KURU NADİR

Bir diğer kişilikte yine rahmetle andığım Kuru Nadir’dir. Düyaya herkesle kavga etmeye gelmiş bir insandı kendisiyle bile kavga ederdi. En sevdiği filozof Nietzche idi. Onun evinde yaşadıklarım başlı başına bir anılar yumağıdır ama en çok onunla Köprüaltı’nda içtiğimiz biraları ve diğerlerini anımsıyorum, isminden de anlaşılacağı üzere Kuru Nadir elli bilemediniz ellibeş kiloluk sıska ve uzun boylu bir adamdı içmeye başladığı zaman dur durak tanımaz ben deyim on şişe, siz deyin yirmi şişe bira içerdi hep birlikte içtiğimizden biz ara ara kalkar tuvalete giderdik o ise hiç gitmezdi önce pek farkına varmıyorduk ama sonradan dikkatimizi çekti ulan Nadir bu kadar birayı ne yapıyorsun diye sorardık kendisine. Sıskalığından mıdır nedir hiç tuvalete gitmezdi. Yazdığı şiirlerle denemelerle o tam bir Kalamış’lı olup Sait Faik ve Orhan Veli karışımı bir insandı. Yaşadıklarımızı hiç unutmayacağım sevgili Kuru Nadir Allah rahmet eylesin sana da.

NADİR

Kuru Nadir’le kafaları çekerken.

Bir diğeri ise Gabi’dir. Gabi Ömer’de Allah rahmet eylesin genç yaşında aramızdan ayrılanlardan birisi olup ismiyle müsemma bir kişilikti. Çok içtiği ve çok hap attığı için uzun yaşamadı.

Bir diğer kişilik Hades Sadık’tır. Kurduğu dünyasında bu kadar özgün bir şekilde yaşayabilen çok özel bir insandır bu güne kadar hiçbir işte çalışmamış annesinden aldığı harçlıkla yaşayan bir insandır. Bu ise ona bu dünyada kirlenmeden yaşayabilmeyi sağlamıştır. O tam bir filozoftur. Uzmanlığı ise Antik Anadolu tarihi ve Mitolojidir. Kendi konusunda literatüre geçmiş bir insan olup, kendisiyle birlikte yaşadıklarımız ve yaptığımız tartışmalar herhalde bir ansiklopedinin sayfalarına ancak sığardı. Onun için yaptığım Pink Floyd “Animals” albümünden esinlenerek arkeopteriksin (Kanatlı Dinozor) uçuşuna dair bir resim hala odasının duvarında asılıdır. Seneler sonra bunu görmek benim gözlerimi yaşartmaya yetmişti.

Kalamış’ta psikoloji bilimi de oldukça büyük bir ağırlığa sahipti her ne kadar amatör olarak da olsa bu ilmin ışığında o kadar çok şeyi yorumlamak imkanına sahip olmuşuzdur ki bunun en başında gelen ismi de Psikopat Caner’dir. O da hayatında hiçbir işte çalışmayarak bu güne kadar gelmiştir. Bizlere bu konuda kitap okumayı, Türkiye’de ve dünyada hatırı sayılır kişileri tanıtmayı başaranda Psikopat Caner’dir.

Önemli simalardan birisi olan Zebani Doktor aklıma geldi şimdi. Onun Kalamış’taki özgünlüğü, tanıyanlar tarafından herhalde kuşaktan kuşağa aktarılacak kadar özeldi. Lise yıllarından tanıdığımız kısa lakabı ile Zebu çok çalışkan ve başarılı bir insan olup üniversite sınavlarında Tıp fakültesini kazanarak gerçek bir doktor olmuştur ama ne doktor. Birlikte olduğumuz dönemlerde kışın giydiği ve o zamanlar moda olan maksi pardösüsünün iç ceplerinde taşıdıklarını saysam herhalde ayaklı cephanelik demek daha doğru olurdu. Sakın yanlış değerlendirmeyin bu cephaneler atılacak değil içilecek cinsten olup Zebunun günlük ihtiyaçları olarak her daim üzerinde taşıdıklarıydı. Onunla ilgili anılar , onun daha çok  kaprisini çeken Doğan’da olup kendisinden dinlemek istediğimizin de buradan altını çizelim. Ağustos sıcağında Kalamış’ta konyak içip nasılda ku vak vak, ku vak vak diye dolaşmıştık sokak ortasında değil mi? Doğan.

