler? Hiç! Neden bizim annelerimiz onların dilini öğrenmiş de tersi olmamış. Kimin kime hükmettiği apaçık ortada değil mi? Sen kalk gel Orta Asya’dan dal dosdoğru Anadolu’nun bağrına, sonra bir bakmışsın her yerdeler! Orada yerleşik milyonlarca Ermeni’ye ne oldu peki? Asimile edildiler! Eridiler! Katledildiler! Yetim bırakıldılar! Sürüldüler! Sonra da unutuldular! Kendi öz kızını nasıl olurda bizim şimdi bu kadar az sayıda ve bu kadar kederli olmamızdan sorumlu olanların ellerine bırakırsın? Mesrop Mashtots mezarında döner! Böylece Mesrop Mashtots’un kim olduğunu da laf arasında öğreniyoruz, tıpkı evin duvarında asılı olan röprodüsiyonun Mardiros Saryan’a ait Çiçek Açmış Elma Ağaçları adlı tablosu olduğu gibi. Ders verir gibi yazmaktan hiç hoşlanmayan yazarın sayesinde ne kadar çok şey öğreniyoruz Ermeniler ve Ermenilik hakkında değil mi? Bizlere yedirilmek istenilen aşure hakkında olduğunu da düşünebilirsiniz.

IV. Bölüm

KAVRULMUŞ FINDIK

Zeliha’nın, karnında pıhtı olarak yağmurlu bir temmuz ayının ilk cumasında, elinde kırık ayakkabısının topuğu, diğer elinde cam çay takımı kutusu tuttuğu halde jinekoloğun muayenehanesine giderek kürtaj olmaya kalkan, ancak kulağına dolan ezan sesleriyle karnında aldırmaktan vaz geçtiği pıhtının yıllar sonra karşımıza Asya Kazancı olarak çıktığı bu bölümde, tam olarak kavrayamadığı bir Piç olduğu hakikatini 9. yaşında keşfeden Kazancı ailesinin torunuyla tanışıyoruz. On sekiz yaşına gelince de intihara kalkan fakat ölümün eşiğinden dönerek o günlerde başlayan müzik saplantısı öyle soyut değil, alabildiğine somut olduğundan tek bir müzisyene takıntı olur Johnny Cash! Türkiye’de yaşayan bir genç kızın Johhny Cash sevgisi acaba yazarımızın arabesk tutkusundan mı kaynaklanmaktadır? Keşke bu romana daha çok yakışacak olan Leonard Cohen takıntısı olsaydı. Asya Kazancı, ıstırap ruhuyla doğduğuna, nereye gitse sorun yaratacağına inanmaktaydı tıpkı Johnny Cash’in dediği gibi. Annesine neden teyze diye hitap ettiğini bölümün ileri sahifelerinde anladığımız Asya, annesinin güzelliği yanında kendisini Kuran-ı Kerim’de adı geçen Dabbet-ül Arza benzetmekteydi, ailedeki tekmil kadınlardan miras alınmış birbiriyle uyumsuz organlardan oluştuğuna inanıyordu. Gerçek teyzesi olan Banu Teyze, fal bakmakta olduğu ve sonradan köklü bir değişimden geçerek, evin içerisinde gezdiği nakışlı şallardan, kaşmir etollere, paşmina atkılara derken gevşek bağlanmış ipek türbanlara terfi ederek kendini tümüyle Yaradan’ın hizmetine adayacak, inancı gereği başını örtmeye karar verecekti. Nedamete erebilmesinin kırk birinci günü sabahında sabahleyin herkes kahvaltıda sucuklu yumurta yerken, başında vişne rengi eşarpla ortaya çıkan Banu’ya ilk tepki evin büyüğü Gülsüm Nine’den gelir “Nereden çıktı şimdi türban mürban? Yok bizim ailemizde böyle bağnazlıklar.” “Türk kadını çarşaftan kurtulalı seksen sene oldu,” diyerek tepkisini koyan Cevriye Teyze’de “Tarihin akışını tersine mi çevirmeye çalışıyorsun? Çıkar şunu kafandan!” der ama Banu Teyze Nuh demiş peygamber dememiş kafasına taktığı türbanı çıkarmamıştı. Fal tekniklerini sık sık değiştirerek en son kavrulmuş fındık okumaya başayan Banu Teyze şöhretine şöhret katmış adı “Fındık Ana” ya çıkmıştı. Zeliha ise yaşı ilerledikçe, yıllar ablalarından çok şey alıp götürmesine rağmen onu daha da güzelleştirmişti. On yıl önce, bürokratik kurumlardan ya da komuta zincirinden hazzetmediği için hem bağımsız hem de yaratıcı olabileceği içinde biraz acı barındıran, müşterilerine usul usul acı çektirmesine izin veren dövmeciliği uygun görmüştü kendisine. Açtığı dövme dükkanında kendine özgü desen koleksiyonu geliştirmeye başlamış, basmakalıp desenlerin yerine hayatın temel ilkesi olan çelişkiden ilham alarak kendi desenlerini yaratmıştı. Yarısı erkek, yarısı kadın yüzler, yarısı hayvan, yarısı insan vücutlar, yarısı çiçekli, yarısı kuru ağaçlar… Vejetaryen olabilmeye çalışan Asya Kazancı’yı, kendi çocuklarının, zenginlerin çocuklarından aşağı kalmadığını görme hırsıyla yanıp tutuşan çok sayıda orta sınıf Türk ailesi gibi Bale derslerine göndermekteydiler. Asya Kazancı bundan nefret etse de bale derslerine devam etmektedir, tıpkı Devlet Opera ve Balesi’nde dansçı olarak icrayı sanat eyleyen zenginlerin çocukları gibi.

