KALSEDON TAŞLI KÜPELER

Christine de Pisan  (1363 – 1430) Orta Çağ sonlarında Venedik’te doğup, yaygın Orta çağ kültüründeki kadın düşmanlığı ile mücadele eden kadın yazar, şair ve filozof. Bir şair olarak, dönemimde bilinen ve saygı gösterilen kişiliktir.

Pisan,  yaşamı boyunca  41 adet yapıt vermiş ve Avrupa’nın saygı duyulan ilk profesyonel kadın şairi olarak bilinmiştir. 1380’de evlenen şairin evliliği 10 yıl sonra sona ermiştir. Bu dönemde şair, üç çocuğuna bakabilmek için daha fazla yazarak para kazanmak zorunda kalmıştır. Çocukluğu peşi sıra gelen olaylarla geçen de Pisan, yetişkin yaşamının büyük bir kısmını Paris’te geçirmiş ve daha sonra Poissy’de bir manastıra yerleşmiştir. Yazdığı yapıtların tümü Fransızca kaleme alınmıştır.

De Pisan konuşma sanatı üzerinde etkili olmuştur. Onun, kadın düşmanlığına karşı ikna edicilik özelliğini vurgulaması ve paralelinde çağdaş konuşma biçimleri üzerinde çalışması retorik geleneğine yeni bir tarz kazandırmıştır. Bu yönüyle Pisan, Simone de Beauvoir tarafından 1949’da kaleme alınan “Épître au Dieu d’Amour” adlı yazıda, kadın cinselliğinin ve kadınlığın önemini savunan ilk isim olarak gösterilmiştir. Ona göre muhtemelen Christine de Pisan, Batı’daki ilk feminist veya protofeminist bir düşünürdür.

Oysa bilinmeyen ya da yazılı olmayan bir başka tarih daha vardır ve nesilden nesile söylencelerle  geçen sözlü bir tarihtir bu, hem de  Konstantinopolis gibi söylecelere, efsanelere konu olan imparatorlukların başkentine ait bir tarih olursa bu; orada nelerle, kimlerle karşılaşacağımızı kimse bilemez.

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin salonlarında dolaşırken karşılaşacaklarınızdan sadece bir tanesi olan “Kalsedon Taşlı Küpeler” ile geçmişte ona sahip olan Minokta adlı kadını ve onun öyküsünü çoğu kişi bilmez.

Christine de Pisan adlı tarihin bilinen ilk feministi olan kadından yaklaşık bir asır önce yaşamış olan Minokta adlı kadının öyküsünü okuduğunuzda, yazılı olmayan ve bilinmeyen tarihin derinliklerine gizlenen ve belki de ilki olan bir başka feminist kadını ile karşılaşacaksınız.

2. Bölüm

Minokta, mozaik yapma isteğini arkadaşı Leania’ya söyledi. Onun en iyi arkadaşı olan Leania’nın kendisine yardımcı olacağını biliyordu, çünkü Leania’nın babası, sözü geçen ve saygın bir tüccardı.

Kentin neredeyse bütün seçkinlerini tanıyan Leania’nın babası Zephyros, Minokta’nın bu işi öğrenmek üzere gidebileceği tek yer olan Khora Manastırı Kilisesi yakınındaki mozaik atölyesinin baş yöneticisi olan Patriyarkos’u ziyarete giderek, çok sevdiği kızı Leania’nın en iyi arkadaşı olan Minokta’nın bu isteğinden söz etti.

Atölyenin baş yöneticisi ve mozaik ustası ile öğreticisi olan Patriyarkos, bir kadının burada bulunması ve mozaik yapma isteğinde olmasına karşı çıkmadı ancak atölyedeki diğer öğreticiler ile genç çırakların aralarında bir kadının olmasını ne şekilde karşılayacaklarından kaygılandı ama yinede Zephyros’un arzusunu kırmak istemedi.

Patriyarkos bugüne kadar atölyesinde bir kadına hiç mozaik yapmayı öğretmemişti. Ama biliyordu ki, usta yöneticiliği ve kıvrak zekâsı sayesinde bununda üstesinden gelebilirdi.

Leania, en iyi arkadaşı Minokta’ya atölyeye kabul edildiğinin haberini verdi ve atölyenin yöneticisi olan Patriyarkos’u görmesi gerektiğini söyledi. Artık bundan sonrası Minokta’ya kalmıştı.

Dünyalar Minokta’nın olmuştu sanki öylesine sevinmiş ve öylesine heyecanlanmıştı ki kafasına koyduğu ve çok arzu ettiği işin bu kadar çabuk olmasına kendisi bile şaşırmıştı.

İlk yapacağı mozaiği Leania’ya hediye etmeye karar verdi ve ertesi gün atölyenin yolunu tuttu.

Minokta, büyük bir konağın içindeki atölyenin kendi boyunu üç katan aşan kapısına geldiğinde kapı üzerindeki tokmağı zorlada olsa kaldırdı ve kapıya birkaç kez vurdu. Biraz bekledikten sonra kapının üzerindeki bir pencere aralandı ve yaşlı bir kadının kendisine soru soran gözlerini gördü. Parmak uçlarına basarak pencereye doğru yaklaştı ve yaşlı kadına, yönetici Patriyarkos’la görüşmek istediğini söyledi. Pencere hızla suratına kapandı, Minokta ne olduğunu anlamadı, yaşlı kadın kapıyı açacak mıydı? Beklemeli mi gitmeli miydi? Fazla geçmeden koca kapı aralandı ve yaşlı kadın el işaretiyle Minokta’yı içeri çağırdı. Büyük konağın bahçesinde, yaşlı kadın kendisinden beklenmeyecek derecede hızlı adımlarla yürürken arkasında onu takip etmekte olan Minokta hayranlıkla etrafa bakıyordu. Bahçedeki, erguvan ağaçları ve mor salkımlar, manolyalar, süs kirazları ve gelin tacı ile sarmaşık sardunyalar, pembe renkli kokulu çiçekler ve adını bilmediği diğerlerinden oluşan bahçe düzenlemesi Minokta’ya sanki başka bir dünyaya geldiğini düşündürüyordu.

Yaşlı kadını takip eden Minokta, bu defa bir taş kapıdan geçerek içerideki avlu ile etrafında sıralanmış olan odalar ile önlerinde kümelenmiş olan renkli taşları, harç yapımında kullanılan malzemeleri, su almak için bir kuyu ve hızla yürürken göremediği mozaik yapımında kullanılan diğer malzemeler ile kendisine dikkatle bakan birkaç kişiyi gördü. Yaşlı kadın bu seferde yüksek basamakları olan merdivenleri çıkmaya başlamıştı, yukarı kattaki revaklı avlunun etrafında sıralanmış odalardan tam karşılarına gelen ve kapının önünde içeri girmek üzere bekleyen genç bir adamı gördüklerinde yaşlı kadın aniden durdu. Geriye doğru dönerek Minokta’ya da geriye dönmesini işaret etti, bu kez geldikleri yönün tam aksine doğru yürüdüler ve oradaki taş bir kaidenin üzerine oturarak odaya giren genç adamın çıkmasını beklemeye başladılar.

Minokta bu bekleyiş anında soluklanarak yanındaki yaşlı kadına adını ve burada ne iş yaptığını sordu? Yaşlı kadın kısa bir cevapla, adının ne olduğunu söylemedi ama burada atölyenin temizlik işlerini ve yemekhanede çalışan diğer kadınlardan birisi olduğunu söyledi. Bu seferde kadın ona, sen burada ne arıyorsun diye sordu?

Minokta, buraya mozaik yapmaya ve mozaiğin nasıl yapıldığını öğrenmeye geldiğini söyledi. Yaşlı kadın buna inanamadı ama kafasını aşağı yukarı hareket ettirerek sanki Minokta’yı onayladı.

Fazla beklemediler, odanın kapısı açıldı ve genç adam dışarı çıktı. Yanlarına doğru gelen genç adamı gördüklerinde yaşlı kadın ayağa kalktı ve yere bakarak yürümeye başladı, Minokta’da arkasından gelirken genç adamın kendisine bakan gözlerini gördü ve genç adamın bakışlarıyla yüreğindeki kıpırtıyı hissetti.

Yaşlı kadın, Patriyarkos’un olduğu belli olan odanın kapısını saygıyla çaldı. İçeriden gelen tok sesle kapıyı araladı ve başını uzatarak kendisini görmek isteyen bir kadını getirdiğini söyledi. Yaşlı kadın kapıyı açarak Minokta’ya içeri girmesini işaret ederek geri çekildi. Minokta yavaşça ve yere doğru bakarak içeri girdi. Yaşlı kadın arkasından kapıyı kapattı ve dışarıda beklemeye başladı.

Kısa bir süre sonra Minokta yanakları kızarmış bir şekilde dışarı çıktı. Yaşlı kadına, heyecanla atölyeye kabul edildim, istediğim şey gerçekleşti dedi. Yaşlı kadınla birlikte haç çıkardılar. Hızlıca merdivenlerden inerek alt kata geldiler. Minokta yaşlı kadına, beni Triton’un odasına götürecekmişsin dedi. Bu kez avluda önünde en fazla renkli taşlar bulunan odanın kapısına yöneldiler ve Minokta içeri girdi.

Burası Triton’un odasıydı ve atölyede renkli taşların işlenerek mozaik yapımına uygun hale getirildiği yerdi. Atölyede renkli taşları işlemek için tezgâhlar ve her birinin başında taşları değişik şekillerde işleyenler bulunuyordu. Minokta her birinin ne işe yaradığını dikkatlice dinliyordu. İlk önce toplanan renkli taşlar ile mermer parçaları kırılarak çeşitli boylarda ve renklerine göre ayrılıyor, diğer tezgâhtaysa kırılarak çeşitli boylara ayrılan taşlar yontuluyorlar, bir diğerinde ise cilalanarak mozaik yapımına hazır hale getiriliyordu.

Triton usta, Minokta’ya bu atölyede mozaik yapımına başlayacağı söyledi. Ancak önce taş seçimi nasıl yapılır, hangi taşlar mozaik yapımı için uygundur ve taş toplamanın inceliklerini anlatan ilk dersi verdikten sonra, Minokta’ya deniz kenarından anlattığı şekilde taşları toplayarak acele etmeden birkaç gün sonrada olsa, değişik taşlarla, değişik renkli olanlarından bulup getirmesini istedi.

