KALSEDON TAŞLI KÜPELER -Başlangıç

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, Doğu Roma eserlerinin sergilendiği salonlarda, bir camekân içince korumaya alınmış olan altın ve kıymetli taşlardan yapılma takılar arasında, turkuaz mavisi kalsedon taşından yapılma bir çift küpeyi, Roma Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Santo Mazzaro, lüks düşkünlüğünün ötesinde, hayranlık ve merak dolu bakışlarla izlemekteydi.

Geçmişin her noktasında, herkese ait, her şeyi bulma umudu taşıyan her arkeolog gibi, bu “şeylerin” sahiplerinin çoktan öldüğünü ve onlardan kalanların ise yalnızca onların eşyaları ve sesleri olduğunu düşünüyordu.

Kulağına fısıldayan sesin söylediği;

Beni bulamazsan, eşyalarımı bulacaksın.

Parmak izlerimiz değecek birbirine.”

Sözlerindeki anlamı yakalamaya çalıştı.

Byzantion’dan kalan bir çift küpeye yüzlerce yıl sonra dokunmak, aslında bu küpenin sahibine dokunmak, o zamanın kadınını anlamaktı. Yani amacın özü, bir kadının kulağındaki küpeyi değil, küpenin kulağına asılı olduğu kadını, küpeyi yapan ustayı, küpeyi kadına armağan eden adamı anlamaktı.

1303 yılında, Papa VII Bonifacio’nun emri ile kurulan üniversitenin “Il futuro é passato qui ” (Gelecek buradan geçti) mottosuna uygun olarak, Professor Santo Mazzaro’da, müzede hayranlık ve merakla izlediği küpenin peşine düştü.

Müzenin müdür yardımcısı Rahmi Aral ile görüşmek üzere aldığı randevuya tam zamanında giderek, salonda gördüğü 10 numaralı camekân içerisinde sergilenmekte olan, turkuaz mavisi kalsedon taşlı küpenin, müzeye nasıl ve hangi yolla gelmiş olduğuna dair bilgi almak isteğini açıkça belirtti.

Müdür yardımcısı, yasal prosedüre uygun olarak sergilenen, her bulguya ait kayıtlara ait bilgi ve belgelerden sorumlu müze arşiv yetkilisinin getirdiği dosyadan, Profesörün talep etmiş olduğu bilgileri bir kâğıda yazarak vermeden önce, sergilenmekte olan diğer, takı ve süs eşyaları ile ilgili bilgi almak üzere birkaç ay önce Atina Üniversitesi Profesörlerinden Maria Saroni’nin de kendisini ziyarete gelmiş olduğunu söyledi.

Profesör Mazzaro, müdür yardımcısından aldığı birkaç satırlık bilgi notunu okuduktan sonra, saygılarını ileterek müzeden ayrıldı.

Notta yazılı olan bilgiye göre küpeler, Marmaray hattı inşa edilirken,    Sirkeci, Yenikapı ve Yedikule kıyılarında yapılan kazı çalışmaları sırasında bulunarak müze envanterine dâhil edilmişti. Diğer bilgilerde ise küpede kullanılan materyal ve ağırlığı v.s gibi ayrıntılardı.

Marmaray inşaatı kazısında; 36 gemi, liman, sur, tünel, kral mezarı ve 8.500 yıl öncesine ait ayak izleri ile birlikte, toplamda 11 bin bulgu ve eser yeryüzüne çıkarılmıştı.

Profesörün, tarihin akışını değiştirecek olan bu kazılardan haberi vardı ve esas olarak iştahını kabartanda bu bilgilerdi. Müzenin sorumluluğu altında yapılan kazı çalışmaları nedeniyle, buraya gelen pek çok bilim insanından biride kendisiydi. İstanbul’a başka nedenlerle yaptığı bazı araştırmalar için birkaç kez daha gelmişti.

Alanındaki çalışmalarda, özellikle Doğu Roma’nın başkenti İstanbul ve imparatorluğun Anadolu coğrafyasının sunduğu bulgular ve kaynaklar sınırsız olduğu kadar, zaman içerisinde yapılan araştırmalarla artmaktaydı. Ancak denebilirdi ki, halen yer altındakiler, yeryüzündekilerin çok daha fazlasıydı.

Belki tüm olayları baştan anlatmam daha doğru olacaktır.

