Kalamış’ta ilk olarak adı Huzur olan çay bahçesi yok oldu. Adı gibi gerçekten huzur veren bir yerdi. Orasının kapanıp yerine bir apartman inşaatı başladığında ne kadar da üzülmüştük. Ama bu üzüntümüz çok sürmedi Huzur yer ve isim değişikliği ile çok yakınında Kalamış İskelesinin karşısındaki yere kurucusunun adı olan “Orhan” ismi ile tekrar ve daha şık bir biçimde açıldı.
Hayatımızın en önemli anılarının bir kısmı da orada yaşandı ta ki tekrardan kapanıp yok olana kadar.
Bu arada birde Kalamış İskelesinin üzerinde eski yolcu bekleme salonunun olduğu kapalı alana adı Gondol olan bir başka çayhane daha açılmıştı, ama onun ömrü çok fazla sürmedi. İskele esas bizim balık tuttuğumuz bir yerdi. Sabahleyin oltalarımızı alıp iskelenin burnuna giderdik önce denizden birkaç midye çıkartıp yem olarak kullanacağımız malzemeyi hazırlar sonra balık tutmak için oltalarımızı denize sallardık. Mevsime göre istavrit, izmarit, en çok bulunan balıklardı. Çinekop, lüfer, zargana, ispari, karagöz, kefalde bulunurdu. Karagöz ve kefali daha çok zıpkınla avlardık. Sabahtan suya girip ta ki vücudumuz morarana kadar suda kalıp avlanırdık. Deniz ve denizcilikte yaşantımızın bir parçasıydı. İlk teknemi ortaokul sıralarında babam almıştı. Kurbağalı dere imalatıydı. Aslında derenin üzerindeki köprüde onun isminin “Kurbalı” dere olduğu yazılıdır. Ama bu bir imla hatası mı yoksa gerçekten öyle olduğundan mıdır? Bunu bir türlü çözemedim. O dönemde pek tabi ki dereden pis sular akmazdı tekneyle ta derenin kaynağına kadar gidebilirdik. İlk teknemin adını Albatros koymuştum. Birisi bana bu adın pek de uğurlu bir ad olmadığını söylemişti ama bunun hayalini o kadar çok kurmuştum ki bu isimden vaz geçmem mümkün değildi. Gerçektende hiç uğurlu gelmedi. İki sene sonra satıldı o kadar çok hayalini kurduğum teknem. Ondan önce evimizin kapısının önündeki iskelede bağlı bir sürü tekne vardı. Hepsi tanıdığımız insanlara ait olan teknelerdi ve her birini istediğimiz gibi kullanabilme imkanımız vardı. Sahipleri genellikle hafta sonları kullandıklarından hafta içerisinde bizlerin istifadesindeydi. Bunlardan bir tanesi de Orhan Beye ait bir tekneydi. Çok güzel bir yelkenliydi. Onun sayesinde yelken kullanmasını ve denizcilik kurallarını öğrendik. Bir keresinde Fenerbahçe’nin feneri ile açığında bulunan Öreke taşının önünden Orhan Beyin teknesiyle geçiyorduk,dümende ben vardım arkamızdan da bizim tekneden oldukça büyük ve daha hızlı gelen bir başka tekne vardı ben dümeni kırıp ona yol vermek isteyince Orhan Bey avazı çıktığı kadar bana bağırmaya başladı, arkadan ne gelirse gelsin isterse şehir hatları gemisi gelsin asla yol vermeyeceksin. Bu kuralıda onun sayesinde öğrenmiş olduk. O tekne bizim için bir okul Orhan Beyde öğretmenimiz olmuştu. Bizler teknenin miçoları oda kaptanımızdı. Bazen fırtınaya yakalanır,bazen adada bir koyda demirlerdik. Denizcilikte zorda kalanlara yardım etmek en önemli kurallardan birisidir.