V.Bölüm

VANİLYA

Kafe Kundera İstanbul’un Avrupa yakasında, alabildiğine dar, yılankavi bir sokak üzerinde modern ama salaş görünmeye çalışan bir kafeteryadır. Muhtemelen Cihangir cenahındakilerden herhangi biri, ya da dilimize tuhaf bir şekilde giren ve anlamakta zorlandığı ve dışlandığından ötürü kendince aşağılayarak belli belirsiz intikam duygularını tatmin etmekte olduğu “entel dantel” ifadesiyle hayat bulan semtlerinden birisinde bulunabilecek olan Kafe Kundera, henüz ne entel dantellerin sahneye çıktığı nede Cihangir veya benzeri semtlerin popüler olduğu ve sosyal yaşantının yerli yeksan edilmediği zamanların çok öncesinde bu şehr-i İstanbul’un bir başka yakasında denizle haşır neşir yaşamın sürdüğü sahillerde ve önemli caddelerinden birisinde benzerlerinin bulunduğunu yerde yaşamlarını sürdürenlerde vardı. Hiç birisi Amerikan filmlerinden öğrendiğimiz üzere Adsız Alkolikler Derneğine katılmamışlar ama başka bir yerlere katılmışlardı. Cafe Latte’nin de henüz ülkede ne olduğu bilinmediği, kendi kültürümüzle, kendi halkımızla travmatik bir karşılaşmadan korkulacak günlerin başlangıcıydı. Her tarafımız elleri silahlı adamlarla sarılı, her köşe başında birileri birilerini öldürmekteydi. Starsbourg’da 1971 yılında dünyaya gelen kız çocuğu ise gerçek medeniyet uçurumunun Türkler ile Türkler arasında olduğunu sanıyor, çok seneler sonra öğrenebildiği gerçeklerin ışığıyla bizleri aydınlatmaya çalışıyordu, İstanbul Ermenilerini, Rumlarını, Yahudilerini seneler sonrasındaysa Fırat nehri yakınlarında yaşayan insanları anlatarak. Tıpkı Asya Kazancı’nın kendi evinde bulamadığı iç huzurunu bulduğu Kafe Kundera, onun sığınağıydı. Ne giydiğine ne dediğine karışmayan insanların yanında kendini rahat hisseder, ailesinin asla ulaşamayacağı bir mükemmeliyetçiliği ona dayatmak için çırpınmazlar, onu olduğu gibi kabul ederler dahası insan denilen mahlukatın zaten özünde kabahatli, kusurlu ve düzletilemez olduğu varsayımından hareket ederlerdi. Fırat nehri yakınlarında yaşayan insanlardan bazılarının göç ederek yerleştikleri Londra şehrinde doğarak büyüyen daha öncesinde Alamanya diyarına göçerek dünyaya gelen ikincil kuşaklar gibi yaşamını sürdürenlerden birisinin seneler sonra yazılacak olan romanda, birden bire gittiği ilkokulun birkaç sokak ötesinde Victoria Dönemi’nden kalma salaş, terk edilmiş binanın genç radikallerin, punkların, anarşistlerin, nihilistlerin, çevrecilerin, pasifistlerin ve toplumdan dışlanmış ya da toplumu dışlamışların işgaline uğramış binayı bulmasıyla kendisini Asya Kazancı’nın iç huzurunu yakaladığı Kafe Kundera’nın sığınağı olduğu gibi bir Kürt çocuğu olarak Londra doğumlu olan Yunus’un işgal edilmiş binasının da ne kadar benzer yanları olduğunu anlıyoruz. Geçen zaman sürecinde yaşanan tarihsel olayları geriye dönerek anımsamaya çalıştığımızda, Ermenilerin yaşadığı dünyanın çeşitli ülkelerinde Türkleri soykırımla suçlayan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar parlamento gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmekte olduğu günlerde nedense “Baba ve Piç” romanı piyasaya çıkmış, (7 ülkede sözde soykırım, 2005 yılında tanınmıştır) 2010 yılında yaşanan Kürt açılımı ülke gündeminde çok öncesi yıllardan beridir süre gelmekte olan siyasi gündemin ana maddesini işgal etmekte olduğu günlerde de mağdur psikolojisinin en çok prim topladığı toplumuzda piyasaya çok az kitaba nasip olacak şekilde büyük reklamların eşliğinde “İskender” adlı romanı çıkmıştır Elif Şafak’ın. Ayşe Arman tarafından yapılan bir röportajda ülkemizde yaygın olan batılı eşleştirmelere atfen Elif Şafak yerli Michelle Pfeiffer olarak tanıtılmıştır bizlere. Röportajın gazete sahifelerinde sunulan fotoğraflarında dikkat çeken bir hususta, Ayşe Arman ile Elif Şafak’ın değişik fotoğraflarda, aynı ayakkabıları nedense değiştirerek giymiş olmalarıdır. Herhalde kadınsı bir tutku olarak stilettolara düşkün olan Zeliha Kazancı’yı da bir inceden anımsatmak gereğinden olsa.

VI.Bölüm

ANTEP FISTIĞI

Yaşlı erkekler tarafından kategorize edilen kadınlar (kızlar) üç ana dala ayrılmaktadırlar; okşanlar, danışmanlar ve nişanlar… Okşanlar, yatmak için ölüp bitilenler, danışmanlar ise nasıl oluyorsa akıl danıştıkları, nişanlarda bir gün evlenmeyi düşündükleri. Bir yazarın hayattan kopuk olarak kategorize etmeye çalıştığı kadınların hiçbir sınıfına girmeyen Armanuş Çakmakçıyan’ın ise mükemmeldi. Erkeklerden çok kitap tutkusu olan Armanuş’un yaşıtlarından farklı olmaması onların arasından sivrilmemesi istenmekteydi aile efradı tarafından zira Ermeniler henüz Osmanlı’nın bir parçasıyken, ilk saf dışı edilenler arasında yazarlar, şairler, sanatçılar, entelektüeller varmış. Önce “beyinlerden” kurtulmuşlar, ondan sonra gerisini sürmüşler. Diasporadaki pek çok Ermeni aile gibi Çakmakçıyanların da çocuklarından biri okumaya yazmaya fazla merak gösterdiğinde ve ortalamanın fazla üzerine çıktığında hem gurur duyuyor hem de endişeleniyorlardı. 21.yüzyılda tüm dünya üzerinde çeşitli ülkelerde yaşamlarını sürdürmekte olan Ermeniler nedense böyle bir korku duymaktaydılar. Doğru olan, bu romanın satırlarının yazıldığı günlerden sonra aradan yıllar geçmesine rağmen aydınlatılamamış ve suçluları açığa çıkartılamamış ne kadar siyasi cinayet varsa sadece ve sadece tek yanlı olarak üzerine gidilmesi gereken bir vaka olmaktan öteye, tıpkı yaşamların et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmayacak olanların düşüncesinden hareketle yakınlaştırıcı ve kaynaştırıcı bir biçimde ele alınması gerektiğidir. Tek yanlı çözümlemelerle bir sonuca varabilme yolu olmadığından en iyisi biz bu işi uzmanlarına bırakalım onlar ne diyecek bakalım fikrinin bizlere pompalandığı döneme denk gelecek şekilde ortalıkta dolaşan söyleme sığınarak tarihçiler neyi doğru söylemekteyse, tarihi tarihçilere bırakalım demekle yetinmektedir Armanuş’un üvey babası Mustafa’da. Ermeni ve Türk sorunu üzerine yapılan tarihi saptamaların alabildiğine hız kazandığı Cafe Constantinopolis chat odası ya da müdavimlerinin deyişiyle kahvesiz bir siberkafedir. Sibercafenin kurucularının en temel ortak yanları ise hepsinin bir zamanlar İstanbul’da yaşamış gayrimüslim ailelerin torunları olmalarıdır. Cafe Constaninopolis sayesinde tanıştığımız siber kişiliklerden de kimin ne kadar Ermeni olduğuna dair 15 soruluk bir testi cevaplayarak sizde ne kadar Ermeni olduğunuz hakkında en gerekli bilgileri edinebilir en doğru sonuçları öğrenebilirsiniz. (Romanın 126 ve 127.sahifeleri) Armanuş, ailesinin köklerini ve Ermeniliğini bulmak üzere iki arada bir derede yaşamakta olduğu Arizona’daki annesi ile San Francisco’da yaşayan babası Barsam Çakmakçıyan ve ailesini nasıl kandırabileceğinin yollarını da bularak İstanbul’a gitme kararı verir.

