KALSEDON TAŞLI KÜPELER -Başlangıç

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, Doğu Roma eserlerinin sergilendiği salonlarda, bir camekân içince korumaya alınmış olan altın ve kıymetli taşlardan yapılma takılar arasında, turkuaz mavisi kalsedon taşından yapılma bir çift küpeyi, Roma Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Santo Mazzaro, lüks düşkünlüğünün ötesinde, hayranlık ve merak dolu bakışlarla izlemekteydi.

Geçmişin her noktasında, herkese ait, her şeyi bulma umudu taşıyan her arkeolog gibi, bu “şeylerin” sahiplerinin çoktan öldüğünü ve onlardan kalanların ise yalnızca onların eşyaları ve sesleri olduğunu düşünüyordu.

Kulağına fısıldayan sesin söylediği;

Beni bulamazsan, eşyalarımı bulacaksın.

Parmak izlerimiz değecek birbirine.”

Sözlerindeki anlamı yakalamaya çalıştı.

Byzantion’dan kalan bir çift küpeye yüzlerce yıl sonra dokunmak, aslında bu küpenin sahibine dokunmak, o zamanın kadınını anlamaktı. Yani amacın özü, bir kadının kulağındaki küpeyi değil, küpenin kulağına asılı olduğu kadını, küpeyi yapan ustayı, küpeyi kadına armağan eden adamı anlamaktı.

1303 yılında, Papa VII Bonifacio’nun emri ile kurulan üniversitenin “Il futuro é passato qui ” (Gelecek buradan geçti) mottosuna uygun olarak, Professor Santo Mazzaro’da, müzede hayranlık ve merakla izlediği küpenin peşine düştü.

Müzenin müdür yardımcısı Rahmi Aral ile görüşmek üzere aldığı randevuya tam zamanında giderek, salonda gördüğü 10 numaralı camekân içerisinde sergilenmekte olan, turkuaz mavisi kalsedon taşlı küpenin, müzeye nasıl ve hangi yolla gelmiş olduğuna dair bilgi almak isteğini açıkça belirtti.

Müdür yardımcısı, yasal prosedüre uygun olarak sergilenen, her bulguya ait kayıtlara ait bilgi ve belgelerden sorumlu müze arşiv yetkilisinin getirdiği dosyadan, Profesörün talep etmiş olduğu bilgileri bir kâğıda yazarak vermeden önce, sergilenmekte olan diğer, takı ve süs eşyaları ile ilgili bilgi almak üzere birkaç ay önce Atina Üniversitesi Profesörlerinden Maria Saroni’nin de kendisini ziyarete gelmiş olduğunu söyledi.

Profesör Mazzaro, müdür yardımcısından aldığı birkaç satırlık bilgi notunu okuduktan sonra, saygılarını ileterek müzeden ayrıldı.

Notta yazılı olan bilgiye göre küpeler, Marmaray hattı inşa edilirken,    Sirkeci, Yenikapı ve Yedikule kıyılarında yapılan kazı çalışmaları sırasında bulunarak müze envanterine dâhil edilmişti. Diğer bilgilerde ise küpede kullanılan materyal ve ağırlığı v.s gibi ayrıntılardı.

Marmaray inşaatı kazısında; 36 gemi, liman, sur, tünel, kral mezarı ve 8.500 yıl öncesine ait ayak izleri ile birlikte, toplamda 11 bin bulgu ve eser yeryüzüne çıkarılmıştı.

Profesörün, tarihin akışını değiştirecek olan bu kazılardan haberi vardı ve esas olarak iştahını kabartanda bu bilgilerdi. Müzenin sorumluluğu altında yapılan kazı çalışmaları nedeniyle, buraya gelen pek çok bilim insanından biride kendisiydi. İstanbul’a başka nedenlerle yaptığı bazı araştırmalar için birkaç kez daha gelmişti.

Alanındaki çalışmalarda, özellikle Doğu Roma’nın başkenti İstanbul ve imparatorluğun Anadolu coğrafyasının sunduğu bulgular ve kaynaklar sınırsız olduğu kadar, zaman içerisinde yapılan araştırmalarla artmaktaydı. Ancak denebilirdi ki, halen yer altındakiler, yeryüzündekilerin çok daha fazlasıydı.

Belki tüm olayları baştan anlatmam daha doğru olacaktır.

Ara sıra gittiğim “Beyoğlu Kitapçısı” adlı Yüksek Kaldırım’daki sahaf dükkânında, kendisiyle konuşmaktan keyif aldığım sahibi Gürsel beye, bir çay içmek için uğramıştım. Yoğun iş trafiği arasında bana zaman ayırarak karşılıklı oturup çaylarımızı yudumlamaya başladığımızda, eliyle dağılmaması için bir hediye paketi özeniyle bağlanmış kâğıt demetini işaret etti. Soru soran gözlerle baktığımı görünce;

“Tam senin aradığın, bir arkeolog olan İtalyan profesör tarafından kaleme alınmışlar.”

“Hayrola, burada ne arıyor?”

“Birileri getirip bıraktı. İstedikleri bedelde ancak çerez parası kadar olduğundan derhal ellerinden aldım. İlk görende sensin, bunları götür bir incele bakalım, gördüğüm kadarıyla İtalyanca ve Latince kaleme alınmışlar.”

“Peki üstat, götürmesine götüreyim de, işin ederi ne olacak? Bir de onu söyle de bilelim.”

“Değerini sen biçersin artık.”

Karşılıklı içtiğimiz çaylar bitince, işyerini fazla meşgul etmemek ve merakımı biran önce gidermek için izin isteyip kalktım.

Tünel’e çıkmak için dik yokuştan hızlı adımlarla yürürken, hep yaptığı gibi Gürsel Bey’in yine topu bana paslamış olduğunu ve istediği fiyatın ne olacağını düşünüyordum.

Naylon bir torba içerisine koyduğum notları, eve dönerken vapurda bakmak için torbadan çıkartıp kucağıma koydum. Ama bağlı olduğundan açmaya cesaret edemedim. Hava elverdiğince vapurun arka tarafında bulunan güvertede oturmayı tercih ettiğimden bu seferde aynı yerdeydim. Hava hafiften esintili olduğundan rüzgârda dağılıp uçuşabilir ya da herhangi bir sebeple ummadığım bir sürprizle karşılaşabilirim kaygısıyla, notların en üstteki sayfasına baktığımda; İtalyanca ve Latince olarak:

“Note sull’arte e l’estetica Byzantium.”

A scrivi Professor Dottor Santo Mazzaro.

“Mammalia postea cultus Domini ad Byzantium

Santo Mazzaro et doctor, qui librum scripsit,

“Bizans Sanatı ve Estetiği Üzerine Notlar”  Yazılı olan kapak sayfasını gördüm. Gerçektende Gürsel beyin söylediği gibi, tam aradığım cinsten bir kitabı galiba bulmuştum. Eve dönüp, çalışma odamdaki masanın üzerinde bağını özenle çözdüğüm notları okumaya başladım. Kaliteli bir dolma kalem ile yazıldığı belli olan notları okudukça da heyecanlandım. Metin o kadar sürükleyici bir biçimde yazılmıştı ki, insan bir defa okumaya başlayınca bir daha elinden bırakmasına olanak yoktu.

Bütün gece sabaha kadar, uykuyu filan hiç hatırlamadan, âdeta nefes bile almadan, metni okuyup bitirdim. Son sayfayı kapattığımda, soluk soluğa idim. Bu metin gün ışığına çıkmalı mutlaka diye düşündüm.

Metnin bir arkeolojik bilgi içerikli kitaptan çok bir romanı andırdığı dikkatimi çekti. Bende öyle olmasına karar vererek dilini Türkçeye aktarırken, üslubuna hiç dokunmadım.