Ara sıra gittiğim “Beyoğlu Kitapçısı” adlı Yüksek Kaldırım’daki sahaf dükkânında, kendisiyle konuşmaktan keyif aldığım sahibi Gürsel beye, bir çay içmek için uğramıştım. Yoğun iş trafiği arasında bana zaman ayırarak karşılıklı oturup çaylarımızı yudumlamaya başladığımızda, eliyle dağılmaması için bir hediye paketi özeniyle bağlanmış kâğıt demetini işaret etti. Soru soran gözlerle baktığımı görünce;

“Tam senin aradığın, bir arkeolog olan İtalyan profesör tarafından kaleme alınmışlar.”

“Hayrola, burada ne arıyor?”

“Birileri getirip bıraktı. İstedikleri bedelde ancak çerez parası kadar olduğundan derhal ellerinden aldım. İlk görende sensin, bunları götür bir incele bakalım, gördüğüm kadarıyla İtalyanca ve Latince kaleme alınmışlar.”

“Peki üstat, götürmesine götüreyim de, işin ederi ne olacak? Bir de onu söyle de bilelim.”

“Değerini sen biçersin artık.”

Karşılıklı içtiğimiz çaylar bitince, işyerini fazla meşgul etmemek ve merakımı biran önce gidermek için izin isteyip kalktım.

Tünel’e çıkmak için dik yokuştan hızlı adımlarla yürürken, hep yaptığı gibi Gürsel Bey’in yine topu bana paslamış olduğunu ve istediği fiyatın ne olacağını düşünüyordum.

Naylon bir torba içerisine koyduğum notları, eve dönerken vapurda bakmak için torbadan çıkartıp kucağıma koydum. Ama bağlı olduğundan açmaya cesaret edemedim. Hava elverdiğince vapurun arka tarafında bulunan güvertede oturmayı tercih ettiğimden bu seferde aynı yerdeydim. Hava hafiften esintili olduğundan rüzgârda dağılıp uçuşabilir ya da herhangi bir sebeple ummadığım bir sürprizle karşılaşabilirim kaygısıyla, notların en üstteki sayfasına baktığımda; İtalyanca ve Latince olarak:

“Note sull’arte e l’estetica Byzantium.”

A scrivi Professor Dottor Santo Mazzaro.

“Mammalia postea cultus Domini ad Byzantium

Santo Mazzaro et doctor, qui librum scripsit,

“Bizans Sanatı ve Estetiği Üzerine Notlar”  Yazılı olan kapak sayfasını gördüm. Gerçektende Gürsel beyin söylediği gibi, tam aradığım cinsten bir kitabı galiba bulmuştum. Eve dönüp, çalışma odamdaki masanın üzerinde bağını özenle çözdüğüm notları okumaya başladım. Kaliteli bir dolma kalem ile yazıldığı belli olan notları okudukça da heyecanlandım. Metin o kadar sürükleyici bir biçimde yazılmıştı ki, insan bir defa okumaya başlayınca bir daha elinden bırakmasına olanak yoktu.

Bütün gece sabaha kadar, uykuyu filan hiç hatırlamadan, âdeta nefes bile almadan, metni okuyup bitirdim. Son sayfayı kapattığımda, soluk soluğa idim. Bu metin gün ışığına çıkmalı mutlaka diye düşündüm.

Metnin bir arkeolojik bilgi içerikli kitaptan çok bir romanı andırdığı dikkatimi çekti. Bende öyle olmasına karar vererek dilini Türkçeye aktarırken, üslubuna hiç dokunmadım.

Kitabın üzerinde çalışmamı sürdürürken birden aklıma ben bu işi yapıyorum ama kitabın asıl yazarı olan Profesör Santo Mazzaro, acaba kimdir ve şimdi nerede ne yapıyordur, eğer herhangi bir vesileyle kitabı görse ne olur gibi sorular kafamı kurcalamaya başladı. Sonunda, iyisi mi ben önce Profesörün kim olduğunu ve nerede bulunduğunu öğreneyim, sonrada durumu anlatayım. Ancak o zaman ben bu işe devam edebilirim diye düşündüm.

