Kalamış denilen müstesna yerde önceleri, sahilde sahiplerinin isimleriyle anılan ve her yaz mevsiminde yeniden inşa edilen iskeleler bulunurdu. Bu iskeleler sırasıyla Hidayet Reis, Hikmet Reis ve Ömer Reis’e ait olan iskelelerdi. Tabi bunların aidiyeti mülkiyeti anlamında değil sadece bu iskelelerin onlar tarafından sahiplenilmiş olmalarıyla ilgiliydi.
O zamanlar deniz kıyısında ve deniz ile iç içe yaşayanlara ait olan teknelerin, yaz mevsimlerinde kullanılması ve kışında muhafaza edilmeleri ile mevsim başlarında bakımlarının yapılması işte bu iskelelerin varlığı sayesinde hayat bulmaktaydı. Bu iskelelerin yaşamdaki işlevleri bambaşka bir yazının konusunu oluşturabilecek kadar zengin olması sebebiyle şimdilik kısaca değinmekle geçiyoruz. Ancak şunu söylemek gerekiyor ki Kalamış’ta Köhne, Huzur, Orhan ve Fenerbahçe’de bulunan Yelken Kulüpleri ile diğer yerlerin var oluşlarındaki temel felsefeyle bu küçücük iskelelerin yaşamdaki işlevlerinin birebir örtüşüyor olmasıdır.
İşte Kalamış’a hayat veren önemli iskelelerin renkli kişiliklerinden biriside Ömer Reis (Hayyam)’dır. Sanmayın ki meşhur şair Ömer Hayyam, o Kalamış’ın kendine özgü tiplerinden birisi, bu adı ona kim ve ne şekilde koymuş bilmiyorum ama onu tanıyan herkes bu adla bilirdi.
Arkadaşımız Möj Bülent’in (*) ve eski Çalışma Bakanlarından Turhan Esener’in evlerinin önündeki sahilde iskele ve yaşadığı kulübesi ile bir aydınlar ocağı havasında herkesin gelip takılabileceği şarap ya da başka akla gelebilen her şeyin içilebileceği kadar özgürlük ortamının bulunduğu müthiş bir yer. Aslında buraya yer demeye dilim varmıyor burası ya bir Mevlevihane ya da Akademos’un Bahçesi olarak adlandırabileceğimiz bir okul.
Burada müthiş felsefe yapılırdı. Diyalektik materyalizm ve her türlü felsefenin en alası burada bulunurdu tabi şarabın ve diğer her türlü müskiratında. Ömer Hayyam yaşamını biraz balıkçılık birazda buradan kazanırdı. Yanındaki arkadaşları ortama bazen uyabilen bazen de bu ortamda Fransızca konuşuluyormuş kadar yabancı kalanlardı. Yapılan tartışmalardan da kendilerine pay çıkaracak kadar bilgi ve görgü sahibi olabiliyorlardı.
İskelede bağlı olan sandallardan birisini alıp denize açılmaya çalışan Ömer Hayyam ‘ın bir arkadaşı tam küreklere asılırken kırılan küreği bize doğru sallayarak bak işte metafizik oldu görüyor musunuz diye bağırıyordu. Bu da ne kadar ilim ve irfan ile iç içe olunduğunun bence en büyük göstergesidir.
Ömer Hayyam İtalyan kömünistleri gibi boynuna bağladığı kırmızı fular ile dolaşırdı. Daima da yalınayak yürürdü onun ayakkabı giydiğini herhalde çok az kişi görmüştür. İskelenin geçen zaman içerisinde namı sağda solda fazla duyulur oldu ki gelenler çoğalmaya başladı ve basit tahta kalaslardan yapılmış iskele eski bir gemiden alınan parçalar sayesinde büyüyerek gösterişli bir hale geldi. Sökülen gemiden alınan bar amerikan iskeleye monte edildiği zaman orası sanki Kulüp Reşat’a döndü. Ayrıca başka aksesuarlarda konularak müthiş bir ambiance yaratıldı. Eski gemi buraya yeni bir hayat vermişti. Akşamları yenilen yemeklerde her türlü deniz mahsulünü bulmak mümkündü vatos balığından köpek balığına, midyeden martıya kadar hepsini bulabilirdiniz. Ama tabi bunların yalnız tek bir çeşidi olurdu. O gün avlanabilen balık neyse akşam sofrada o olurdu. Bazen akşam takılanların getirdiği türevlerde olabilirdi örneğin Fani Kaptan palamut getirebilirdi ama o getirdiği palamutları tek başına ve çiğ olarak yerdi.