Kitabın üzerinde çalışmamı sürdürürken birden aklıma ben bu işi yapıyorum ama kitabın asıl yazarı olan Profesör Santo Mazzaro, acaba kimdir ve şimdi nerede ne yapıyordur, eğer herhangi bir vesileyle kitabı görse ne olur gibi sorular kafamı kurcalamaya başladı. Sonunda, iyisi mi ben önce Profesörün kim olduğunu ve nerede bulunduğunu öğreneyim, sonrada durumu anlatayım. Ancak o zaman ben bu işe devam edebilirim diye düşündüm.

Yine kalkıp Gürsel beye ziyarete gittim ve karşılıklı çaylarımızı yudumlarken durumu anlattım;

“Üstat verdiğin el yazmalarını nefes almadan okudum, okudukça da heyecanım arttı ve sonunda bu elyazması notları hak ettiği şekilde kitaplaştırma isteğindeyim. Ama önce bunu kaleme alan profesörü bulmalıyım. Ne kadar internet sitesi varsa karıştırıp durdum ama bir sonuca varamadım. Senin bu işlerdeki engin görüşüne göre ne yapabilirim, bana bir yol gösterebilirsen inan beni çok mutlu edersin.”

“Bana şu profesörün adını bir söylesene, üniversitede ders veren birkaç hocayla konuşayım; birinden biri nasıl olsa adını duymuştur.”

“İyi olur. Sonucu almak için önümüzdeki hafta yine sana uğrayıp bir çayını içerim artık.”

“Ne demek burası senin, istediğin zaman gel ama senin iş biraz zaman alabilir. Sen iyisi mi on beş, yirmi gün sonra uğrarsın.”

“Pekâlâ, nasıl istersen, o halde bana müsaade.”

Gürsel beyin söylediği gibi yaklaşık bir ay sonra gittiğimde, istediğim bilgiyi elde etmişti.

Roma Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Profesörü olan Santo Mazzaro, ne yazık ki 2007 yılında ölmüştü. Bundan sonrası bana kalıyordu.

Üniversite ile iletişime geçerek, profesör hakkında önemli bir bilgi daha elde etmiştim. Laura adında akademisyen bir kızı olduğunu ve American University of Cyprus Larnaca’da görev yaptığını söylemişlerdi.

Vakit kaybetmeden o üniversite ile de iletişime geçerek Laura Mazzaro’yu sormuş ve kendisine derdimi anlatabilme imkânı bulmuştum.

Birkaç kez telefonla konuştuklarımızı şöyle özetleyebilirdim:

Laura Mazzaro’nun, babasına ait el yazması notlardan haberi vardı. Ancak babası ölümünden önce İstanbul’a yaptığı seyahatlerin birinde bavulu uçakta kaybolmuştu. Hava Yolları uzunca bir arayıştan sonra bavulu bulamamış ve Profesör öldükten sonrada, kızı bu işi unutup gitmişti.

Aradan geçen bunca zamandan sonra, benim konuyu açmam ve el yazmalarından söz etmeme rağmen pek fazla ilgilenmemişti. Bunların bana nasıl ulaştığını merak etmediğini ve ne şekilde bana ulaşmış olursa olsun, bütün söz hakkının bana ait olduğunu, ne istersem yapabileceğim konusunda bana izin verdiğini de açıkça belirtmişti.

Kafamı kurcalayan bütün sorulara gerekli cevapları ve söz hakkını aldıktan sonra, kitabı tamamlamak için gece gündüz çalışmaya başladım.

Modern dönemin bakış açısıyla mucizevi ve doğaüstü unsurlar ile fiziksel ve günlük kavramların bir arada kullanılması biraz garip gelebilir. Hepsinden öte nihayetinde dünya üzerinde pek çok kutsal başkentle birlikte siyasi ve ekonomik manada daha güçlü, başkent hüviyeti taşıyan pek çok şehir vardı, fakat geniş bir şehir yerleşiminin Konstantinopolis gibi her iki unsuru da bünyesinde taşıması oldukça nadir bir olaydı. Ortaçağa has hurafelerin gerçek siyasi ve sosyo ekonomik manzarayı belirsiz hale getirdiği için bütün bu efsanelerin ve destanların gerçekliğini reddetmek kolaydır.

Öte yandan bu unsurlar ortaçağda Bizans halkı içinde oldukça önemliydi. İşin aslı Konstantinopolis’in yöneticileri, bu unsurların kök salmasına ve şehrin etrafında uhrevi bir atmosferin bulmasına önayak olmak için zahmete girdi. Elbette bu efsaneler, idealize edilenler ile gerçeklik arasında var olan pek çok farklılığı maskelemekteydi, fakat yine de bu durum onların sahip olduğu önemi azaltmıyordu.

Konstantinopolis’in bin yılı aşan bir süre boyunca varlığını koruma hususunda elde ettiği başarıda ana faktörde buydu. Efsaneler buharlaşıp uçtuğunda güç ve zenginlikte uçup gitti.

Bundan sonra okuyacağınız satırlar, profesörün kaleme aldığı el yazması notlarından yola çıkarak yaptığım çalışmanın ürünüdür.

KALSEDON TAŞLI KÜPELER – Ön Deyiş

“Önce kadın insan, erkek hayvan olarak algılandı. Sonra kadın, tanrılığa terfi etti, erkek ise insan olmaya. Daha sonra erkek de tanrı oldu ve kadın tanrıyla birlikte dünyayı gökyüzünden yönetti. Sonunda erkek tanrı, kadın tanrıyı gökten aşağı attı ve dünyayı tek başına yönetmeye başladı. Böylece erkek, gökte tanrı, kadın yerde insan oldu.”

1. BÖLÜM

Adriyatik kıyılarındaki Zara limanından yelken açan Haçlı filosu, Konstantinopolisten yaklaşık üç fersah uzaktaki Ayios Stefanos (Ayastefanos) Manastırı’na ulaşmıştı.

Hükümdar II.Mehmed’in henüz Avrupa’da “Grand Turco” (Büyük Türk) olarak anılmasından ve çağ açıp kapatan hükümdar olarak tanınmasından yaklaşık 250 yıl önce Haçlı Orduları Konstantinopolis kentine girdiler.

Haçlılar, Konstantinopolis kentini yağmaya ve yıkmaya gelmişlerdi. Papa III. Innocentius’un Hristiyan birliği düşü, Venediklilerin ve Avrupalı kral ve prenslerin aç gözlülüğü, sıradan Batılıların dinsiz Doğu’ya duyduğu nefret ve Bizans prenslerinin birbirleriyle olan rekabeti, Konstantinopolis’in felaketi olmuştu.

Büyük bir dünya imparatorluğu imgesinin yok olup, yerini bağnaz bir Bizans kimliği taşıyan küçük bir devlete bırakması için 57 yıllık istila dönemi yetmişti.

Kent hiçbir zaman eski haline kavuşamadı. Kamu alanlarını bezeyen bütün anıtlar, revaklar ve Hipodrom talan edildi. Kentte hiçbir yapım etkiliğinde bulunmayan Haçlı işgalciler yalnızca bazı Bizans kiliselerini Latin kültürüne tahsis etmişlerdi. Başkentin denetimi altındaki her yerde, Bizans sanatı felakete uğramıştı.

1261 yılının en sıcak yaz gününde, İmparator Mikhael VIII. Paleologos altın kapıdan geçerek kente girdi ve başkent Konstantinopolis’i ele geçirerek Latin istilasına son verdi.

İmparatorların yapım etkinlikleri her zaman kentin refah içinde olduğunun göstergesi değildi. Önemli yapıları onarma ve yenileme çabaları, yaşayan canlıları betimleme yasağının ardından, artık azizlerin figürlerinin yerlerini, manzaralardan, hayvanlardan, ağaçlardan, çalılardan, çiçeklerden ve geometrik desenlerden oluşan doğalcı bir dil almıştı.

