Medeniyet tarihinde insan eliyle inşa edilerek, varlığı şaheser olarak kabul edilen dünya üzerindeki “7 Harika”dan söz edilir.
Bunun için bir sırlama yapabilmek çok geç de olsa artık ayakta kalan tek örnek Keops Piramit’idir.
Diğerleri ise afetler neticesinde yok olan;
Babil’in Asma Bahçeleri
Efes Artemis Tapınağı
Olimpos Zeus Heykeli
Rodos Heykeli
İskenderiye Feneri
Kral Mausollos’un Halikarnas’taki mezarı olduğudur.
Hepsinin ortak yanı, M.Ö. 4. yüzyılda Fenike’nin liman kenti Sidon’da yaşayan Antipatros’un ilk defa kendi çağında yeryüzünde mevcut olan 7 büyük ve güzel yapıtı, dünyanın 7 Harikası olarak tanımlamış olmasıdır. Antipatros eğer yaşadığı çağda dünyanın başka taraflarına gitme imkânı bulabilseydi belki de bu harikaların sayısı çok daha fazla olacaktı.
Günümüze ulaşan Keops Piramit’inden başka Dünyanın “7 Harikası” olarak adlandırılan eserlerden hiçbir kalıntı olmadığı gibi haklarındaki bilgiler de rivayetten öteye geçmemektedir. Elimizde ancak basılan paralar ya da efsane halindeki eski kayıtlardan toplanan bilgiler mevcuttur.
İnsanlığın çağlar boyunca hayran kaldığı büyük eserler, sanatçılara ilham verdiği gibi, onları geçme daha iyi ve daha güzelini yapma arzusunu da vermiştir. Tarihi açıklayan, insan gücünün ve kabiliyetinin tanıkları olan bu şaheserlere ilgi duymayan toplumlar yaratıcılıklarını kaybetmişler, içinde yaşadıkları kuşakların, medeniyet yarışında geri kalmalarına sebep olmuşlardır.
İMPARATORLUKLARIN BAŞKENTİ
Büyük Roma İmparatorluğu, Batı’daki topraklarına saldıran barbarlar yüzünden, daha gelişmiş yönetim sistemlerinin yanı sıra, daha güvenli yerler seçmeye zorlanmaktaydı. Bu nedenle Nikomedia (İzmit), Thessalonike (Selanik) ve Antioheia (Antakya)‘da üç imparatorluk ikametgâhı kurulmuştu. Boğaz üzerinde yeni kurulan kent Constantinus’un hükümdarlık döneminde imparatorluğun yeni yönetim örgütlenmesi içinde Roma’dan hemen sonra geliyor ve Doğu vilayetlerinin merkezi olarak ilan ediliyordu. Bu bir bakıma Romalıların, kültürlerinin kaynaklandığı Etrüsk ve Yunan kültürlerinin yeşerdiği topraklara geri döndükleri anlamını taşımaktaydı.
Bizantion, Roma İmparatorluğunun başkenti olarak benimsenmişti. Constantinus tek İmparator olarak başkenti Bizantion’a taşımaya karar verir ve 326 yılında Roma’ya yaptığı ziyaretten sonra bir daha geri dönmez. Bu kararında belki de Hıristiyanlık önemli bir rol oynamıştı. Hıristiyanlığın yükselişine tanık olan Roma İmparatorluğu’nun doğusu, büyük olasılıkla bu dini resmen kabul eden Constantinus için daha güvenli bir bölgeydi. Constantinus yeni başkentin kurulmasının “Tanrı’nın Emri” olduğunu söylüyordu.
Hıristiyanlık başkentinin, Constantinus’un kenti Konstantinopolis’in kurulması bu başlangıç için olağanüstü önemliydi. Roma İmparatorluğu resmen olmasa da fiilen Batı ve Doğu olmak üzere ikiye ayrılmış, Roma Batı’nın, Konstantinopolis’te Doğu’nun başkenti olmuştu. Yeni başkentin kurulması ve yeniden inşa edilmesi tarihin en önemli kararlarından biridir. Constantinus’un Roma’yla boy ölçüşen bir başkent hayali kendinden sonra gelecek olan ardıllarıyla her şeye rağmen gerçekleşecek ve tarih Bizantion’u başkent seçen Constantinus’u haklı çıkartacaktı. Constantinus 330’da yeni başkentini resmen kurmasından sonra yedi yıl daha yaşadı ve İmparatorluk başkenti görünümünün ana hatlarını çizmeyi başardı. Kuruluş evresi II. Constantinus’la devam edecek olan Konstantinopolis Roma’nın model olduğu imgeye göre biçimlendirilmişti.
Hıristiyanlık başkentinin kurucusu ve Roma tarihinin en verimli yapım etkinliklerini yürütenlerden biri olan İmparator Constantinus’un başkentte bir kilise inşa ettirmeye zamanı olmamıştı. Bazı kiliselerin yapımı ona atfedilse de büyük bir olasılıkla onun başlattığı ve oğlu tarafından bitirilecek olan Havariun kilisesinin bu konudaki tek örnek olduğudur. Bu kilise daha sonra İustinianos döneminde aynı adla yeniden inşa edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Külliyesinin yapımı sırasında da ortadan kaldırılmıştır.
Constantinus dönemine ait bir eser olup olmadığı hala tartışmalı olmakla birlikte ilk büyük bazilikal planlı kilise olan Ayasofya, 360 yılında II. Constantinus tarafından bitirilecekti.
Bu Büyük Kilise (Megale Ecclesia) Constantinus’un kent tasarımının önemli bir öğesi olarak dinsel otoritenin ve imparatorluğun gücünü de simgelemekteydi.