Mahallemizde tüm gençlerin ortak kullandığı o dönemin süratli yarış teknelerinden olan “Pirat” sınıfı bir teknemiz vardı. Kırmızı yelkenleri ile rüzgarda caka yaptığımız güzel bir tekneydi. Teknenin bakımı ve ihtiyaçları hepimiz tarafından ortak karşılanırdı. Bazen iki kişi bazen de on kişi binerdik tekneye o günlerin anılarından biriside İstanbul’da kolera salgını olan günlerdeydi evet çok dehşet bir kolera salgını yaşanmıştı tıpkı bir zamanların Avrupa ve Rusya’sında yaşanan salgınlar gibi çok ölen olmuştu ama her şeyde olduğu gibi bu ölümler de kamuoyundan gizlenmişti. İstanbul’da su çok az bulunmaktaydı o dönemde salgının en önemli nedeni buydu herhalde. Sebze ve meyveler ilaçlı (Permanganat) sularda yıkanır ve öyle yemek yapılırdı. Yıkanacak su bulmak çok zordu. Tam bu günlerdeydik bizler yine kırmızı yelkenli piratla Kalamış’ta dolaşıyorduk ve dere ağzında kum takaları yükünü yine dere ağzında bekleyen kumcular iskelesine boşaltmak için demirleyerek beklerlerdi. İşte tam o takaların yanında tramola atıp geri dönmek üzereyken ne olduysa oldu birden kendimizi suların içinde bulduk tekne rüzgarında etkisiyle devrilmişti. Takalardan sarkan Lazlar bize bakıyorlar ve yardıma ihtiyacımızın olup olmadığına karar vermeye çalışıyorlardı ama hemen toparlanıp tekneyi düzelttikten sonra tekrar tekneye bindiğimizi görünce bizimle dalga geçmeye başladılar esas sorun tam dere ağzında batmamızdan dolayı suların olmadığı bu zamanda nasıl yıkanıp kolera mikrobundan arınacağımızdı, ona da çözümü kısa bir sürede getirdik ne olacak açığa gidip denize girecektik. Öyle de yaptık tekneyle iyice açılarak Hayırsız adanın yakınlarına kadar gelerek denize girdik ve tamamen temizlenerek kolera mikroplarından arınmış olduk. İstanbul’da o günlerde yaşanan kolera salgını sonbaharın gelip yağmurların başlamasıyla birlikte yok olup hayatımızdan çıktı sonra bir daha da bahsi geçmedi.
Akşamları deniz kenarında şarap içilirdi. Soğuk gecelerde ateş yakılır ve etrafında toplanılarak şaraplar yudumlanırdı. Ya “Dimitro Kopulo” yada “Güzel Marmara” içilirdi pek tabi. Çünkü en ucuz şaraplar bunlardı. Çoğu zaman Reha’ların evinin yan tarafındaki duvarın üzerine oturup öyle içmeye başlardık o duvar hala duruyor ama üzerine oturmak pek mümkün değil şimdi her tarafında dikenli teller çevrilmiş çünkü. Olsun o duvarın mevcudiyeti bile bizi o döneme götürmeye yetiyor. Bir şişe şarap elden ele geçerek içilir biri bitince diğeri açılırdı. Ne zaman zom olursak o zaman duvardan kalkıp eve gider ya da kayıkhanede sabahlardık. Kayıkhane şimdi İş Bankası lokali olarak ayakta olan binanın yerindeydi.
Yaşımız biraz daha ilerleyince meyhanelere gitmeye başladık tabi bunların içerisinde en güzellerinden biriside meşhur “Todori” nin meyhanesiydi. Kalamış’ın göbeğinde iskelenin tam arkasında bahçesindeki masaların ağaçların ve çiçeklerin arasına gizlenmiş olduğu muhteşem yer. Kapısındaki kırmızı tabelada “İ. Todori Çarkas” yazardı biz bilirdik ki o “İ” İstavri’nin “İ” sidir. Bir başka İ nokta değil yani.