VII.Bölüm

BUĞDAY

On dokuz yaşındaki Asya Kazancı’nın hayatında olan biteni ve ne haltlar yemekte olduğunu öğreniyoruz aşure yapımındaki temel malzemelerden biri olan Buğday adlı bölümde ve anlıyoruz ki beslenmek için sadece buğday değil kenevir tohumu olması da gerekiyormuş aşkın ve seksin yanında. İstanbul’a gelmeye karar veren Armanuş, üvey babası Mustafa’nın yeğeni Asya Kazancı ile mektup arkadaşı olurlar ve İstanbul’a geldiği zamanda evlerinde kalmak için izin ister. Armanuş’un ne sebeple İstanbul’a gelmek istediğini bilmeyen Asya Kazancı “İslam ve Kadınlara Uygulanan Baskı” konulu bir araştırma yapacağını ya da “Ortadoğu’da Ataerkil Teamüller” gibisinden bir şey olduğunu sanmaktadır. Rakı,seks ve joint kokusunun hakim olduğu odadan sevişmelerinden sonra yataktan kalkarken anlatmaktadır olan bitenleri sevgilisine Asya Kazancı. Ne de olsa bir piç olan Asya Kazancı’nın ne haltlar yediğinin hiçbir önemi yoktur, ahlak ve namus tutkusuyla yaşayanlar için.

VIII. Bölüm

ÇAM FISTIĞI

Arizona’da yaşayan annesi ile San Francisco’da yaşayan babası ve diğerlerini atlatarak İstanbul’a gelip Kazancı ailesi tarafından karşılanan Armanuş Çakmakçıyan, şerefine donatılan masada, kendisine ayrılan iskemleye oturduktan sonra artan ilgiyle masadaki yemeklere bakar ve “Ne harika bir sofra,” der gülerek.”En sevdiğim yemekler. Humus, babaganuş, sarma… aaa çürek de pişirmişsiniz!” Şoka giren masadaki aile efradının merakını gidermek üzere “Do you speak Turkish?” sorusuna “Hayır. Türk dilini konuşamıyorum maalesef ama sanırım Türk mutfağını konuşabiliyorum.” Diyerek cevap verir Armanuş Çakmakçıyan. İki devlet tek ulus olan Türkler ile Yunanlıların, Türkler ile Ermenilerin, Türkler ile Azerilerin, ortak kültürümüz olan yemek ve içmek üzerine kurulu olan, çeşitlerini saymakla bitiremeyeceğimiz dünyamızda, yaşamı fethetmekten geçen yolun midemizden geçtiğinin tamda kanıtı olmaktadır Armanuş Çakmakçıyan’ın cevabı. Masa başında ilerleyen sohbette Armanuş büyük büyük babasının Ohannes İstabuliyan adlı çok meşhur bir şair ve yazar olduğunu söyler Kazancı ailesi efradına ve devam ederek ortadan kaldırılacak Ermeni aydınlar listesinde olduğunu ekler sözlerine. Bizlerin, yaşananları tanıklarından dinlediklerimizle değerlendirmeye çalıştıklarımızdan öteye geçmeyen bilgilerimiz doğrultusunda geçmişteki sırlar ortaya çıkmaya başlamaktadır İstanbuliyan ve Kazancı ailelerin etrafında. Bu anlamda romanın yazarı Elif Şafak’ın hakkını teslim etmek gerektiğini düşünerek ailelerin soy ağacını oluşturma ve olayları çevrelemekte Hollywood senaristlerinden çok çok daha iyi kurgulama yaptığını adeta bir polisiye romanmışçasına, kanıtları birbirine bağlamaktaki ustalığını elini öperek kabul ediyorum. Ne demişler Caesar’ın hakkını Caesar’a vermek gerek. Yeni Türk Devleti 1923’te kurulmuş olduğundan bu tarihten evvele denk düşen şeyler başka bir devrin, başka bir memleketin, kısacası başkalarının meselesi olduğundan geçmişte bu suçları işleyenlerin Ermenilerden özür dilemeleri gerekmez miydi? Mesele kendileriyle geçmişte bu suçları işleyenler arasında bir bağ görmemeleriydi. Masada ikram edilen pilavın aynen babaannesi gibi pişirildiğini fark etmişti Armanuş, tereyağlı ve çamfıstıklı.

IX.Bölüm

PORTAKAL KABUKLARI

Romanın en önemli ve bütün kurgunun adeta jokeri olan Şuşan İstanbuliyan’ın doğduğu konağı aramak üzere Armanuş Çakmakçıyan ile Asya Kazancı yollara dökülürler ancak tüm geçmişimizin üzerinden geçen silindirler, Şuşan İstanbuliyan’ın Yenikapı’da şık bir muhitteki doğduğu konağı da yerli yeksan ederek üzerine beton bloklar inşa ettiklerinden bulabilmeleri mümkün olmadığı için gerisin geriye dönerek boğaz boyunca yürümeye başlarlar. İlerleyen muhabbetle kaynaşmaya başlarlar ortaya dökülen fikirsel alışverişlerle. Armanuş Çakmakçıyan ise ajitasyona devam etmektedir, “Edebiyatı geliştirmek için özgürlüğe ihtiyaç vardır, Ermeni Edebiyatını geliştirmek için pek fazla özgürlüğümüz olmadı ki…” Bir sınıra tosladığını anlayan Asya üstelemedi. Belki de kendine acımak Ermenilerin sık sık yaşadığı bir derttir, sonucuna vardı. Romanın yayınlandığı 2006 yılı teknolojisine ait satırların yer aldığı internete bağlanma seremonisinin satırlarını okumak adeta Cem Yılmaz esprilerini dinlemek gibi ancak, yattığı yerde mırıldanan Asya Kazancı’nın şu sözleri ise insanı derinden yaralamakta, “Ermenilerin arzusu kaybımızın ve çektiğimiz derin acının tanınmasıdır. Hakiki insan ilişkilerinin gelişebilmesi için en temel gereklilik bu. Türklere şunu diyoruz: Bakın biz yas tutuyoruz, neredeyse bir asırdır yas tutuyoruz çünkü sevdiklerimizi kaybettik, evlerimizden çıkarıldık, toprağımızdan kovulduk, eşyalarımızdan olduk, hayvan muamelesi gördük. Doğru düzgün haysiyetli bir ölüm bile esirgendi bizden. Dedelerimize ninelerimize çektirdiğiniz acı bile onu takip eden sistematik inkardan daha çok yaralamadı bizleri… Söylesene, bunları dillendirirsen Türkler sana nasıl tepki verir? Olumsuz! Türklerle arkadaş olmanın tek bir yolu var: onlar kadar bilgisiz ve unutkan olmak. Velhasıl, onlar geçmişin hatırlanmasında bize katılmadıklarına göre bizim geçmişin göz ardı edilmesinde onlara katılmamız bekleniyor.” Belki bir gün KIBRIS’ta Nikos Sampson darbesinin ardından insan yaşamının en tehlikeli ve en değersiz olduğu gecelerde, İstanbul caddelerinde Porsche marka arabalarıyla biralarını şişelerinden yudumlayarak içenler, geçmişlerini hatırlayarak kendilerinden de özür dilenmesini beklerler.