Birinci Ayasofya kilisesi olarak da bilinen bu taş duvarlı, ahşap çatılı bazilikal planlı kilise 404 yılında çıkan isyan sonucunda yanmıştı.
İkinci Ayasofya Kilisesi, İmparator II. Theodossios (408-450) tarafından tekrar yaptırılarak 415 tarihinde yeniden açılmıştı. Bu kilisenin de ahşap çatılı bazilikal bir kilise olduğu daha sonra yapılacak olan araştırmaların neticesinde ortaya çıkacaktı.
Konstantinopolis tarihinde sık sık görülen ayaklanmalar böylesi büyük bir kentte halkın yönetilebilmesini zorlu kılıyor, yiyecek ve su sorunu yanında çoğu kez kilise büyüklerinin vurguladığı aşırı zenginlikle yoksulluk arasındaki uçurum, her dönemde kentin fiziksel yapısına yansımalarıyla da karşımıza çıkmaktaydı. Tarihe, 532 yılında Nika Ayaklanması olarak geçen büyük ayaklanmada kentin büyük bir bölümüyle birlikte ikinci Ayasofya’da yakılıp yıkılacaktı.
İustinianos (527-565) dönemi, Roma İmparatorluğu’nun son büyük siyasal ve askeri evresiydi. Çok sayıda yapıyı yok eden Nika Ayaklanması’ndan sonra İmparator İustinianos büyük bir imar hareketi başlatarak kenti yeniden yaratacaktı. Konstantinopolis’i yeniden inşa eden ve bütün eski yapıları daha güzel yapan İustinianos’un adı hiç unutulmayacak ve sonraki kuşaklar tarafından hep Ayasofya ile birlikte anılacaktı.
HAGIA SOPHIA (Ayasofya)
İustinianos’un Konstantinopolis’i imarının doruğu olan Ayasofya’ya ilk yapıldığı zaman Megale Ecclesia (Büyük Kilise) adı verilmişti.
Çeşitli efsaneler ile kiliseye atfedilen İlahi Hikmet veya Evrenin Gözbebeği, Dünyanın Merkezi anlamlarına gelebilecek Ayasofya (Hagia Sophia) adı ise beşinci yüzyılda verilecekti. 415’te II. Theodossios‘un yaptığı bazilikanın üzerine inşa edilecek olan kilisenin yapımına 532 yılında başlandı. Üçüncü Ayasofya Kilisesinin yapımında Miletos’lu (Söke) İsidoros ile Tralles’li (Aydın) Anthemios görev almıştı.
Anthemios bir bilim adamı, İsidoros ise bir matematikçi ve mimardı. Bu görkemli kilisenin yapımında Roma İmparatorluğu’nun bütün topraklarından malzemeler taşındı. Taşınan malzemeler arasında Mısır’daki Heliopolis’ten sütunlar, Artemis mabedinden, Kapıdağ yarımadasından ve Baalbek’ten (Suriye) sütunlar ile mermerler getirilmiş ve toplam 107 adet sütun kullanılmıştır. Son dönemlerde yapılan araştırmalarda Roma’dan sekiz adet porfir sütun getirildiği de tespit edilmiştir.
Bütün İmparatorluktan malzeme taşınması fikrinin amacı, kilisenin yapımında bütün imparatorluğun katkıda bulunması gerektiğine olan inançtır.
Bu gün Ayasofya müzesi olan, Üçüncü Ayasofya Kilisesi, 537 yılında insanlık âlemine açılarak, Hıristiyanlık ile İslamiyet’e 1400 yıla yakın bir zaman sürecinde mabetlik yapacaktı. Farklı dönemlerde farklı tartışmaların odağında bulunan Ayasofya hem dinsel hem de kültürel açıdan önemini yapıldığı günden beri hiçbir zaman yitirmemiştir.
Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Ayasofya’nın mimari açıdan önemi, çok geniş olan orta nefin kubbeli bir sistemle örtülmüş olmasıydı. Ayasofya Kilisesi’nin kubbe çapı 32 metreden fazla olup bu boyuttaki bir kubbeyle kilisenin çatısını örtmek daha önce hiç denenmemişti.
Bu büyüklükteki bir kubbeyle kilisenin çatısının örtülmesi hem kuramsal hem de yapısal açıdan çözümlenmiş oluyor hem de dünya tarihinin efsanelere konu olacak en büyük yapılarından biri gerçekleştirilmiş oluyordu.
Zamana karşı direnen Mısır Piramitlerinden sonra “Zaman insanın düşmanı piramitlerde zamanın” deyimi Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Ayasofya için de kullanılmalıdır. İstanbul gibi bir şehrin tarihinde daima yer alacak olan doğal afetler sonucunda, Ayasofya çeşitli zamanlarda büyük tahribatlar görecek ancak yapılacak onarımlar neticesinde varlığını bütün azametiyle günümüzde de sürdürecektir.
OSMANLI’NIN BAŞKENTİ
14. yüzyılın ikinci yarısında, Bizans İmparatorluğu, yalnızca Konstantinopolis topraklarıyla sınırlanacak kadar küçülmüştür.