Minokta artık yolu öğrenmişti, eve gitmek üzere atölyeden ayrıldı. Yolda yürürken içi içine sığmıyordu. Bu işi zevk olsun diye daha önceden de yapmıştı. Bazen canı sıkılınca deniz kenarında gezip dolaşmaya gider ve hoşuna giden taşları yanına alırdı ama şimdi bunu daha da severek yapacaktı çünkü en çok istediği ve arzu ettiği şeyin bu olduğunu biliyordu.

Yolda, daldığı hayallerin içinde yürürken arkasından kendine doğru yaklaşan ayak seslerini duydu ve irkildi. Dönüp arkasına bakmak istemedi ve adımlarını biraz daha hızlandırdı, kendisini takip eden adımlarında hızlandığını duyuyordu. Biraz sonra duyduğu sesler kesildi bu kez dönüp arkasına baktı, kimseyi göremedi. Yanlış mı duymuştu acaba? Olamazdı bu, yanlış duymuş olamazdı. Kendisinden o kadar emindi ki, belki de öyle sandı, olamaz mıydı yani?

Aniden, karşısında beliren ve yüreğini hoplatan genç adamın gözlerini gördü. Esmer, kıvırcık saçlı genç ve yakışıklı olan adama hayranlıkla bakakaldı. Genç adam;

“Benim adım Kharon, bugün seni atölyede görmüştüm ve şimdi buradayım. Sende bana adını söyler misin genç kadın?”

Minokta heyecandan ağzını açamadı, kendini toparlamak için kısa bir nefes aldı ve sonra;

“Benim adım da Minokta, evet seni anımsadım. Bu gün atölyedeydin. Sen söyle bakalım şimdi, atölyede ne iş yapıyorsun?”

“Ben Patriyarkos’un yardımcısı ve mozaik ustasıyım. İstersen sana da öğretirim bu işi.”

“Ben zaten oraya bu işi öğrenmek üzere geldim ve eğer bana bu işi öğretirsen sana minnettar olurum.”

“Triton sana ne dedi? Seni de deniz kenarından taş toplamaya mı gönderdi?”

“Evet niye, yeni gelen herkese böyle mi yapar?”

“Bu işin ilk adımı budur da ondan, bende günlerce taş topladım deniz kenarlarından. Her seferinde, Triton bir kese taştan birkaç tanesini beğenip, diğerlerini aldığım yere bırakıp, başkalarını bulmamı istiyordu.”

“Peki, nasıl ilerledin bu işte?”

“Sende öğreneceksin acele etme, öğrencilik zor iştir.”

Minokta, o gece bir türlü uykuya dalamadı. İstediği ve hep hayalini kurduğu şeyler birdenbire gerçekleşiyordu.

Kharon’da, Minokta’nın mavi gözlerine vurulmuştu. Hayallerinde hep böyle bir kadın vardı.

Kharon o gece eve gitmek istemedi. Parlak mehtabın ışığı denize vuruyor, yakamozlar yapıyordu. Deniz kıyısında bir kayanın üzerine oturdu ve yakamozları seyre daldı.

Bu işe ilk başladığı günlerdeki gibi küçük taşlar topladığı günleri anımsadı. Minokta’yı ve daha başka pek çok şeyi hayal etti. Hava iyice soğumuştu, kalktı ve ağır adımlarla mehtap ışığında eve doğru yürümeye başladı. Yolda bir taş gördü ve eğilip taşı yerden aldı. Elindeki taşa yakından bakınca bunun bir kalsedon taşı olduğunu anladı. Bunun bir işaret olduğunu, taşın tıpkı Minokta’nın gözlerini andırır şekilde mavi olduğunu biliyordu. Taşı avucunda sıkıca tuttu ve bu taşı işleyip Minokta için bir çift küpe ile bir kolye yapmaya karar verdi.

Ertesi gün hava aydınlandıktan sonra Minokta dışarı çıktı, şehri çepeçevre saran yüksek duvarlı surların Keros tarafına bakan Porta Fenari kapısından geçerek kıyıya indi. Hava güneşliydi ama serindi, kıyıda gözüne kestirdiği taşları toplamak üzere yürümeye başladı. Güneş tam tepeye yükseldikten sonra denize doğru inmeye başladığında Minokta’nın elindeki kesede renkli taşlar ile dolmuştu. Eve dönünce hepsini tahta masasının üzerine döktü. Topladığı taşları teker teker eline alarak baktı. Sonra hepsini bir çanağın içine koyup üzerine testiden su döktü ve ellerini çanağa daldırarak taşları temizledi. Kuruduktan sonra, taşları tekrar keseye yerleştirdi. Acaba bunları yarın atölyeye götürse erken mi olurdu? Öyle ya, Triton usta acele etme demişti. Neyse, yarında bir başka yere bakarım dedi.

Ertesi günde, sabah erkenden yataktan kalkıp hazırlandı. Gidebileceği yerleri aklından geçirdi, bu günde Blakhernai Sarayı’nın önünden geçen surlarından sonraki Sofia kapısından geçerek kıyıya ulaştı. Burası çok daha fazla taşla doluydu. Buradan da bej, sarı, beyaz ve gri renkli taşlar topladı ve çok geç olmadan eve döndü. Evde yine temiz suyla taşları yıkayıp, kuruttuktan sonra başka bir keseye yerleştirdi. İki küçük keseyi iple birbirine bağladı. Artık atölyeye gitmeye hazırdı.

Triton usta’nın yanına, deniz kıyısından topladığı taşları koyduğu keselerle birlikte giden Minokta, ustanın karşısında ayakta bekliyordu.

Triton usta Minokta’ya sordu;

“Ne yaptın bakalım? Dediğim gibi taşları toplayabildin mi?”

“Evet, onları şu keselerde getirdim.”

“Görelim bakalım neler bulmuşsun?”

Minokta elinde iple birbirine bağladığı keseleri Triton ustaya uzattı. Triton usta keselerin ağzını açıp, taşları önündeki masanın üzerine döktü. Eliyle şöyle bir yaydıktan sonra dikkatlice gözden geçirdi. İçlerinden birkaç tanesini eline alıp yakından bir kez baktıktan sonra masanın üzerine, diğerlerinden ayrı bir yere bıraktı ve Minokta’ya bakarak;

“Aferin, taşları yıkamayı akıl edebilmişsin. Şimdi kenara ayırdıklarımı bırak ve diğerlerini topla.”

Minokta, masanın üzerindeki taşları teker teker toplayıp keselerin ağzını yine iple bağladıktan sonra beklemeye başladı.

Triton usta;

“Şimdi bu taşları topladığın yere bırak ve başkalarını bulup, tekrar gel.”

“Ha birde topladıklarını bundan sonra bana getirme, yan taraftaki atölyede yardımcım Kharon’a gösterirsin.” 

Minokta, bu işe çok sevindi.

“Şimdi birlikte onun yanına gidelim.”

Triton ustanın sağ kolu ve yardımcısı olan Kharon’un çalıştığı odaya girdiler. Kharon tezgâhın üzerine eğilmiş, bir parşömene desen çiziyordu. Odanın kapısı açıldığı duyunca kafasını döndürüp içeri girenlere baktı, ustası Triton ve yanındaki Minokta’yı gördü. Toparlanarak, soru soran gözlerle Triton usta’ya baktı.

Triton usta, yanında duran Minokta’yı işaret ederek;

“Artık ondan sen sorumlusun, bildiklerini ve öğrenmesi gerekenleri ona, sen öğreteceksin. Onun adı Minokta.” Sonrada Minokta’ya dönerek;

“Bu da, benim yardımcım Kharon. Artık senin ustan odur.” Triton usta daha fazla bir şey söylemeden geriye dönüp odadan çıktı.

Kapı kapanınca Kharon, Minokta’ya;

“İlk sınavını vermişsin bakıyorum. Bende aynı şeyi yapmıştım, yoksa seninde canına okuyana ve buradan gönderene kadar uğraşırdı seninle. Eğer taşları yıkamamış olsaydın işin başlamadan biterdi.”

“Neden? O kadarda önemli miydi bu?”

“Evet bu, işe verdiğin önemi ve özeni ortaya koyuyor.”

“Anladım ne demek istediğini.”

“Sana söylediğim gibi mi oldu? Topladığın taşlardan birkaç tanesini ayırıp geri kalanını sana verdikten sonra, diğerlerini aldığın yere bırakıp başkalarını bulmanı istedi mi?”

“Tam da dediğin gibi oldu, sen ne diyeceksin bakalım?”

“Aslında bu bir sınavdı. Ama sen bu sınavı geçtin ve Triton usta, seni benim yanıma getirdi. Bu, işin aramızdaki sırrıdır. Mozaik yapımında biz taştan daha çok seramik, tuğla, mermer ve cam tesseralar kullanırız. Bunlar farklı atölyelerden buraya getirilir, biz onları tekrar elden geçirir ve kullanırız.”

“O zaman ben ne yapacağım?”

“Öğrenmen gereken çok şey var. Elimizde yeteri kadar taş var ve eğer lazım olursa da burada bir sürü çırak var, gider onlar toplarlar. Ne yapmak istiyorsun? İyi desen çizer misin? Yoksa tesseraları harcın üzerine mi dizmek istersin,  onu söyle ki sana bir yön çizelim.”

“Benim bir amacım var. Eski devirlerde olduğu gibi canlıların, hadi daha fazlasını söyleyeyim, kadının yer aldığı mozaikler yapmak istiyorum. Dikkat edersen, ne resimde, ne heykelde, ne mozaikte ya da ne bileyim görselliğin olduğu çoğu yerde kadın yok. Oysa eski zamanlardan kalanlara bak, hepsinde kadın tüm güzelliği ve estetiğiyle var. Ne olduysa oldu, bilmiyorum ama kadın her yerden silindi, görülmez oldu. Oldu da ne oldu? Yine erkeklerle kadınlar evlenmiyor mu? Erkekler, kadınsız yaşayabiliyorlar mı? Şimdilerde yaşlı adamlar yanlarında gencecik erkekleri alıyorlar da, bitiyor mu yani?”

“Tamam, tamam. Daha fazla söz etmene gerek yok. Kadını görünür kılmayı istemek, çok cüretkâr bir istek değil mi?”

“Öyle bile olsa birilerinin bunu yapması lazım. Ben bunun için kendimi ortaya koymaya hazırım.”

“İyi o halde, sana bir ödev veriyorum, evinde parşömen ve füzen bulunur mu? Yoksa ben sana vereceğim. Bana sözle değil çizeceğin desenlerle anlat bütün bunları.”