X.Bölüm

BADEM

Asya Kazancı’nın gerçek teyzelerinden olan Banu Teyze’sinin cin taifesiyle de tanışarak yaygın olan inanışlar çevresinde iyi huylu cinler, kötü huylu olan cinlerin nelere muktedir olabildiklerine dair önemli bilgiler edindikten sonra geçmişten haberler vermekte olan Banu Teyze’nin iyi huylu cini Ağulu Bey, Armanuş’un ailesi hakkında iddia edildiği gibi 1915 yılında gönderildikleri ölüm yürüyüşünde akbaba kılığına bürünerek gökyüzünden gördüğü her şeyi anlatmaya başlar bizlere, elde belge ve bilginin çokça bulunmadığı zamanlarda olan biteni gerçekleştirebilme kaygılarıyla anlatırda anlatır. Ağulu Bey isimli cin taifesinden daha sonraki bölümlerde 1915 yılında yaşananların tarih sahnesindeki izdüşümleri ile Kazancı ve İstanbuliyan ailelerini birbirlerine Arizona’dan İstanbul’a bağlayan tarihi gerçekler hakkında da önemli bilgiler edinerek geçmişin karanlıklarını tek tek aydınlatacağız.

XI.Bölüm

KURU KAYISI

İstanbul’da yaşayan imamların, genci yaşlısı, yanık seslisi, çatlak seslisi erkenden uyanmış, inananları sabah namazına çağırmaktadırlar, ama acaba kaç tanesi erkenden uyanarak eline aldığı mikrofondan okuyarak sesini minarelerdeki hoparlörlerden dinletmekte, kaç tanesi bant kaydından sadece bir düğmeye basmakla görevlerini yerine getirmektedirler sorusunun cevabını bulamasak da İstanbul’un gerçek erkencilerinin kimler olduğunu öğrenmekteyiz, simitçisinden fırıncısına, temizlikçi kadınlarından, orospularına, taksicilerinden duvarlara slogan yazan sağcısından solcusuna, bu erkencilerin dışında İstanbul’un geri kalanının hala uykuda olduğunu gözlemler, nihayetsiz gökyüzündeki anlatıldığı gibi yedi katlı yetmiş sırlı olan yerden herkesleri seyreden Semavi Ayn. Kazancı hanesi, gecenin gölgeleri arasında yer yer ışıltılı bir küre gibi görünüyor olsa gerek Semavi Göz’e. Bu büyük, eski konağın çoğu odası karanlık ve sessiz ama bir kaçı aydınlık. Erken kalkanlar işte o odalardadır aslında. Kazancı hanesinde uyanık olan üçüncü kişidir Banu Teyze, senelerdir ilk kez kocasını özler, bıraktığı ama tam manasıyla terk etmediği kocasını, iki çocuklarını kaybettikten sonra Banu Teyze onunla yaşamaya tahammül edememiş ve evini terk ederek annesinin evine dönmüştür. Ara sıra eski evine gidiyor, gidince temizlik yapıyor biraz, kocasının kopuk düğmelerini dikiyor, bir iki yemek pişiriyor ve ortalığı topluyordu ancak giderken kuru kayısı götürmeyi asla ihmal etmiyordu çünkü kocasının en sevdiği şeydi kuru kayısı. Diğer uyumayanlar ise Armanuş ile Zeliha Teyze’dir