Bu yıllar aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Anadolu ve Balkanlarda güç kazandığı dönemdir. 1369’da Edirne, iki yıl sonra da Gelibolu Osmanlıların eline geçmiş, Sırplar 1371’de yenilmişler, 1383’de Selanik düşmüş böylelikle Osmanlı Devleti öncelikle Avrupa topraklarında güçlenmiş ve bir Asya gücü olmadan önce bir Avrupa gücü olmuştur. I. Murat (1361-89) döneminde Osmanlılar, Yunanlılar ve Slavlardan oluşan bir nüfusa hükmediyorlardı. Yeniçeri sistemi onun zamanında kurulmuş ve Anadolu Türkleri de gene onun döneminde Balkanlara yerleşmeye başlamıştı. I. Murat Kosova Savaşında suikasta kurban gitmesine rağmen artık Balkan fethi kesinleşmişti. I. Beyazıt (1389-1402) hükümdarlığı döneminde 1394’te Konstantinopolis’i kuşatma altına almış, kent dışındaki bütün yapılar ve alanlar yakılıp yıkılmıştı.
14. yüzyılın son on yılında I. Beyazıt Boğazdan geçen gemileri denetleyebilmek için Anadolu Hisarını inşa ettirecekti.
Eğer Timur, I. Beyazıt’ı Ankara savaşında yenilgiye uğratmasaydı, Konstantinopolis fethedilebilecekti. Kent böylece yarım yüzyıl daha varlığını sürdürebildi. Çelebi Mehmet’in (1413-21) ardından tahta geçen II. Murat’ta (1421-51) 1422’de Konstantinopolis’i bir kez daha kuşatma altına alacaktı.
KONSTANTİNOPOLİS’İN DÜŞÜŞÜ
II. Mehmet son kuşatma hazırlıklarına 1451 yılında, yarım yüzyıl önce I. Beyazıt tarafından inşa edilen kalenin karşısına Rumeli Hisarının yapımıyla başlayacak ve hisar 1452 yılında tamamlanacaktı.
II. Mehmet fetih için gerekli bütün hazırlıkları tamamlayarak 1453 yılı Nisan ayında kenti çevreleyen surların dışına birliklerini yerleştirmişti.
II. Mehmet’in bu kuşatmadaki en büyük silahı Macar mühendis Urban tarafından dökülen dev toplarıydı.
Bizans’ın fethi II. Mehmet’e nasip olmuş ve “Konstantiniyye mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan onun askeri ne güzel askerdir” hadisi yerine getirilmiş ve bu satırlar sonradan camiye dönüştürülen Ayasofya’nın kapısına yazılmıştır.
Fetihten sonra Fatih unvanını alacak olan II. Mehmet Ayasofya’ya at üstünde girerek o güne değin gördüğü en görkemli dinsel mekânda dua edecek ve Konstantinopolis düştüğü için tarihçi Dukas ilahi tapınak Ayasofya, görkemli kiliseler, evler, saraylar, kutsal surlar, yurttaşlar, ordu ve ulus için “şimdi denizde batmış bir gemi gibi gözden uzak!” diye ağıt yakacaktır.
FATİH’İN İSTANBUL’U
Fetihle birlikte Osmanlıların en önemli siyasal amacı gerçekleşiyor, Fatih Sultan Mehmet Doğulu kayserlerin yerini alıyordu. Kentin fethinden sonra “Ayasofya nam kelisayı ki cenetten bir ayettür” diyerek görmek isteyen sultan Ayasofya’nın kubbesine çıkarak kente buradan baktıktan sonra Ayasofya’yı Camiye dönüştürecek, böylece Ayasofya İstanbul’daki ilk imparatorluk camii (selâtin cami) olacaktı.
Kenti yeni bir başkente dönüştürmek isteyen ve kenti fethettiği için kendisini kayserlerin doğal ardılı olarak gören padişah, kentin hem fiziksel hem de toplumsal açıdan hızla eski haline dönmesini istiyordu.
Bir kentte cami ve türbe inşa etmek ve bunların çevresinde toplum gereksinimlerini karşılayan başka yapılar ekleyerek halkın yararlanabileceği bir toplumsal alan haline dönüştürmek o kente bir imparatorluk damgasını vurmak anlamını taşıdığından, Fatih Sultan Mehmet, İustinianos’un Havariun Kilisesi ile Constantinus’un mozolesinin kalıntılarını yıktırarak Fatih Camii ile külliyesinin temellerini atmıştı. Bu önemli girişimiyle Osmanlı mimarisinde bir yenilik öğesi olarak camiin yapımında kullanılan yarım kubbeleri, boyutları ve kapsamı açısından başka İslam ülkelerinde bir benzeri olmayan, Bizans döneminde ise dengi bulunmayan önemli bir yapının da mimarı olarak kente damgasını vurmaktaydı.
Fatih camii ile külliyesi Osmanlı mimarlığında da bir ilktir. İstanbul’un tarihinde kentsel bir kompleks olarak toplumsal ve kültürel yaşamda önemli bir merkez olarak rol oynamış, sonraki hükümdarlara da bir örnek olmuştur. Fatih’in bu ilk imar etkinliği izleyen yüzyıllarda yapılan daha büyük ve görkemli yapılarla aşılarak 18. yüzyıldaki büyük depremle yıkılmışsa da, boyutları yeri ve çevresinde yaratacağı işlevi ve etkisiyle Türk dönemi İstanbul kentinin ilk anıtsal ifadesi de olmuştur.
Fatih Camii ve Külliyesi bir anlamda kendisinden sonra Osmanlı başkentinin oluşacak görünümünü de belirliyor ve İmparatorluk başkenti görünümünün ana hatlarını çizmeyi başarıyordu.
Fatih dönemi imar hareketlerinin getireceği yapılanma ile kentin pek çok yerinde bulunan kilise ve manastırların bir bölümünün camiye dönüştürülmesiyle tarihsel süreçte yeninin temeli de eskinin üzerine atılmış oluyordu.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a yerleştikten sonra yeni bir sarayın (Topkapı Sarayı) inşaatına da başlamıştı, saray bölgesini Marmara kıyılarındaki eski kent surlarından yararlanarak belirleyecek ve sarayın ana kapısını Ayasofya yönüne yerleştirecekti.