Baba İstavri bizi yaşımıza başımıza bakmadan ağırlardı. Yazın bahçede çiçeklerin arasında iyice kamufle olmuş bir masaya kimse bizi fark etmesin diye oturup şaraplarımızı içerdik. Daha sonraları yaşımız biraz ilerleyince Rakıya başladık. Oradaki anılardan bir tanesini de anlatmadan geçemeyeceğim, ben bunu başka büyüklerin ağzından dinledim ancak sizlerle paylaşabilmek amacıyla burada anlatıyorum. Ünlü besteci Selahattin Pınar’da Kalamış’ın büyüklerindendi o da Todori’nin müdavimlerinden olup masada her zaman dostlarıyla birlikte oturur rakısını içerdi. Masadaki muhabbet rakınında tesiriyle iyice arttığında birileri uçmaya başlarsa S.Pınar masaya dayadığı dirseğini hafifçe masadan kaydırarak diğerlerine bu muhabbetin iyice uçtuğunu anlatmaya çalışarak uyarırmış. Yine böyle bir günde masada muhabbet iyice uçtuğunda dirseğini masadan kaydırınca diğerleri mesajı almışlar ama uzun bir aradan sonra bakmışlar ki S.Pınar kıpırdamıyor herkes olayı anlamış. Baba “Todori” de rahmetli olmuştur şanına yakışır şekilde. Sonra yaşadığı sokağa ismi verilmiş ve büstü de Todori’nin kapısına dikilmiştir. Bin bir türlü değişikliğe rağmen halen hizmet vermekte olan Todori’ye gidenler neden S.Pınar’ın büstü burada duruyor diye merak ediyorlar. Tıpkı paraleli sokakta yaşayan Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi. Onunda evi, eşi ile birlikte yan yana duran büstleri de hala oradadır ve önünden geçerken Kabe’yi tavaf eder gibi geçerim o sokaktan. Yaşadığı dönemde evin bahçesindeki ağaçlara duvarlara yazmalar asılır rüzgarda o rengarenk yazmalar uçuşurlardı. Yazma şenliği olurdu adı da. Sokaktan uçuşan yazmaların dansı içinde geçilirdi.
Sıradakilerden renkli bir kişilik de Hulusi Baba’dır. Kalamış Yelken Kulübünün emektarı yaz kış kafasında beresiyle dolaşan Hulusi Baba.
Rakının nasıl içilmemesi gerektiğini ona bakarak kolaylıkla anlamak mümkündü, Köhne’nin masalarından birinde 70’lik büyük rakıyı susuz olarak dört adet zeytinle içerdi. Buna dayanmak için ancak Hulusi Baba olmak gerekirdi. Bu arada etrafa laf atmaktan da geri kalmazdı tabi. “Hadiiii Bakiiiim” lafı onu tanıyanların kulaklarından asla silinmeyecektir.
İçki ve bilumum müskirat Kalamış’ta vaz geçilemez bir bütünleştiricidir. Katalizör de diyebiliriz buna herkesin birer fenomen olduğunu varsayarsak bunun o kadarda yadırganacak bir şey olmadığını anlamak mümkün.
Burada Baba Freud’dan bir alıntı yapmadan geçemeyeceğim,
“Katlanmak zoruna bırakıldığımız yaşam çok ağırdır, bize müthiş yükler, umut kırıklıkları, içinden çıkılmaz işler getirir. Bu ağır yaşama dayanabilmek için mutlaka ağrı kesici şeyler yutmamız gerekir bunları belki üçe ayırabiliriz; içinde bulunduğumuz yoksulluğu azımsamamıza izin veren güçlü ilgi değişiklikleri; bu yoksulluğu azaltan ve cinsel doyumun yerini tutan doyumlar; birde, bizi acılara karşı duyarsızlaştıran uyuşturucu maddeler. Bu yollardan herhangi birine başvurmak zorundayız.”