Latin istilasının son bulduğu yılın sonbaharında başkent Konstantinopolis’te doğan bir bebeğe, annesi ile babası Minokta adını vermişlerdi…

Minokta, kendi güzelliğine hayran bir genç kızdı. Vücudunun tüm estetiğini, kadınlığının dayanılmaz çekiciliğini sergilemek ve kendini gösterebilme arayışları içerisindeydi. Bunu yapabilmenin çok zor hatta imkânsız olduğunu, içinde bulunduğu yaşamsal düzenin kadınlar için ne kadar kısıtlandığını ve kadını görünür olmaktan uzaklaştırıldığını bilen Minokta bunu aşmanın bir yolu olduğunu, bir yolunun bulunabileceğini düşünmekteydi. Tüm erkeklerinde bunu ister görünüp, kadının olmadığı bir yaşamın kabul edilmesinin de işleri zorlaştırdığının farkındaydı.

Kadınların varlığının ve görünürlüğünün yadırganmadığı hatta istenilmesinin de ötesinde, şiddetle arzulandığı yerleri ve bunun için neler yapabileceğini gümüş bir yüzeyde çıplak bedeninin yansımaları seyrederken hayal ediyordu.

Kendisini, erkeklerin önünde vücudunu yarı çıplak bırakan, parlak ve renkli kumaşların sardığı kıyafetlerle bir yılan gibi kıvranarak raks ederken düşündü. Kim bilir ne kadar çok arzulanacaktı, oysa burada değil de başka bir yerde kendisini görseler, görmemezlikten gelecekler hatta görmemek için kafalarını çevireceklerdi.

Arp ya da lir çalan bir kadın olsa, kadınlardan önce tüm erkekler kendisini dinlemeye gelecekler, sonrada alkışlarla yücelteceklerdi. Oysa dışarıda tanımazlardı bile.

Zaman içerisinde, yaşayan canlıları betimleme yasağı tavsamış ve çeşitli insan ve canlı figürleri eskiden olduğu kadar yaygın olarak kullanılmasa da, sanat ve süsleme alanındaki örnekleri görünür olmuştu. Baskı ve korkudan gizlenmiş dinsel motifler, ikonalar yeniden ortaya çıkmaya başlamış ve yerlerini almaya başlamıştı.

Sonra aklına başka bir yol geldi. Kadınlarında yapabileceği, kendisini gösterebileceği bir başka alan daha vardı. Hem kendilerini görünür kılabiliyor hem de vücutlarının güzelliğini ve estetiğini sergileyebiliyorlardı. Mozaikleri hiç böyle düşünmemiş, böyle görmemişti. Oysa ne kadarda elverişliydi. Kadını görünür kılmak ve estetiğini sergilemek, içinde bulunduğu yaşamsal düzenin kısıtladığı alanları geri kazanabilmenin de bir adımı olabilirdi.

Mozaik yapmak istemesinin iki yönü vardı, öncelikle mozaikler pek çok alanda kullanılan bir yapı elemanı oluşunun ve süsleme işinin, kutsal tasvirlerle de dini alanların görselliğine katkı sağlaması nedeniyle tercih edilirliği yüksek olan bir çalışma imkânı sağlıyordu. Diğer yönü ise sağladığı görselliğin merkezinde her ne kadar dini motifler olsa da esas olarak süslemelerde tercih edilen kadın figürü ve onun sağladığı estetik yönüydü. Hatta öylesine aşırı olanları vardı ki, çıplak kadın görüntülerinin yer aldığı bu mozaikler gizlenmeden, saklanmadan varlıklı insanların yaşadığı evlerde veya spor alanlarından tiyatrolara değin benzeri yerlerde yüksel bir zevki temsil etmesi nedeniyle tercih edilmekteydi.

Yaşam açısından kadının ne kadar görünmezliği istense de iş, mozaik, heykel, seramik gibi alanlara gelince nedense insanların baskıcı tutumları birden yok oluveriyordu. Minokta bu işin nedenleri üzerinde fazlaca kafa yormaya pekte niyeti değildi. Onun tek istediği, tüm arzularını gerçekleştirebilmesine olanak sağlayacak mozaik yapmayı öğrenmek ve kendisini, kendi güzelliğini ve tüm kadınların dişiliğinin estetiğini gözler önünde sermekti.

Bunu yapmak istemesinin bir nedeni daha vardı, yaşam kadınlardan önce genç erkekleri tercih edilir kılmıştı.

Minokta bu yaşamsal tercihi değiştirmeye uğraşmasının bir anlamı olmayacağını biliyordu, çünkü bu tercih hep var olacaktı. Onun uğraşmak istediği ise kadının görünür olmasıydı. O şöyle düşünüyordu, kadın yaşamın içinde yer almalıydı. Her yerde görünür olmalıydı hem de an alımlı, en güzel, en estetik haliyle.

Bu düşüncelerini kimseyle paylaşma niyeti yoktu, şimdi yapması gereken tek şey, mozaik yapmayı öğrenmekti.

KALSEDON TAŞLI KÜPELER

Christine de Pisan  (1363 – 1430) Orta Çağ sonlarında Venedik’te doğup, yaygın Orta çağ kültüründeki kadın düşmanlığı ile mücadele eden kadın yazar, şair ve filozof. Bir şair olarak, dönemimde bilinen ve saygı gösterilen kişiliktir.

Pisan,  yaşamı boyunca  41 adet yapıt vermiş ve Avrupa’nın saygı duyulan ilk profesyonel kadın şairi olarak bilinmiştir. 1380’de evlenen şairin evliliği 10 yıl sonra sona ermiştir. Bu dönemde şair, üç çocuğuna bakabilmek için daha fazla yazarak para kazanmak zorunda kalmıştır. Çocukluğu peşi sıra gelen olaylarla geçen de Pisan, yetişkin yaşamının büyük bir kısmını Paris’te geçirmiş ve daha sonra Poissy’de bir manastıra yerleşmiştir. Yazdığı yapıtların tümü Fransızca kaleme alınmıştır.

De Pisan konuşma sanatı üzerinde etkili olmuştur. Onun, kadın düşmanlığına karşı ikna edicilik özelliğini vurgulaması ve paralelinde çağdaş konuşma biçimleri üzerinde çalışması retorik geleneğine yeni bir tarz kazandırmıştır. Bu yönüyle Pisan, Simone de Beauvoir tarafından 1949’da kaleme alınan “Épître au Dieu d’Amour” adlı yazıda, kadın cinselliğinin ve kadınlığın önemini savunan ilk isim olarak gösterilmiştir. Ona göre muhtemelen Christine de Pisan, Batı’daki ilk feminist veya protofeminist bir düşünürdür.

Oysa bilinmeyen ya da yazılı olmayan bir başka tarih daha vardır ve nesilden nesile söylencelerle  geçen sözlü bir tarihtir bu, hem de  Konstantinopolis gibi söylecelere, efsanelere konu olan imparatorlukların başkentine ait bir tarih olursa bu; orada nelerle, kimlerle karşılaşacağımızı kimse bilemez.

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin salonlarında dolaşırken karşılaşacaklarınızdan sadece bir tanesi olan “Kalsedon Taşlı Küpeler” ile geçmişte ona sahip olan Minokta adlı kadını ve onun öyküsünü çoğu kişi bilmez.

Christine de Pisan adlı tarihin bilinen ilk feministi olan kadından yaklaşık bir asır önce yaşamış olan Minokta adlı kadının öyküsünü okuduğunuzda, yazılı olmayan ve bilinmeyen tarihin derinliklerine gizlenen ve belki de ilki olan bir başka feminist kadını ile karşılaşacaksınız.