Aslında Ayasofya Bizans döneminde olduğu gibi hala imparatorluğun baş mabediydi. Hükümdarın sarayı ile büyük cami ilişkisi, eski İslam devleti geleneğine de uygundu. Bizans döneminde Büyük Kilise, Büyük Saray, Osmanlı döneminde, Ayasofya ve Topkapı Sarayı ilişkisinde dinsel bileşenin Ayasofya olarak kalmasının ilginç bir tarihi olgu olmasının yanında bir anlamda da sürekliliği içerdiği ileri sürülebilir. Kuşkusuz her iki durumda da, dünyevi hükümdarlar halkın dinsel yaşamı üzerinde denetim sahibi olmak istiyorlardı. Hem Bizans hem de Osmanlı tarihinde bu güç ilişkisi kentsel ölçekte bir mekânsal ilişkiye dönüşmüştü. Bu açıdan Yeni Saray, Fatih için yerleşim açısından kentin en görkemli noktasında politik açıdan da en büyük cami ile yakın ilişkiyi birleştiren bir konumdaydı. Böylece Osmanlı Başkentinin özgün kentsel vurgularından biri belirlenmiş oluyordu.
1481 yılında Fatih öldüğünde, fetihten 28 yıl sonra İstanbul, imparatorluk sarayı, camileri ve külliyeleri, mahalleleri, etkileyici yeni hamamları, tersanesi, sur dışında gelişen semtleri ile kapsamlı bir Türk-İslam kenti görünümü almış gelecekteki başkentin temelleri atılmıştı ancak Bizans Konstantinopolis’inin görkemini taşıyan eski odak noktaları tümüyle ayaktaydı.
Surlar, anıtsal sütunlar, su kemerleri, hipodrom kalıntıları kiliseler ve manastırlar ile hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar için kutsal anlam taşıyan Ayasofya.
Konstantinopolis’in en önemli Hıristiyanlık simgesinin İslamiyet’in simgesi olan camiye dönüştürülmesiyle Bizans’tan kalan eski yapıların Fatih Sultan Mehmet’in kararıyla korunması, kullanım değerlerinin reddedilen bir kültürün simgeleri olmasından daha önemli olduğu anlamını taşımaktadır.
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN VE MİMAR SİNAN
16. yüzyıl İstanbul’u, özellikle de Kanuni Sultan Süleyman ile onu izleyen padişahlar dönemi (1520-1603) bütün tarihçiler için Klasik Osmanlı kültürünün simgesidir.
Türk mimari tarihinin Anadolu evresi, Konya medreselerinde, ya da ortaçağ camilerinde görüldüğü gibi Doğu kökenlidir. Selçuklular döneminin özellikleri Osmanlılar döneminde de devam etmiştir. Osmanlı mimarisindeki gelişmesinin ilk basamağı da buradan başlayarak 14. yüzyıldan sonra Batılı esintiler fark edilir ve kubbeli yapıların yeni yorumu İslam mimarisinin evrensel mimari tarihiyle buluştuğu kapılardan birini açar. Bu esintiler kendini yeni bir biçimsel senteze götürecek yola girmesi ve geleneğe dönüşmesiyse İstanbul’un fethinden sonra başlamıştır.
Osmanlı kültürünün ve sanatının Selçuklu ve diğer İslam geleneklerinden giderek uzaklaşmasında kuşkusuz bu yeni ortamında etkisi olmuştur. Osmanlının arkasında bütün gücü ve derinliğiyle duran İslam uygarlığı varsa önünde de Bizans’tan kalan bir miras durmaktadır.
Fatih’in mimarı Sinan-ı Atik, Ayasofya’da gördüğü yarım kubbeyi büyük bir yenilik olarak kabul ederek İstanbul’un fetihten sonra inşa edilen ilk cami ve külliyesi olan Fatih Camisinde uygulayarak bir geleneğinde başlamasına neden oluyordu.
Osmanlı mimarisinin gelişimi ilk başkent Bursa ve ardından Edirne’de geçirdiği evrelerden sonra 16. yüzyılda ortaya koyacağı eserlerin yaratıcısı olan Mimar Sinan’ın vizyonuna Ayasofya ve Bizans mimarisi kadar önemli bir katkı sağlamışlardır.
Bu anlamda üzerinde durulması gereken önemli yapılardan bir tanesi de II. Beyazıt’ın 1500-05 tarihleri arasında yaptırdığı Beyazıt Cami ve külliyesi olup Fatih Camii ile açılan yolda atılan ikinci adım olarak klasiğe geçişinde köprüsü haline gelmiştir.
Sinan’dan önceki son sultan camisi Sultan Selim Camisidir.
Bu örnekler Sinan’a gelinceye değin Osmanlı mimarlığının en önemli basamak taşlarını oluşturmuşlardır.
1539’dan 1588’e kadar, I. Süleyman, II. Selim ve III. Murat’ın mimarbaşılığını yapan Sinan, bir sanatçı ve yönetici olarak Osmanlı kültürünün en büyük, en ünlü ve efsanevi adı olarak tarih sahnesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın üç kıtaya yayılan İmparatorluk haşmetinin ahenkli uyumunu yapacağı eserleriyle yansıtacaktır.
