Şimdi İstanbul’da aldatılmış olduğunu bilmeden bir konser dinlemeye giden binlerce insandan söz edebilmenin cesaretini gösterebilmekteyim sanıyorum, Eric Clapton ile Steve Winwood konserinden bahsediyorum.
Konserlerinde en az 80-100 bin kişiye müziklerini dinletebilmenin heyecanını yaşayabilmişler bütün dünyada ama bizim ülkemizde her şey insanlara bir şekilde ofurtularak(*) verildiğinden dolayı büyük reklamlar ile Boğaziçi’nde adına Kuruçeşme arena (!!!) denilen en çok 5-6 bin kişilik o da ayakta kapasitesi olan acuze bir yerde konser vermeye ve oraya insanlarımızın yönlendirilmesine şartlandırılmışız. Ne de olsa bu işi organize edenler hesap ve kitaplarını bunun üzerine yapmışlar biz bu adamları (hiçbir sanat kaygısı bulunmadan) tamamen ticari bir araç olarak görmek suretiyle yaptıkları kar zarar hesaplarına göre en optimal noktayı buradan hareketle elde edebilmişler ve o kadar küçük ve hesap yapmaktan uzak adamlar ki bir İnönü Stadında 40-50 bin kişi üzerine dahi bir hesap yapabilmekten acizler, tam bize göre bir Törkiş hesap durumu işte. En kısa yoldan koyduğumuzun bir kaç katını nasıl çıkartırız hesabı yani.
Bu arada telefonlarla yapılan kamuoyu araştırmaları da son zamanlarda bir hayli fazlalaşmış durumda, neden acaba insanlarımızın kültür ve sanata olan eğilimlerini araştırıyorlarmış… Hesabı netleştirmek maksat, kaç kişi konsere gider kaç kişi sinemaya gider hadi onu öğrendiler artık, kaç kişi tiyatroya, sergilere v.s gider bir şekilde bunu ortaya çıkartarak hesabı iyice netleştirebilmeye çalışılmaktalar.
Bir zamanlar son derece kaliteli ve ticari amaçlardan uzak gerçekten insanımızın kültürüne yönelik bir festival programı olan gerçek bir sanatçı Şakir Eczacıbaşı’nın girişimleriyle başlamış bulunan “İstanbul Festivali” programları sonradan buradaki ticari kazancı gören vahşi girişimcilerimiz tarafından parçalanarak bir sürü yeni festivaller yaratılmıştır. Caz festivalleri mi, film festivalleri mi aklınıza ne gelirse artık, kazanç tatlı ne de olsa, bundan heveslenerek girişimci ruhu da başarıyla ortaya koyan Beyoğlu’nda bira eşliğinde konserler sunarak en entelektüel(başka türlü yazınca Windows izin vermiyor) olduğunu iddia eden bazı şirket sahipleri de memlekette kültürel hizmetler verdiklerini sanıyorlar. İşin en acı yanı ise buna inanan o kadar çok kişi var ki hiçbir ticari kaygı olmadan gerçekten kültürel bir faaliyette bulunduklarını söylemekteler, bakınız birçok gazetedeki köşe yazarlarımızın yazdıklarına.
Durum böyle olunca da konsere giderek tüm heyecanını yaşaması ve duyması gereken insanımız birden bire içerisine düştüğü acuzeliğin farkına varıyor ama geriye dönüş yok artık, birde üzerine hayatında gece kulüplerinde iki dörtlük ritminde bilmem kimden başka müzik dinlememiş olan gazeteci yazarlarımızın Eric Clapton ile Steve Winwood üzerine yazmış bulundukları müthiş müzik eleştiri ve yorumlarından sonra kendilerini atmış oldukları memleketimizin en güzide konser ve gösteri alanı bulunan Kuruçeşme arena (!!!) da neye uğradıklarını şaşırarak dinledikleri ve konser sandıkları bir gösterinin sarhoşluğu içerisinde ödemiş bulundukları bir dünya bilet ücretiyle arenayı(!) terk etmenin heyecanını yaşamakta ve birbirlerine abi ne konserdi ama değil mi diye sormaktalar.
Bir küçük örnek “Crossroads Guitar Festival” de izleyici ve dinleyici sayısının en az 100 bin kişi olduğunu belirtelim.
(*)Ofurtmaca, bizim ülkemizde asla olmayan ve olamayacak olan ancak insanımıza sanki öyleymiş gibi verilmeye çalışılan her türlü düzmece olguya verilen ad.
Örnek olarak son zamanlarda çokça duymaya alıştığımız Türkiye’nin dış politikada nasıl önder duruma gelmesinden söz edilmesi, yada artık dünya ticaretine yön verecek (!) bir ülke haline gelmemizin her türlü medya organından insanlarımıza verilmeye çalışılmasına denilmektedir.
Bu konsere Wembley Arena’da en düşük £67 + komisyon + posta ücreti istiyordu, biletci mi desem, acenta mı desem, tefeci mi desem, her neyse. Belki gideriz diye oturma yeri nerede diye baktığım zaman arenanın en arkada ücra köşesinde olduğunu gördüm. Oradan herhalde Eric Clapton’ı parmağımın bir boğumu kadar görürdüm. Bastım kalayı, kapattım. Kısmet başkasına artık.
Bu mesafe bana yıllar önceki, galiba 1994’tü, Earl’s Court’taki Pink Floyd konserini hatırlattı – bir hafta konser vermişlerdi orada. İlk gecede kurulan iskelelerden biri çökmüştü galiba. O zaman İnternet yoktu. Konsere gayet kolay ve mutlu bir şekilde gidebiliyorduk biletleri kapıdan alarak. Ben de o deneyime dayanarak atlayıp gitmiştim öyle biletsiz, turist gibi. Kapıda karaborsacılar £80 istiyorlardı. Bi dünya para o zaman, zaten yoktu. Konser başlamış, yarım saat da geçmişti, karaborsacılar hala bir penny inmiyordu. Bir tarafta karaborsacılar bir tarafta konsere girmek isteyenler. N’apıcaz? Biraz sonra bir haber gelir, ‘gişede sınırlı görüş imkanlı biletler satışa çıktı!’ Hemmen sıraya girip bir tane £15’a aldım, uçarak içeri girdim.
İçeri girince şaşırdım. Tıka basa dolu bir salon, ben salonun en üst arkadasında, belki yüzbin kişinin üstünde kalan bir iskelede oturuyorum. Etrafımda da birsürü insan var, herkes dalgada, birbiriyle arasıra laflıyor, tahta iskelenin üstünde bir bayram havası. Aşağıda Pink Floyd, David Gilmour’u sahnenin ortasında görebilmek için teleskop lazım! Ama mükemmel bir ses düzeniydi!