Kharon, masasının üzerinde duran parşömenlerden birkaç tanesini rulo yaptı, arkasındaki dolabın çekmecesinden de aldığı füzeni Minokta’ya uzattı.

“Bunlar senin. İstediğin gibi, istediğin deseni yapabilirsin. Nasıl yapılacağını biliyorsun değil mi?”

“Bana gösterir misin?”

Kharon, parşömen üzerine füzenle çizgiler çektikten sonra bir göz deseni çizdi.

 “Gördün değil mi nasıl yapılıyormuş?”

Minokta, Kharon’un çizdiği gözün kendi gözlerine benzediğini fark etti.

“Evet, senin yeteneğine hayran olmamak mümkün değil.”

Minokta, koltuğun altına sıkıştırdığı parşömen rulosuyla yolda yürürken çok sevdiği babasını düşünüyordu.

Minokta’da ki yeteneği ilk kez ortaya çıkartan ve resim yapmasını öğreten de babasıydı. Küçük bir kız çocuğuyken babasını hayranlıkla izlerdi.

Babası evlerinin bodrum katında, yasaklanmış olmasına rağmen ikonalar yapardı. Kandil ışığında günlerce çalışır, çeşitli renkteki boyalar ile tay ve domuz kıllarından fırçalar yapardı. İkonaları yapacağı tahta yüzeyleri de kendisi hazırlardı.

Boya yaparken yanına gelmesini istemez, bu işin tehlikeli olduğunu söylerdi. Diğer zamanlarda yanına gider onun söylediği ufak tefek işleri yaparak babasına yardım ederdi. Neredeyse bütün çocukluğu burada geçmişti.

Minokta’nın resmini de yapmıştı. İlk defa kendi resmini gören Minokta çok şaşırmıştı. Sonra başkalarını da yapmıştı babası. Babası yaptığı ikonaları sipariş edenlere götürür ve bu yoldan para kazanır, evin geçimini de bu şekilde sağlardı.

Bir gün Minokta’ya ikonaları yaptığı tahtalardan verdi ve hadi sende bir tane yap bakalım dedi.

Minokta babasının yaptığı gibi, onu taklit ederek bir resim yaptı. Babası çok beğendi ve bir tane daha yapmasını istedi ve Minokta böylece resim yapmayı öğrendi. Biraz daha büyüdüğü zaman artık babasına yardım eden değil neredeyse onun bir benzeri olmuştu.

Yetişkin bir insan olduğu zamanda özgün bir ressam sayılırdı.

O gün, babasının yaptığı bir ikonayı yerine teslim etmek üzere dışarı çıkmış, sonra da çarşıya uğrayıp gerekli malzemeleri satın alarak ve eve dönmüştü.

Annesi evde yemek yapıyordu. Babasını sordu, bodrumda dedi annesi ve Minokta aldığı malzemelerle bodrum kata indi. İçerisi karanlıktı, oysa titrek bir kandil ışığı olurdu her zaman. El yordamıyla kandili buldu ve yaktı. İçerisi aydınlandığı zaman babasını yerde yatarken gördü, eğildi ve eliyle sarstı. Kıpırdamıyordu babası, bir kaç kez daha aynı şeyi yaptı ama hiç tepki yoktu. Ayağa kalktı ve etrafa bakındı. Yan taraftaki küçük ocağın üzerinde duran kap devrilmiş ve içindekiler etrafa yayılmıştı.

Sonra yine eğilerek babasına bir kez daha yakından baktı ve neler olduğunu anladı.

Babası dışarı çıkmasını fırsat bilip gümüşi beyaz boya yapmaya çalışmıştı. Kurşunu sirke buharında okside ederken nasıl olduysa kap devrilmiş ve etrafa yayılan zehirli sıvı babasının ölümüne neden olmuştu. Oysa bunun ne kadar tehlikeli olduğunu ona babası öğretmişti. Fırçaları yıkarken bile çok dikkatli olmak gerekirdi, yoksa kirlenmiş fırçadaki kurşun beyazı hamur haline gelerek el ve parmaklardaki çatlakların içine girebilir ve kana karışarak zehirlenmelere sebep olabilirdi.

O günden sonra Minokta bir kez daha aşağıya inmedi. Odanın kapısı kilitlendi ve bir daha açılmadı, her şey öylece kaldı.

Kısa bir süre sonrada annesini kaybetti Minokta, artık evde yapayalnızdı. 

Ne ikon ne de bir başka resim yapmaya da eli varmıyordu. Bir süre biriktirdiği parayla sürdürdü yaşamını. Sonrasındaysa resimlerini satın alan bir kadına yardımcılık yapmaya başladı.

Kadının evinde öyle çok resim, heykel ve seramik vardı ki Minokta her birine hayranlıkla bakar ve tüm görüntülerini hafızasına nakşederdi.

Uzun bir süre burada kalan Minokta’ya, ölmeden önce servetinden büyük bir bağış yapan kadın, artık onun tüm yaşamını sağlamıştı.

Minokta, şimdide mozaik yapmasını öğrenerek eski günlerine dönebilmeyi, kendi güzelliğinin ve kadınlığının estetiğini ortaya yeniden koyabilmeyi istiyordu.

Eve girdiği anda, bodrum kata inmeye karar verdi. Koltuk altında taşıdığı parşömen rulosunu bir kenara bıraktıktan sonra, sokakta giydiklerini üzerinden çıkardı. Aşağısı ne haldeydi bilmiyordu, bir kandil aldı ve merdivenlerden inerek odanın kapısını açtı.

Havasızlıktan küf kokmaya başlayan odadaki örümcek ağlarını ve yıllardır birikmiş kalın toz tabakasını gördü. Çocukluk günlerinde başlayan tutkusunun ateşinin yeniden tutuştuğunu hissetti.

Bunların hiç birinden Kharon’a tek kelime bile etmemişti. Şimdi onun verdiği parşömene çizeceği desenleri nasıl yapacaktı? Bütün yeteneğini gizlemeden mi yoksa bir çocuk gibi basit çizgilerle mi?

Elindeki füzeni, parşömene dokundurmadan önce bir süre düşündü. Sonra bunun gizlenecek, saklanacak bir yanı bulunmadığına karar verdi. Eli hızlıca hareket etmeye başladı ve bir kadın suratı belirdi parşömenin üzerinde, derken bir başkası ve peş peşe başka yüzler.

Ertesi gün çizdikleri Kharon’a götürmek üzere hazırlandı. Yolda yürürken ve atölyede fazlaca göz önünde olmamak için kadınlığını örterek gizlemesi gerektiği bildiği halde, yaptığı desenler aksine başka bir olguyu açığa çıkartıyordu.

Yinede tam olarak istediğini yapmamış, sadece kadın yüzleri çizmişti. Oysa kadını tüm bedeniyle ortaya koymak ve onu gizlendiği yerlerden açığa çıkartan desenler çizerek Kharon’a götürmek istemişti.

Atölyeye geldiğinde, içeride katır arabalarına yüklenen mozaikleri gördü. Yapay mozaik zeminler konacakları yerlere bu şekilde götürülürdü. Sonra yapım çalışmalarının sürdüğü yerlerde inşaat ustaları tarafından yerlerine yerleştirilirdi.

Eski devirlerde olduğu gibi büyük bir yapım etkinliği yoktu ancak eski kiliseleri tamir etmek ve onlara küçük şapeller eklemek ya da çok revaçta olan manastır hayatının gereklerini yerine getirecek inşaatlar ve varlıklı ailelerin oturacakları konaklar yapılırdı. Bazılarına ise yeni mozaikler, zemin ile duvarlara yerleştirilerek, evlerin zenginliği ortaya çıkarılırdı.

Kharon’un işi bittiğinde kendi odasına geldi. Minokta onu sabırla beklemişti.

“Bu da işimizin bir parçası, bu teslimatları ben yaparım. İşin geri kalan kısmını idareciler halleder. Atölyenin tüm kazancı bu siparişlerin teslimatı ile sağlanır. Neyse, bunlar senin işlerin değil zaten. Sen ne yaptın esas, göster bakalım çizdiklerini.”

Minokta, elindeki parşömen rulosunu Kharon’a uzattı;

Kharon, önündeki çizgilere baktığı anda neyle karşılaştığını anladı. Başını kaldırıp Minokta’nın yüzüne baktı ve tekrar desenlere dikti gözlerini. Bu kez gözlerini ayıramadı Minokta’nın çizgilerinden.

Minokta’nın bu işi çok iyi bildiğini anladı. Bu güne kadar hiç böylesini görmemişti. Karşısındaki kadın, kendisinden kat be kat üstündü. Çizdiklerine tek tek bakarken, babasının yanında çalıştığı günlere döndü.

Bir inşaat ustası olan babası, Kharon’u da kendisi gibi inşaat ustası olarak yetiştirmek istiyordu. Yanında çalıştığı yerlere götürür, ona duvar nasıl örülür, harç nasıl yapılır öğretirdi. Kharon inşaatlarda, yazın güneş altında, kışın soğukta çalışa çalışa bu işi öğrenirken, gelişen vücuduyla Apollo kadar atletik bir delikanlı oldu. Siyah gür sakalları, kıvırcık saçları ve Romalı haliyle tam bir yetişkindi artık. Bunu da kimselerden saklayıp, gizlemezdi. Dışarıda kendisini görenlerin aklından geçenleri, gözlerinden okumak hiçte zor değildi. Zaten oda bunun tadını çıkartmakta, önüne çıkan fırsatları kaçırmamaktadır.

Babası ile birlikte çalıştığı bir yerde, mozaikler zemine yerleştirilirken Triton ustayla tanıştı. İlgisini çeken mozaiklerin nasıl yapıldığını öğrendi. Triton usta onu yetiştirirek yanına aldı. Artık Kharon’da bir mozaik ustası olmuş, atölyenin de Triton ustadan sonra gelen en önemli kişisi olmayı başarmıştı. Şimdi önündeki desenlere baktığı zaman kendi ustalığını aşan bu kadına, neyi, nasıl öğreteceğini söylemek hiçte kolay olmayacaktı.

Kharon, başını kaldırıp Minokta’ya bakarak;

“Çok güzel çizgilerin varmış doğrusu. Sen bu işi biliyorsun ve hiçbir şey söylemedin. Önemli olan bir amacının olması ve sen buna çoktan hazırsın. Sana ne öğretmek gerektiğini bilmiyorum. Öncesinde böyle olduğunu sanıyordum ama sen öyle bir yerdesin ki, benim senden öğreneceklerim var. Sen ustaca bir bakışa ve görüşe sahipsin bu durumda geriye kalan tek şey mozaikle yapabileceklerinin tekniğini öğrenmektir. Ben de sana bunu öğreteceğim.”