MİMAR KOCA SİNAN
Kayseri Sancağının Ağırnas Köyünde tahminen 1494-99 yıllarında doğmuş olan Sinan 1512-13 yıllarında devşirilerek yeniçeri yapılmak üzere seçilmiş bir Hıristiyan çocuğudur. Devşirme işlemiyle Hıristiyan çocuklarının bir kısmı yeniçeri olurken bir kısmı da eğitildikten sonra saraya alınıp devlet hizmetinde çalıştırılıyorlardı. Daha sonra acemi oğlanıyken dülgerlikte karar kılarak inşaatlarda çalışan ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında yeniçeri olarak seferlere katılan Sinan, yeteneğini gösterdiği mühendislikteki başarılarının ardından 1538 yılında Moldavya seferinde Prut nehri üzerinde kısa sürede bataklıkta inşa ettiği köprü kendisine büyük ün kazandırmış 1539 yılında Mimarbaşı Acem Âlisi’nin ölümü üzerine Sadrazam Lütfi Paşa tarafından Mimarbaşılığına getirilmişti.
Sultan Süleyman İstanbul’a su getirmek üzere Sinan’ı görevlendirdiğinde bu çok zor ve bilgi gerektiren işi başarıyla tamamlaması üzerine sultanın takdirini ve beğenisini toplamıştı.
Mimar Sinan aynı zamanda imparatorluğun yapı işlerinden sorumlu bir örgütünde yöneticisi olarak bu büyük coğrafyada pek çok yer dolaşarak pek çok yapıyı incelemiş, dikkatle sorgulamış, mimari yapı ile mühendislik sistemleri hakkında geniş bilgi sahibi olmuştu. O dönemde İstanbul hala ayakta duran Bizans yapılarıyla, fetihten sonra imparatorluğun güçlü sultanlarıyla, yüksek rütbeli yöneticilerinin yaptırdığı yapılarla adeta donatılmış, sınırları genişlemiş ve gelişmiş bir kent görünümündeydi. Mimar Sinan kendinden önce yapılan bu eserleri çok iyi değerlendirmiş ve Ayasofya’yı da devamlı olarak ziyaret ederek insanlığın çağlar boyunca hayran kaldığı bu büyük eserin verdiği ilham gibi, onu geçme daha iyi ve daha güzelini yapma arzusuyla hareket etmiş olduğunu söylemekte herhalde yanlış olmaz.
Zaten Sinan’ın yaratıcılık sürecini izleyecek olursak bu gizli tutkuyla kazandığı yarışı Edirne’de mührünü vuracağı Selimiye Camisiyle tüm dünyaya ilan edecektir.
BİR TUTKUNUN İZLERİ
Sinan’ın, Kanuni Sulatan Süleyman için yarattığı iki ünlü cami ve külliye olan Şehzade ve Süleymaniye, mimaride Osmanlı klasik sanatının başlangıcını temsil eder. Sinan’ın görkemli meslek yaşamında atacağı önemli adımların ilki Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camisi olup, ününün doruğuna Süleymaniye ile ulaşmış olduğudur.
Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’a kendi saltanatının işaretini koymak üzere yapımına başladığı büyük bir camii ile külliyenin oğlu Şehzade Mehmet’in zamansız ölümü nedeniyle onun adına adanması Sinan’ın büyük tutkusunu gerçekleştirmek üzere atacağı ikinci bir adım olacak ve bu talihsiz olay Sinan ve Sultan Süleyman’ın yaşamlarında tarihsel ve dramatik bir öykü olarak yer alacaktı.
Bir tutkunun gerçekleşmesine doğru atılan adımlarda yaşanacak olan bu dramatik olay sonrasında Sultan Süleyman adına yapılacak olan Süleymaniye cami ve külliyesi Şehzade’den çok daha görkemli ve aynı zamanda Ayasofya ile yarışacak bir büyüklük ve boyutta olmalıydı.
Sinan’ın gerçekleştirdiği İmparatorluğun görkeminin simgesi olan Süleymaniye yalnızca bir başyapıt değil aynı zamanda Roma’daki San Pietro gibi bir kurumsallaşmanın da simgesidir.
Süleymaniye’nin yapımı bütün devlet mekanizmasını da seferber eden bir örgütlenmeydi, imparatorluğun bütün coğrafyasından Roma dönemi kalıntılarından toplanan mermer sütunlar, büyük mermer bloklar, kaplama levhaları gemilere yüklenerek tıpkı Ayasofya’nın yapımında olduğu gibi İstanbul’a getiriliyordu. Bu ise belki yine aynı düşünceyle, Camii ve Külliyenin yapımında bütün imparatorluğun katkıda bulunması gerektiğine olan inançtı.
Süleymaniye’nin tüm görkeminde var olan izler, dünya mimarlık tarihinin en yetkin anıtsal yapılardan birisi olan Ayasofya’nın Sinan’ın da söylediği gibi her zaman aşılması gereken bir yapı olmasıdır.
Ama Sinan’ın Ayasofya’ya yanıtı Süleymaniye ile değil Edirne’deki Selimiye ile olacaktır.
ALÇAK GÖNÜLLÜLÜĞÜN İFADESİ
Yüzlerce yıl öncesinde yaşayarak inşa ettiği eserlerle adını tarihe bir tutkuyla kazıyacak olan Mimar Sinan “Resmini çizip inşa ettiğim camii, mescit ve öbür önemli yapıları on üç bölüm halinde yazıp benzersiz bir risale oluşturdum, adını da Tezkiretü’l Ebniye koydum. Umut ederim ki, kıyamete kadar ona göz gezdirecek temiz yürekli dostlar, çabamdaki ciddiyet ve gayreti öğrendiklerinde insaflı bir gözle bakıp beni hayır duayla anarlar, inşallah” diyecek kadarda alçakgönüllü sıradan bir kişinin davranışını gösterecektir.