Kalamış’taki simalarda biriside Mümtaz Sosyal’ın yeğeni Ahmet Soysal’dı masada müthiş fikirlerin tartışması yapılırken heyecana kapılır ve aklından geçenlerin hepsini birbirine katarak anlaşılmaz fikirlerini bizlere aktarırdı. Onu dinleyenler müthiş şeyler söylediğini sanırlardı ama korkunç bir laf salatasından başka bir şey değildi söyledikleri.

Baba Mimar Erkan’ı unutmak mümkün mü? Erkan 60 yaşını geçmiştir herhalde şimdi, Bodrum’da yaşıyor ve hala düzene uymaktan kaçıyor. O bir vicdani redci nede olsa. Elinde mandolini ile ortaçağın Avrupa’sında şehir şehir dolaşan “Trubadur”lar gibi dolaşır ve aynı müziği çalardı, çok uzun dönem hatırı sayılır ciddi müzik yaptı, çok güzelde keman çalardı. Delirium Tremens anahtar deliğinden giren pembe filler onun eseridir. Öyle boş adam değil Amerika’da olsa Ahmet Ertegün kesinlikle onu kaçırmazdı. İlhan Mimaroğlu’nun müziğini onun müziğini dinlediğiniz anda akortsuz bir piyanodan çıkan seslere benzetebilirsiniz. Bizlere Akademide yaşadığı sayısız renkli günleri anlatmakla bitiremezdi. Aklımda kalanlardan bir tanesi de ressam Komet’in amuda kalkmış bir şekilde ellerinin üzerinde nasıl merdivenlerden indiğini anlattığı anılarıdır.

Eğer Kalamış ve Türkiye’nin yaşayan fikirleri yerli yeksan edilmeseydi bir zamanlar İngiltere ‘ de patlayan müzisyenler ve diğer sanatçılar gibi Türkiye’de sanıyorum Atatürk’ün hayalini kurduğu gibi bir Türkiye olacaktı.

Toplumlar için en büyük tehlike, yavaş yavaş gelişen süreçlerde yatan yanlışlardır. Bunlar sonradan toplumun önüne çıkan tehditler olurlar. Türkiye’de farkına varmadan yaşanan süreç bilimden ve sanattan yoksun kalmak yada bıraktırılmaktır. Sanatı eğlence sanan çok yanlış bir anlayışın içine tıkanmıştır. Bilim, aklın rehberi, sanat da yaşamı bütünleştiren anlamdır. Bilimden yoksun kalan toplum kaçınılmaz olarak dogmaların tuzağına düşer. Sanattan yoksun kalan toplum da bütünleştirici anlamını yitirir.

Evrensel sanat hamlesi de müzikte, resimde, heykelde, yazın sanatlarında, dansta, balede, tiyatroda yine Atatürk’ün önderliğinde ve Cumhuriyet’le başlamıştır. Bilimde de sanatta da hızla gerileme yoluna girdiğimizi fark etmiyoruz. Gerçek sanat,eğlencelik sululuklara yenik düşmüştür. Bir resim sergisini magazinci basın ordusuyla gezmeye gelen ve kendilerine “sanatçı” denilen bazı kendini bilmezler sergideki resimlere bakıp bakıp da ne var bunda bende yaparım bunun gibi resmi diyebilme cesaretini kendinde görebilecek kadar ucube bir toplum haline geldiğimizin farkında mıyız acaba?

Sultanahmet'deki pudding shop'lardan bir tanesi.

Sultanahmet’deki pudding shop’lardan bir tanesi.

Farkında olamadığımız gerileme sürecinde nereden nereye geldiğimizin yaşanmış bir örneğini de ben anlatmak istiyorum. Dünyadaki büyük patlamanın yaşandığı 70’li yıllarda İpek Yolu yeniden keşfedilmiş ve Batı dünyası, Doğu’ya gözlerini çevirmişti. İstanbul bu büyük kesişmenin yaşandığı en önemli şehirlerden birisiydi tarih boyunca olduğu gibi. Dünyanın bir çok ülkesinden gelen insanlar özellikle Katmandu, Bangladesh yada Keşmir’e gitmek için İstanbul’da  Sultanahmet’de bir kaç günlüğüne yada daha uzun bir zaman konaklarlardı. Bu günlerde Sultanahmet’deki oteller yada cafeler dünya insanlarının bir araya geldiği gizemli bir ortamdı. Otellerin, cafelerin duvarlarına bırakılan notlar insanlara mesajlar vermekteydi. Kapalıçarşı dünyaya açılmış, kapalı kutu olmaktan kurtulmuştu. Burada karşılaştığım biriside hala inanamıyorum ama Ian Anderson’du. Tabi sade bir vatandaş olarak İstanbul’da Sultanahmet’deydi. Şimdi şöyle bir düşünelim bu görkemli şehrin yaşamdaki gelişme sürecinde dünya üzerindeki hak ettiği yeri almış olduğunu. Londra Hyde Park  yada Royal Albert Hall konserlerinin bir benzerinin İstanbul’da yapıldığını binlerce insanın bu konserleri izlediğini. Oysa şimdi kırsal kültür egemenliğinde, bir ortaçağ din ideolojisini topluma empoze etmek isteyenlerin elinde politik olarak sıkıştırılmış ekonomik bağımsızlığını yitirmiş, fakir bir ülke olarak ne halde. Bütün gelişmeleri ıskalamış yada ıskalamak zorunda bırakılmış bir Türkiye ve bütün bunları en acı şekilde yaşayarak görmek.