Ömer Hayyam’ın iki oğlu vardı. Büyük olanı Bayram ve küçük olanı ise Orhan’dır. Orhan çocuk felci geçirmiş olduğundan bir bacağı sakattı. Ama vücudunun geri kalan kısımları ise maşallah taş gibiydi. Gücü kuvveti her zaman yerinde olup hiç kimselere muhtaç falan da değildi. Günlerden bir gün birde baktık ki Ömer Reisin karısı çıka gelmiş. O zamana kadar görmediğimiz gibi nerede ve nasıl yaşadığı hakkında da hiç bir bilgimiz yoktu Ömer Reisin karısının. Meğerse o zamanlar göç eden binlerce Türk gibi Ömer Reisin karısı da Almanya’ya göç etmiş. Geçen zaman içerisinde belli ki Almanya’da bir iş güç sahibi olmuş durumunu toparlamış ki şimdi Ömer Reis ‘ten oğullarını Almanya’ya götürmek için izin istiyor. Daha fazla sefalet çekmelerine ana yüreği el vermiyor. Aldı mı bizleri bir hüzün Orhan’ı Almanya’ya götürecek annesi ona sorarsan ikisini de yani Bayram’ı da götürmek istiyor amma Ömer Reis buna şiddetle karşı çıkıyor hiç olmazsa birisi onunla birlikte kalsın istiyor.
İsteğini karısına kabul ettiriyor. Birkaç gün içerisinde Annesi ile Orhan apar topar Almanya’nın yolunu tutuyorlar. Ömer Reis o gün biraz hüzünlü biraz kederli birazda sevinçli belki bir oğlunu kurtardı ama neler olacak onu bilemiyor kestiremiyor ama herhalde iyi olacak diye geçiriyor içinden. Sonra uzun zaman ses çıkmadı Orhan ‘dan derken bir gün geliverdiler Almanya’dan yine annesiyle iskelenin dibine. Orhan Almanya’ya ve Alman gençliğine tam bir uyum sağlamış sanki bir Alman olmuş. Bize bir tuhaf geldi ki sormayın. Giyimiyle kuşamıyla bir garipsedik ama hoşumuza da gitmedi değil hani . Onun artık kendini kurtarmış olduğunu hissettik. Öyle ya ikametgahı Kalamış’ta ki iskeleden Almanya’ya nakil olmuştu. Onu son görüşümdü bu, her halde yaşıyordur bir yerlerde Allah selamet versin.
Ömer Hayyam yaşamıyla ve felsefesiyle Kalamış’ta kendine özgü bir insandı yerli yeksan edilen Kalamış ‘ ta böylesine bir kişilikten korku duyanlar tarafından o dönemde öldürüldü niceleri gibi.
Sevgili Kardeşim Dodo’nun kendi ağzından anlattığı bir anısı;
Reis’in soyadı Sandıkçı’ydı. Ömer Reis 77-78 yıllarında kiralık sandallarını Köhne’nin önündeki iskeleye bağlıyordu. Bir gece ben, Canavar Koyun Orhan ve de Rahmetli Gabi Ömer, kafa bir dünya vaziyette Reis’in sandallarından birine atlayıp açıldık. Sandalın ipini ben çözdüm ve çözerken “Ulan amma da dolamışlar ha bunu.” dediğimi hatırlıyorum. Meğerse o kafayla aynı babaya bağlı bir Zodyak botun da ipini çözmüşüm. Biz 1-2 saat sonra döndük. Bizim Kemal vardı hani hatırlarsın. Dedi ki “Saldınız botu gitti oğlum. ” Biz de başımıza o kafayla iş almayalım diye hemen uzadık oradan. Ertesi gün Siklop Bülent anlattı. Botun sahipleri koyda demirli bir yattan o botla gelip Köhnenin arkasındaki mekanda kumara oturmuşlar. Gecenin bir vakti teknelerine gitmek için gelip bakmışlar ki botlarının yerinde yeller esiyor. Ömer Reis de oradaymış. Demişler “Nerde bizim bot?” Reis de bunlara “Sittirin gidin ulan bekçisi miyim sizin malınızın!” diye bet yapmış. Sonra bot Çaycı Mustafa’nın o tarafta bulunmuş. Ömer Reis Bülent’lere “Sizin çocuklar açtı herhalde burjuvaların botunu.” deyip gevrek gevrek gülmüş.
(*) Bülent, şimdi İDO kaptanlarından, öncelerinde de açık deniz kaptanı olup, dünyanın yedi sularında dolaşmış eski bir Kalamış’lıdır. O zamanlarda da kendi teknesiyle Kalamış sularında denizcilik yapan gençlerdendir. Saint Joseph lisesinde okuduğundan ona Möj Bülent ismi uygun görülmüştür. O zamanlar oturduğu evin altında bulunan garaj zaman zaman içki içilen, zaman zamanda oyun oynanan bizlerin önemli bir mekanıydı.
Kalamışla İlgili Diğer Yazılarım
Siyah Beyaz Kalamış
Geçtiğimiz mart ayında yayınlanan online ve kitapçılarda bulabileceğiniz kitabımla ilgili bilgiler.
Hikmet (Reis) Ağabey
Kalamış’da Laterna’nın Başlangıç Öyküsü
KalamışAnıları
Fıstıkçı Baba
Konya Ovası Projesi
Kuru Nadir
Ressam Selahattin
1 Temmuz – Kabotaj Bayramı ve deniz sevdamız.
Fotoğrafın Renklisi
Dümbüllü İsmail Efendi – Kalamışta yaşamış zamanının ünlü meddahı.