XII.Bölüm

NAR TANELERİ

Romanın kurgulanmasındaki en önemli şahsiyetlerinden olan Ohannes İstanbuliyan, çalışma odasında Yahudi antikacıdan aldığı el oyması ceviz masasının başında oturmaktadır aynı antikacıdan, nar şeklinde zarif mi zarif, altın tellerle inceden inceye işlenmiş, ortasından yarılmış, içinden kırmızı yakuttan nar taneleri ışıldayan bir de broş almıştır. Sivaslı bir Ermeni zanaatkârın elinden çıkma olduğunuda söylemişti Yahudi antikacı. Ohannes İstanbuliyan karısı Armanuş İstanbuliyan’a hediye etmek için almıştı broşu. Evin koridorlarından gelen ayak sesleriyle irkilen Ohannes İstanbuliyan, çalışma odasından çıkmak üzere kapının kulbuna uzanır ancak daha o kulbu çevirmeden eski, tahta kapı açılır ve bir Türk çavuşla burun buruna gelir ve burada neler oluyor diye bağırır. Evi aramak üzere emir almış olan askerler etrafa dağılarak her tarafı didik didik ederler. Askerlerden birisi broşu bulur çaktırmadan cebellezi etmeye çalışırken çavuşla göz göze gelir ve broşu ona teslim eder, çavuş broşu evirip çevirip dikkatle inceledikten sonra sahibine uzatır. Ohannes İstanbuliyan dahil bütün Ermenilerin sürgün edilmesini planlayan Osmanlı Paşası Enver “Ermeniler Paskalya yumurtalarını kendi kanlarıyla boyayacak bu sene!” diyerek, Birinci Dünya Savaşının başlamasından sonra memlekette seferberlik ilan ederek üç yüz binden fazla Ermeni delikanlısı askere aldırır. İlk başta ellerine silah verilen bu askerler daha sonra ellerindeki silahlar geri alınarak özel Amele Taburları haline getirilmişlerdir. Osmanlı Paşası Enver “Askerin geçeceği yolları yapmak için işçiye ihtiyacımız var.” Der. Ermeni isyancıları, komitacıları, suça teşvikten iki yanındaki askerlerle dış kapıdan karanlık sokağa çıkartıldığında karısına hediyesini vermeyi unuttuğunu hatırlar Ohannes İstanbuliyan, ellerini ceplerine daldırır ve parmaklarının ucunda altın narı hissetmeyince rahatlar, broşu evde bırakmıştır, Armanuş hediyesini bulunca nasılda sevinecektir. Kızı Şuşan, nar broşu ilk kez o gün antika ceviz masanın üzerinde duran yarım kalmış yazıların sonuncu sahifesinin altında görür ve bir daha asla unutmaz. Ermeniler, gayrimüslimlere karşı daha adilane davranırlar umuduyla Jön Türkleri desteklemişlerdi. Ne de olsa Jön Türkler bildirilerinde eşitlik ve özgürlük vaat ediyordu: Osmanlı tabiiyeti, din ve mezhebe bağlı değildir. Osmanlı tabiiyeti “kanunen muayyen olan ahvale göre” kazanılır ve kaybedilir. Osmanlı tabiiyetinde bulunan herkes dini veya mezhebi ne olursa olsun “Osmanlı” dır. Osmanlıların kaffesi hürriyet-i şahsiyelerine malik ve aherin hukuk-u hürriyetine tecavüz etmemekle mükelleftir. Ne yazık ki lafta kalan vaatlerle, Türkçülük uğruna Osmanlıcılık idealini terk etmekte beis görmemişlerdi Jön Türkler. Bir tek onlar değildi elbet Osmanlıcılığa itibar etmeyenler. (Kitabın 237 sahifesinde yazıldığı şekliyle) Daşnak Sütun (bu önemli yazım yanlışlığını dizgiden olsa diyerek, olması gereken şekliyle) (Sütyun) içinde ve yöresinde çok sayıda Ermeni gencide aynı raddede şiar edinmişti milliyetçiliği. Gün geçmiyordu ki ateşli kavgalar patlak vermesin. Her iki taraftan da kimileri berikinin kanına susamış olmalıydı ki, isyancılar da isyanları bastıranlar da gözünü kırpmadan kan döküyorlardı. Ohannes İstanbuliyan’ın karısı Amanuş’un kardeşi Levon İstanbul’da kazancı ustasıdır ve koca imparatorluktaki en iyi kazanları yapmaktadır atölyesinde çırağı Rıza Selim ile birlikte. Oğulları Dikran ve Yervant ile kızları Şuşen İstanbuliyan’dır Ohannes ve Armanuş çiftinin. Yervant, Levon Dayının atölyesine, babasının askerler tarafından götürüldüğünü ve hemen eve gelmesi gerektiğini söylemek üzere koşarak gittiğinde kapıyı açan çırağı Rıza Selim, Levon ustanın da ikindi vaktinde götürüldüğünü söyler. İstanbul’dan Sivas’a dedeleriyle ninelerinin yanına sığınmaya gider geride kalan İstanbuliyan ailesi ama bir gece evlerine giren askerler tarafından Katolik Ermeni köyü Pirkinik’e sürülürler. Anneleri Armanuş, sürgün yolunda ölür, kız kardeşi Şuşan kaybolur, Suriye çöllerinde sürgün yolunda kaybolan yetimleri toplayan bir grup Amerikan misyoneri tarafından kurtarılırlar ve bir sığınak olarak kullanılan Sivas’taki Amerikan Kolejine getirilirler ardından Amerika’ya gönderilirler. Yervant, kız kardeşi Şuşan’i yıllar sonra İstanbul’da tespit ederek San Francisco’ya getirir. Bütün bu tarihi olayları(!) önceki bölümde sözü edilen Banu Teyze’nin cin taifesinden olan Ağulu Beyin anlattıklarından öğreniyoruz. Derken bitleri ve Şuşan’in başına gelenleri anlatır Ağulu Bey. Şuşan kaybolduktan sonra yiyecek bulmak umuduyla bir ailenin yanına yaklaşır ama onlardan yiyecek bulamadığı gibi bir de üstüne bit kapar, birkaç gün sonra ateşten cayır cayır yanmaya başlar tifüs olmuştur. Yolu kenarında yarı ölü kaldıktan iki gün sonra bir Türk köyünden iki kadın bulur Şuşan’i evlerine taşırlar saçlarındaki bitleri yabani otlardan terkip edilmiş ilaçlarla temizlerler, onu besleyip iyileştirirler. Üç hafta sonra yüksek rütbeli bir subay köyde adamlarıyla durup bölgede Ermeni yetimler bulup bulmadıklarını sorduğunda Şuşan’a zarar gelmesin diye çeyiz sandığına saklarlar. Sonraki aylarda kıza bakarlar ve bakmaya devam edeceklerdir ama bir eşkıya çetesi gelerek evlerini talan eder. Bölgedeki bütün Türk, Kürt ve Zaza köylerini yağmalarlar. O hengamede Ermeni kızı bulmaları uzun sürmez. Anneyle kızın yalvarmalarına rağmen Şuşan’ı ellerinden alırlar. On iki yaşın altındaki bütün Ermeni yetimlerin memleketteki yetimhanelere teslim edilmesi için çıkan emrin karşılığında para koparmayı uman eşkıya çetesi Şuşan’ı Halep’teki bir yetimhaneye teslim eder ama çok geçmeden yer olmadığından İstanbul’daki bir okula gönderilir ve gelenler kız oğlan karışıktırlar. Oğlanlar sünnet edilmiş kızların üzerlerine karbeyaz bir elbise giydirilmiş hepsine yeni isimler verilmiş Şuşan’da, Şermin olmuştur.

XIII.Bölüm

KURU İNCİRLER

Asya Kazancı, Zeliha Teyze dediği annesi Zeliha’nın erkek arkadaşı Aram’ı, İstanbul’a köklerini bulmak üzere gelen Armanuş ile tanıştırmak peşindedir ancak isminden nereli olduğunu pek anlayamadığı Aram’ı İstanbul Ermenisi olarak tanıtır Armanuş’a. Asmalımescit’te yarı salaş hayli ferah bir lokantaya giderler hep birlikte. Aram’ın Amerika’ya neden gelmediğini merak eden Armanuş Kaliforniya’daki Ermeni cemaatini anlatmaya başlar Aram’a. Yüzüne buruk bir tebessüm yayılan Aram “Böyle bir şeyi neden isteyeyim, burası benim şehrim. İstanbul’da doğdum, burada büyüdüm. Ailemin bu şehirdeki tarihi en azından beş yüz yıl geriye gidiyor. İstanbullu Ermeniler İstanbul’a aittir. İstanbullu Türkler, Kürtler(!) , Rumlar ve Yahudiler gibi. Bir zamanlar birlikte yaşamayı başarmıştık, sonra çok kötü çuvalladık. Şimdi tekrar öğrenmeliyiz kozmopolitliği. Bir daha çuvallama şansımız yok.” Şekerleme şeklinde Filistinli çocuklara atılan bombalar misali şekerlemelerin çokça yer aldığı bu satırları, ders verir gibi yazı yazmaktan hiç hoşlanmadığını TV’deki programında anlatan yazarımızın nasıl açıklaması gerektiğini anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Armanuş İstanbul’a geldiğinden beri ilk kez o an şehrin nabzını hissetti. İnsanların, onlara çektirdiği bütün çilelere rağmen İstanbul’u neden terk edemediklerini, bir şehre nasıl aşık olunabileceğini sezdi. Gidenler de belki ebediyen onu taşımaya mahkumdular yanlarında. Bırakılmakla unutulmuyordu İstanbul.

