BODRUM BODRUM

1970’li yıllarda İstanbul’da yaşayan bizler için Bodrum muhakkak gidilip, görülüp ve yaşanması gereken bir yerdi.

Yalnız Bodrum değil elbette, Marmaris, Fethiye Ölüdeniz yada Side, Kaş gibi doğanın coştuğu ve insanlarının huzur içerisinde olduğu yerlere gidebilmek ve oraları da yaşayabilmekle de eş değerdeydi.

Henüz talebelik dönemlerimizde olduğumuzdan ancak okulların kapanması veya sınavların bitmesinden sonra otobüse atlayıp gidebilmek mümkündü. En önemlisi de gerekli parayı bir araya getirmekti. Henüz yaşanan zamanlarda sahiller turizm adına yağmalanmamış bakir dönemler olup, dışı beş yıldızlı içinde ise yıldız mıldız hak getiren oteller dönemi başlamamıştı, sahillerin tüm doğallığı ve güzelliği ortadaydı. Bodrum’dan Gümüşlük’e gitmek uzunca bir minibüs yolculuğunu göze almak demekti.

Gümüşlük’te bir kahvehane ile üç beş adet ev vardı her ne kadar son zamanlarda gitmediysem de cafeler, restaurantlar falan yoktu ama kıyıda denize girdiğimiz yerlerde öyle sanıyorum ki tarihin eski dönemlerinden gelen batık evlerin kalıntıları vardı ve bizler bu kalıntıların üzerinde denize girerdik.

Büyük bir ihtimalle o batıkların bulunduğu sahiller doldurulmuş ve o bölgeye de siteler inşa edilmiştir.

Sevgili arkadaşım Dodo’dan bir alıntı,

Memo senin blogundaki doldurulan sahiller ve Bodrum’a dair yazdıklarını demin okudum. Bodrum anılarımız geldi aklıma. Fahir, Dr. Zeb ve benim Roger Dean’ın kayaları dediğimiz bir yer vardı Bodrum’da. Belki seninle de orada takılmışızdır. Kayaların yapısı ve görünümü, Roger Dean’ın Yes, Atomic Rooster, Osibisa gibi gruplara çizdiği plak kapakları gibiydi. Yıllar sonra aynı yere gittim. Jandarma Assubayları Tatil sitesi olmuş orası. Yaa… Al sana hem Bodrum, hem de içine sıçılan sahillerden bahseden bi “ortaya karışık” anı.

Dodo’nun sözünü ettiği kayalıklar.

Bodrum’a gitmekte saatler süren bir yolculuktu, hele Muğla’yı geçtikten sonra başlayan virajlar Bodrum’a girene kadar sürmekteydi ama o güzelliğe ulaşabilmek için her şeye katlanabilirdi insan.

Yanılmıyorsam öğlen saatlerinde Bodrum garına ulaşırdı otobüs, öyle gar dediğime bakmayın, şimdi gözünüzün önüne Kadıköy’deki belediyeye ait otoparkı getirin orası en az on misli büyüktü dediğim yerden.

Yanımızda getirdiğimiz içerisinde iki don, bir mayo, ikide gömlek veya t-shirt ile bir havlu bulunan küçük bir spor çantasıydı. Otobüsten iner inmez bizden önce buraya gelmiş olan arkadaşlarımızla buluşarak kendimize kalabileceğimiz bir yer ayarlamak en öncelikli işti. Ondan sonrası kolaydı, buradaki arkadaşlarınla buluşmuş, kalacak bir yer ayarlamışsın, Bodrum’dasın işte önünde koca bir yaz var, ne diyordu Mazhar (Alanson) bizim kabile, aynen öyle bizim kabile olduğu gibi burada.

Bodrum güneşi ortalığı ısıtmakta marina henüz inşa edilmediğinden denize liman ağzındaki mendirekten girilebilmekte.

Denizi tarif etmek mümkün değil zaten bizim haddimizde değil onu en iyi Balıkçı yapmış (Halikarnas Balıkçısı) dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan bu güzellikleri ilk önce o anlatarak bütün dünyaya tanıtmış. Bizlerde ondan öğrendiklerimizi yerinde yaşamak üzere buralara gelmişiz serde nede olsa Kalamış’lılık var ya, deniz ve denize dair ne varsa en iyisini bizler biliriz.

Abartma değil gibi geliyor bana bu söylediklerim dünyanın yedi denizlerini dolaşan bizden birilerini aklınıza getirin ilk önce kimi hatırlarsınız tabiî ki Sadun Boro, o bir Caddebostan’lı sonra yine Osman Atasoy, O da bir Dalyan’lı değil mi?

Bodrum’u yaşamanın en güzel tarafı denizi yaşamak, buralara kadar gelmenin ödülü de dünyadaki en güzel denizle  kucaklaşmaktır.

Yaşamın ıskalanmadığı dönemlerde olduğumuzdan tıpkı Sultanahmet’e gelen dünya vatandaşları gibi buralara da gelen bir sürü insan vardı. Onlardan bazıları ile tanışmak gibi bir ayrıcalığımda olmuştu, dünya düzeninde nerelerde bulunduğumuz konusunda önemli bir deneyimdi aslında bu insanlarla iletişim içerisinde bulunmak. Onlar senede altı ay çalışıp, senenin geri kalan altı ayında da dünyayı geziyorlardı, yanlarında bir tek çantaları ile pasaportlarından başka bir şeyleri yoktu. Birde kocaman yürekleri elbette.