Doldurulan Sahiller
Bordum Bordum
Ahmet Abi’nin Büfesi
Kozluca’nın Büfesi
Sadberk Sokak
İlkeleri Olan İnsanların Heykelleri Dikilir
Kitapta yayınlanmamış olanlar:
Suatın Kamyonu
Kemik Hikayesi
Bir Kalamış Hikayesi
Acıler da sevinçler gibi olgunlaştırıyor insanı diyor ya Ataol Behramoğlu bir şiirinde… Gerçekten de öyle 12 eylül sıralarıydı. 20 yaşların sonlarıdı sanırım… Aynı ideoloji den bir gençle nışanlıydık ve askerdi nışanlım. Yedek subaylığın eğitim ilk eğitim dönemleriydi. Tuzla da olduğu için her hafta sonu görüşürdük.. Nışanlımın iyi dostuydu, aynı mahallede büyümüşlerdi yanılmıyorsam… Adı neydi halen bilmem Hayyam demişlerdi ona, bende Hayyam diye tanımıştım onu hep.. Kalamış koyunda eski bir balıkçı barınağında kalırdı ve birde eski bir kayığı vardı Hayyam ın.. Balık ve şarabı hiç eksik etmezmiş yaşamından ve Hayyam’ın rubailerini okurmuş hep. Anlıyacağınız Türkiye nin Hayamıydı o da.. Sıkı koministti birde. Her konuda derinlemesine konuşabilirdin Hayyam ile büyük bir keyifle dinlerdim onu.. Yüzünün sevecenliğinde buluşurdu içindeki derinliğin izleri.. Ama her taraftan izleniyordu, dostları kadar düşmanı da boldu onun, savunduğu düşünceleri tehlikesi olmuştu hep… Bir hafta sonu sözleşmiştik nışanlımla Hayyam a gitmek için… Ve günlerden,cumartesi mi pazarmı gittik yanına bir gün… Gözleri parladı nışanlımı görünce ve beni de kızım diye sarılıp öpmüş bağrına basmıştı o gün.. Denizden yakaladığı balıkları hemen oracığa yaktığı ateşte pişirivermişti bize.. Gülerek açmıştı rakıyı, Birde kavun götürmüştük ona çok sevdiğini bildiğimiz için.. Anlattıkça anlatmıştı bize, Türkiye çok karanlığa gidiyor diye.. ve sözlerini de teslim olmıyanlar ölmez sözcükleriyle sürdürmüştü bir bir… Doyamamıştım o gün onun o sevecenliğine ve dost canlısı davranışına.. Her hafta yanına geleceğimiz sözünü vererek ayrılmıştık yanından,yüreğimizin yarısı onda kalarak..Korkuyorduk ona bir şeyler yapacaklarına kötülerin… Ve üç gün geçmişti aradan.. Gazetenin ilk sayfasında bir haber! Kalamış koyunda kimsesiz kominist balıkçı Hayyam kendi sandalında 67 el ateş edilerek öldürülmüş diye…. Ve içimde bir dal kırılmıştı yine, yeri doldurulması çok zor bir insan hunharca katledilmişti faşistler tarafından… Ve bir gün N.Hikmet vakfında Ataol Behramoğlu onu anlatıyordu. Bir şiirini onun için yazmış ve bir genç o şiiri besteleyip şarkı yapmış, o gece o şarkıyı dinlerken o günlar geldi aklıma.. ve yine Hayyam.. sanki dün yaşamışım gibi,ateşin yalımı yüreğimi yalayıp geçti… Ne insanlar yok edildi yok yere, ne ocaklar yakıldı… Ne iyi çocuklardık biz. Yaşanmışlıklar gibi sevdalarımızın da zorla yarım bırakıldığı… Yüreğimiz hep arka larda kaldı hep o yarımı arar dururuz.. Hiç bütünlenemiyecek bir hayalmiş gibi… O güzel insan sıcağını bulamadım ben bir daha.. o coşkuyu o paylaşımı bulamadım her ne kadar aradıysam da…. Ama hep sevdim her şeyi, sevmenin en mükemmel iş olduğunu unutmadan. Ve halen sevmeye çalışıyorum ağacı, böceği, kuşu, çocuğu, kitapları ve insanı….. Ve sevgi kurtaracak bu dünyayı birde barış… Sahip olma uğruna hızla tükettiğimiz bu dünya bizim ve yaşanacak bir hayatımız var… Biz sarılırsak hayata o da bize sarılacaktır, inanın…
Sevgiyle kalın…
Yıllar önce yazdığım bir yazıydı, tam da bu yazının altına cuk diye oturdu 🙂
Sabriye Kalaner
yorumuza teşekkür ederim, çalışmalarınıza bir katkısı olduysa ne mutlu bana.
Kalamış’ta öldürülen balıkçı Ömer Hayyam’ın öldürüldüğü tarihi bilen var mı? Varsa lütfen bir mail?
Sn.Engin Günay,
Ömer Hayyam’ın oğlu Facebook sayfalarında Orhan Sandıkçı olarak yer almakta. En doğru bilen herhalde kendisidir. İletişime geçerseniz sorunuza yanıt bulabilirsiniz sanıyorum.