XIV.Bölüm

SU

Klasik Türk-Ermeni şovenizmine ait parlak fikirlerini ortaya döken Anuş Ağacı isimli chat odası müdavimlerinin arasına sızan birileri de, Türklerin Ermenilere bir şey yapmadığını, asıl Ermenilerin Osmanlı rejimine başkaldırdığını ve köyleri basarak Türk nineleri bebeleri öldürdüğünü kanıtlama niyetiyle bir anda ortalıkta bitivermişlerdi. Bizlerin cin taifesinden birer Ağulu yada Ağdalı beyimiz olmadığından hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu bilemeyeceğimiz fikirler ile tarihsel gerçekleri pek de fazla tartışmanın bir anlamı olmadığı ve gerçeklerin çarpıtılmasından başka bir yere varmanın mümkün olmadığı chat odasından çıkarak gerçeklerle yüz yüze gelen Armanuş Çakmakçıyan’ın aniden İstanbul’a yaptığı kaçamağın annesi Rose tarafından anlaşılmasıyla birlikte, Şuşan Ninenin uykusunda vefat ettiğini öğrenen ve acilen kocası Mustafa ile birlikte 20 yıl sonra İstanbul’a kızları Armanuş’u almak için gelmeye karar verdiklerini yaptıkları telefon görüşmesiyle anlamak zorunda kalır.

XV.Bölüm

KURU ÜZÜM

Mustafa’nın Amerikalı karısıyla birlikte İstanbul’a onları görmeye geleceği yönündeki mucizevi haber Kazancı hanesinde bir dizi tepkiyi ateşler süratle. Bütün ev tepeden tırnağa temizlenir, camlar silinip parlatılır, rafların tozu alınır, perdeler yıkanıp ütülenir, üç katın bütün karoları ovulur. Mustafa Kazancı’nın çocukluğu ve ilk gençlik yıllarından beri en sevdiği tatlı aşure olduğu bilindiğinden annesi Gülsüm Nine, onca seneden sonra biricik oğluna aşure tatlısı yapacaktır. Kızını İstanbul’dan telefonla arayan Barsam Çakmakçıyan, Şuşan Ninesinin uykusunda öldüğü gerçeğini sonunda Armanuş’a söylemek zorunda kalır. Zeliha Kazancı’nın İstanbul’a gelmekte olan Mustafa’nın şerefine pişirilen yemeklerin ağır kokusundan midesi kalkarak odasına geri dönmek zorunda kalmış ve yatağının altındaki zulada sakladığı bir şişe votka-limonlu Smirnoff’u o andan itibaren iç telaşsız ama gayet istikrarlı bir şeklide içerek şişenin çoğunu bitirmiştir. Çalan cep telefonundan arayan sevgilisi Aram’dı yanına gelmesini o evde kalmamasını istiyordu, Zeliha Kazancı bunu kızı Asya’ya nasıl açıklayabileceğinin hesaplarını yapadursun Aram hiçbir şey açıklamak zorunda olmadığını anlatmaya çalışıyordu Zeliha Teyze’ye. T.H.Y’nin reklamını yapan Mustafa, Amerika’daki iç seferlerin aksine mükellef ikramda bulunduklarını anlatıyordu uçakta aç kalmaktan korkan Rose’a .

