İSTANBUL’DA BİR HİPPİ

Paulo Coelho, 1947 yılında Brezilya’da doğdu.

Yazarlığa başlamadan önce, ülkesinde tanınan bir şarkı sözü yazarı olan Coelho, ilk kitabını 1987 yılında yayımladı.

Hac (Pilgrimage) isimli kitabında, Hıristiyanların Batı Avrupa’dan başlayıp İspanya’da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu anlattı.

1988 yılında yayınlanan Simyacı adlı kitabı onun en başarılı kitabı oldu. 42 ülkede yayınlanan, 26 dile çevrilen Simyacı, benzersiz bir başarıya ulaştı ve bu kitap sayesinde Gabriel Garcia Marquez’den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazar oldu. Ayrıca Simyacı “Yaşayan bir yazara ait en çok tercüme edilen kitap” olarak Guinness rekorlar kitabına girdi.

Yazar, edebi hayatının yanı sıra karısıyla birlikte kurdukları Paulo Coelho Enstitüsü’nde ülkesindeki yoksul çocuk ve yaşlılara yardım etti, 2002 yılında Brazilian Academy of Letters’a üye kabul edildi, 1979 yılındaki İslam Devriminden sonra İran’a fikir alışverişi için davet edilen ilk Müslüman olmayan yazar oldu.

Bir dönem ailesi tarafından akli dengesi bozuk sanılan Coelho, üç kere akıl hastanesine gönderildi. “Veronika Ölmek İstiyor” adlı romanını da bu dönemdeki tecrübelerinden yola çıkarak yazdı.

Coelho aynı zamanda Unesco’nun “Kültürlerarası Diyaloglar” programında danışman olarak görev yapmaktadır.

Coelho’nun son kitabı “Hippi” ülkemizde bu yılın Haziran ayında yayınlandı.

Kitabında Brezilya’da diktatörlüğe karşı hareketleri gerekçesiyle tutuklanıp gördüğü işkenceyi de anlatmaktan çekinmeyen Coelho, önce hippiliğin ne demek olduğunu, hippilerin nasıl yaşayıp seyahat ettiğini anlatıyor. Uyuşturucu, özgür seks, her anlamda özgürlük o dönemin bir boyutu. Diğer boyutta ise seyahatlerdeki zorluklar, statükocu zihniyet ve güvenlik güçlerinin baskı ve şiddeti var. Ama romanın aslında, tekdüze hayatından kurtulmak için Nepal’e gitmeyi hedefleyen genç ve güzel Hollandalı Karla ile “daha modern ve konforlu” bir hippilik için ülkeye ayak basan Paulo’nun Amsterdam’da karşılaşmasıyla başladığını söyleyebiliriz. İkili, çok geçmeden Nepal’e hareket edecek “Magic Bus” denen otobüse 70’er dolara biletlerini alır ve farklı ülkelerden yaklaşık 20 kişilik hippi grubuyla 1970 Eylül’ünde yola koyulurlar. Yolda, biri İngiliz diğeri Hintli iki şoförün, Fransız baba ve kızının, İrlandalı çiftin ve diğerlerinin öykülerini öğreniriz. Almanya, Avusturya, Yugoslavya, Bulgaristan derken nihayet Paulo uzaklarda iki büyük caminin minarelerini görür.

Paulo’nun İstanbul’da asıl hedefi; Eteklerini havalandırıp kendi etraflarında dönen dervişleri izlemektir. Gösterinin etkisine kapılıp aynı dansı öğrenmek istediğinde bunun bir danstan öte, Tanrı ile irtibat kurmanın bir yolu olduğunu öğrenecektir. Dervişlere sufi deniyordu ve bu konuda okuduğu her şey Paulo’yu daha da heyecanlandırıyordu. Bir gün Türkiye’ye dönüp dervişlerin ya da sufilerin öğretisini özümsemek istese de bunun ancak uzak gelecekte mümkün olacağını tahmin ediyordu…