Yine kalkıp Gürsel beye ziyarete gittim ve karşılıklı çaylarımızı yudumlarken durumu anlattım;

“Üstat verdiğin el yazmalarını nefes almadan okudum, okudukça da heyecanım arttı ve sonunda bu elyazması notları hak ettiği şekilde kitaplaştırma isteğindeyim. Ama önce bunu kaleme alan profesörü bulmalıyım. Ne kadar internet sitesi varsa karıştırıp durdum ama bir sonuca varamadım. Senin bu işlerdeki engin görüşüne göre ne yapabilirim, bana bir yol gösterebilirsen inan beni çok mutlu edersin.”

“Bana şu profesörün adını bir söylesene, üniversitede ders veren birkaç hocayla konuşayım; birinden biri nasıl olsa adını duymuştur.”

“İyi olur. Sonucu almak için önümüzdeki hafta yine sana uğrayıp bir çayını içerim artık.”

“Ne demek burası senin, istediğin zaman gel ama senin iş biraz zaman alabilir. Sen iyisi mi on beş, yirmi gün sonra uğrarsın.”

“Pekâlâ, nasıl istersen, o halde bana müsaade.”

Gürsel beyin söylediği gibi yaklaşık bir ay sonra gittiğimde, istediğim bilgiyi elde etmişti.

Roma Sapienza Üniversitesi Arkeoloji Profesörü olan Santo Mazzaro, ne yazık ki 2007 yılında ölmüştü. Bundan sonrası bana kalıyordu.

Üniversite ile iletişime geçerek, profesör hakkında önemli bir bilgi daha elde etmiştim. Laura adında akademisyen bir kızı olduğunu ve American University of Cyprus Larnaca’da görev yaptığını söylemişlerdi.

Vakit kaybetmeden o üniversite ile de iletişime geçerek Laura Mazzaro’yu sormuş ve kendisine derdimi anlatabilme imkânı bulmuştum.

Birkaç kez telefonla konuştuklarımızı şöyle özetleyebilirdim:

Laura Mazzaro’nun, babasına ait el yazması notlardan haberi vardı. Ancak babası ölümünden önce İstanbul’a yaptığı seyahatlerin birinde bavulu uçakta kaybolmuştu. Hava Yolları uzunca bir arayıştan sonra bavulu bulamamış ve Profesör öldükten sonrada, kızı bu işi unutup gitmişti.

Aradan geçen bunca zamandan sonra, benim konuyu açmam ve el yazmalarından söz etmeme rağmen pek fazla ilgilenmemişti. Bunların bana nasıl ulaştığını merak etmediğini ve ne şekilde bana ulaşmış olursa olsun, bütün söz hakkının bana ait olduğunu, ne istersem yapabileceğim konusunda bana izin verdiğini de açıkça belirtmişti.

Kafamı kurcalayan bütün sorulara gerekli cevapları ve söz hakkını aldıktan sonra, kitabı tamamlamak için gece gündüz çalışmaya başladım.

Modern dönemin bakış açısıyla mucizevi ve doğaüstü unsurlar ile fiziksel ve günlük kavramların bir arada kullanılması biraz garip gelebilir. Hepsinden öte nihayetinde dünya üzerinde pek çok kutsal başkentle birlikte siyasi ve ekonomik manada daha güçlü, başkent hüviyeti taşıyan pek çok şehir vardı, fakat geniş bir şehir yerleşiminin Konstantinopolis gibi her iki unsuru da bünyesinde taşıması oldukça nadir bir olaydı. Ortaçağa has hurafelerin gerçek siyasi ve sosyo ekonomik manzarayı belirsiz hale getirdiği için bütün bu efsanelerin ve destanların gerçekliğini reddetmek kolaydır.

Öte yandan bu unsurlar ortaçağda Bizans halkı içinde oldukça önemliydi. İşin aslı Konstantinopolis’in yöneticileri, bu unsurların kök salmasına ve şehrin etrafında uhrevi bir atmosferin bulmasına önayak olmak için zahmete girdi. Elbette bu efsaneler, idealize edilenler ile gerçeklik arasında var olan pek çok farklılığı maskelemekteydi, fakat yine de bu durum onların sahip olduğu önemi azaltmıyordu.

Konstantinopolis’in bin yılı aşan bir süre boyunca varlığını koruma hususunda elde ettiği başarıda ana faktörde buydu. Efsaneler buharlaşıp uçtuğunda güç ve zenginlikte uçup gitti.

Bundan sonra okuyacağınız satırlar, profesörün kaleme aldığı el yazması notlarından yola çıkarak yaptığım çalışmanın ürünüdür.