AYASOFYA’DA OSMANLI İZLERİ
Osmanlı mimarlığının belirli bir üslup kazanmasına Mimar Sinan’ın varlığı yol açtıysa, Mimar Sinan’ın üslubunun oluşmasında da dünya tarihinin en büyük anıtlarından biri olan Ayasofya’nın göstereceği yolda Sinan’ın onu geçebilme arzusuyla yarattığı eserler yol açmıştır.
Ayasofya’nın bir cami olarak kazanacağı görünümün en önemli unsuru minareleri olmuştur.
Bir kilisenin camiye dönüştürülmesi işleminde, kilisenin içerisinde yer alan tasvirlerin üzerleri sıvanıyor, Hıristiyanlık simgeleri ve kilise eşyaları kaldırılıyor, kıble yönüne bir mihrap yapılıyor, bir mimberle bir kürsü ve dış tarafa da minareler ekleniyordu.
Bu anlamda Ayasofya’da camiye dönüştürüldüğü zaman aynı değişikler yapılmıştı. Ancak tarihsel bilgi olarak Ayasofya’nın minarelerinin ve içerisindeki değişikliklerin ne zaman yapıldığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Ayasofya’nın minareleri konusunda kesin bir yargıya ulaşılması zordur. İstanbul’un fethinden sonra yapılan ilk minarenin muhtemelen tahta minare olması gerekir. II. Beyazıt zamanında ise Ayasofya camisine bir minare daha eklendiği bilgisi mevcut olup, diğer iki minarenin III. Murat veya II. Selim zamanında Mimar Sinan tarafından inşa olunduğu sanılmaktadır.
Ayasofya’da Osmanlı zamanında yapılan değişiklikler ile ekleri birkaç başlık altında toplamak gerekirse önce ilave edilen türbelere bakmak gerekir.
İlk olarak ilave edilen türbe, Mimar Sinan tarafından 1577 tarihinde yapılan II. Selim Türbesidir.
III. Murat Türbesi, 1594 yılında Mimar Davut Ağa tarafından yapılmıştır.
III. Mehmet türbesi, 1608 tarihinde Dalgıç Mehmet Ağa tarafından yapılmıştır.
Sultan Mustafa ve Sultan I. İbrahim Türbesi, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında vaftizhanesi de yağhaneye dönüştürülmüştü. 1623 de I. Mustafa vefat ettiğinde onu defnedecek yer bulunamayınca yağhane türbeye dönüştürüldü ve I. Mustafa yağhaneye gömüldü. 1648 de I. İbrahim’de I. Mustafa’nın yanına gömüldü. Osmanlı hükümdarlarından dördü; Osman Gazi, Orhan Gazi, Sultan I. Mustafa ve Sultan I. İbrahim eski Bizans yapısına gömülmüşlerdi. Bu türbede on sekiz sanduka bulunmasına rağmen bütün sandukaların kimlere ait olduğu tam olarak bilinmemektedir. Türbelerin yapımıyla Ayasofya Camii adeta bir hanedan mezarlığına dönüşmüştü.
Ayasofya Kütüphanesi I. Mahmut tarafından 1740 yılında bağışlanacak olan kitaplarla açılmış yine Sultan tarafından birde şadırvan yaptırılmıştı.
Ayrıca I. Mahmut zamanında Ayasofya’ya bir Sıbyan mektebiyle imarette eklenmişti.
Diğer değişiklik ve ilavelere bakacak olursak, Fatih Sultan Mehmet tarafından Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle birlikte, galerilerdeki papaz odaları medreseye dönüştürülmüştü. Sonradan Abdülmecit tarafından Ayasofya’da yaptırılan Fossati restarosyonu olarak adlandırılan kapsamlı çalışmalar esnasında burada yeni bir medresede yapılmıştı.
Yine Ayasofya’ya ilave edilecek olan bir yapıda 1853 yılında açılacak muvakkithanedir.
Zaman içerisinde Ayasofya’nın kubbesinde ve tonozlarında bakımına önem verilmemesi ve depremler nedeniyle oluşan çatlaklar nerdeyse yıkılacak kadar hasarlı hale gelmesine sebep oldu. Ayasofya’nın bu tahribatında “insani sorumsuzluğun” büyük rol oynadığı belirtilecekti.
Abdülmecit zamanında 1847-49 yılları zamanında yapılan kapsamlı restorasyon çalışmalarının mimarları Fossati kardeşlerdi.
Fossati’ler tarafından Ayasofya’nın statik açıdan sağlamlaştırılmasını teminen muhtelif çalışmalar yapılmıştı. Ayasofya’nın içerisinde bulunan çeşitli mozaiklerin korunması içinde değişik teknikler uyguladı. Bu çalışmalar esnasında bulunan bir kısım mozaikleri Sultan Abdülmecit kapatılmasını istemişti. Fossati bulduğu bütün mozaiklerin desenlerini çizmişti fakat desenleri çizilen bu mozaiklerin bir kısmının kaybolduğu sonradan anlaşılacaktı.
Restorasyon çalışmalarından sonra Ayasofya Camii 1849 yılında görkemli bir törenle yeniden ibadete açıldı.
Ayasofya’nın yüzlerce yıldır devam eden ayakta kalma mücadelesinde 1894 yılındaki depremde göreceği önemli hasar üzerine yabancı basında yayınlanan yazılar gereği Osmanlı Hükümeti Caminin durumuyla ilgili İtalyan Maranconi, Fransız H. Prost ve İsviçreli E.J Proupper ile görüşmeler yaptı. 1910 yılına kadar sürecek olan heyetlerin çalışmalarıyla hazırlanacak olan raporlarda bir görüş birliğine varılamayacak ve planlanan onarımlar Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşı nedeniyle gerçekleştirilemeyecekti.