2. Bölüm

Minokta, mozaik yapma isteğini arkadaşı Leania’ya söyledi. Onun en iyi arkadaşı olan Leania’nın kendisine yardımcı olacağını biliyordu, çünkü Leania’nın babası, sözü geçen ve saygın bir tüccardı.

Kentin neredeyse bütün seçkinlerini tanıyan Leania’nın babası Zephyros, Minokta’nın bu işi öğrenmek üzere gidebileceği tek yer olan Khora Manastırı Kilisesi yakınındaki mozaik atölyesinin baş yöneticisi olan Patriyarkos’u ziyarete giderek, çok sevdiği kızı Leania’nın en iyi arkadaşı olan Minokta’nın bu isteğinden söz etti.

Atölyenin baş yöneticisi ve mozaik ustası ile öğreticisi olan Patriyarkos, bir kadının burada bulunması ve mozaik yapma isteğinde olmasına karşı çıkmadı ancak atölyedeki diğer öğreticiler ile genç çırakların aralarında bir kadının olmasını ne şekilde karşılayacaklarından kaygılandı ama yinede Zephyros’un arzusunu kırmak istemedi.

Patriyarkos bugüne kadar atölyesinde bir kadına hiç mozaik yapmayı öğretmemişti. Ama biliyordu ki, usta yöneticiliği ve kıvrak zekâsı sayesinde bununda üstesinden gelebilirdi.

Leania, en iyi arkadaşı Minokta’ya atölyeye kabul edildiğinin haberini verdi ve atölyenin yöneticisi olan Patriyarkos’u görmesi gerektiğini söyledi. Artık bundan sonrası Minokta’ya kalmıştı.

Dünyalar Minokta’nın olmuştu sanki öylesine sevinmiş ve öylesine heyecanlanmıştı ki kafasına koyduğu ve çok arzu ettiği işin bu kadar çabuk olmasına kendisi bile şaşırmıştı.

İlk yapacağı mozaiği Leania’ya hediye etmeye karar verdi ve ertesi gün atölyenin yolunu tuttu.

Minokta, büyük bir konağın içindeki atölyenin kendi boyunu üç katan aşan kapısına geldiğinde kapı üzerindeki tokmağı zorlada olsa kaldırdı ve kapıya birkaç kez vurdu. Biraz bekledikten sonra kapının üzerindeki bir pencere aralandı ve yaşlı bir kadının kendisine soru soran gözlerini gördü. Parmak uçlarına basarak pencereye doğru yaklaştı ve yaşlı kadına, yönetici Patriyarkos’la görüşmek istediğini söyledi. Pencere hızla suratına kapandı, Minokta ne olduğunu anlamadı, yaşlı kadın kapıyı açacak mıydı? Beklemeli mi gitmeli miydi? Fazla geçmeden koca kapı aralandı ve yaşlı kadın el işaretiyle Minokta’yı içeri çağırdı. Büyük konağın bahçesinde, yaşlı kadın kendisinden beklenmeyecek derecede hızlı adımlarla yürürken arkasında onu takip etmekte olan Minokta hayranlıkla etrafa bakıyordu. Bahçedeki, erguvan ağaçları ve mor salkımlar, manolyalar, süs kirazları ve gelin tacı ile sarmaşık sardunyalar, pembe renkli kokulu çiçekler ve adını bilmediği diğerlerinden oluşan bahçe düzenlemesi Minokta’ya sanki başka bir dünyaya geldiğini düşündürüyordu.

Yaşlı kadını takip eden Minokta, bu defa bir taş kapıdan geçerek içerideki avlu ile etrafında sıralanmış olan odalar ile önlerinde kümelenmiş olan renkli taşları, harç yapımında kullanılan malzemeleri, su almak için bir kuyu ve hızla yürürken göremediği mozaik yapımında kullanılan diğer malzemeler ile kendisine dikkatle bakan birkaç kişiyi gördü. Yaşlı kadın bu seferde yüksek basamakları olan merdivenleri çıkmaya başlamıştı, yukarı kattaki revaklı avlunun etrafında sıralanmış odalardan tam karşılarına gelen ve kapının önünde içeri girmek üzere bekleyen genç bir adamı gördüklerinde yaşlı kadın aniden durdu. Geriye doğru dönerek Minokta’ya da geriye dönmesini işaret etti, bu kez geldikleri yönün tam aksine doğru yürüdüler ve oradaki taş bir kaidenin üzerine oturarak odaya giren genç adamın çıkmasını beklemeye başladılar.

Minokta bu bekleyiş anında soluklanarak yanındaki yaşlı kadına adını ve burada ne iş yaptığını sordu? Yaşlı kadın kısa bir cevapla, adının ne olduğunu söylemedi ama burada atölyenin temizlik işlerini ve yemekhanede çalışan diğer kadınlardan birisi olduğunu söyledi. Bu seferde kadın ona, sen burada ne arıyorsun diye sordu?

Minokta, buraya mozaik yapmaya ve mozaiğin nasıl yapıldığını öğrenmeye geldiğini söyledi. Yaşlı kadın buna inanamadı ama kafasını aşağı yukarı hareket ettirerek sanki Minokta’yı onayladı.

Fazla beklemediler, odanın kapısı açıldı ve genç adam dışarı çıktı. Yanlarına doğru gelen genç adamı gördüklerinde yaşlı kadın ayağa kalktı ve yere bakarak yürümeye başladı, Minokta’da arkasından gelirken genç adamın kendisine bakan gözlerini gördü ve genç adamın bakışlarıyla yüreğindeki kıpırtıyı hissetti.

Yaşlı kadın, Patriyarkos’un olduğu belli olan odanın kapısını saygıyla çaldı. İçeriden gelen tok sesle kapıyı araladı ve başını uzatarak kendisini görmek isteyen bir kadını getirdiğini söyledi. Yaşlı kadın kapıyı açarak Minokta’ya içeri girmesini işaret ederek geri çekildi. Minokta yavaşça ve yere doğru bakarak içeri girdi. Yaşlı kadın arkasından kapıyı kapattı ve dışarıda beklemeye başladı.

Kısa bir süre sonra Minokta yanakları kızarmış bir şekilde dışarı çıktı. Yaşlı kadına, heyecanla atölyeye kabul edildim, istediğim şey gerçekleşti dedi. Yaşlı kadınla birlikte haç çıkardılar. Hızlıca merdivenlerden inerek alt kata geldiler. Minokta yaşlı kadına, beni Triton’un odasına götürecekmişsin dedi. Bu kez avluda önünde en fazla renkli taşlar bulunan odanın kapısına yöneldiler ve Minokta içeri girdi.

Burası Triton’un odasıydı ve atölyede renkli taşların işlenerek mozaik yapımına uygun hale getirildiği yerdi. Atölyede renkli taşları işlemek için tezgâhlar ve her birinin başında taşları değişik şekillerde işleyenler bulunuyordu. Minokta her birinin ne işe yaradığını dikkatlice dinliyordu. İlk önce toplanan renkli taşlar ile mermer parçaları kırılarak çeşitli boylarda ve renklerine göre ayrılıyor, diğer tezgâhtaysa kırılarak çeşitli boylara ayrılan taşlar yontuluyorlar, bir diğerinde ise cilalanarak mozaik yapımına hazır hale getiriliyordu.

Triton usta, Minokta’ya bu atölyede mozaik yapımına başlayacağı söyledi. Ancak önce taş seçimi nasıl yapılır, hangi taşlar mozaik yapımı için uygundur ve taş toplamanın inceliklerini anlatan ilk dersi verdikten sonra, Minokta’ya deniz kenarından anlattığı şekilde taşları toplayarak acele etmeden birkaç gün sonrada olsa, değişik taşlarla, değişik renkli olanlarından bulup getirmesini istedi.