Kitabın sonraki bölümünde artık çoğunlukla İstanbul, Paulo’nun tasavvuf tecrübesi ve Karla ile aşkı var. İstanbul’a indikten sonra kendine bir Mevlevi dergâhı arayan Paulo, Kapalıçarşı gibi bir yerde “Derviş, Rumi, Sufi” diye diye dolaşarak, arada bir Mevlevi gibi dönerek amacına ulaşır. Onu anlayan birinin yönlendirmesiyle “sufizm merkezi” dediği şeyi bulur. İçeride, yıllar önce buraya gelmiş ihtiyar bir Fransız vardır. Paulo ona, “Dans konusunda tecrübe kazanmak için orada olduğunu” söyler. Adam pencereden gelen ışık huzmesini gösterir, “Güneşe hürmet et” der: “Tam o anda yakındaki caminin minaresindeki hoparlörlerden sözcükler dökülmeye başlar, ses şehre yayılır ve Paulo namaz vakti geldiğini anlar.”

“Dervişler, ilhamlarının özünde bulunan İslamın bazen hoş gördüğü bazense dışladığı bir tarikatın mensubuydular. Sufilik adı verilen bu tarikatı on üçüncü yüzyılda kuran şair İran’da doğmuş ve Türkiye topraklarında ölmüştü.”

Oysa Mevlana, 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içinde bulunan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştu.

Coelho’nun gözünden kaçan bu ayrıntı, kitabın İstanbul ile ilgili bir başka yerinde yinelenir.

Karla, Boğaz’a iniyor ve Avrupa’dan Asya’ya uzanan kırmızı köprüyü izliyor. Yetmiyor, bir başka gün Paulo ile otobüse binip köprüden Asya yakasına geçiyorlar. Oysa yıl 1970. Dönemin Boğaziçi Köprüsü’nün inşaatı belki yeni başlamış. Henüz tamamlanıp açılmasına daha üç yıl var.

Üstelik Boğaziçi Köprüsünün rengi hiçbir zaman San Francisco Golden Gate köprüsü gibi kırmızı olmadı.

Coelho’nun “Burada anlatılanların hepsi kişisel deneyimlerime dayanıyor. Olayların sırası, kişilerin isimlerini değiştirdim, ama bütün olanlar gerçek.” Dediği kitabın ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu bilinmez ama hataların birer gerçek olduğu kaçınılmaz.

Not: Horasan’da başta Belh olmak üzere diğer önemli şehirlere hakim olan Gıyaseddin’in, 1203’teki ölümünden sonra Belh şehri, 1206’da Harzemşahlar tarafından teslim alınmıştır.  Mevlana Celaleddin Rumi işte Harzemşahlar’ın Belh’i hakimiyetleri altına almalarından bir yıl sonra (1207) burada dünyaya gelmiştir.

Erkeklik çalışmaları gerekli mi?

“Eleştirel Erkeklik İncelemeleri İnisiyatifi” (EEİİ) sosyoloji, psikoloji, edebiyat, siyasal bilimler, medya çalışmaları gibi farklı alanlarda çalışan araştırmacıların ve aktivistlerin oluşturduğu bağımsız bir çalışma grubudur. 2013 başında kurulan EEİİ, feminizm, LGBTQ ve toplumsal cinsiyet çalışmaları ve aktivizmlerinin açtığı eleştirel ve ataerkillik karşıtı yollardan ve onlarla dirsek teması içinde ilerleyerek, erkekliklerin eleştirisini yapan herkesi bir araya getirmeyi amaçlamaktadır.”