Alışkanlıkların başladığı nokta o yıllarda yaşananlardı. Türkiye’deki o günlerdi. Bunu kabul edilebilmesi için yazmıyorum bu yaratıcılığın yaşandığı Kalamış’ta bir özgürlük farkıydı. Köhnenin masalarında Konyak, rengi çayı andırdığından ve etrafa fazla faça olmamak için çay bardağında içilirdi. Bira tamamen legal olduğundan masaların üzerine artık bira şişesi konulamayacak hale gelene kadar içilirdi. Bizler için makbul masalar ise üzerinde en fazla bira şişesinin olduğu masalardı pek tabii. Yalnız bir tek konu vardı ki oda Köhne’de Tuborg birası olur bu birayı da çok fazla sevmezdik ama başkada çare yoktu ya Köhne’de Tuborg birası içeceksin yada Orhan’da Efes içeceksin ikisi arasında da büyük fark olduğundan tercih yapmak gerekiyordu. Orhan’a gidilmesinin en önemli nedenlerinden biriside bu bira meselesinden kaynaklanmaktaydı.
Bu arada Kalamış’a yeni gelenlerden tanıştığımız “Çizgi Film Turgut” bize çok şeyleri de öğretti. Kendisi İngiltere’de çizgi film tahsil ettiğinden dolayı bu ismi hak etmişti. Malum Kalamış sanatın ve sanatçının yaşaması için tanrı tarafından insanlara bahşedilmiş bir yer olduğundan resim ve çizgi filmde buranın kaçınılamaz sanatlarındandı. Ellerimizin altındaki dosyalarda taşıdığımız resimleri yada orada burada yaptığımız resimleri birbirimize gösterir olumlu yada olumsuz eleştirileri ardı ardına sıralardık. Çizgi film Turgut aynı zamanda ünlü birisiydi de Niyazi Berkes’in yeğeniydi onun eleştirilerini hayli ciddiye alırdık. Sonra müziğe takıldı Özkan ve Mazhar’dan aldığı müzik dersleriyle iyi bir gitarist oldu şimdilerde yeni albümleri piyasaya çıktı. Çizgi film tahsil et sonra müzisyen ol. İşte Kalamış’ın büyülü havası.
Bizim kuşağın insanlarını da anmadan olmaz. Önemli insanların isimlerini sıralarsak, hatırlayamadıklarım beni bağışlasınlar öncelikle şimdi aramızda olmayanlardan başlayacağım en eski kaybettiğimiz sanıyorum Fuat’tı. Kalamış’ın kendine özgü simalarından olan Fuat iri yarı esmer arkadaş canlısı bir insandı fiziği ile ne kadar dalga geçilirse geçilsin hiç alınmazdı. Ona bir gün Kemal’in şöyle dediğini hatırlıyorum; ulan kapı gibi adamsın zil takta dolaş. Bu ve buna benzer espriler sık sık yapılırdı. Hiç oralı bile olmazdı benim eşimle tanışmamı sağlayanda kendisiydi. Önce gemi mühendisi sonrada kaptan oldu ve uzun deniz yolculuklarına çıkmaya başladı. Her seferde döndükten sonra yaşadığı maceraları bize anlatırdı. Bizim Orhan’ın devamlı müdavimlerinden olan Fuat’ı 1988 yılının bir 19 Mayıs gününde kaybettik. Yazılarımda anlatmaya çalıştığım kişilerin yada kişiliklerin bir çoğunun yaşama veda ettiklerini anımsarsak, eski bir Türk filmi seyreder gibi gözümün önünden geçenlerin hepsine Allah rahmet eylesin.