Geceleri mendirekte elimizdeki biraları yâda şarapları içerken uzaktan gelen müzik sesleri hiçte bize yabancı değildi, dünyaya seslenen Bodrum Bodrum şarkısını henüz bestelemişti Mazhar-Fuat ve Özkan. Peşi sıra daha neler gelecekti, hepimizin kimi zaman keyiflenerek, kimi zaman hüzünlenerek dinlediği unutulmaz ve hepimizde bir iz bırakmış olan şarkıların kökeninde belki Bodrum’un da havası ile suyu vardı tıpkı bizlerin de yüreklerinin bir köşesinde olduğu gibi.

Sevgili dostum Cengiz Onuk’la — ışıklar içerisinde bulunsun — Kalamış Sahil Sinemasının deniz tarafında bulunan SET isimli çay bahçesinde karşılaşmış ortak dostlarımız sayesinde samimiyetimizi ilerletmiştik onu iyi tanıyanlardan biriside Bülent Ilgar’dı o zamanlar kendisine ayrıcalık veren lakabı henüz yoktu.

Cengiz okuldan ayrılmış ve çeşitli yerlerde gezip tozmaya başlamıştı yaşadığı maceraları anlatmaya başladığı zaman bize hayli eğlenceli geliyordu ama okuldan ayrılmış olmasını bir türlü kabul edemiyorduk, çünkü serserice bir yaşamın sonu yoktu, oldukça tartışmalı geçen günlerden sonra onu tekrar okula dönmeye ikna etmiştik ailevi yaşamından kaynaklanan bazı nedenlerden ötürü böylesine geçen bunalımlı bir döneme de nokta koymuş oluyordu.

Aradan geçen birkaç yıldan sonra tekrar okula dönmüş olmak onda bir süre daha devam edecek zor günler yaşamasına neden olmuştu ama tanıştığı yeni kişiler bizler içinde yeni arkadaşlar olmuştu.

Hep birlikte geçirdiğimiz güzel günler kısa sürmüş ve olağanüstü hallerin yaşandığı günlere gelmiştik.

Cengiz burada üniversite imtihanlarını kazanmış olmasına rağmen Amerika’ya gitmeye karar vermiş ve kısa bir süre içerisinde New York’a yerleşmişti.

Kayıp yıllar ve gençlik çabuk geçiyor Cengiz’den gelen haberler bizi sevindiriyordu, yaşamanın hele de yabancı bir ülkede yaşama tutunmamanın meşakkatlerini aşarak bir üniversitede profesör olduğunu öğrendiğimiz zaman ne kadar sevindiğimizi tarif edemem ne de olsa bizlerinde bu süreçte bir katkısı vardı.

Cengiz sonra defalarca buraya geldi, burada bulunduğu zamanlarda da güzel günler yaşama fırsatı bulmuştuk her ne kadar kısıtlı bir sürede olsa bir arada olmak önemliydi. Bir keresinde bize şöyle demişti ulan Amerika’da profesör olmak bizdeki gibi değil orada okulda ders veren herkese profesör diyorlar. Bu ise bizlere adam Amerika’da profesör olmuş muhabbetinin içinin ne kadar kof olduğu gerçeğini kavramamıza neden olmuş buradaki bazı Amerikan okullarında da ders verenlerin ne kadar profesör olduklarını anlamamızı sağlamıştı.

Dünyanın neresinde yaşarsan yaşa, eğer denizle herhangi bir şekilde tanışmışsan asla ondan kopamazsın. Cengiz’de eski bir Kadıköy’lüdür. Halen Kadıköy Çarşı’da bulunan otobüs duraklarının arkasındaki tarihi dükkânlardan bir tanesi ailesine aittir.

New York’a göç etmesine etmiş ama o da denizden asla kopmamış yıllar sonra kendisine aldığı bir tekne ile seyahatlere başlamış ve sonunda okyanusu aşarak Bodrum’a kadar gelmiştir.

Bodrum seyahatlerinin bir tanesinde hepimizi teknesine davet ederek birlikte Yunan adalarına gitmek istemişti ama kısmet değilmiş bizim için gidemedik.

Bu seyahatten kısa bir süre Cengiz’in hastalandığı haberi geldi hepimiz çok üzülmüştük ama daha sonradan tedavisinin iyi gittiğini öğrendik. Buraya bizleri görmeye gelecekti hepimizde garip bir sevinç ve hüzün vardı.

İstanbul’a geldiği gecede tüm dostlar bir aradaydık sanki İsa’nın son yemeğinde olduğu gibi. Yedik içtik şamata yaptık ama sanki bir şeyler eksikti. Kısa bir süre sonra Bodrum’a gitmiş ve oradan da yaşadığı yer olan New York’a dönmüştü.

Kardeşinden gelen bir haber bizleri Cengiz için son yolculuğunda hep birlikte olmaya çağırıyordu.

Ne diyordu Mazhar;

Nasıl anlatsam nerden başlasam kaç kişiydik o zaman bak. Kaç kişi kaldı şimdi. Bodrum Bodrum.