Erkeklik çalışmaları gerekli, çünkü erkek yazıcılar kadını yazıyorlar ama yazıcıdan alınan çıktılar nedense hep erkek oluyor. Okumaya devam et

NARKOLEPTİK TAKINTILAR

Yayıncının Notu sayfasında kitap için “deneysel” bir metin denmekte. Düşünsel evrenin izlerini sürmeye başlayan yayınevince metnin herhangi bir bölümünü birbirlerine okuyan insanlar, herhalde çok eğlenmiş olacaklar ki, epistemolojik irdelemelerin içinde ya da tumturaklı bir modernizm eleştirisiyle katmerlenen ateşli tartışmaların ortasında bulmuşlar kendilerini.

Yayınevi, tek benzer yanı belki yazılma tekniği Cut-up’tan izler taşıyan metni, kılıktan kılığa sokarak, Beat Kuşağından, avangard edebiyata, fanzinlerden undergrounda uzanan bir salça eşliğinde okuyucuya sunmakta. Okumaya devam et

UCUZ TARİFE TREN BİLETİ

Hiç bitmeyecek bir arayıştır, çakmasından bir yaşam arayışı. Üzerine, birde mağduriyet sosu eklenirse tadından yenmez olur. Gecekondudan çıkıp, toplu konutlara yerleşen, çamurlu yollardan geçip, dört şeritli kara yoluna bağlanan, Orhan Baba’dan Manuş Baba’ya terfi eden, çıkarıp atamadığı eski giysileriyle aradığı yaşamı bir türlü bulamayan, gölgelerde kalıpta büyüyemeyen orman ağaçlarının yerine kendisini koyan bu arayıştan kurtulmak çok zor. Ne var ki ağaçlar, hayatımıza en özlü mecazlar ve bilgiyi anlamlandırma sistemleri olarak giriyor olabilir; zira anlatımlarındaki zenginlik, mecazın çok ötesine ulaşıyor ve yayın evleri de, ucuz tarife tren biletiyle Ankara’dan İstanbula gelenleri, çay kahve ikram ederek ağırlamaya devam ediyorlar.

Sözünü ettiğim “Sinek Isırıklarının Müellifi” isimli roman. Okumaya başlayınca hafızamda kalanlar beni rahatsız etmeye başladı. Evet, yazarlar yapıtlarının dünyaya verilmiş benzersiz yanıtlar olmasını isterler ama bu yapıtların neden benzersiz olduklarını anlatmak içinde benzerlerinden farklı olduklarını ortaya koymalarını sağlayacak; başkaları ne söylerken o bize ne söylemiştir sorusunun da cevabını verebilmeleri gerekir. Okumaya devam et

PENCERE ÖNÜNDE DURAN ÇİÇEKLER

Biraz yakınımızda, biraz uzağımızda, pek de anlayamadığımız bir şekilde başlayıp biten gerçek aşkların yaşandığı bir dünya üzerinde, sanal aşkların, yaşamı çevreleyen WhatsApp, Instagram, Facebook, Twitter, Tinder ve benzerleriyle başlayıp biten aşkların olduğu bir başka dünya. Bir yaşamın ötesinde olduğu sanılanın aksine, 21. Yüzyılın biçimlendirmesi ile meşhur olmak bir yana, edebiyat denilen yazı sanatında geleceği aramak, YouTube kanalından, diksiyon dersi almış dizi film oyuncularının romantik sesleri eşliğinde, şair olmadan yazılan şiirlerin okunma zahmetine katlanmadan, izlenmesiyle olmayacaktır. Okuduğu cümlenin başını unutmaması için en uzun cümlesinin beş kelimeden fazla yazılmasının mümkün olmadığı kısır romanların okumasıyla da olmayacaktır. Pek çok iletişim alanında tanıtımı yapılarak neredeyse, her biri dünya çapında ödüle aday olacak kadar güçlü birer sanat yapıtı olduğu ilan edilerek, sex shop’ları gezerken hezeyanların yazıldığı basit oyunların sahnelenmesi ile tiyatro denilen sanatın altından girip üstünden çıkılmasıyla da olmayacaktır. Bir de “Yazdıklarıma, ben şiir demiyorum okuyanlar öyle diyor” demekle de hiç olmayacaktır. Okumaya devam et