“En iyi öğrencinin ben olacağımı göreceksin.”

“Bundan eminim zaten.”

“O halde derslere başlayabiliriz.”

Kharon, bildiklerini anlatmaya başlamadan önce sorar;

“Neden resim değil de, mozaik?”

Minokta, yaşadıklarını Kharon’a kısaca; babasının eskiden atölyenin de çok yakınında olan Khora Manasıtırı Kilisesinin resimlerini yapan ustalarından birisi olduğunu ve daha sonrada baskının arttığı ve resmin yasaklandığı dönemde de evde çalışarak gizlice ikonalar yaptığını ve bu işi nasıl öğrendiğini anlattı.

“Babam kullanacağı boyalarını kendisi yapardı. Bu işinde ustası olan babam, bir gün yaptığı boyadan zehirlenerek öldü. O günden sonra bende bu güne kadar hiç resim yapmadım. Korkmuştum, eğer devam edersem bende bir gün aynı hatayı yapabilirdim.”

Minokta’nın anlattıklarını dinleyen Kharon;

“Mozaik ise böylesine tehlikeleri içermiyor. Kullandığımız malzemeler kendine özgüdür. Bu sayede çok renkli ve hareketli yüzeyde görüntüler, renk ve ışık altında adeta canlanır. Bunu da ortaya çıkarabilmenin en önemli yolu mozaik ressamlığından geçer.”

“O zaman bunu başarabilmek için mozaikleri, insan ve insan görünümü üzerine kuracağız.”

“Doğru söylüyorsun. Ancak bunu yapabilmek mümkün değil gibi görünüyor. Atölye buna izin vermez. Burada döşemeler için yapılan mozaikler ya da duvarlar için yapılan panolarda insan figüründen çok geometrik desenler kullanılır ve bu desenler atölyenin kendine özgü görünümleriyle benzerlerinden ayrılır. Mozaikleri görenler bu atölyenin üslubu olduğunu anlarlar. Bu da bizi farklı kılar. Şimdi ne demek istediğimi daha iyi anladın sanırım.”

“Olsun, sen yine de bana öğret.”

“Sana yaptığımız işi anlatayım o zaman. Yaptığımız mozaikler kullanılan tesseraların, boyutlarına, geometrisine ve malzemesine göre beş kategoriye ayrılabilir. Bunlar; Opus tesselatum, opus vermiculatum, opus signinum, opus sectile ve opus musivumdur.

Opus Tesselatum: Duvarlara ve zemine uygulanan mozaik yapma tekniğidir. Düzgün kesilmiş renkli taşlar, mermer ve seramik tesseralar kullanılır.

Vermiculatum: Bu teknikte renkli küçük taş tesseralar kullanılmıştır. Parlak renkler gerektiğinde kırmızı, sarı ve turkuaz renkli camlar kullanılır.

Opus Signinum: Bu teknikte, mozaiğin uygulanacağı yüzeye tuğla kırığı ile hazırlanan kırmızı kireç harcı dökülür. Daha sonra bu harcın içine seramik ve mermer parçaları rastgele konulup karıştırılarak hazırlanır.

Opus Sectile: Bu mozaik tekniği farklı renkte tessera ve mermer parçaları kullanılarak yapılmıştır. Mermerler üçgen, kare veya dikdörtgen biçiminde kullanılır

Opus Musivum: Bu teknik vermiculatum tekniğine benzerdir. Bu tekinde cam tesseralar kullanılır. 

Mozaikler statumen adı verilen kalın bir katmanının hazırlanması ile inşa edilmeye başlanır. Bu drenaj katmanının üzerine çakıl veya kırık tuğla ile kirecin karıştırılması ile hazırlanan ikinci bir katman olan rudus katmanı dökülür. Bu katmanın üzerine mermer tozu ve kum kullanılarak hazırlanan nucleus katmanı döküldükten sonra saf kireç ile hazırlanan son üst harç katmanı oluşturulur. Tesseralar bu harca yerleştirilerek mozaiğin üst yüzeyi tamamlanır.

Tesseralar mozaik desenine göre kesilip, düzenlenen cam, taş, mermer, pişmiş toprak ve seramiklerdir. Tesseralar mozaik desenine göre yatak harcına farklı şekillerde yerleştirilir. Bunlar;

Harç ıslak iken tesseraların mozaik desenine göre yerleştirilmesi, kuru harç üzerine mozaik deseni çizildikten sonra tesseraların yerleştirilmesi veya harca kurşun şeritlerin mozaik desenine göre uygulanmasından sonra tesseraların bu şeritlere göre yerleştirilmesiyle yapılır.

Mozaikler doğal zemin üzerine de inşa edilebilirler ancak bizim atölye böyle işler yapılmaz.

Mozaik nedir ve nasıl yapılır, ilk dersimiz şimdilik bu kadar.”

“Bayağı zormuş. Görünüşte çok daha basitmiş gibi algılanıyor.”

“Evet, mozaik yapmak kolay gibi görünür ama hayli zor bir iştir. Neyse ki atölyede bu işler tek başına değil, her aşaması başka kişiler tarafından yapılır. Bu işin ustası olabilmek içinse her aşamayı öğrenmek ve uygulayarak yapmak gerekir.”

“Harç karmakla başlayacağız işe herhalde.”

“Yok, o kadarda değil. Senin yapacağın mozaik ressamlığı, gerisini düşünme.”

 “Neden?”

“Senin bir resim anlayışın var ve kendi sanatını oluşturmak istiyorsun. O halde başka bir şey yapmana, hatta buraya kadar gelmene bile gerek yok.”

“Gelmezsem nasıl yapabilirim ki?”

“Burada yeteri kadar dikkat çektik, yaşlı Triton usta bunu bilerek yaptı zaten, atölye bir kadını görünce çalkalansın, laf çıksın ve buradan hızla kaçabilmek için bahaneler yaratabilesin.”

“Hiçte öyle bahanelere aldırasım yok! Kim ne derse desin.”

“İyide, burası pek uygun sayılmaz bunun için. Yani burada sana nasıl baktıklarını hele de o yılan Smylos’un bakışlarını görmemek mümkün değil.”

“Böyle mi düşünüyorsun?”

“Kesinlikle!”

“O zaman nasıl yapacağız biz bu işi?”

“Ben, bunu da düşündüm ve bir yol buldum sanıyorum.”

“Kendi kendine kararlar almışsın bile.”

“Ne yapacaktım ya? Rahat bırakacaklar mıydı sanıyorsun? Seni buradan kaçırana kadar neler yapacaklardı, neler söyleyeceklerdi, hiç düşündün mü bunları?”

“Beni kolay kolay yıldırmazlardı ya yine de senin dediğin gibi olsun. Sen bundan sonra olacakları söyle bana o halde.”

“Tamam, şimdi beni dinle. Mozaik, ağırlık çeker ve evde yapılacak işlerden değildir. Basit bir inşaat yapar gibi geniş bir alan ve hayli uğraş ister. Her şeyin çözümü vardır, bizim yeteri kadar ustalığımız var ve bize sadece çalışacak alan lazım değil mi? O halde biz bunu, atölyenin yapmak istemediği, elini atmadığı işleri yaparak halledeceğiz. İşin bu kısmı bana ait nerede, ne yaptırmak istiyorlarsa gidip beraber yapacağız. Olmaz mı, bu yol amaca ulaşmak için bir çözüm değil mi?”

“Üstelik kazançlıda, peki sadece ikimiz mi yapacağız bu kadar ağır ve zor işi.”

“Onu da düşündüm, tanıdığım kişiler var. Onlarda çalışmaktan kaçınmayan insanlar, üstelik her an yan yana olmak zorunda kalmadan yapacağımız bir iş olacak bu. Son safhada tesseraları yerlerine dizerken ve işin sanatsal kısmını tamamlarken onların bizimle birlikte olmalarına gerek kalmadan yapacağız bunu. İşin ressamlığı zaten sana ait olacak, ben ve diğerleri de geri kalan kısmı yaptıktan sonra senin gözetiminde ve isteğin doğrultusunda mozaikler tamamlanacak.”

“Güzel, şimdi bize bir at ve üç tane nal lazım.”

“Yani ilk siparişi almak”

Minokta, Kharo’nun yanından ayrıldıktan sonra söylediklerini düşünüyordu ve onu Smylos’tan kıskanmasına hayli sevinmişti. Bir arptan dökülen güzel melodiler gibi her yanını sarmıştı Kharon’un bu sözleri.

Bir yandan da atölyeden uzaklaşmasına, kapalı bir alanda kalmasına içerliyordu. Neredeydi o kadınlar, neden kadınların görünür olmasını istemiyorlardı?

Şu üzerimdeki giysilere bak; yünden yapılmış dizlere kadar inen uzun etekli khiton üzerinde yerlere değen yün pelerin ve başımda omuzlarıma kadar inen mapharion, yetmezmiş gibi bir de pelerinin başı tamamen gizleyen başlığıyla kim olduğumu anlamak bile mümkün değil. Eh belki havalar ısınınca pelerin olmuyor, kumaşlar yün yerine keten ama ya diğerleri, ha birde sandaletler, işte sıcak ya da soğuk değişen sadece bunlar.

Kadın bedeni, bütün günahların taşıcısı mıdır ki, ondan uzak durmak, onu görmemek, görünmez kılmak istiyorlar?

Bu giyimimle güçsüzleştiği mi hissediyorum. Oysa bana bakılmalı, görülmeliyim, yani bir resim olmalıyım, bir mozaik olmalıyım.

Romanın tamamını okumak isteyenler için zorunlu bir açıklama: Numara sırası takip eden bölümlerde sayfa başlarında yer alan “önceki-sonraki” yönergelerinden “önceki” seçeneği tıklandığında, bir sonraki bölümü okumak mümkün olacaktır.

3. Bölüm

Kharon, kendisi ve Minokta için en uygun çözümü sağladığını, atölyenin muhafazakâr ve tutucu yapısından kurtularak, gerçekte yapmak istediği ama nasıl olacağını bir türlü tanımlayamadığı, ustalığı aşan sanat yeteneğini kullanarak başarabileceği bir geleceğinde ilk adımını atmıştı.

Sanat yeteneğinin, kendisinden çok daha fazlasına sahip olduğunu gördüğü Minokta’yla birlikte bunu yapması işten bile değildi.