Minokta artık yolu öğrenmişti, eve gitmek üzere atölyeden ayrıldı. Yolda yürürken içi içine sığmıyordu. Bu işi zevk olsun diye daha önceden de yapmıştı. Bazen canı sıkılınca deniz kenarında gezip dolaşmaya gider ve hoşuna giden taşları yanına alırdı ama şimdi bunu daha da severek yapacaktı çünkü en çok istediği ve arzu ettiği şeyin bu olduğunu biliyordu.

Yolda, daldığı hayallerin içinde yürürken arkasından kendine doğru yaklaşan ayak seslerini duydu ve irkildi. Dönüp arkasına bakmak istemedi ve adımlarını biraz daha hızlandırdı, kendisini takip eden adımlarında hızlandığını duyuyordu. Biraz sonra duyduğu sesler kesildi bu kez dönüp arkasına baktı, kimseyi göremedi. Yanlış mı duymuştu acaba? Olamazdı bu, yanlış duymuş olamazdı. Kendisinden o kadar emindi ki, belki de öyle sandı, olamaz mıydı yani?

Aniden, karşısında beliren ve yüreğini hoplatan genç adamın gözlerini gördü. Esmer, kıvırcık saçlı genç ve yakışıklı olan adama hayranlıkla bakakaldı. Genç adam;

“Benim adım Kharon, bugün seni atölyede görmüştüm ve şimdi buradayım. Sende bana adını söyler misin genç kadın?”

Minokta heyecandan ağzını açamadı, kendini toparlamak için kısa bir nefes aldı ve sonra;

“Benim adım da Minokta, evet seni anımsadım. Bu gün atölyedeydin. Sen söyle bakalım şimdi, atölyede ne iş yapıyorsun?”

“Ben Patriyarkos’un yardımcısı ve mozaik ustasıyım. İstersen sana da öğretirim bu işi.”

“Ben zaten oraya bu işi öğrenmek üzere geldim ve eğer bana bu işi öğretirsen sana minnettar olurum.”

“Triton sana ne dedi? Seni de deniz kenarından taş toplamaya mı gönderdi?”

“Evet niye, yeni gelen herkese böyle mi yapar?”

“Bu işin ilk adımı budur da ondan, bende günlerce taş topladım deniz kenarlarından. Her seferinde, Triton bir kese taştan birkaç tanesini beğenip, diğerlerini aldığım yere bırakıp, başkalarını bulmamı istiyordu.”

“Peki, nasıl ilerledin bu işte?”

“Sende öğreneceksin acele etme, öğrencilik zor iştir.”

Minokta, o gece bir türlü uykuya dalamadı. İstediği ve hep hayalini kurduğu şeyler birdenbire gerçekleşiyordu.

Kharon’da, Minokta’nın mavi gözlerine vurulmuştu. Hayallerinde hep böyle bir kadın vardı.

Kharon o gece eve gitmek istemedi. Parlak mehtabın ışığı denize vuruyor, yakamozlar yapıyordu. Deniz kıyısında bir kayanın üzerine oturdu ve yakamozları seyre daldı.

Bu işe ilk başladığı günlerdeki gibi küçük taşlar topladığı günleri anımsadı. Minokta’yı ve daha başka pek çok şeyi hayal etti. Hava iyice soğumuştu, kalktı ve ağır adımlarla mehtap ışığında eve doğru yürümeye başladı. Yolda bir taş gördü ve eğilip taşı yerden aldı. Elindeki taşa yakından bakınca bunun bir kalsedon taşı olduğunu anladı. Bunun bir işaret olduğunu, taşın tıpkı Minokta’nın gözlerini andırır şekilde mavi olduğunu biliyordu. Taşı avucunda sıkıca tuttu ve bu taşı işleyip Minokta için bir çift küpe ile bir kolye yapmaya karar verdi.

Ertesi gün hava aydınlandıktan sonra Minokta dışarı çıktı, şehri çepeçevre saran yüksek duvarlı surların Keros tarafına bakan Porta Fenari kapısından geçerek kıyıya indi. Hava güneşliydi ama serindi, kıyıda gözüne kestirdiği taşları toplamak üzere yürümeye başladı. Güneş tam tepeye yükseldikten sonra denize doğru inmeye başladığında Minokta’nın elindeki kesede renkli taşlar ile dolmuştu. Eve dönünce hepsini tahta masasının üzerine döktü. Topladığı taşları teker teker eline alarak baktı. Sonra hepsini bir çanağın içine koyup üzerine testiden su döktü ve ellerini çanağa daldırarak taşları temizledi. Kuruduktan sonra, taşları tekrar keseye yerleştirdi. Acaba bunları yarın atölyeye götürse erken mi olurdu? Öyle ya, Triton usta acele etme demişti. Neyse, yarında bir başka yere bakarım dedi.

Ertesi günde, sabah erkenden yataktan kalkıp hazırlandı. Gidebileceği yerleri aklından geçirdi, bu günde Blakhernai Sarayı’nın önünden geçen surlarından sonraki Sofia kapısından geçerek kıyıya ulaştı. Burası çok daha fazla taşla doluydu. Buradan da bej, sarı, beyaz ve gri renkli taşlar topladı ve çok geç olmadan eve döndü. Evde yine temiz suyla taşları yıkayıp, kuruttuktan sonra başka bir keseye yerleştirdi. İki küçük keseyi iple birbirine bağladı. Artık atölyeye gitmeye hazırdı.

Triton usta’nın yanına, deniz kıyısından topladığı taşları koyduğu keselerle birlikte giden Minokta, ustanın karşısında ayakta bekliyordu.

Triton usta Minokta’ya sordu;

“Ne yaptın bakalım? Dediğim gibi taşları toplayabildin mi?”

“Evet, onları şu keselerde getirdim.”

“Görelim bakalım neler bulmuşsun?”

Minokta elinde iple birbirine bağladığı keseleri Triton ustaya uzattı. Triton usta keselerin ağzını açıp, taşları önündeki masanın üzerine döktü. Eliyle şöyle bir yaydıktan sonra dikkatlice gözden geçirdi. İçlerinden birkaç tanesini eline alıp yakından bir kez baktıktan sonra masanın üzerine, diğerlerinden ayrı bir yere bıraktı ve Minokta’ya bakarak;

“Aferin, taşları yıkamayı akıl edebilmişsin. Şimdi kenara ayırdıklarımı bırak ve diğerlerini topla.”

Minokta, masanın üzerindeki taşları teker teker toplayıp keselerin ağzını yine iple bağladıktan sonra beklemeye başladı.

Triton usta;

“Şimdi bu taşları topladığın yere bırak ve başkalarını bulup, tekrar gel.”

“Ha birde topladıklarını bundan sonra bana getirme, yan taraftaki atölyede yardımcım Kharon’a gösterirsin.” 

Minokta, bu işe çok sevindi.

“Şimdi birlikte onun yanına gidelim.”

Triton ustanın sağ kolu ve yardımcısı olan Kharon’un çalıştığı odaya girdiler. Kharon tezgâhın üzerine eğilmiş, bir parşömene desen çiziyordu. Odanın kapısı açıldığı duyunca kafasını döndürüp içeri girenlere baktı, ustası Triton ve yanındaki Minokta’yı gördü. Toparlanarak, soru soran gözlerle Triton usta’ya baktı.

Triton usta, yanında duran Minokta’yı işaret ederek;

“Artık ondan sen sorumlusun, bildiklerini ve öğrenmesi gerekenleri ona, sen öğreteceksin. Onun adı Minokta.” Sonrada Minokta’ya dönerek;

“Bu da, benim yardımcım Kharon. Artık senin ustan odur.” Triton usta daha fazla bir şey söylemeden geriye dönüp odadan çıktı.

Kapı kapanınca Kharon, Minokta’ya;

“İlk sınavını vermişsin bakıyorum. Bende aynı şeyi yapmıştım, yoksa seninde canına okuyana ve buradan gönderene kadar uğraşırdı seninle. Eğer taşları yıkamamış olsaydın işin başlamadan biterdi.”

