Kalamış’ın en müstesna noktası olan Köhne’de yaşamlarının bir kısmını geçirmiş olanların ne yazık ki tamamını yaşayabilme imkanı verilmediği ve yerli yeksan edilmesi nedeniyle hafızalarında kalan anılarından ve o zamanlardan elimizde kalan bazı fotoğraflardan yola çıkarak buradaki dünyanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıp çabalamaktayız.
Elbette yaşayan ve yaşamış olan bir çok kişiliğin özellikleri, birbirleri ile olan düşünsel ve fikirsel yakınları, dünyaya bakışlarını ortaya koymaktaydı.
Bu ortak bakışın en önemli özelliği ise 70’li yıllar Türkiyesi’nin önünün açık, bulunduğu coğrafya açısından, yakalayabileceği gelişim sürecinde, sahip olduğu tüm renkler ve demografik mozaiği ile bir dünya ülkesi olabilme umuduydu.
Burada yaşamlarının bir kısmını geçirmiş bulunan bütün güzel insanların, gördüğü, bildiği ve tanıdığı tek şey arkadaşlıktı dostluktu. Büyük bir aile gibi yaşamını sürdürenlerin bir arada bulunduğu, ortak düşünce ve fikirlerin oluşturulduğu, sanata ve sanatçıya saygının sınırsız olduğu, hele hele o yıllardaki yaşamın ne kadar da zorlu olduğunu düşünecek olursanız, söylediklerimin ne anlam taşıdığını çok daha iyi kavrayacaksınız.
Bu kısa tanıtımdan sonra dönelim büyük sanat tartışmalarının olduğu Kalamış Köhne ‘ye, yaşanılan zaman kesiti itibarıyla bu günkü bir çok imkandan yoksunduk. Özetle şu örnekler daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacaktır, müzik dinleyebilmek için CD’ler MP3’ler yoktu, fotoğraf için digital teknoloji yoktu ve en önemli gelişim araçlarından birisi olan bilgisayarlar yoktu ancak toplum içerisinde yeni yeni yayılmaya başlayan, önemi ve değeri henüz yakalanmamış bulunan TV’ler mevcuttu, yayınlar tek kanalda siyah-beyaz olarak günde 1 saatten başlayarak, zamanla çoğalıp, önce haftada yedi güne daha sonraları da 24 saat kesintisiz yayına kadar ulaşmıştı.
Teknolojinin sanatla olan yakın ilişkisi nedeniyle de henüz siyah-beyaz fotoğraf güncelliğini ve fotoğraf sanatındaki ağırlığını korumaktaydı. Renkli fotoğraf belki dünyada hak ettiği yeri ve hedefi fazlasıyla yakalamıştı ancak bizler henüz o sürece dahil olmakta zorlanıyorduk. O yılların fotoğrafçıları ve fotoğraf sanatı içerisinde bir tartışmadır süregelmekteydi. Renkli fotoğraf mı yoksa siyah-beyaz mı ?
Köhne aleminde de fotoğraf ile iç içe olan ve yaşamlarının sonraki dönemlerinde önemli fotoğraf sanatçıları arasında isimleri sayılan kişilikler ellerinde makineleri ile yerlerini almışlardı. Tanrının insanlara bahşettiği bu müstesna yerde fotoğraf çekmek de bir ayrıcalıktı ancak gerçek sanatçının toplumun önünde adeta bir greyder gibi çalışarak yol açması gibi onlarda bu günleri geleceğe taşımanın ulvi görevini üstlenmişlerdi. Gelişen dinamikler içerisinde taşıdıkları sorumluluğun en başta geleni de fotoğraf sanatını ilerilere doğru taşımaktı. Tartışma da tam bu noktada başlamaktaydı, siyah-beyaz ile nereye kadar olabilirdi. Olamayacağı besbelliydi, günümüzde politik bir çizer, o günlerin ise karikatüristi olan bir kişiliğin çizgilerinde dile getirdiği, kare düşünceli adam ile yuvarlak düşünceli adamın düşünceleri arasındaki fark kadar fark vardı siyah-beyaz ile renkli fotoğraf arasında.
Bu tartışmalar uzayıp gitmekteydi, bu işin böyle sürmeyeceği şimdinin bilenlerinin bildiği sevgili arkadaşımız Sedat Antay’ın Kalamış İskelesinden kendisi tarafından imal edilmiş bulunan özel makinesi ile çekmiş bulunduğu “Sandal” adlı adeta bir fotoğraf harikası olan tek bir fotoğrafı ile uzayıp giden bu tartışmalara son vermişti.
Bu fotoğraf nerelerde ve kimin elinde ise mutlaka ve mutlaka diğer insanlar ile paylaşılmasının sağlanması, hatta daha da ileri giderek bizim ülkemizdeki fotoğraf sanatının önemli kilometre taşlarından bir tanesi olarak da tarihe geçmesi gerekir.
“Sanat fotografı siyah beyaz mı olmalı yoksa renkli mi?” tartışmasının yanı sıra “Sulu mizah-kuru mizah” tartışması da vardı o yıllarda. Oğuz Aral’ın GırGır dergisi “sulu” bir mizah yapmakla itham edilir, Turhan Selçuk’ların ekolü beğenilirdi. Veya tam tersi. O zamanda GırGırcılar karşı tarafa “kuru” mizahçı derdi. Fakat en tantanalı tartışma “Sovyetler Birliği sosyal emperyalist midir, değil midir” tartışmasıydı. Tabi “Sanat, sanat için midir, toplum için midir.” tartışmasını da unutmamak gerekir. Ben bu tartışmalardan çok sıkılırdım. O yıllarda Altan Erbulak’tan öğrendiğim bir fıkra vardı. Bu tartışmalardan herhangi biri başladığında ben bu fıkrayı anlatıp, muhabbetin içine ederdim. Fıkra şuydu.
Horoza “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” diye sormuşlar. Horoz, “Bana ne abi ben pompama bakarım.” demiş.