Atölyenin geri çevirdiği siparişlerin çokluğu da düşüncelerini haklı kılıyordu. En son kabul edilmeyen birkaç işin sahibini, yanlarına giderek görmeyi ve eğer yapabilirse kendi üzerine almayı deneyecekti.

Kuyumcular (argiropratoi), tefeciler/bankerler (trapezitai), ipek elbise tacirleri(vestiopratoi), Suriye ipeği tacirleri (prandiopratai),ham ipek tacirleri (metaksopratai), keten tacirleri (othoniopratai), parfüm tacirleri (mirepsoi), mum imalatçıları (kerularioi), sabun imalatçıları (saponapratai) gibi çeşitli meslek gruplarından oturdukları ya da yeni yaptırdıkları malikânelerinde zenginliklerini gösterecek olan mozaik duvar resimleri isteklerini atölye, anlayışına uygun bulmadığından geri çeviriyordu. Bu iş sahipleri de, başka ustalara giderek istediklerini yaptırıyorlardı. Bunların bazılarını görmüş ancak sanatsal yönlerini beğenmemişti, daha iyilerini yapabileceklerine emindi.

Yok, edilememeleri için dehlizlerde gizlenen antik zamanlardan kalma heykellerde gördükleri gibi unutulmayacak güzellikteki kadınların resimlerini yapma isteği hep içindeydi. Belki bu sayede isteğini gerçekleştirebilir, Minokta’nın güzelliğini de resmedebilir, onu sonsuza kadar yaşatabilirdi.

Her şey yerine yerleşmişti. Minokta’yı görmeli, onun pratik olarak mozaik yapmasını sağlamalıydı. Bunun için atölyeden çeşitli tesseraları toplayarak bir çuvala doldurdu, ertesi gece Minokta’nın oturduğu ve takip ederek yerini öğrendiği evine götürmek üzere yola çıktı. Özellikle akşam karanlığını seçmişti, kimsenin Minokta’nın kapısını çaldığını görmesini istemiyordu yoksa onun hakkında iyi şeyler düşünmezlerdi. Sırtında taşıdığı çuvalla, sokağına girdi etrafta kimsecikler görünmüyordu, kapısını çaldı.

Minokta gecenin bu vaktinde kapıyı açtığı zaman karşısında Kharon’u görünce;

“Ne işin var burada?”

“Seni görmeye ve yanımda getirdiğim şu çuvalı sana vermeye geldim kapına.”

Minokta, etrafı pek göremediği halde, Kharon’un arkasından bir gören oldu mu acaba diye karanlığa göz gezdirdi, imkânsız gibiydi, yinede aceleyle Kharon’u kolundan içeri çekti.

“Hadi gir içeri, durma orada öyle.”

Arkasından kapıyı hızla kapadı, Kharon’a bakarak,

“Ne var o çuvalda?”

“İçinde, tesseralar ile birkaç kalıp balçık var. Tesseraları renklerine göre ayırıp, istediğin büyüklükte hazırlayacağın balçık kalıbın üzerine dizerek mozaik tablonun replikasını yapacaksın.”

Minokta, bir çocuğa dokunurmuş gibi sevgiyle çuvala dokundu,

“Çok iyi düşünmüşsün, hadi bana yardım ette çuvalı aşağıya indirelim.”

Minokta’nın peşinden, sırtladığı çuvalı aşağıya bodrum kata indirdiler. Burası eskiden olduğu gibi küçük bir resim atölyesiydi. Boyalar, fırçalar, resim yapmak için gerekli malzemelerin hepsi buradaydı. Kharon, taşıdığı çuvalı yere bırakarak hayranlıkla etrafa baktı,

“Burası ne kadar güzelmiş, sadece sana ait.”

“Burası bana da hep güzel gelmiştir, içerisinde kendimi bir başka Minokta gibi hissederdim. Resim yaparken böyleydim, şimdi de mozaik yapacağım için aniden o duygunun yeniden canlandığını hissettim içimde.”

Kharon bütün gece oradaydı, atölyede balçık kalıbın üzerine ustalıkla dizdiği tesseraları, Minokta’ya da öğretene kadar yanında kaldı. Ayakta durmaktan yoruldular, bu kadarı yeterdi, öğrenmesi gerekeni öğrenmişti. Bundan sonrası aynı şeyi tekrarlamaktı, tek farkı tesseraları balçık kalıp yerine, yatak harcına dizmekti. Çalışmaya son verdiler. Kharon,

“Dışarısı ışımaya başladı, kimselere görünmeden gideyim artık.”

“Seni tekrar ne zaman göreceğim?”

Kharon, çok istekli görünmesini gizlemeye çalışarak,

“Atölyede bitirmem gereken işler var ancak onlardan sonra gelebilirim.”

“Güzel, işlerini bitirdikten sonra gelirsin. Seni bekleyeceğim.”

Kharon, günün ilk ışıklarıyla birlikte yola koyuldu, uykusuzluktan yorulmuştu ama Minokta’nın yanında olmak, onun sıcaklığını hissetmek bu yorgunluğa değerdi. Onun çalışırken izlediği anın görüntülerini hafızasına kaydetmiş, şimdi attığı her adımda ayrı bir tanesi hayalinde yeniden canlanıyordu. Aklında olansa Minokta’nın gözlerini andıran ışıltıları yansıtan kalsedon taşından yapacağı takılardı. Yolda yürürken, Minokta’yı yapacağı küpeler ile kolyenin ne kadarda ona yakışacağını düşünerek adımlarını hızlandırıyordu.

Taşı yolda yürürken bulması ve şu ana kadar yaşadıklarından sonra, bunun bir tılsımı olduğuna inandı. Bu taşın tılsımıyla Minokta’nın kalbine gireceğine iyice inandı.

Bütün hüneriyle taşı yontarak, Minokta’nın gözlerini elleriyle yeniden yarattı. Son dokunuşuyla birlikte taşın ışıltıları, gökyüzünde parlayan güneşe bakarmışçasına gözlerini kamaştırdı. Birkaç kez gözlerini kırpıştırdıktan sonra, gördüğü dünya değişmiş gibiydi.

Atölyedeki tezgâhını topladı, taşları avucunda sıkıca tutarak uğuruna inandığı, içinde gümüş bir para olan boynundaki küçük keseceğin içerisine yerleştirdi. Buradaki işini bitirmişti, Minokta’ya gitmeden önce yapacağı bir şey daha kalmıştı, o da Konstantinus Forumunda, dokumaların satıldığı Regia bölümüne giderek, yaptığı takıları saracağı ipek dokumlardan bir parça almaktı.

Kharon, sabahın ilk ışılarıyla kapıdan çıktığında, Minokta arkasından bakıyordu. İyice uzaklaşana kadar kapı aralığından gözleriyle takip ederken, ışıktan ince bir çizgi halinde gökyüzünde duran hilali fark etti. Bütün gece ayakta durmaktan ve Kharon’u izlemekten çok yorulmuştu, evin üst katındaki odasına çıktı. İçeri girdiğinde duvar önünde dua etmek için üzerinde haç ile ikonaların durduğu sandığın önünde diz çöktü. Haç çıkartıp, sabah duasını ettikten sonra yatağına uzandı.

Gökyüzündeki hilali düşündü, bu gün yeni ayın ilk günüydü ve bu günü kendince kutsal kabul etti.

Kharon gözlerinin önünden gitmiyordu, onunla birlikte sabaha kadar yan yana olduğu zamanı sanki tekrar yaşıyor, uyumak istiyor ama uyuyamıyordu. Kharon’u sıcaklığıyla, güçlü bedeniyle yanında hissetti. Kuvvetli kollarıyla kendisine sarılarak sıkıca kavramış, yüreği heyecanla çarpmaya başlamıştı. Soğuk yatağında ter içinde kaldı, uykuya daldığında yaptığı mozaik panolar rüyasında renkten renge, şekilden şekile giriyordu. Kiminde saf ve masum, kiminde olabildiğince fettan bir kadına dönüşüyordu.

Uyandığında Kharon’u yanında aradı, Kharon artık hep yanında olmalı, yanında kalmalıydı. 

Tüm kadınların en güçlü ve her şeyden önce gelen, kendilerini görünür kılma isteğini en güzel şekilde yansıtacağı mozaiğin replikasını yapmak üzere bodruma indi. Kharon’un getirdiği, taş, seramik ve cam tesseraları bir resim yaparmışçasına balçık kalıbın üzerine özenle dizmeye başladı. Mozaik, bir dokuma deseni gibi yavaş yavaş ortaya çıkan görüntüler, süslenen bir kadının tablosuydu.

Koltuğa oturan kadının yanında, parlak bir metali kaldırarak kendisini görmesi için tutan yardımcısı duruyor, bir fırça yardımıyla süslenen kadının görüntüsü, parlak metal üzerine yansıyordu. Süslenen kadının etrafında da toprak kaplar ile hasır sepetler yer alıyordu.

Ne kadar süre çalıştı, ne kadar zaman geçti bilmiyordu ama yapacağı ilk mozaiğin replikasını tamamlamıştı. Üst kata çıktığında hava kararmıştı, tekrar gökyüzüne baktığında hilali göremedi, gökyüzü bulutlanmıştı.

Birkaç gece sonra yine gökyüzüne baktığında bulutlar aralandı ve hilali biraz daha belirginleşmiş olarak gördüğünde Kharon’un geleceğini hissetti.

Kharon, ipekten bir dokuma parçasına sardığı kalsedon taşından yaptığı takıları elinde sıkıca tutarak, karanlık sokaklardan Minokta’nın evinin önüne kadar geldi. Kapıyı çalmadan önce etrafına bakındı, kendisini gören, duyan olmadığından emin olduğunda, tahta kapıyı yavaşça tıklattı.

Kharon’un gelmesini bekleyen Minokta, aceleyle kapıyı açtı. Birlikte içeri girdiler. Kharon sarındığı kalın yün pelerini üzerinden çıkardıktan sonra, elinde sıkıca tuttuğu ipek dokuma parçasını Minokta’ya uzattı.

“Bunları senin için yaptım.”

Minokta, ne olduğunu sormadan Kharon’un elinde sıkıca tuttuğu ipek dokuma parçasını aldı. Parmaklarının ucuyla ne olduğunu kontrol ederek anlamaya çalıştı, içerisinde birkaç tane boncuğun bulunduğunu sandı ama dokuma parçasını açtığında içindeki küpeleri ve kolyeyi gördü.

“Kharon, bunları benim için mi yaptın? Ben ne yaptım ki bana böyle kıymetli takılar armağan ediyorsun.”