XVI.Bölüm

GÜLSUYU

Bacaklarındaki kılları almak için ağda yapmayı hiç sevmeyen Zeliha, bazen hep birlikte mahalle hamamına gidip göbek taşında buhar altında yapılan toplu ağda merasimlerini sevmediği gibi hamamdan da nefret ettiğinden bacaklarındaki kılları tıraş etmeyi yeğlerdi, olabildiğince basit ve kişisel. Bacaklarını yataktan sarkıtıp karşıdaki aynada uzun uzun kendini seyretti Zeliha, avucuna krem alıp, nemlendirmek için bacaklarına sürdü. Gülsuyu kokuyordu. Kremi ağır ağır sürerken bir yandan da vücudunu dikkatle inceliyordu. Güzelliğinin farkındaydı ve gizlemeye çalışmıyordu. Aniden tok tok vurulan kapıdan içeri Mustafa dalıverdi ve Zeliha’ya “Neden bu kısa etekleri giyiyorsun?” diye sordu. Soru öylesine beklenmedikti ki Zeliha donakaldı. Nereden çıkmıştı bu şimdi? Berikinin bakışındaki buğulu tülü daha yeni fark ediyordu. Mustafa kaşlarını çatmıştı ki aniden bir koku aldı: gülsuyu kokusu. Etrafına bakındı ama kokunun kaynağını saptayamadı. Teftişe çıkmışçasına odaya göz gezdirdi. “Bana bak şu benim tıraş bıçağım mı?” “Evet.” Diye itirafta bulundu Zeliha. “Yerine koyacaktım.” Mustafa artık yirmi yaşına gelmiş olmasına rağmen çocuklukla erkeklik arasındaki meçhul eşiğe saplanıp kalmış hissediyordu kendini. Ne evvelki safhaya dönebiliyor, ne sonrakine sıçrayabiliyordu. Eşiğe dair tek bildiği, böylesine arada kalmanın sinirlerini bozduğuydu. Ah bir silkinebilseydi nefsinden. Kirli, ıslak bir eldiven gibi çekip çıkarabilseydi keşke ya bedenini ya da erkekliğini. O melun ve memnu işi utanıp sıkılmadan pişkin pişkin yapan sınıf arkadaşlarının aksine, ellerini denetlemeyi başarmıştı. Burada işin inceliklerini, hayal gücü ve fantezi dünyasının en yaratıcı kişileri olan yazın ve edebiyat dünyasının tanınmış isimlerini tam olarak okumamış ve kimlerin neleri hayal ederek o melun ve memnu işi yapabilmeyi başarmış olabildiklerini Mustafa ne yazık ki kavrayamamıştı. Halbuki bir okusaydı Çetin Altan’ı neler neler öğrenecekti, kader ağlarını örmüştü bir kere, önüne geçilemezdi. On üç ila on sekiz yaşarı arasında erkeklik libidosunun en yüksek ve testeron hormonlarının en fazla salgılandığı dönemde Mustafa tüm erkeklik isteklerini bastırarak mastürbasyon yapmamaya muvaffak olmuştu, doğanın erkeklere vermiş olduğu ayrıcalıkların farkında olamayan yazar tarafından kaleme alınan bu satırlarda Mustafa’nın sağ eliyle mi yoksa sol eliyle mi mastürbasyon yapacağı tartışmasının ardından, hep sol elini kullanmaya karar verdiğini anlıyor ve babasının karşısında mastürbasyon yaptığı rüyasını görerek, ne zaman mastürbasyon yaparsa pantolonunu tam olarak aşağı indirmeye cesaret edemediğini düşünüyordu. Senelerce süren perhizin ardından bu sene vücudu aniden hem kendi iradesine hem de babasının hayaline galebe çalmış isteği yerine getirebilmek üzere gece gündüz, olur olmaz mastürbasyon yapmaya başlamıştır bizim Mustafa. En çok korktuğu da iş üstünde yakalanmaktır. Geçen gece rüyasına girmişti. Annesiyle babası kapıya dayanmış, kilidi kırıp suçüstü yakalamışlardı. Bağırışlar ve iniltiler arasında annesi onu öpüp sırtını sıvazlamış, babası yüzüne tükürüp eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü. Babasının acıttığı yere (!) annesi bir lokma aşure sürmüştü, bir nevi merhemmiş gibi. Kardeşi Zeliha ile konuşmasına devam eden Mustafa “Şu haline bak. Orospu gibi giyinip, sonra da saygı bekliyorsun.” Zeliha’nın yüzünde müstehzi bir gülümseme belirir. “Hayrola? Orospulardan korkuyor musun yoksa?” İstanbul’un en azılı sokağını bir ay önce keşfetmişti Mustafa her Türk erkeği gibi. Aniden kendisinin takip ediliyormuş hissiyatına kapılan Mustafa, Zeliha’nın orospulara gittiğini anlamış olduğunu düşünüp kendisini aşağılanmış hissederek, haddini bildirmenin zamanı geldiğini anlamasını istiyordu. Bir anda kendilerini çocuklar gibi yatakta boğuşurken bulurlar, kardeşi Zeliha’nın sol kolunu arkasına bükerek üzerine çıkan Mustafa için her şey farklıdır bu sefer, bir eliyle göğsünü zapteder diğer eliyle eteğini sıyırır Zeliha’nın. Bir ensest tecavüzün “Fırıncının Kızı” tadındaki tüm ayrıntı ve detaylarının anlatıldığı şehvet dolu satırları romanın 328 ve 329.uncu sahifelerinde okuyabilirsiniz. Bu ensest tecavüzün son sahnesinde ise Zeliha’nın yattığı yerden gördüğü KODAK reklamı taşıyan balon, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar tadını vermektedir adeta okuyucuya. Elif Şafak Hanımefendinin erotizm ve soft porno alanındaki edebi başarısının da tıpkı Caesar’ın hakkının Caesar’a teslim edilmesi gibi teslim edilmesi gerekir. Bir ay sonra zamanı geldiğinde adet görmeyen Zeliha evlerinin yakınındaki “Kan şekeri testi yaptırana gebelik testi bedava!” olan yeni açılan laboratuara gider, sonuçlar geldiğinde Zeliha’nın kan şekeri normal çıkar, kendisi de hamile. Karnında daha sonradan pıhtı olarak nitelendireceği kardeşi Mustafa’dan olma, aldırmaya kıyamayacağı bir bebek taşımaktadır. Böylesine bir yazın ne anlama gelebilmektedir acaba maneviyatçı ve muhafazakar toplumumuzda, nelerin altı çizilmek istenmeye çalışılmıştır. Eğer bu satırlar bir başkası tarafından yazılmış olsaydı Türk Ermeni sorunu yerine birden bire ensest içerikli tecavüz sahnesine dönüşen sahifeler eminim ki konusuna yakışmayacak şekilde porno içerikli bulunarak roman olmak yerine çöp olurdu. Bu içeriğin esbab-ı mucibesi herhalde tüm romanın ve yazarın diğer romanlarının esası olan mağdurların ve mağduriyetin dünyada ve özellikle toplumumuzda en çok ilgi alanı olarak dikkatleri üzerine çekmesi, korunup kollanması gerekli en hassas bölge olmasından kaynaklanmaktadır. Önceki deneyimleri bir anımsayalım, Popstar Alaturka adıyla önümüze konan TV şarkı yarışmasındaki Bayhan, ülkemizde mağduru oynayarak kazanmaya çalışan ilklerden birisiydi, kıymeti bu müthiş yarışmanın deneyimiyle anlaşılarak birçoklarına örnek olmuştur. Son roman kahramanı olan İskender’de bir mağdur değil mi? Romanın kurgusu etrafında gelişen tarihsel süreçte, Ohannes İstanbuliyan’ın eşi Armanuş’un kardeşi kazancı ustası Levon’un çırağı olan Rıza Selim yıllar sonra yetimhanede Şuşan İstanbuliyan’ı bulur ve onu aşık olmasına rağmen yetimhaneden çıkarabilmek amacıyla evlenir. Şuşan İstanbuliyan artık Şermin Kazancı’dır. Bir oğulları dünyaya gelir, ustası Levon’un anısını yaşatmak üzere biricik oğullarına Levon adını koymak isteyen Rıza Selim Nüfus İdaresine gidince bir Müslüman Türk’ün isminin Levon olamayacağı gerçeğiyle yüz yüze gelerek, adını Levent olarak nüfusa kaydettirir. Yervant İstanbuliyan, Amerika’dan gelerek İstanbul’da kardeşi Şuşan’ı ailesinden yadigar kalan altın nar broş sayesinde bularak Amerika’ya götürmek üzere ikna eder. Yeni yeni emeklemeye başlayan Levent yanı başındadır Şuşan’ın bir mektup yazar kocası Rıza Selim’e altın nar broşla birlikte yazdığı mektubu bir zarfa koyar iki şey rica etmiştir kocasından, birincisi altın nar broşu hatıra olarak oğulları Levent’e vermesini, ikincisi hakkını helal etmesini. Şermin Kazancı Amerika’ya gider ve Sarkis Çakmakçıyan’la evlenerek yeniden Şuşan Çakmakçıyan olur. Mustafa ile Rose’ u İstanbul’a geldiklerinde, havaalanında kızları Armanuş ile Gülsüm Nine birde Zeliha Teyze karşılamışlardı.