“Neden? O kadarda önemli miydi bu?”

“Evet bu, işe verdiğin önemi ve özeni ortaya koyuyor.”

“Anladım ne demek istediğini.”

“Sana söylediğim gibi mi oldu? Topladığın taşlardan birkaç tanesini ayırıp geri kalanını sana verdikten sonra, diğerlerini aldığın yere bırakıp başkalarını bulmanı istedi mi?”

“Tam da dediğin gibi oldu, sen ne diyeceksin bakalım?”

“Aslında bu bir sınavdı. Ama sen bu sınavı geçtin ve Triton usta, seni benim yanıma getirdi. Bu, işin aramızdaki sırrıdır. Mozaik yapımında biz taştan daha çok seramik, tuğla, mermer ve cam tesseralar kullanırız. Bunlar farklı atölyelerden buraya getirilir, biz onları tekrar elden geçirir ve kullanırız.”

“O zaman ben ne yapacağım?”

“Öğrenmen gereken çok şey var. Elimizde yeteri kadar taş var ve eğer lazım olursa da burada bir sürü çırak var, gider onlar toplarlar. Ne yapmak istiyorsun? İyi desen çizer misin? Yoksa tesseraları harcın üzerine mi dizmek istersin,  onu söyle ki sana bir yön çizelim.”

“Benim bir amacım var. Eski devirlerde olduğu gibi canlıların, hadi daha fazlasını söyleyeyim, kadının yer aldığı mozaikler yapmak istiyorum. Dikkat edersen, ne resimde, ne heykelde, ne mozaikte ya da ne bileyim görselliğin olduğu çoğu yerde kadın yok. Oysa eski zamanlardan kalanlara bak, hepsinde kadın tüm güzelliği ve estetiğiyle var. Ne olduysa oldu, bilmiyorum ama kadın her yerden silindi, görülmez oldu. Oldu da ne oldu? Yine erkeklerle kadınlar evlenmiyor mu? Erkekler, kadınsız yaşayabiliyorlar mı? Şimdilerde yaşlı adamlar yanlarında gencecik erkekleri alıyorlar da, bitiyor mu yani?”

“Tamam, tamam. Daha fazla söz etmene gerek yok. Kadını görünür kılmayı istemek, çok cüretkâr bir istek değil mi?”

“Öyle bile olsa birilerinin bunu yapması lazım. Ben bunun için kendimi ortaya koymaya hazırım.”

“İyi o halde, sana bir ödev veriyorum, evinde parşömen ve füzen bulunur mu? Yoksa ben sana vereceğim. Bana sözle değil çizeceğin desenlerle anlat bütün bunları.”

Kharon, masasının üzerinde duran parşömenlerden birkaç tanesini rulo yaptı, arkasındaki dolabın çekmecesinden de aldığı füzeni Minokta’ya uzattı.

“Bunlar senin. İstediğin gibi, istediğin deseni yapabilirsin. Nasıl yapılacağını biliyorsun değil mi?”

“Bana gösterir misin?”

Kharon, parşömen üzerine füzenle çizgiler çektikten sonra bir göz deseni çizdi.

 “Gördün değil mi nasıl yapılıyormuş?”

Minokta, Kharon’un çizdiği gözün kendi gözlerine benzediğini fark etti.

“Evet, senin yeteneğine hayran olmamak mümkün değil.”

Minokta, koltuğun altına sıkıştırdığı parşömen rulosuyla yolda yürürken çok sevdiği babasını düşünüyordu.

Minokta’da ki yeteneği ilk kez ortaya çıkartan ve resim yapmasını öğreten de babasıydı. Küçük bir kız çocuğuyken babasını hayranlıkla izlerdi.

Babası evlerinin bodrum katında, yasaklanmış olmasına rağmen ikonalar yapardı. Kandil ışığında günlerce çalışır, çeşitli renkteki boyalar ile tay ve domuz kıllarından fırçalar yapardı. İkonaları yapacağı tahta yüzeyleri de kendisi hazırlardı.

Boya yaparken yanına gelmesini istemez, bu işin tehlikeli olduğunu söylerdi. Diğer zamanlarda yanına gider onun söylediği ufak tefek işleri yaparak babasına yardım ederdi. Neredeyse bütün çocukluğu burada geçmişti.

Minokta’nın resmini de yapmıştı. İlk defa kendi resmini gören Minokta çok şaşırmıştı. Sonra başkalarını da yapmıştı babası. Babası yaptığı ikonaları sipariş edenlere götürür ve bu yoldan para kazanır, evin geçimini de bu şekilde sağlardı.

Bir gün Minokta’ya ikonaları yaptığı tahtalardan verdi ve hadi sende bir tane yap bakalım dedi.

Minokta babasının yaptığı gibi, onu taklit ederek bir resim yaptı. Babası çok beğendi ve bir tane daha yapmasını istedi ve Minokta böylece resim yapmayı öğrendi. Biraz daha büyüdüğü zaman artık babasına yardım eden değil neredeyse onun bir benzeri olmuştu.

Yetişkin bir insan olduğu zamanda özgün bir ressam sayılırdı.

O gün, babasının yaptığı bir ikonayı yerine teslim etmek üzere dışarı çıkmış, sonra da çarşıya uğrayıp gerekli malzemeleri satın alarak ve eve dönmüştü.

Annesi evde yemek yapıyordu. Babasını sordu, bodrumda dedi annesi ve Minokta aldığı malzemelerle bodrum kata indi. İçerisi karanlıktı, oysa titrek bir kandil ışığı olurdu her zaman. El yordamıyla kandili buldu ve yaktı. İçerisi aydınlandığı zaman babasını yerde yatarken gördü, eğildi ve eliyle sarstı. Kıpırdamıyordu babası, bir kaç kez daha aynı şeyi yaptı ama hiç tepki yoktu. Ayağa kalktı ve etrafa bakındı. Yan taraftaki küçük ocağın üzerinde duran kap devrilmiş ve içindekiler etrafa yayılmıştı.

Sonra yine eğilerek babasına bir kez daha yakından baktı ve neler olduğunu anladı.

Babası dışarı çıkmasını fırsat bilip gümüşi beyaz boya yapmaya çalışmıştı. Kurşunu sirke buharında okside ederken nasıl olduysa kap devrilmiş ve etrafa yayılan zehirli sıvı babasının ölümüne neden olmuştu. Oysa bunun ne kadar tehlikeli olduğunu ona babası öğretmişti. Fırçaları yıkarken bile çok dikkatli olmak gerekirdi, yoksa kirlenmiş fırçadaki kurşun beyazı hamur haline gelerek el ve parmaklardaki çatlakların içine girebilir ve kana karışarak zehirlenmelere sebep olabilirdi.

O günden sonra Minokta bir kez daha aşağıya inmedi. Odanın kapısı kilitlendi ve bir daha açılmadı, her şey öylece kaldı.

Kısa bir süre sonrada annesini kaybetti Minokta, artık evde yapayalnızdı. 

Ne ikon ne de bir başka resim yapmaya da eli varmıyordu. Bir süre biriktirdiği parayla sürdürdü yaşamını. Sonrasındaysa resimlerini satın alan bir kadına yardımcılık yapmaya başladı.

Kadının evinde öyle çok resim, heykel ve seramik vardı ki Minokta her birine hayranlıkla bakar ve tüm görüntülerini hafızasına nakşederdi.

Uzun bir süre burada kalan Minokta’ya, ölmeden önce servetinden büyük bir bağış yapan kadın, artık onun tüm yaşamını sağlamıştı.

Minokta, şimdide mozaik yapmasını öğrenerek eski günlerine dönebilmeyi, kendi güzelliğinin ve kadınlığının estetiğini ortaya yeniden koyabilmeyi istiyordu.