“Bunları seni iblislerden, kötü güçlerden korusun diye yaptım.”

“Öyleyse, bunları senin takman gerekmez mi?”

“Doğru söylüyorsun, bana doğru yaklaş o halde.”

Minokta, bir kol boyundan daha fazla yaklaştı, Kharon’un gözlerinin içine bakarak kıpırdamadan bekledi.

Kharon, önce kolyeyi taktı Minokta’nın zarif boynuna. Minokta bir eliyle kolyeyi yokladı, sıkıca avucunun içine aldı. Gözleri kapandı ve Kharon’un adaleli kollarıyla bedenini sardığını, sonrada öptüğünü hissetti. Minokta’da Kharon’a sarıldı ve doyumsuzca öpüşmeye başladılar.

Nefessiz kalana kadar öpüştüler. Minokta, bu rüyadan hiç uyanmak istemiyor, gözlerini açmamak için sıkıca yumuyordu. Kharon derin bir nefes almak için başını geri çekince, gözlerini açan Minokta, rüyasından uyandı. Kharon’un tutku dolu bakışlarının yüreğine bir mızrak gibi saplandığını hissettiğinde hiçbir acı duymadı. 

Kharon, kollarının arasındaki Minokta’nın kuş gibi çarpan yüreğine, kalsedon taşından yaptığı takıların tılsımıyla girmişti. Minokta’nın tuttuğu küpeleri elinden alarak, kulak memelerine dikkatlice taktı.

“Onu yüreğine takıyorum, içindeki marifeti o zaman hissedeceksin o sendeki akıl, bilgi ve duygudur.”

Minokta, kulağındaki küpeleri iki eliyle yokladı, kolye ile küpeleri bundan sonra hiç çıkarmayacağına dair Kharon’a söz verdi. 

Kharon ertesi günde Minokta’nın yanından ayrılmadı. Günü, birlikte yaşadılar. Minokta, ilk yapacakları mozaiğin repliklasını Kharon’a gösterdi.

Kharon, beğenisini gizlemedi, aksine bir kadını böylesine yansıtan hiçbir mozaik görmemiş olduğunu ve bunun gibi başkalarını da en ustaca biçimde yaparak adlarını duyurabilme isteğinden söz etti.

Atölyelerin isimlerinin her zaman kendi isimlerinin önünde olduğunu bilerek, benzer şekilde çalışmış olduğu inşaatlarında sorumlularının kim olduğu bilinmez, övgülerin tümünü yaptıranlar alırdı. Oysa yetkin bir maistor olarak kendi adını ve usta bir ressam olarak Minokta’nın adını, yapacakları işlerin benzerlerinden üstünlüğü ve kalıcılığı ile yaratacaklarına inancı tamdı.

“Alacağımız ilk işte bu söylediklerimin hiç birinin olmayacağını biliyorum. Çünkü yaptıracak olan kim olursa olsun mutlaka bir şekilde işe karışacaktır. Sonuçta bir kazanç elde edeceğimizi de düşününce, taviz vermememiz imkânsız gibi görünüyor. Ne zaman kendimizi kabul ettiririz bilemiyorum ama işte o zaman taviz vermekten kurtulur, özgünlüğümüzü kazanırız.”

“Bende esas işimizin bundan sonra başlayacağını kabul ediyorum. Kadın bedenine ve kadın ahlakına yönelik kısıtlamaların her türlüsü, kadının hareket sınırlarını da belirler. İnsanların yaşadığı yerlerde, kadınların bedenleri tüm yaşam alanlarında görünür olmalı ve dişiliğin yeniden inşasına aracılık etmelidir.”

“O halde, adı duyulmayan, bilinmeyen ve kalıcı eserleri sanatı ile yaratacak, kadını ve kadınlığı görünür kılacak olan Minokta’nın emeği ve ustalığı ile Kharon’un, yapacakları iş birliği onları ölümsüz kılacaktır. Mermeri yontarak, tapınaklardan, saraylara, en kudretli ve en ihtişamlı yerleri inşa edenler, resimlerle, mozaiklerle bunları süsleyenler kimlerdir? Heykellerden, seramiğe, taşa toprağa hayat verenler kimlerdir? Benim bildiğim, Azize Sofia’nın İnanç, Umut ve Sevgi adlı üç kızı adına inşa edilen gördüğüm en muazzam yapıyı inşa eden Antemios ile İsidoros’un efsaneleşen adlarıdır.”

“Bizler gibi basit ve sıradan olan insanların yapacakları mozaikleri kimlerin yaptığını bilmek isteyen kaç kişi olacaktır?”

“Evet ama onların isimleri eğer efsaneleştiyse, bu yalnızca Azize Sofia’nın inşaası ile olmadı, o zaman iyi birer zanaatkâr olurlardı, oysa gökyüzü ile yarışacak yükseklikteki bu benzersiz eseri yaratırlarken, dışarıdan bakanı da içine katmayı becerecek şekilde yapabildikleri için onlar birer sanatçı olarak efsaneleşebildi.”

“Sanatçı olabilmek yaratmanın, yaratabilmenin özü, neden canlıların resimlerini, heykellerini ve buna dair ne varsa yasaklayan bir anlayış, aslında yaratmayı yasaklamanın peşindedir. Eğer insan bunu zanaat olmaktan öteye taşıyıp bir eser yaratabilme yeteneğine sahipse, bu gücü ona Tanrı bahşetmiştir. Öyle olmasaydı, insan hiçbir eseri yaratabilecek yeteneğe ve güce sahip olamazdı.”

“İnsan, yaratıcılığın sadece bir aracısıdır. Ondan ötesi Tanrı’ya aittir. Bu gücü aslında insana verirken erkeğe ve kadına birbirinden ayrılmayacak şekilde, birinin diğerine üstünlüğü olmaksızın vermiştir ve biz yani sen ve ben bir araya gelerek, zanaat ile sanatın birleşerek kadının, günahların ve kötülüklerin anası olmadığını ortaya çıkartacağız.”

“Yoksa seni tanımamın nedeni de bunun için miydi?”

“Gelip beni bulman ve ilk görüşte sana âşık olmamın tek nedeni bu olsa gerek.”

“Kharon, inan ki bende aynı duygular içerisindeyim.”

4. Bölüm

Minokta, en iyi arkadaşı olan Leania’nın yanına bu güne kadar olduğu gibi dertlerini, tasalarını ve sevinçlerini paylaşmak üzere gitti. Bu kez hepsinin üzerinde anlatacakları vardı ve her şeyden önce Kharon’u tanımasına neden olan sevgili arkadaşı ve babasına saygıları ile teşekkürlerini iletti. 

Ona verdiği sözü yerine getirmek adına yanında getirdiği bir kadının portresini işlediği mozaik tabloyu da Leania’ya armağan etti.  

Durmadan dinlenmeden günlerce çalışıyor yeni yeni mozaikler yapıyordu, bunun hiçte kolay olmadığı, bir günde ancak bir kol boyu kadar alanda tesseraların yerleştirilebileceğini görmüştü.

Yapacakları işler için örnekler çoğalmıştı. Kharon’da ona bulabildiği kadar değişik renkli ve ebatlı cam, taş ve seramik tesseralar getiriyor ve atölyedeki çalışmalarına devam ediyordu. Bir yandan da gelecek olan siparişleri bekliyordu. Artık bütün hazırlıkları tamamlanmış gibiydi.

Tabii ki, gündelik yaşamında devamında Minokta ile birlikte gezip dolaşıyorlardı. Kimi zaman Konstantinopolis’in çarşılarına, pazarlarına, kimi zamanda surların dışına çıkıyor ve deniz kıyılarına iniyorlardı.

Surların Porta Aurera, Ksilokerkeos, Pege, Rhegium, Aya Romanos, Pempton, Harisius ve Kaligaria adı verilen 8 kapısı vardı.  

Buralarda kurulan dalyanlarda balıkçıların lahernai avını izliyorlardı. Bazen o kadar çok balık tutarlardı ki, hepsini halka bedava dağıtırlardı.

Kharon, Minokta için alış veriş yapar, en kıymetlisinden hediyeler alırdı. 

Bir günde Minokta’yı hipodroma, yarışları izlemeye götürdü. Bahsedildiği şekliyle artık eskisi gibi düzenlenen yarışların yapılmadığı, eski ihtişamının da kalmadığı, çoğu yok olmuş, kırılmış ve parçalanmış anıtlardan geriye kalanlardan anlaşılıyordu.

Giriş kapısının üzerindeki kulenin tepesinde olduğu bilinen dört atın çektiği, iki tekerlekli quadriga arabası, sökülüp Venedik’e götürülmüştü. Aynı şekilde spina da bulunan heykellerinde kırıldığı, yerlerinde kalan izlerinden belli oluyordu. 

Şimdi geriye kalanlarsa, üçayaklı yılanbaşlı tunç sütun, Mısır’dan getirilen dikilitaş ve üzerindeki tunç levhalarında söküldüğü taş sütundu.

Hipodrom yalnızca yarışların yapıldığı bir alan değil, törensel yaşamın ve toplumsal ilişkilerinde merkeziydi.

Hipodrom’daki heyecan dolu yarışlar, rekabet ve gruplaşmayı da beraberinde getirmiş, farklı siyasi, askeri, dini ve ekonomik sınıflar farklı takımların bayrakları altında toplanınca, bu takımlar kişilerin ekonomik ve sosyal kimliklerini temsil eder konuma erişmişti.

Aslında her şey basit bir sebepten başlamıştı. Roma’da yarışlar yapılırken kim geride, kim önde karışmasın, seyirciler rahatça ayırt edebilsinler diye yarışmacılar kırmızı ve beyaz renklerde giyinmeye başlamışlardı. Daha sonra bu iki takım adına spor kulüpleri kurulmuş, sonradan maviler ve yeşillerde rekabete katılmışlardı. O zamanlar bu grupların temsil ettikleri gayet masumaneydi. Yeşiller toprağı, maviler suyu, kırmızılar ateşi ve beyaz da havayı simgeliyordu. Hipodromun merkezinde bulunan dikilitaş güneşin simgesi olarak görülürdü ve çevresinde tur atan arabalar, güneşin çevresinde dönen yeryüzü ile dört mevsimi ve doğanın yenilenişini sembolize ederleri. Az kazanan beyaz ve kırmızı takımların, mavi ve yeşil takımlara katılmasıyla yarışların anlamı da değişti. 