Burada da, yukarıda Baba Freud’dan yaptığım alıntının eşsiz bir yorumunun da Fuat tarafından KONYA OVASI projesi olarak hayata nasıl geçirileceğine dair yorumunu anlatmadan geçemeyeceğim. Türk toplumundaki cinsel açlığın boyutlarının ne mertebede olduğu herkes tarafından malumdur. İşte bu cinsel açlığın giderilmesi ve Türk toplumunun huzura kavuşmasını sağlayacak bu önemli projenin mimarı Fuat şöyle anlatmaktadır ayrıntılarını Köhne’de otururken, bu milleti Konya ovasında toplayacaksın abi bir tarafta kadınlar, diğer tarafta da erkekler, sonra verilecek bir hücum emriyle, erkekler ve kadınlar ovanın bir ucundan ötekine doğru koşarak birbirlerinin üzerine atlayacaklar. İşte Türk toplumundaki cinsel açlığı çözmenin en iyi formülü.
Memo ne güzel yazmışsın. Eline sağlık. Huzur’un ilk yerinin oraya yapılan apartman Arzu’nun oturduğu apartman mıydı?
Bir de şunu yazayım. Fuat 1982 de değil galiba 1984 te dünya değiştirdi. Kardeşi vardı. Kays Bülent. Ondan haberin varmı?
Ben 1985/86’da Feneryolunda sizinle yaklaşık bir yıl geçirmiştim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bu senelerde sizinle birlikte Fuat Abilerin tren yolunun yanındaki evlerine gittiğimizi hatırlıyorum.
Hulusi Baba’nın fotoğrafı bana bir an altı-yedi yaşımdaki halimi gözümün önünde canlandırdı. Zamanı çok güzel bir açıdan yakalamış fotoğraf.
Yazın şafak sökmüş, herkes yatağında son birkaç rüyasını daha görmekle meşgul. Ben uyanığım ve evin içinde sıkıntıdan patlıyorum. Dışarıda koskocaman bir deniz, dipdiri renkleriyle içinde Lapinler, İspariler, Kırlangıçlar, Zarganalar, Kefallar, Vatoslar ve daha neler, ama oltaları dün koparmışım. Sessizce evden çıkıyorum, doğru Hulusi Baba’ya olta almaya. Normal olarak sabahın o saatında O da uyuyor tabii. N’apalım, bekliy’ce’z. Oltaların bulunduğu resimde de gözüken camlı vitrinin önünde oltalara bakıp balık hayalleri kurarak bekliyorum. Sonunda Hulusi Baba kalkıp dışarı çıkıyor pijamalarla uykulu bir halde. ‘Günaydın Hulusi Amca, olta alabilirmiyim!’ diyen hevesli bir sese nasıl yok desin adamcağız, hemen verir. Ben oltayı kaptığım gibi doğru iskeleye ama öyle tahtaların üstünden sallama yok. İskelenin beton ve taştan yapılma bölümünde kenarda ince bir yer vardı ancak bir kişinin yürüyebileceği, oraya iner or’dan avlardım, çoğu zaman tutardım, bazen de denize düşerdim (!) oraları yosunlu ve kaygan olduğu için.
Hulusi beyin oğlu Kamil, Kadıköy Orta Okul’unda sınıf arkadaşımdı. Soyadını unuttum.
Turgut’la da 1995 yılında tanıştım. Özkan ve Güriz lisedeki sınıf arkadaşlarımdı. Özkan ve Mazhar’la da 1986 yılında 8 yıl iş yaşamında birlikte oldum.
Merhaba Talha Akmehmet,
Eskilerden birisiyle karşılaşmak ne kadar güzel. Benim bloga nereden ve nasıl geldiyseniz ayrıca çok sevindirici. Kızıltoprak Karakol Çıkmazı sokaktakileri de tanırsınız herhalde. Güriz, benimde yüksek okuldan arkadaşımdır. Diğer bahsettiğiniz isimleri de hem Kalamış hemde Kızıltoprak’tan tanımaktayım. Hulusi Babanın oğlu Kamil’in vefat ettiğini duymuştum. Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Selamlar.
Murat, Kamil, Abdullah , Nilgün soyadları Etler dir. Kamil Amerikada yaşıyordu maalesef onu kaybettik. Hulusi Baba’nın karısı Macide Teyzeydi. Apo ve Murat ı görüyoruz.