XVII.Bölüm

PİRİNÇ

Rose da Mustafa da istanbul’daki ilk iki günlerini habire yemekle geçirirler. Kırk yaşına gelmiş olan Mustafa’ya ailedeki erkeklerin son kuşakta en çok kırk bir yaşına kadar yaşamlarını sürdürebildikleri söyleyen Zeliha, annesi Gülsüm Nine tarafından azarlanır. Sonrada sandalyesini geri iterek odadan çıkar. Geldikten üç gün sonra, ayrılmalarına üç gün kala Mustafa Kazancı hasta olduğu bahanesiyle bütün gün odadan çıkmaz. Kapının çaldığını duyar ve gıcırdayarak açılan kapıdan birkaç saniye sonra Banu Teyze odaya dalar. “Bütün gün aşağı inmedin de merak ettim. İyi misin bir bakayım dedim,” “Kendimi iyi hissetmiyorum,” der Mustafa. “Sana aşure getirdim,” der Banu Teyze nar taneleriyle süslü bir kase uzatarak. Amerika’da senelerce hatırlamadan yaşabildiği ama bu eve döner dönmez şamar gibi yüzüne yediği onca rayihadan biride gül suyu kokusu ve onun çağrıştırdıklarıdır. “Sana bir şey sormam lazım,” dedi Mustafa. “Asya’nın babası kim? Nerede?” Mustafa ablasının yüzünün nasıl buruştuğunu gördü. Banu Teyzenin cin taifesinden aldığı bilgiler doğrultusunda gerçeği bildiğini tahmin ederek ablasına “Cinlerin sana hiçbir şey anlatmadı mı?” diye sordu, “Aslına bakarsan anlattılar,” dedi Banu ve ardından ekledi “Keşke bilmeseydim bildiklerimi.” Bu kelimeleri kafasında evirip çevirirken, deli gibi hızlandı Mustafa’nın kalbi. Taşlaşmış vaziyette gözleri kapandı. Gözlerini tekrar açmaya cesaret ettiğinde odada sadece karısı Rose vardı. Ne var ki yatağın yanında bir kase aşure onu bekliyordu. Baktı, baktı ve birden onun neden oraya konduğunu, kendisinden ne yapmasının beklendiğini anladı. Kasenin yanındaki sol eline baktı. Şimdi sol eli, pis eli murdar eli bu kaseyi alabilir ya da itebilirdi. İkinciyi seçerse, ertesi sabah İstanbul gününe uyanacaktı. Ama birinciyi tercih ederse, nihayet tamamına erecekti halka, tamamlanacaktı ömrü. Uyanacak yeni bir gün olmayacaktı. Sol eli kararını verdi. Aşureye uzandı. Bilerek ve isteyerek yemeye başladı; azar azar, her lokmada bütün malzemenin tadına vararak. İşte Mustafa kırk bir yaşına varmadan böyle öldü.

XVIII.Bölüm

POTASYUM SİYANİD

Mezarlıkta gassala, kardeşlerini herkes son bir kez görsün diye eve götürmek istediklerini burnunu çekerek söyleyen Feride Teyze. “Yirmi yıl sonra İstanbul’a dönen erkek kardeşimiz, üçüncü gününde son nefesini verdi. Gidişi öyle bir ani oldu ki, ölüsünü görmezlerse ne konu komşu inanır vefat ettiğine, ne de bizim hısım akraba. Sanırlar ki gene Amerika’ya döndü kardeşimizde, biz söylemiyoruz.” Sonunda cenaze arabasına yerleştirilen Mustafa’nın tabutu, eve getirilir. Yolda gelirken yıllar önce Zeliha’nın kürtaj olmak üzere jinekolog doktorun muayenehanesine kırık topuklu ayakkabısıyla giderken kendisine laf atarak taciz eden taksi şoförünü de görürler nasılsa. Hayatında ilk kez elin Amerika’sından kalkıp İstanbul’a gelip gurbet ellerde kocasını kaybeden Rose’un ardından masada oturmuş abanoz ağızlıyla sigarasını tellendiren Zeliha Teyze dumanını üfledikten sonra buz gibi bir sesle: “Muhtemelen şimdi Amerika’ya dönüp yeniden evlenir. Allahın hakkı üçtür derler. İkinciyle evlendiğine göre, üçüncüsü de gelir elbet. Merak ediyorum, bir Ermeni bir Türk’ten sonra sıra hangi millette.” Duyduklarından afallayan iki teyze tüyleri diken diken olmuş bir halde irkilirler. “Taş kalpli seni…” diye mırıldanır içlerinden biri. “Taşın bile kardeşi ölse dayanamaz kederinden dağılır, ufalanır… Ama ya sen…” Cenaze odanın tam ortasındaki divanın üzerinde durmaktaydı. Boylu boyunca uzatılmış, elleri göğsünde özenle kavuşturulmuştu. Göğüs kafesinin tam üstüne çelik bir bıçak konmuştu, vücudu şişmesin diye. Kararmış gümüş paralar yerleştirmişlerdi göz kapaklarının üzerine. Birkaç damla zemzem damlatmışlardı ağzının içine. Başköşede, adeta sıkışmış bir halde, sakat imam oturuyordu. Yüksek sesle Kuran-ı Muciz’ül Beyan’ı okurken tam bir kendinden geçmişlikle sallanıp duruyordu. Nice sonra imamın odadan çıkışını seyrettiler, onu kapıya kadar uğurladıktan sonra defalarca teşekkür ettiler ve bol bahşiş verdiler. Bu tarrakanın ortasında, Rose oturuyordu, tam bir uyum ve şaşmaz bir akışkanlık vardı odada. Giden her misafirin yerine bir yenisi geliyordu. Rose bunlardan tedirgin oladursun, yanı başında oturan Armanuş’un aklına Johnny Cash düşmüştü, Johnny Cash düşüncede Asya. Sahi, neredeydi o. Onu bir grup komşuyla çevrelenmiş halde kadife kanapenin köşesine ilişmiş buldu. Zeliha Teyzenin usulca kızının yanına çöktüğünü ve anlaşılmaz bir yüz ifadesiyle kulağına bir şeyler fısıldadığı gördü. Zeliha Teyze alabildiğince sakin. “Sonunda sana bir açıklama yapmam gerektiği kafama dank etti. Şimdi yapmazsam bir daha yapamam. Ya şimdi söylemeliyim ya hiç. Öldü çünkü. Gömülmeden evvel bilmeye hakkın var…” Asya ölmüş babasına doğru bir adım attı. Bir adım daha. “Baba…” diye mırıldandı. Banu Teyze ruj yüzü görmemiş dudaklarını kemirdi, yanaklarından gözyaşları süzülürken ve cin taifesinden Ağulu beyine, “ona potasyum siyanidli aşureyi ben verdim ama yiyip yememek kendi bileceği şeydi. Ne yaptığını biliyordu benim kardeşim!” der. “Sanmam ki Allah seni affetsin,” diye cevap verir Ağulu Bey keyifle ve kibirle. “Haklısın. Faziletli kulların arasından kovuldum artık sonsuza kadar. Ama Allahın bildiğini cininden niye saklayayım, Rabbim biliyor ya, zerre pişmanlık yok yüreğimde.” Banu Teyze çekmeceyi açıp nar broşu muhafazasından çıkararak, “Ermeni kıza hikayeyi anlatmayacağım ama bunu ona vereceğim.” Der cin taifesinden Ağulu Beyine. İnsanlar ikiye ayrılır; beşikten mezara sabit, kadem bir isimle anılanlar, yani içine doğdukları hakikate uygun, kimliğe sadık kalanlar; bir de isimlerini koruyamayanlar, yani harfleri yapboz, ruhları arızalı olup da durmadan yeni adlar ve lakaplar alanlar, isim bolluğunda tarifsiz kalanlar. Bir zamanlar bu broşun sahibi olan Şuşan Nine, bir değil birden fazla ismi olanlardandı. Edindiği her yeni isimle birlikte bir yanını sonsuza kadar kaybetmişti. Nesiller önce 1915’te Şuşan yetim kalmasa, bu gün Asya diye bir piç olur muydu?

THE END