Mavi ve Yeşil rekabetinde, kulüp olgusundan çok farklı olarak, takımlar siyasi bir parti halini almıştı. Maviler siyasal anlamda saray eşrafına daha yakındı. Büyük toprak sahipleri ve aristokratlardan daha çok destek gören Maviler, bir taraftan da devletin dini ideolojisi olan, Ortodoksluğu savunuyorlardı. Yeşiller ise halkın takımıydı, ticaret ve üretim alanında bulunan kişiler bu takımın taraftarlarıydı. Loncalar ve esnafın finanse ettiği Yeşiller, bazıları tarafından sapkın bulunan dinsel eğilimleri de destekliyordu. 

Bir Mavi veya Yeşil taraftarı ilk bakışta ayırt edilebilirdi. Kılık ve kıyafetleri, hatta saç şekilleri ile birbirinden ayrılan bu gruplar farklı bir moda yaratmışlardı. 

Hayat görüşleri, ekonomik durumları ve hatta dini inançları bile birbirinden farklı bu iki grup arasında sürtüşme ve kavgalar kaçınılmazdı.

Yenilen takım taraftarları, yarışın adil olmadığını savunurlardı. Pek haksız da sayılmazlardı. Mavilerin saraya yakın tutumu ve resmi ideolojiyi sahiplenmeleri, İmparatorluk Locasında en çok sempati beslenen takım olmasının da nedeniydi.

Yarışlar bittikten sonra kazananlar tören düzenine göre ödüllerini alırlardı. En sonunda İmparator, kendisine tezahürat yapan galiplere taç giydirdi.

Çok eski zamanlardan beri yapılan yarışlar, artık eskisi kadar sık yapılmıyordu. Kutlamaların heyecanı da eskisinden çok daha sönüktü.

Yinede yarışta aynı duyguları yaşamışlar, kıyasıya yarışan takımları izlemişlerdi. Bu güzel günün ardından Kharon, peşinden dikkatlice yürüyerek takip ettiği Minokta’nın evine geceyi birlikte geçirmek üzere gitti.

Bu defa Kharon, ona başka bir teklifte bulundu,

“Seni ve senin dişiliğini yansıtacak olan resimler yapmak istiyorum. Belki bunları mozaik yapacağımız yerlere eğer istenirse fresk olarak da yapmayı düşünüyorum.”

 Minokta hemen cevap vermedi, sustu ve sonra,

“Buna izin verebilmemin tek şartı var, asla beyaz rengi kullanmayacaksın.”

“Bunu istemediğini mi söylüyorsun yani?”

“Ben böyle bir şey söylemiyorum, sadece beyaz renk olmayacak diyorum.”

“Sende biliyorsun ki böyle bir şey mümkün değil. İstediğin rengi elde edebilmenin tek yolu beyazın olması.”

“Eğer başka bir yolunu bulursan ne ala, ona diyecek bir sözüm yok ama şimdilik beyaz boya kullanmadan resimlerimi yapabilirsin.”

“Bunun nasıl olacağını mutlaka bulacağım. İnşaat ustalığından, mozaiğe giden yolu nasıl bulduysam şimdide resimlerde, fresklerde sanatı bulacağım.”

“Sen iyi bir sanatçısın Kharon, senin ruhun sanatçı.”

“Eğer böyle görüyorsan, senin sayende bunu hissediyorum. Beni atölyeden dışarı çıkartacak olan sensin. Seni tanımasaydım bütün ömrümü orada geçirebilirdim.”

“Mozaiklerin, fresklerin üzerindeki adı görecekler ve merak edecekler, kimdir bu Minokta, kimdir bu Kharon diyecekler ve işte biz o zaman hayat bulacağız.”

Kharon, Minokta’nın bedenini ve dişiliğinin tüm kıvrımlarındaki çizgilerini o gece yeniden hissetti, her dokunuşunda fresklerdeki, mozaiklerdeki Minokta’yı yeniden yarattı.

Kharon, izleyeceği yolda Minokta’nın yeteneklerini ve ne kadar etkin olduğunu biliyordu. O sadece bir sanatçı değil aynı zamanda yeteneklerini, kadını hapseden kalıpları hem sanatsal boyutta hem de bir kadın olarak yıkmak için kullanacağını varsayıyordu.

Kharon’da, bu uğraşın bir parçası olarak kendi yeteneklerini kullanarak neler yapabileceğini düşünmek ve kendi yolunu çizebilmek adına ara sıra gittiği surların dışındaki yerine gitti. Burası kentin hayli uzağında ıssız bir yerde, denizle karayı birleştiren kayaların gerisinde kalan surların dibinde, mağara benzeri korunaklı bir oyuktu. Kharon buraya gelir, kayalara vuran dalgaların sesini dinleyerek düşüncelere dalar, içinden çıkamadığı hallere çözüm arardı.

Buraya gelirken, yanında bir testi şarap getirmeyi de asla unutmazdı. Uygun zamanlarda geceleri bile kalırdı. Burası onun sığınağıydı, şimdiyse yalnız kalmayı değil, Minokta’yla paylaşmayı istiyordu.

Buraya geldiği zamanlarda kullanmak için bıraktığı mumlardan birisini yakıp, titrek ışığında yanında getirdiği şarap testisini bitirene kadar gece boyunca oturdu. Gece sessizliğinde Minokta’yı hayal etti. Onun çıplak bedenini resmettiğini düşündü. Bu resimleriyle kadını hapsedildiği yerden çıkararak, ahlaki bir dönüşüm sağlamanın başlangıcına da öncülük mü edecekti, yoksa kadını iyice değersizleştirecek miydi?

Gördükleriyse hiçte öyle değildi, her ne kadar bu zamanlarda heykel pek revaçta olan bir sanat olmasa da, eskilerden kalma çıplak kadın heykelleri kadını yüceltiyor, onu kusursuz bedeniyle ölümsüzleştiriyordu. O halde bunu hayata geçirebilmenin yolları da olmalıydı.

Bunu arayıp bulmak için uğraş vermeli, nasıl yapıyorlar sırrını anlamalıydı. Geceyi geçirdiği küçük mağaranın ağzından dolan, yeni günün ilk ışıklarıyla gözlerini açan Kharon, artık bu sırrın peşinden koşabilirdi.

Tanıdığı fresk ustalarını düşündü, çalışmaların yeniden hayat bulduğu kiliselere giderek onları bulmak ve boyları nasıl yapıyorlar, renkleri nasıl elde ediyorlar öğrenmek istiyordu. Minokta’yı bu şekilde ikna edebilir, freskle bezeyeceği yerlerde onu ancak böyle canlandırabilirdi.

Peşpeşe gelen yer sarsıntıları ve kentin gördüğü büyük hasarlar pek çok yapının elden geçmesini gerektiriyordu. Yeni ustaların elinden doğan farklı bir sanatın, süsleme ve gösterişi ile yeni bir duygu hissettirdiğini ve yeni bir canlılık ve insancıllık barındırarak şimdiye kadar yapılanlardan tamamen ayrıldığı bu zamanda, yeni resim sanatındaki figürler daha kişisel ve daha bireysel, sahneler daha parlak ve daha çarpıcıydı. Detaylarda tam olarak zevkli ve hoş olan yeni bir ilgi göze çarpmaktaydı. Renklerin daha canlı ve çeşitli, sahnelerin dinamik, bireysel figürlerin yer aldığı canlı ve etkileyici mozaikler ile freskler, bu dönem sanatındaki canlanışı temsil etmeleri açısından önemliydi.

Kharon’un, çalıştığı atölyede yapılan işler baş yönetici Patriyarkos’un denetimindeydi ve tüm siparişler onun izni ve beğenisiyle kentte yaşanan manastır ortamına uygun olmalıydı. Oysa değişmeye başlayan ve yaşamın din dışında da sürdüğünü görebilen yeni bir anlayışın kabul edilmesi gerekiyordu.

Pek çok karmaşık duygu ve düşünce içerisindeki Kharon, şimdi bunların tümünü düğümlenen bir sicim gibi sabırla çözecekti.

Kentte süren imar çalışmaları büyük bir şantiye havasında değildi, daha çok eski kiliselerin tamiri ve onlara küçük şapeller eklemek veya kiliselerin çevresinde çok revaçta olan manastır hayatının gereklerini yerine getirecek inşaatlar yapmak şekildeydi. Yeni kiliseler ve manastırların yapımları içinse uygun alanların düzenlemesi yapılıyordu.

Pek çok ustanın marifetiyle yürütülen faaliyetlerde eski freskler yenileniyor, bir kısmı da farklı bir biçimde yapılıyordu. Yenilerinde ise bir derinlik hissi verecek düzeni ve renkleri kullanma eğilimi vardı. Yeni ve canlı renklerin kullanımı artmıştı. Bir mozaik ustası olarak yaptığı geometrik motiflerde de renk değişimi kendini gösteriyor, çok renkli ve hareketli yüzeyler ışık altında adeta canlanan bir nitelik kazanıyordu.

İstediği etkiyi uyandıracak yeni ve parlak renkleri cam tesseralar aracılığıyla elde ediyordu. Atölyede gelişen yapım tekniklerinde kullanılan malzemenin tamamı başka yerlerden getiriliyordu. Bu güne kadar hiç düşünmediği, bu malzemelerin yapım tekniğiydi.

Geçeceği yeni alanda ise kullanacağı malzemeyi elde edeceği yerleri arayıp bulmak zorundaydı. Belki de kendisi imal etmeliydi. Mozaik için fazla zorlanacak olmasa da, fresk yapımı için ve en önemlisi Minokta’yı resmedebilmek üzere kullanacağı boyalarda zehir olmamasıydı.

Bu malzemeleri elde edeceği yerleri aramak ve bulmak için çalışmaların sürdüğü yerlere giderek oradaki ustalardan bilgi toplayacaktı.

Bu amacı doğrultusunda ilk önce atölyenin yakınındaki Khora Manastırında başlamış olan yenileme çalışmalarını yapan ustaların yanına giderek, onlara kendini tanıtıp ne yapmak istediğini anlattı. Zaten çalıştığı atölyenin adını verince oradaki ustalarla hemen anlaştılar. İşlerin başında olduğu anlaşılan Mennipos, Kahron’u yaptığı işlerinden hemen tanımıştı.

Mennipos kendisine yakınlık göstermiş, bilgisini paylaşmaktan kaçınmamıştı. Fresk yapımını ve yapım aşamalarını günlerce izleyen Kharon yeni bilgiler edinmişti. Onun esas öğrenmek istediğiyse renklerin nasıl elde edildiği bilgisiydi ancak Mennipos sırrını ele vermek istemiyordu. Yinede çok önemli bir bilgiyi öğrenmişti. Çinko üstübeci ile elde edilen beyaz renk bütün tekniklerde kullanılabilirdi. Peki, bu zehirsiz boya nasıl imal edilirdi?