Bu dönemde Ayasofya ve Sultan Ahmet Camileri koleralı askerlerin barınması ve hastalığın bulaşmasını önlemek için kullanılacaktı.
Ayasofya, tarihsel süreç içerisinde Bizans ve Osmanlı döneminde çevresinde ilişki kurduğu yapılar ile birlikte, hükümdarların tinsel, işlevsel ve törensel bir simge olarak üstünlüğünü ortaya koyan en önemli unsurdu.
Bizans’ta İmparatorlara patrik tarafından Ayasofya’da taç giydiriliyor, halk politik ve kutsal gücün paylaşıldığı bu törenlere katılıyordu.
Osmanlı döneminde de Ayasofya Camii padişahların özellikle Cuma namazlarını kıldığı kutsal bir mekân olarak halkla birlikte gerçekleştirilen toplu ibadetin yapıldığı yer olmanın yanı sıra batılı kralların taç giyme töreniyle eş değerde görülen padişahların kılıç kuşanma törenleri de Ayasofya’da yapılmaktaydı.
Ayasofya’nın bulunduğu eski Hippodrom alanının yanında İmparatorluğun başkentinde yüzyıllar boyunca yer alarak oluşacak İstanbul siluetinin tamamlayıcısı Sultan Ahmet Camii ve külliyesinin Mimar Sedefkar Mehmet Ağa tarafından yapımına 1609 yılında başlanmış 1617 yılında ana kubbenin kilit taşının konulmasına kadar sürmüş külliye ve diğer yapıların tamamlanması için birkaç yıl daha çalışılmıştır. Bu iki simge yapıtın yer aldığı tarihi meydanda aralarında birkaç yüz metre mesafe olmasına rağmen İstanbul tarihinin iki ayrı zaman diliminde aralarında bin yıldan fazla zaman farkı vardır. Bu tarihi meydan ve üzerinde yer alan eserler Doğu Roma ve Osmanlı Devletinin gücünü ve güçlü yöneticilerinin adlarını sonsuzlaştıran büyük sanatsal açılımlar yaratarak bizlere çok şey anlatmaktadırlar.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE AYASOFYA
Cumhuriyetin ilanını takiben Ayasofya Camisinin merkezi kubbesini tutan payandalardan birisinin oturması nedeniyle kubbenin tehlikede olduğu belirtilmiş ve hükümetçe oluşturulacak bir kurulun kubbe ile ilgili karar alması istenmişti. Konu 1925 yılında Bakanlar Kurulunda görüşülerek uzman bir kurul oluşturulmasına karar verilerek oluşturulan kurul Ayasofya Camiinde altı ay kadar çalışarak değerlendirmelerini yapmıştı. Kurulda görev alanlar arasında Mimar Kemaleddin’de bulunmaktaydı. Yapılan çalışmalar gerek iç basında gerek dış basında takdirle karşılanarak büyük övgüler kazanacak, dünyanın yüreğine su serpilecekti.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ayasofya Camiinde yapılan bir diğer önemli çalışmada Amerikan Bizans Enstitüsü müdürü Thomas Whittemore tarafından cami mozaiklerinin temizlenmesidir.
Cumhuriyet döneminde dünya mirası listesinde yer alacak olan Ayasofya Camii, Bakanlar Kurulunun 24.11.1934 kararıyla müzeye dönüştürülecek ve çok büyük tartışmalara neden olacaktı.
Bu kararla birlikte Ayasofya’da Camiin müze haline getirilmesinde asli durumu bozmamak üzere yapılacaklar ayrıntılarıyla açıklanıyordu.
Buna göre yapının içindeki önemli mozaiklerin onarılması, yapının çevresindeki harap durumda bulunan eklentilerin yıkılması, avlu içinde ve minarelerin altında bulunan dükkânların kamulaştırılması, avlunun düzenlenmesine öncelik veriliyordu.
Ayrıca Ayasofya’ya arkeoloji müzesinde yer alan Bizans lahitleriyle, Nuru Osmaniye Camii avlusunda kırmızı porfir lahit ile Zeyrek Camii önündeki lahit ve yine sergilenmeye değer mimari parçalar ile İstanbul’un çeşitli yerlerinden getirilecek olan sanat eserlerinin yerleştirilerek sergilenmesi sağlanıyordu.
Ayasofya Camii yapılan düzenlemelerin ardından 1 Şubat 1935 tarihinde müze olarak halkın ve turistlerin ziyaretine açıldı.
Bir dünya başkenti olarak, Doğu Romanın Konstantinopolis’inden Osmanlının Konstantiniyye’si ile İstanbol’undan günümüzün İstanbul’una kadar buraya gelenlerin ilk görecekleri Ayasofya, Sultan Ahmet Cami ve Topkapı Sarayı ile Cenevizlilerden kalan Galata Kulesi manzarasından oluşan gizemli bir atmosferdir. Haliç’e girenler ise Süleymaniye’nin ihtişamıyla karşılaşarak hayranlık duyacakları bir başkente geldiklerini anlayacaklardır.
Elbette İstanbul’da var olan önemli pek çok esere göre öncelikle algılanarak bir imaj uyandırması nedeniyle göz önüne aldığımız bu görkemli yapılar 21. yüzyılda mimari izlerin halen Bizans’la başlayan çizginin devamı olduğu yönündedir.
Günümüzde Ayasofya’nın müze statüsünde yapılacak bir değişikliğin hangi sonuçları doğuracağını kestirebilmek mümkün değildir. Ancak bilinmesi gereken Ayasofya’yı tarihi bir miras görerek öncelikle insani bir güzellik ve insani bir kültürün ifadesi olarak kabul etmektir.