İlhan İrem Sultanahmet 'de Türkiye'ye bir bakın bakalım nasılmış?

İlhan İrem Sultanahmet ‘de Türkiye’ye bir bakın bakalım nasılmış?

The Who  “Tommy” albümünü 1969 senesinde yapmıştı. 1973 senesinde de Quadrophenia albümünü. Bu albümün kapağında, elinde olanlar yada bilenler hatırlayacaklardır çok güzel bir öykü anlatılmaktaydı  her dönemde olduğu gibi kuşak çatışması ve tutucu topluma karşı ilerici gençlik.  Bu öyküden yola çıkarak 1975 senesinde çok güzel kısa metrajlı bir film de çekmiştik. Hatta ödüle bile layık görülmüştük. Eğer devam edebilseydik belki de şimdi isimlerinden bahsedilenlerden birileri olabilirdik.

Dünyadaki ulusların ve konuştukları dillerin sadece birbirleri ile iletişim kurmalarına yaramadığı aynı zamanda geçmişteki kültürlerini de gelecek kuşaklara taşıdıkları en önemli iletişim aracı olmasının yanı sıra dillerin ritmi ve müziği de insanlara bir şeyler anlatmakta ve başka sanatlara da kaynaklık etmektedir. Müziğin oluşumu ve gelişiminin kökenlerini dilde aramak sanırım yanlış olmayacaktır. Bunun sonucunda da dilin ritmine ve armonisine uygun olarak gelişen müziğin yapısını getirip bir başka dile adapte etmek mümkün olmamaktadır.  Rock müzik, Pop müzik İngilizce ‘nin yarattığı müzik akımlarıdır. Türkçe pop yada Türkçe Rock gibi bir kavram asla olamayacaktır. Her ne kadar yapılmaya çalışılsa da sonucun başarısız olacağı yada olduğu bellidir. Bu büyük aydınlanmayı kendi toplumumuza nasıl taşıyacağız öyleyse. Sanat ve sanatçının gücü toplumun önünü açmaya ve onu ilerletmeyi sağlıyor. Bunu kolay kolay engellemekte mümkün değil, ama biz onuda başardık galiba Nazım Hikmet’i vatan haini ilan ederek başladık buna sonra daha niceleri geldi devamında, Ruhi Su gibi Türkiye’nin yetiştirdiği bir büyük müzisyeni şimdiki kuşaktan kaç kişi  tanıyor. Türkçenin ritmi ve armonisini yakalamış, müziğinde kullanarak ölümsüzleşmiştir. Bizim yapmamız gerekenin de bu olduğunu sanıyorum. Türkçenin ritmi ve armonisini kullanarak müziğimizi yaratmak. Dilin müziğini en güzel şairler verebilirler öyleyse onların şiirlerini tekrar tekrar okuyalım. O müziği istediğimiz gibi besteleyebilir ve insanlarımızın önünü açabiliriz.

Ama söylemek istediğim “Karlı Kayın Ormanı” gibi yıvık bir müzik şeklinde değil, John Cippolina ‘nın gitarından dökülen muhteşem nağmelerin eşliğinde dinleyebilmektir. Burada Fazıl Say’ın çabalarını da çok iyi değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.