Eve girdiği anda, bodrum kata inmeye karar verdi. Koltuk altında taşıdığı parşömen rulosunu bir kenara bıraktıktan sonra, sokakta giydiklerini üzerinden çıkardı. Aşağısı ne haldeydi bilmiyordu, bir kandil aldı ve merdivenlerden inerek odanın kapısını açtı.

Havasızlıktan küf kokmaya başlayan odadaki örümcek ağlarını ve yıllardır birikmiş kalın toz tabakasını gördü. Çocukluk günlerinde başlayan tutkusunun ateşinin yeniden tutuştuğunu hissetti.

Bunların hiç birinden Kharon’a tek kelime bile etmemişti. Şimdi onun verdiği parşömene çizeceği desenleri nasıl yapacaktı? Bütün yeteneğini gizlemeden mi yoksa bir çocuk gibi basit çizgilerle mi?

Elindeki füzeni, parşömene dokundurmadan önce bir süre düşündü. Sonra bunun gizlenecek, saklanacak bir yanı bulunmadığına karar verdi. Eli hızlıca hareket etmeye başladı ve bir kadın suratı belirdi parşömenin üzerinde, derken bir başkası ve peş peşe başka yüzler.

Ertesi gün çizdikleri Kharon’a götürmek üzere hazırlandı. Yolda yürürken ve atölyede fazlaca göz önünde olmamak için kadınlığını örterek gizlemesi gerektiği bildiği halde, yaptığı desenler aksine başka bir olguyu açığa çıkartıyordu.

Yinede tam olarak istediğini yapmamış, sadece kadın yüzleri çizmişti. Oysa kadını tüm bedeniyle ortaya koymak ve onu gizlendiği yerlerden açığa çıkartan desenler çizerek Kharon’a götürmek istemişti.

Atölyeye geldiğinde, içeride katır arabalarına yüklenen mozaikleri gördü. Yapay mozaik zeminler konacakları yerlere bu şekilde götürülürdü. Sonra yapım çalışmalarının sürdüğü yerlerde inşaat ustaları tarafından yerlerine yerleştirilirdi.

Eski devirlerde olduğu gibi büyük bir yapım etkinliği yoktu ancak eski kiliseleri tamir etmek ve onlara küçük şapeller eklemek ya da çok revaçta olan manastır hayatının gereklerini yerine getirecek inşaatlar ve varlıklı ailelerin oturacakları konaklar yapılırdı. Bazılarına ise yeni mozaikler, zemin ile duvarlara yerleştirilerek, evlerin zenginliği ortaya çıkarılırdı.

Kharon’un işi bittiğinde kendi odasına geldi. Minokta onu sabırla beklemişti.

“Bu da işimizin bir parçası, bu teslimatları ben yaparım. İşin geri kalan kısmını idareciler halleder. Atölyenin tüm kazancı bu siparişlerin teslimatı ile sağlanır. Neyse, bunlar senin işlerin değil zaten. Sen ne yaptın esas, göster bakalım çizdiklerini.”

Minokta, elindeki parşömen rulosunu Kharon’a uzattı;

Kharon, önündeki çizgilere baktığı anda neyle karşılaştığını anladı. Başını kaldırıp Minokta’nın yüzüne baktı ve tekrar desenlere dikti gözlerini. Bu kez gözlerini ayıramadı Minokta’nın çizgilerinden.

Minokta’nın bu işi çok iyi bildiğini anladı. Bu güne kadar hiç böylesini görmemişti. Karşısındaki kadın, kendisinden kat be kat üstündü. Çizdiklerine tek tek bakarken, babasının yanında çalıştığı günlere döndü.

Bir inşaat ustası olan babası, Kharon’u da kendisi gibi inşaat ustası olarak yetiştirmek istiyordu. Yanında çalıştığı yerlere götürür, ona duvar nasıl örülür, harç nasıl yapılır öğretirdi. Kharon inşaatlarda, yazın güneş altında, kışın soğukta çalışa çalışa bu işi öğrenirken, gelişen vücuduyla Apollo kadar atletik bir delikanlı oldu. Siyah gür sakalları, kıvırcık saçları ve Romalı haliyle tam bir yetişkindi artık. Bunu da kimselerden saklayıp, gizlemezdi. Dışarıda kendisini görenlerin aklından geçenleri, gözlerinden okumak hiçte zor değildi. Zaten oda bunun tadını çıkartmakta, önüne çıkan fırsatları kaçırmamaktadır.

Babası ile birlikte çalıştığı bir yerde, mozaikler zemine yerleştirilirken Triton ustayla tanıştı. İlgisini çeken mozaiklerin nasıl yapıldığını öğrendi. Triton usta onu yetiştirirek yanına aldı. Artık Kharon’da bir mozaik ustası olmuş, atölyenin de Triton ustadan sonra gelen en önemli kişisi olmayı başarmıştı. Şimdi önündeki desenlere baktığı zaman kendi ustalığını aşan bu kadına, neyi, nasıl öğreteceğini söylemek hiçte kolay olmayacaktı.

Kharon, başını kaldırıp Minokta’ya bakarak;

“Çok güzel çizgilerin varmış doğrusu. Sen bu işi biliyorsun ve hiçbir şey söylemedin. Önemli olan bir amacının olması ve sen buna çoktan hazırsın. Sana ne öğretmek gerektiğini bilmiyorum. Öncesinde böyle olduğunu sanıyordum ama sen öyle bir yerdesin ki, benim senden öğreneceklerim var. Sen ustaca bir bakışa ve görüşe sahipsin bu durumda geriye kalan tek şey mozaikle yapabileceklerinin tekniğini öğrenmektir. Ben de sana bunu öğreteceğim.”

“En iyi öğrencinin ben olacağımı göreceksin.”

“Bundan eminim zaten.”

“O halde derslere başlayabiliriz.”

Kharon, bildiklerini anlatmaya başlamadan önce sorar;

“Neden resim değil de, mozaik?”

Minokta, yaşadıklarını Kharon’a kısaca; babasının eskiden atölyenin de çok yakınında olan Khora Manasıtırı Kilisesinin resimlerini yapan ustalarından birisi olduğunu ve daha sonrada baskının arttığı ve resmin yasaklandığı dönemde de evde çalışarak gizlice ikonalar yaptığını ve bu işi nasıl öğrendiğini anlattı.

“Babam kullanacağı boyalarını kendisi yapardı. Bu işinde ustası olan babam, bir gün yaptığı boyadan zehirlenerek öldü. O günden sonra bende bu güne kadar hiç resim yapmadım. Korkmuştum, eğer devam edersem bende bir gün aynı hatayı yapabilirdim.”

Minokta’nın anlattıklarını dinleyen Kharon;

“Mozaik ise böylesine tehlikeleri içermiyor. Kullandığımız malzemeler kendine özgüdür. Bu sayede çok renkli ve hareketli yüzeyde görüntüler, renk ve ışık altında adeta canlanır. Bunu da ortaya çıkarabilmenin en önemli yolu mozaik ressamlığından geçer.”

“O zaman bunu başarabilmek için mozaikleri, insan ve insan görünümü üzerine kuracağız.”

“Doğru söylüyorsun. Ancak bunu yapabilmek mümkün değil gibi görünüyor. Atölye buna izin vermez. Burada döşemeler için yapılan mozaikler ya da duvarlar için yapılan panolarda insan figüründen çok geometrik desenler kullanılır ve bu desenler atölyenin kendine özgü görünümleriyle benzerlerinden ayrılır. Mozaikleri görenler bu atölyenin üslubu olduğunu anlarlar. Bu da bizi farklı kılar. Şimdi ne demek istediğimi daha iyi anladın sanırım.”