Bu anlamda İmparatorluklara başkentlik etmiş olan koca bir İstanbul’da atılacak olan her adımın tarihi bir anlamı olacağı, Ayasofya’dan başlayarak yüzyıllar içerisinde yer alacak olan İmparatorlar ile Padişahların adlarıyla temsil ettikleri ülkelerinin ihtişamı ve görkemlerini vurgulamak üzere, seçtikleri büyük ustalarının aracılığıyla şehrin önemli gördükleri alanlarına yaptıracakları eserleriyle anılacak olmalarının da bilinciyle, yaratacakları miras, zamanında yaşamış olanlar kadar gelecekte de yaşayacak olanlar için önemli bir vizyonunda göstergesidir.
21. YÜZYILDA OSMANLI ESİNTİLERİ
İstanbul’un görsel imajının ifade ettiği anlam geçmişte, ekonomik siyasal ve yönetimsel anlamlar kadar önemliydi. Kentin imajında toplumsal bir jest olarak yapı inşa etmek, günümüzde siyasal bir jeste dönüşmüş haldedir.
İmparatorluklara başkentlik etmiş İstanbul imgesi artık yoktur. Tarihi İstanbul ile bugün içinde yaşadığımız kentin birbiriyle ilgisi kalmamıştır. Böyle bir bütünleşmenin sağlanabilmesi de artık mümkün değildir. Tanık olduğumuz bu kentsel kaos günümüzün gereksinimleriyle onları yaratan kültürel düzey arasındaki ikilemden kaynaklanmaktadır. Kentsel planları uygulayamama kültüre bağlı bir sorun olup artık günümüz İstanbul’unun insanı yarattığı bu ortam içerisinde boğulmaktadır. Bu kaosun uygar ve yaratıcı bir yaşam sağlayabileceği kentsel ortama dönüşebilmesi adına artık izlenebilecek ne tarihsel nede yabancı bir örnek kalmamıştır.
İstanbul’da 16. yüzyıl ile 21. yüzyılın yan yana getirilerek yaratılmaya çalışılan imajı ne yazık ki geleceğe Ayasofya, Sultan Ahmet ve Süleymaniye’den sonra bir mana taşımayacaktır.
2011 yılı sonu itibariyle Dünya genelinde UNESCO Dünya Miras Listesi’ne kayıtlı 936 kültürel ve doğal varlık bulunmakta olup bunların 725 tanesi kültürel, 183 tanesi doğal, 28 tanesi ise karma (kültürel/doğal) varlıktır. Her yıl gerçekleşen Dünya Miras Komitesi toplantıları ile bu sayı artmaktadır. Detaylı bilgilere Dünya Miras Merkezi’nin resmi web sitesi olan http://whc.unesco.org/en/list adresinden ulaşılabilmektedir.
Ülkemizin, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün sorumluluğu altında yürüttüğü çalışmalar neticesinde bugüne kadar UNESCO Dünya Miras Listesi’ne 11 adet varlığımızın alınması sağlanmıştır. Bu varlıklardan
- İstanbul’un Tarihi Alanları
- Safranbolu Şehri (Karabük)
- Hattuşaş (Boğazköy) – Hitit Başkenti (Çorum)
- Nemrut Dağı (Adıyaman – Kahta)
- Xanthos-Letoon (Antalya – Muğla)
- Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası (Sivas)
- Truva Antik Kenti (Çanakkale)
- Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi (Edirne)
- Çatalhöyük Neolitik Kenti (Konya)
kültürel olarak
- Pamukkale-Hierapolis (Denizli)
- Göreme Milli Parkı ve Kapadokya (Nevşehir) hem kültürel, hem doğal miras olarak listeye alınmıştır.
İSTANBUL’UN TARİHİ ALANLARI
UNESCO Dünya Miras Listesi’ne Alınma Tarihi: 1985
Liste Sıra No: 356
Yeri: Marmara Bölgesi, İstanbul
Kategori: Kültürel
M.Ö. 7. yy.da kurulan (?) İstanbul’un, kuzeyde Haliç, doğuda İstanbul Boğazı ve güneyde Marmara Denizi ile çevrili kısmı günümüzde “Tarihi Yarımada” olarak anılmaktadır. Kent, Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan stratejik konumu nedeniyle tarihi boyunca kentte hüküm süren uygarlıklar için daima çok önemli olmuştur. Bu özellikleri ile kent, Roma, Bizans ve Osmanlı gibi büyük İmparatorlulara başkentlik yapmıştır. Bu görkemli geçmişi ile farklı dinleri, kültürleri, toplulukları ve bunların ürünü olan yapıtları benzersiz bir coğrafyada bir araya getiren İstanbul, 1985 tarihinde UNESCO Dünya Miras Listesi’ne 4 ana bölüm olarak dâhil edilmiştir. Bunlar; Hipodrom, Ayasofya, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camisi ve Topkapı Sarayı’nı içine alan Arkeolojik Park; Süleymaniye Camisi ve çevresini içine alan Süleymaniye Koruma Alanı; Zeyrek Camisi ve çevresini içine alan Zeyrek Koruma Alanı ve Tarihi Surlar Koruma Alanı’nı içermektedir.
Yararlanılan Kaynaklar:
- İstanbul Bir Kent Tarihi Doğan Kuban
- Sinan’ın Sanatı Doğan Kuban
- Mimar Sinan Reha Günay
- Cumhuriyet Dönemi Ayasofya Erkin Akan Yüksek Lisans Tezi
- Payitaht-ı Zemin Eminönü Bir Dünya Başkenti Eminönü Belediyesi