Kharon’un sıkıntısını çok iyi anlayan Mennipos,

“Beyaz renk sanatın ışığıdır. Işık olmadan da sanat olmaz. Senin derdini biliyorum, mozaikte tesseraları öyle bir dizersin ki, karşıdan bakan ışıkta boğulur. Oysa fresklerde aynı ışığı görebilmek çok zordur. Bunu yaratabilmek ise renklerin büyüsündedir. İşte ustanın, ustalığı da buradan ileri gelir. Hiçbir ustada, ustalığının sırrını kimseyle paylaşmaz.”

“Mennipos, seni tanımak büyük bir onur. Elbette sırrını kimseyle paylaşmak istemezsin, o zaman bana başka bir iyilik yap ve kullandığın boyalardan benim içinde yap. Senin iyi bir alıcın olurum.”

“Kharon sana bu boyalardan veremem, bunlar benim renklerim, sarılar, maviler, kırmızlar ve diğerleri. Ama sana yapabileceğim bir iyilik var. Beyaz her yerde var ve satan ustalarda tanıyorum. Nereye gidersen her yerde aynı beyazı bulabilirsin mademki bana kadar gelmişsin, bende sana yalnızca beyaz renkten verebilirim.”

“O halde el sıkışalım Mennipos usta.”

Kharon çok sevinmişti, şimdi utkusunu Minokta’ya açıklamak için sabırsızlanıyordu fakat diğer renkleri ne yapacaktı? İşin sırrına sahip olamamıştı ama en azından beyaz rengi nereden bulacağını öğrenmişti. Şimdi diğerlerini de bulabileceği yerleri aramalıydı.

Kentin yaşadığı onca çileden sonra, harap olan yapılar hızla elden geçirilerek eski günlerindeki şaşası ve güzelliğini yeniden kazanması için çalışmalar sürüyordu. Kharon buralarda giderek yapılanları izleyip istediği sonuca ulaşabilmeyi umuyordu. Böylelikle gittiği yerlerdeki fresk ustalarından yeni bir şeylerde öğrenme fırsatı bulacaktı.

Kentin en azametli yapısı olan Azize Sofia Kilisesi’de bunca zamana dayanmasını bilmişti. Belki önceleri de benzerleriyle karşılaşmıştı ama son yer sarsıntılarından hayli etkilenmişti. Burada da yoğun bir çalışma sürüyordu.

Kharon, Kiliseye geldiğinde karıncalar gibi çalışmakta olan insanları gördü. Mermer ustaları, taş ustaları, malzeme taşıyanlar, içeri girenler, dışarı çıkanlar, hareket halindeki bir sürü insanın arasında dikkatini çeken bir işçinin yanına giden Kharon,

“Sen, elinde taşıdığın kapları nereye götürüyorsun?”

“İçeride çalışan fresk ustalarına götürüyorum.”

“Ne götürüyorsun peki onlara?”

“Kapların içinde boya var.”

“Nerden getiriyorsun bu boyaları?”

“İleride duran bir araba var, oradan almamı söylediler.”

“Hangisiymiş o araba? Bana da göstersene.”

 “İşte şurada duran, duvarın dibindeki araba.”

Kharon galiba aradığını bulmuştu. Bunun, Kutsal Kilisenin bir ihsanı olduğunu düşündü.

Hemen arabanın yanına gitti ve eğilerek arabanın arkasında duran boya kaplarını çıkarmaya çalışan adama seslendi,

“Hey sen, arabacı”

Arabacı doğrulup Kharon’a baktı,

“Ne istiyorsun?”

“Arabada taşıdığın kapları nereden getiriyorsun?”

“Batıdaki surların, Harisius kapısına yakın bir yerdeki boya imalathanesinden,”

“Oranın bir adı var mı?”

“Bilmiyorum ama yalnız o bulunur civarda. Gidersen sana gösterirler.”

“Peki arabacı, sen işine bak.”

Birkaç gündür atölyeye uğramayan Kharon, zaman geçirmeden atölyenin yolunu tuttu. Daha sonra arabacının söylediği yere gidebilirdi.

Minokta’ya ise her şeyi ayarladıktan sonra gidecekti.

Atölyedeki işlerde birikmişti, gittiği zaman Triton usta kendisini arıyordu. Yeni bir sipariş vardı ve hayli çalışmasını gerektirecekti. Atölyeyi artık bir ayak bağı gibi görüyordu, aklı fikri kendi adına alacağı siparişlerdeydi. Bunca işin altından nasıl kalkacaktı o da bilmiyordu ama bir yolunu bulacaktı elbette. Birkaç parçaya bölünecekti, bu iş önünü açacak, ona ve Minokta’ya haklı bir ün sağlayacağı gibi çıkacakları yolunda ilk adımı olacaktı.    

Atölyede biriken işlerini birkaç gün içerisinde toparlayan Kharon, artık boya imalathanesine gidebilirdi.

Erkenden yola çıkan Kharon, yürüyerek kenti çepeçevre saran surların Harisius kapısına vardı, etrafta çok fazla insan yoktu, kapı önünde nöbet tutan askerlerin yanına giderek onlardan boyahanenin nerede olduğunu öğrendi.

Etrafına bakarak yürüyen Kharon boyahaneyi bularak kapısını çaldı. Kapı arkasından gelen bir ses,

“Kimdir o?”

“Ben, Patriyarkos’un atölyesinden bir mozaik ustasıyım, adım Kharon.”

Açılan kapının ardından görülen kendi yaşlarındaki bir adam, Kharon’u içeri aldı,

“Gir bakalım içeri Kharon, burayı nereden buldun?”

“Azize Sofia Kilisesine, buradan boya getirildiğini öğrenerek geldim.”

“Güzel, peki sen niye geldin buralara kadar?”

“Bende, senin boyalarından almak istiyorum.”

“Boya sattığımı da nereden çıkardın?”

“Bilmiyorum, bende sormaya geldim zaten, satıyor musun bari?”

“Büyük usta Patriyarkos’u bilirim, orada bizim boyalardan kullanılmaz. Sen, ne için satın almak istiyorsun?”

“Ben kendi adıma yapacağım işler için istiyorum.”

“İyide sen mozaik ustasısın, boya ile ne işin olacakmış?”

“Ben mozaik yapmak için değil, fresk yapmak için satın almak istiyorum.”

“Ooo, bak bu güzel işte. Mozaikçiler, fresk işiyle pek ilgilenmezlerde.”

“Yeni bir merak diyelim, sen ne diyeceksin bakalım? Hala bir şey söylemedin de…”

“Pekâlâ, sana istediğin boyalardan vereceğim. Yalnız şunu bil; sana vereceklerimle Kutsal Kilise’de kullanılan boyalar aynı olmayacaktır. Orada kullanılan boyalar ustaların isteğine göre hazırlanıyor. Sana ise, kendi bildiğim şekilde yaptığım boyalardan vereceğim.”

“Tamam, zaten bende illa aynısı olsunlar demiyorum.”

“O halde anlaştık, ne zamana istiyorsun? Öyle hazırda yok, belli bir süresi var yapacağımızın, önceden söylersin ne kadar ve hangi renk olacağını, sonra elinin parmakları kadar güneş doğup, battığında tekrar gelecek ve boyaları alacaksın. Oldu mu?”

“Bu iş oldu. Sana isteğimi önceden bildireceğim ve sonra gelip alacağım. Ama adını bile bilmiyorum daha.”

“Adım, Philonides’tir benim. Boyacı Philonides.”

“Haydi uzat elini Philonides, el sıkışalım şimdi seninle.”

“Seni sevdim Kharon, vaktin varsa sana şarap ikram edeyim.”

“Vaktim varda, içmek için henüz erken sayılmaz mı?”

“Olsun her vakit şarap içilebilir, gel gidip içelim şimdi.”

“Yalnız ben öyle çabuk durmam.”

“Bak işte, şimdi seni daha da çok sevdim.”

Philonides, Kharon’la birlikte boyahanenin yakınında, Thraki bölgesinin üzümlerinden yapılan şarapların satıldığı yere giderek bir masaya oturdular.

Kendileri için bir testi alıp, kadehleri peş peşe yuvarlamaya başladılar, karşılıklı konuşup büyülübağların şarabından içtiler, ta ki sarhoş oluncaya kadar.

“Haydi, bir kadeh daha Kharon.”

“Koy bakalım bir tane daha. Ne kadarda lezizmiş buranın şarabı, içtikçe içesi geliyor insanın.”

“Büyülübağların şarapları her daim içilirde, şimdi sen söyle bakalım nereden merak saldın bu fresk işine?”

“Sende bilirsin Philonides, bir mozaikçi aynı zamanda resim yapan bir ustadır da, aradaki fark ise mozaikte renkli tessera, resimde ise boya lazımdır. Patriyarkos’un atölyesinde üretilen mozaiklerin hiçbirinde canlı figürü bulunmaz, onların tamamı desenli mozaiklerdir. Oysa ben canlıları, insanı, hayvanı, çiçeği resmetmeyi, bunun içinde atölyenin dışında iş yapmayı istiyorum. Mozaik çok pahallıdır, fresk isteyenlerin sayısı daha fazla ve daha çok müşterisi vardır.”

“Söylediğin gibi olsun ama resim bir tutkudur ve insan bu tutkuların esiri olmadan kolay kolay resim yapmayı istemez. Sen bakma o kiliselerdeki fresklere, ben onları yapanların yanında, ne uçuklarını gördüm. Bu kadar çok içiyorsan belli ki seninde tutkuların vardır. Günün birinde belki onu da söylersin.”

“Sen, yalnızca boya değil felsefede yapıyorsun Philonides.”

“Yok canım o kadarda değil. Ben yalnızca iyi bir dinleyiciyimdir. Anlatırsan dinlerim seni, niye geldik biz bu meyhaneye kadar, bir düşün bakalım?”

“Bir müşteriden öte, bir dostummuş gibi davranıyorsun bana.”

“Bütün sanatçılar dostumdur benim. Ben onlara boya veririm, onlarda resim yaparlar, iki dost gibi birbirimizi tamamlarız.”

“İyice sarhoş olduk galiba, benim yolum uzun Philonides, daha geri döneceğim. Ayakta durabilirken kalkalım.”

“Tamam, kalkalım. