Günlerden bir gün bizim memleketimize konserler vermek üzere kimler gelirmiş de adabınla dinleyebileceğini sanan bizim gibi saflar da koşa koşa konser bileti aramaya başlarmış.
Bu inanış tamamen iyi niyetten ve artık değişebileceğini düşündüğümüz koşullardan kaynaklanmaktaydı. Ne saflık ama gördüklerimiz iyi niyet sınırlarını çoktan aşmış tamamen profesyonelce, sanat işlevi adı altında kazanç kapısı haline gelerek insanları kazıklama sanatının zirvelerine erişmiş bir uygulamaya dönüşmüş satışlardı. Bilebildiğimiz yıllar öncesinden işlerin nasıl tezgâhlandığı ve bu hallere dönüşmesinin önüne geçilebileceğinin iyi niyet ve saflıkla bir beklentisiydi sadece, hani iyi şeylerde oluyor yahu bu ülkede diyebilmeliydik.
Ne gezer, bir zamanlar adı “İstanbul Festivali” olan ve ismiyle de gerçekten özdeşleşmiş adını rahmetle anacağımız kendiside kelimenin tam anlamıyla bir sanatçı olan Şakir Eczacıbaşı tarafından bu ülkenin insanına armağan edilmiş bir festival vardı.
Yıllar içerisinde bizim insanımızı, bizim ülkemizde hangi sanatçılar ile tanıştırdığı ve bunun için hiçbir karşılık beklenmediğinin kanıtı olarak festivale ait eski kataloglara bakılması yeterli olacaktır. İstanbul’a kimler gelmiş, konserdeki programları neymiş öğrenilmesi gerekmekte hatta üzerine artık hangi bilimsel dalda olur kesin bir çalışma yapılması da gerekmektedir.
Bu konuda söyleyebileceklerime ek olarak iptal edilen bir konser ile ilgili Şakir Eczacıbaşı’nın şu şekilde bir açıklaması vardı “Ne yapalım adamlar bu kadar paraya çalmıyorlar.” Bu açıklama ister inanın ister inanmayın gerçeğin ta kendisiydi zira festival kapsamındaki bilet fiyatları bir talebe harçlığıyla dahi karşılanabilecek düzeydeydi. İşte hal böyle olunca ne festival kalıyor nede kalite, tıpkı batan geminin malları gibi parçalanarak paylaşılmaya başlıyor hakiki “İstanbul Festivali.”
Bazı uyanıklar çıkıyor Babylon’u halkımızın istifadesine sunarak onlara müzik dinleme keyfini yaşatmayı amaçlayan ulvi duygularla konserler düzenlemeye başlıyorlar.
Dünyanın dört bir tarafından adı sanı bilinmeyen, bedavadan belki de sadece yol, yemek ve yatma masrafları karşılığı ülkemize getirilen ama bizim insanımıza sanki müzik dünyasındaki devlerden birileriymiş gibi sunulan gruplara konserler(!) verdirilerek, şahane kazançlar ceplere indirilmekteydi.
Bu işin kaymağını yemek üzere pazarlama dâhileri pek tabiî ki devreye girmekte gecikmediler “İstanbul Festivali” minik lokmalara bölündü ve bir sürü festivali doğurdu, bünyesinden “Akbank Caz Festivali”, “Garanti Jazz Yeşili Konserleri”, “Efes Pilsen Blues Festivali”, “Uluslararası İstanbul Jazz Festivali” gibi daha birçokları ortaya çıktı ne de olsa pasta büyüktü.
Bütün bu toz duman arasında bizde tüm iyi niyetimiz ve saflığımızla memleketimize yıllardan sonra gelen çok çok ünlü bir jazz grubunu dinleyebilmek için koşa koşa gidip bilet almayı başarmanın heyecanıyla konser gecesini beklemeye başlamıştık.
Nihayet gecenin coşkusunu yaşabileceğimizi sandığımız “İstanbul Jazz Center“ denilen adrese ulaştık. Ne kadar da çekici bir ad değil mi? Gözünüzün önünde oluşan ortamı canlandırmak istiyorum şimdi, öncelikle sahne, adına yakışacak büyüklükte bir sahne, şöyle ortada bilmem kaç parçadan oluşan bir bateri, önde devasa hoparlörler ve ses düzeni ve aydınlatmayı sağlayacak elektronik parçalar ve büyüklüğü sizde hayal kırıklığı yaratmayacak kadar izleyicilerin oturacağı alan. Herhangi bir konser izlemek üzere gidebileceğiniz her yerde aşağı yukarı böylesine bir ortam hayalinizde canlanır değil mi? Bazı yerlerde aynı hayal kırıklığını yaşamış olsanız da örneğin adı Babylon olan İstanbul’daki en harika(!) gösteri merkezinde bile, ancak sözünü ettiğimiz adı “İstanbul Jazz Center” olan insanda bambaşka imaj uyandıran bir gece kulübü.
Önünde uzun bacaklı taburelerin bulunduğu bir bar ile etrafta salona mümkün olduğu kadar daha fazlasını sığdırabilmek amacıyla ancak oturulabilecek büyüklükte yerleştirilmiş sehpa ile masa karışımı adına ne diyeceğini bilemediğim ama etrafında en az dört adet koltuğun bulunduğu ve minimum yatırımla maksimum verimin sağlanmaya çalışıldığı adına “İstanbul Jazz Center” denilen kimsenin de bu adın dünyada ne anlama geldiğini sorgulamadığı bir gece kulübü.
Biletleri aldıktan sonra cebime koyarak eve geldim ve sürpriz olarak eşime söyledim. Konserin ne gün saat kaçta olduğu gibi ayrıntıları konuştuktan sonra hayatın günlük akışına dönerek bu muhteşem olacak konseri unuttuk gitti.
Konser zamanı geldiği gün eşim biletlerin üzerindeki küçük uyarı notlarını okuyarak bana, bilet fiyatına bir bardak içeceğin dahil olduğunu, konser saatinden en az yarım saat öncesinden salonda bulunulması gerektiği aksi takdirde biletin geçersiz olacağını söyledi.
Yola çıktık ve konserin başlamasından yarım saat önce salona ulaşabilmek amacıyla alternatif yolları kullanarak zamanında salona gelebildik, kapıda bizi karşılayanlar biletlerimizi kontrol ederek salonda oturabileceğimiz bir yer gösterdiler, yaşadığımız bütün hayal kırıklığına rağmen ne de olsa bir konser salonu beklemekteyiz ama karşımıza çıkan bir gece kulübü de olsa görevlilerin bize göstermiş olduğu bizden önce gelerek aynı yere oturmuş bulunan bir başka çiftle masamızı paylaşarak gecenin keyfini çıkarmak üzere Jack Daniel’s lerimizinde siparişini verdik.
Ortamın görüntüsünü de şöyleydi, bir kısım insanlar barda ayakta takılıyor, diğerleri ise tipik gece kulübü ortamında yaşamaya alışık mini etekli kızlar ile, jeep’ lerinin nal kadar anahtarlarını masanın üzerine atmış ellerindeki Blacberry cep telefonları ile mesajlaşan ve masalarında Beşiktaş Pazarındaki balıkçıların tezgahlarının üzerlerinde bulunan 250 mumluk ampullerin büyüklüğündeki kadehlerden şarap içerek masaya ikide bir gelen garsona sürekli bir şeyler sipariş eden, konserle yada jazz ile hiçbir ilgilerinin olmadığı her hallerinden belli olan aslında bir İ.Tatlıses showunda bulunması gereken izleyicilerden oluşan “İstanbul Jazz Center” ve onun nezih ortamı.
Aklıma gelen bir başka ayrıntıyı da anlatmadan geçemeyeceğim, ülkemize gelerek konser veren dünyadaki önemli isimlerden birisi olan C.Santana’nın konser verdiği “Kuruçeşme Arena” da neye göre ve nasıl bu isimde yakıştırılmıştır o da başlı başına bir tartışma konusudur zira bu adı İngilizler 90 bin kişilik “Wembley” stadı için kullanmaktadırlar bizim ülkemizde her şey Türk’ün Türk’e propagandası amacını taşıdığından birkaç bin kişilik alana dahi arena adı takılarak sanki dünya standartlarında bir konser alanı yaratıldığı sanılmakta yada bizim dünyadan bihaber insanımıza bir güzel yedirilmektedir tıpkı diğerleri gibi.
Bu önemli konser ile ilgili gazetelerde çıkan bir haber ise insanı çıldırtmaya yetecek düzeydeydi ne Santana ile ilgili bir ayrıntı ne de konser ile ilgili ama konseri izlemeye gelen Cem Boyner beyin konseri izlemeye gelen konuklarına locasından nasıl şarap ikramında bulunduğuna dair yorumlar yetiyordu nasıl bir ülkede ve ne şekilde yaşadığımız hakkında.
Ülkemizde tanınan ve de kendi alanındaki yetkin isimlerden birisidir Ali Saydam beyefendi. Aynı zamanda Akşam gazetesinde köşe yazarıdır da ve 17.01.2010 tarihli gazetedeki köşesinde yazdıklarından öğreniyoruz ki bir hayli öncesinden Airto Morera, Flora Purim konseri için almış bulundukları biletler “bar” için… Yani ayaktaymış…
Ama bunu son anda fark etmişler ve ne tesadüftür ki yürüyüşe çıkmış oldukları caddede sonradan İstanbul Jazz Center’in patronu olduğunu öğrenecekleri zatla karşılaşmasalarmış gecenin tadını çıkartamayacaklarmış. Sonra yazısındaki cümleye ilave ediyor şans işte. Kendisi gerçekten çok şanslıymış ama biz o kadar şanslı değildik konserin başlaması ile bir kısım seyircilerin bir anlam verememekle birlikte duydukları müziğinde etkisiyle birlikte gece kulübüne gelmiş bulundukları hanım arkadaşlarına garsonu çağırarak şarap siparişi vermekte gecikmiyorlardı, oldukça kalabalık salonda önünüzden yada yanından geçmeye çalışan garson önce siparişin ne olduğunu anlamaya çalışarak, sonra yine konserin en güzel anında müsaade eder misiniz diyerek geçmeye çalışıp önünüzdeki masaya getirdiği şarap şişesini sipariş verenlere göstererek türbüşonla açıp bir bardak kendilerine denemeleri için sunduktan sonra onay işaretini alarak şarabı bardaklara koyduktan sonra tekrar müsaadelerimizi isteyerek geri dönmesi ve sürekli olarak bu trafiğin yaşanması konusunda ve konseri adabıyla dinleyebilme konusunda hiç şansımız yoktu ama başımıza bir konserde bundan daha kötü ne gelebilirdi acaba diye düşünmemize fırsat kalmadan garson yanımızda bitti ve bize ne alırsınız diye sordu tekrar biz herhangi bir isteğimizin olmadığını belirterek konserden geriye kalan kısmın tadını çıkartabileceğimizi ummaktaydık ama ne gezer garson ikinci bir içecek tercih etmek zorunda olduğumuz konusunda bizi uyarmaktaydı, bir yandan müziği dinleyebilmek bir yandan garsonun söylediğini anlamaya çalışmak zorundaydık ve tekrar sorduk neden ikinci bir içecek almak zorunda bulunduğumuzu efendim usul öyleymiş eğer almazsak bile aynı bedeli ödeyecekmişiz.
Yarı kavga yarı uyarı mahiyetini taşıyan cümlelerden sonra konserin tüm tadı kaçmıştı, buraya ne için gelmiştik, ayaküstü kazıklanmak için mi yoksa dünyaca ünlü bir grubun konserini dinlemeye mi?
Biz İstanbul’lu değimliydik yoksa bizi buraya gelenler mi kazıklayacaklardı her zaman.
Konserin sonu da gelmişti zaten çalan grupta nasıl bir ortama düşmüş olduğunu hissetmişçesine sahneden kaçarcasına programı kapatmıştı.
Oturduğum yerden fırlayarak konseri zehir eden garsonun yanına koştum şimdi söyle bakalım ne istediğini dedikten sonra durumu izah etmesini beklerken yanımıza görevlilerden birisi gelerek sizin almış bulunduğunuz bilet için garsonun söylemiş olduğu şart geçerli değil lütfen kusura bakmayın diyerek özür dileyince yapacak bir şey kalmamıştı ama konser zehir olmuştu bunun bedelini hiç kimse ödeyemezdi.
Hata bir kez yapıldığı takdirde hata olacaktır, ikinci bir kez yapılırsa eşeklik olur değil mi?
Şimdi Sn. Ali Saydam köşesinde aynen şunları yazmaktadır;
Jazz müziği, “sevmeyi öğrenmenin gerektiği” lezzetlerden biridir. Dinler dinlemez sevemezsiniz diyerek jazz müziği üzerine küçük çaplı bir ders verdikten sonra “İstanbul Jazz Center’in web sitesine girin bakın… Mayısa kadar çok ilginç sanatçılarla buluşmak mümkün… Bir zamanlar dinlemek için Londra’ya Ronnie Scott’s a gitmek durumunda kalınan ustalar, artık Ortaköy’de”. Amma fırsat… Teşekkürler Aytek Bey… İyi ki 17 yıldan sonra hekimliği bırakıp kendinizi tamamen saksafona ve Jazz Center’e vermişsiniz…
Not: Yazıda sürekli olarak kullanılan üç nokta yan yana imla kuralı Sn.Ali Saydam Bey’e aittir.
Aytek Bey’e iyi üflemeler, bizlere sağlamış bulunduğu bu muhteşem fırsattan dolayı da sonsuz teşekkürler ya olmasaydı acaba bizler hala Londra yolcusuyduk jazz dinlemek için.
Yaşadığın olaydan dolayı haklı olarak çok sinirlendiğini anlıyorum. Ufak bir karışıklığa değinmek isterim. Yeni Wembley Stadyumunun kapasitesi 90 bin kişi, doğru, ama stadın yanında da kapalı bir salon vardır. Orası Wembley Arena, kapasitesi 12,500 kişi. Aslında kıyasen küçük de olsa orada birçok ünlü gurup konser verdi ve halen de çalışır durumda.