“Olsun, sen yine de bana öğret.”

“Sana yaptığımız işi anlatayım o zaman. Yaptığımız mozaikler kullanılan tesseraların, boyutlarına, geometrisine ve malzemesine göre beş kategoriye ayrılabilir. Bunlar; Opus tesselatum, opus vermiculatum, opus signinum, opus sectile ve opus musivumdur.

Opus Tesselatum: Duvarlara ve zemine uygulanan mozaik yapma tekniğidir. Düzgün kesilmiş renkli taşlar, mermer ve seramik tesseralar kullanılır.

Vermiculatum: Bu teknikte renkli küçük taş tesseralar kullanılmıştır. Parlak renkler gerektiğinde kırmızı, sarı ve turkuaz renkli camlar kullanılır.

Opus Signinum: Bu teknikte, mozaiğin uygulanacağı yüzeye tuğla kırığı ile hazırlanan kırmızı kireç harcı dökülür. Daha sonra bu harcın içine seramik ve mermer parçaları rastgele konulup karıştırılarak hazırlanır.

Opus Sectile: Bu mozaik tekniği farklı renkte tessera ve mermer parçaları kullanılarak yapılmıştır. Mermerler üçgen, kare veya dikdörtgen biçiminde kullanılır

Opus Musivum: Bu teknik vermiculatum tekniğine benzerdir. Bu tekinde cam tesseralar kullanılır. 

Mozaikler statumen adı verilen kalın bir katmanının hazırlanması ile inşa edilmeye başlanır. Bu drenaj katmanının üzerine çakıl veya kırık tuğla ile kirecin karıştırılması ile hazırlanan ikinci bir katman olan rudus katmanı dökülür. Bu katmanın üzerine mermer tozu ve kum kullanılarak hazırlanan nucleus katmanı döküldükten sonra saf kireç ile hazırlanan son üst harç katmanı oluşturulur. Tesseralar bu harca yerleştirilerek mozaiğin üst yüzeyi tamamlanır.

Tesseralar mozaik desenine göre kesilip, düzenlenen cam, taş, mermer, pişmiş toprak ve seramiklerdir. Tesseralar mozaik desenine göre yatak harcına farklı şekillerde yerleştirilir. Bunlar;

Harç ıslak iken tesseraların mozaik desenine göre yerleştirilmesi, kuru harç üzerine mozaik deseni çizildikten sonra tesseraların yerleştirilmesi veya harca kurşun şeritlerin mozaik desenine göre uygulanmasından sonra tesseraların bu şeritlere göre yerleştirilmesiyle yapılır.

Mozaikler doğal zemin üzerine de inşa edilebilirler ancak bizim atölye böyle işler yapılmaz.

Mozaik nedir ve nasıl yapılır, ilk dersimiz şimdilik bu kadar.”

“Bayağı zormuş. Görünüşte çok daha basitmiş gibi algılanıyor.”

“Evet, mozaik yapmak kolay gibi görünür ama hayli zor bir iştir. Neyse ki atölyede bu işler tek başına değil, her aşaması başka kişiler tarafından yapılır. Bu işin ustası olabilmek içinse her aşamayı öğrenmek ve uygulayarak yapmak gerekir.”

“Harç karmakla başlayacağız işe herhalde.”

“Yok, o kadarda değil. Senin yapacağın mozaik ressamlığı, gerisini düşünme.”

 “Neden?”

“Senin bir resim anlayışın var ve kendi sanatını oluşturmak istiyorsun. O halde başka bir şey yapmana, hatta buraya kadar gelmene bile gerek yok.”

“Gelmezsem nasıl yapabilirim ki?”

“Burada yeteri kadar dikkat çektik, yaşlı Triton usta bunu bilerek yaptı zaten, atölye bir kadını görünce çalkalansın, laf çıksın ve buradan hızla kaçabilmek için bahaneler yaratabilesin.”

“Hiçte öyle bahanelere aldırasım yok! Kim ne derse desin.”

“İyide, burası pek uygun sayılmaz bunun için. Yani burada sana nasıl baktıklarını hele de o yılan Smylos’un bakışlarını görmemek mümkün değil.”

“Böyle mi düşünüyorsun?”

“Kesinlikle!”

“O zaman nasıl yapacağız biz bu işi?”

“Ben, bunu da düşündüm ve bir yol buldum sanıyorum.”

“Kendi kendine kararlar almışsın bile.”

“Ne yapacaktım ya? Rahat bırakacaklar mıydı sanıyorsun? Seni buradan kaçırana kadar neler yapacaklardı, neler söyleyeceklerdi, hiç düşündün mü bunları?”

“Beni kolay kolay yıldırmazlardı ya yine de senin dediğin gibi olsun. Sen bundan sonra olacakları söyle bana o halde.”

“Tamam, şimdi beni dinle. Mozaik, ağırlık çeker ve evde yapılacak işlerden değildir. Basit bir inşaat yapar gibi geniş bir alan ve hayli uğraş ister. Her şeyin çözümü vardır, bizim yeteri kadar ustalığımız var ve bize sadece çalışacak alan lazım değil mi? O halde biz bunu, atölyenin yapmak istemediği, elini atmadığı işleri yaparak halledeceğiz. İşin bu kısmı bana ait nerede, ne yaptırmak istiyorlarsa gidip beraber yapacağız. Olmaz mı, bu yol amaca ulaşmak için bir çözüm değil mi?”

“Üstelik kazançlıda, peki sadece ikimiz mi yapacağız bu kadar ağır ve zor işi.”

“Onu da düşündüm, tanıdığım kişiler var. Onlarda çalışmaktan kaçınmayan insanlar, üstelik her an yan yana olmak zorunda kalmadan yapacağımız bir iş olacak bu. Son safhada tesseraları yerlerine dizerken ve işin sanatsal kısmını tamamlarken onların bizimle birlikte olmalarına gerek kalmadan yapacağız bunu. İşin ressamlığı zaten sana ait olacak, ben ve diğerleri de geri kalan kısmı yaptıktan sonra senin gözetiminde ve isteğin doğrultusunda mozaikler tamamlanacak.”

“Güzel, şimdi bize bir at ve üç tane nal lazım.”

“Yani ilk siparişi almak”

Minokta, Kharo’nun yanından ayrıldıktan sonra söylediklerini düşünüyordu ve onu Smylos’tan kıskanmasına hayli sevinmişti. Bir arptan dökülen güzel melodiler gibi her yanını sarmıştı Kharon’un bu sözleri.

Bir yandan da atölyeden uzaklaşmasına, kapalı bir alanda kalmasına içerliyordu. Neredeydi o kadınlar, neden kadınların görünür olmasını istemiyorlardı?

Şu üzerimdeki giysilere bak; yünden yapılmış dizlere kadar inen uzun etekli khiton üzerinde yerlere değen yün pelerin ve başımda omuzlarıma kadar inen mapharion, yetmezmiş gibi bir de pelerinin başı tamamen gizleyen başlığıyla kim olduğumu anlamak bile mümkün değil. Eh belki havalar ısınınca pelerin olmuyor, kumaşlar yün yerine keten ama ya diğerleri, ha birde sandaletler, işte sıcak ya da soğuk değişen sadece bunlar.

Kadın bedeni, bütün günahların taşıcısı mıdır ki, ondan uzak durmak, onu görmemek, görünmez kılmak istiyorlar?

Bu giyimimle güçsüzleştiği mi hissediyorum. Oysa bana bakılmalı, görülmeliyim, yani bir resim olmalıyım, bir mozaik olmalıyım.

Romanın tamamını okumak isteyenler için zorunlu bir açıklama: Numara sırası takip eden bölümlerde sayfa başlarında yer alan “önceki-sonraki” yönergelerinden “önceki” seçeneği tıklandığında, bir sonraki bölümü okumak mümkün olacaktır.