İşte bir mitralyözden çıkan mermiler kadar seri ve keskin “Memleketimden İnsan Manzaraları”

Kızıltoprak istasyonuna yakın
bahçesinde bir ahşap köşkün
çok büyük bir fıstık ağacı vardır.
Yana yatmıştır biraz.
Bu fıstığın altında bir kadın
Yeldirmesi sarı
Çamaşır asıyordu.
Geçti çığlıklarla 15:45 katarı.
Beton villalar.
Bunlar devam eder ta Pendik ‘e kadar.
Henüz fidan halinde ağaçları
Ve üzüm kütükleri henüz yeşermede.
Geçti çığlıklarla 15:45 katarı.
Beton villalar
Köşkü yıkılmış başkatip paşanın.
Kırk odalı bir alametti.
Ta Pendik ‘ e kadar
Beton villalar
Beton villalar
Böyle ikindi vakti
Göztepe  istasyonunda çıt olmaz.
Ve ekser o zaman
Oturur hep aynı sırada tek başına
Bir harem ağası
Çok uzun boylu.
Çok zayıf.
Son kalanlardan.
En ihtiyarı.
Beton villalar
Geçti çığlıklarla 15:45 katarı.
Dehşetli bir ciddiyetle dolaşıyor çamlıkta
Parlak saten siyah önlüklü kızlar
Memeleriyle mağrur
Ellerinde kitapları
Geçti çığlıklarla 15:45 katarı.
Beton villalar
Beton villalar
Süt gibiydi deniz
Güneşte kaybetmiş rengini asfalt yolun üzerinde
Plaja gidiyorlar
Kocaman sarı çiçekler gibi kımıldanıyor
Geniş şapkaların hasırları
Beton villalar
Geçti çığlıklarla 15:45 katarı.
Adalar göründü karşıdan
Denizin dibiyle ilgisiz
Gemiler gibi
Suyun yüzündeler
Ta Pendik’e kadar
Beton villalar
Çimento fabrikası Kartal’ın
Toz içinde
Kederli ve kalın.
…………..

KURU NADİR” hakkında bir yorum

  1. 🙂 🙂 Vay be! Bak ben bu ku-vak-vak hikayesini unutmuşum. Sen yazınca bak neler geldi aklıma. O gün bizi Rahmetli Kaygısız Ali (Davulcu, Namı diğer Yamuk Ali) görmüş. Bana “Kuvak” diye isim takmıştı. Kaygısız Ali Senin Çizgi Film Turgut diye bahsettiğin Turgut’la da çok takılırdı. Özkan falan hep beraberlerdi onlar. Özkan, bizim Çon Hasan, bir de Köhne’deki çaycı Ali’lerden biri aynı devrede aynı yere askere gittiler. Biz de Kaygısız Ali’lerle birlikte onlara asker ziyaretine gidecektik Çanakkale Jandarma er eğitim alayına. “Olduramadık”bir türlü. Mazhar Alanson Özkan’la nasıl tanıştıklarını anlatırken hep “Bizi grubun davulcusu tanıştırmıştı.” diyor. “Grubun davulcusu”ndan kast ettiği Kaygısız Ali işte. Niye Rahmetli Ali demiyor da “grubun davulcusu” diyor? Şu günlerde bunu merak ediyorum işte. (Allah başka kuruntu vermez inşallah.) Haa!…Bak sana kötü bir haber daha. Asit Orhan da hakkın rahmetine kavuşmuş. “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal.” dizesinden hareketle tüm rahmetli arkadaşlarımız için (Her anı tazeleyişimizde en az bir rahmetlinin adının geçiyor olması dolayısı ile) “İstiklallerine kavuştular sonunda.” diyerek mevzuyu Allen Ginsberg’e bağlayıvereyimde bir zamanlar kendine entel havası vermek için caz dinleyen biri olduğum iyice belli olsun.

    Pardon yaw. Birden kendimi serbest çağrışım triplerine soktum. Eee… Dr. Zeb diyorsun. Abi bu konuda bağrım yanık. Mesela Gabi için rahmetli diyorum. Dr. Zeb için ne diyebilirimki? “Ömrüne bereket” diyebiliyorum çok şükür bu Zombi kardeşim için. Bak burda ne var: http://www.youtube.com/watch?v=lJBrDs9zMME

    Gördüğün gibi Aziz Memo bir konu üzerinde uzun süre yoğunlaşamamaktayım. Bu da lafı çok uzatmama neden oluyor.Ben aslında biraz Hulusi Baba’dan bahsetmek istiyorum. “Kıçın ıslanmadan balık tutamazsın.” derdi rahmetli. Ben kendisiyle hiç balığa çıkmadım. Ama oğlu rahmetli Kamil’le çok çıktım. (O-hoo… Daha şimdiden “rahmetlileri ikiledik.) Ben bet oldum abi. Sana belki e-mail olarak birşeyler yazarım birazdan. Bu çerçeveli alana bu yazı karakteri ve puntoyla yazdıklarımı okurken Resmi Gazete okuyormuşum gibi bir evham geliyor içime.

Yorumlar kapalı.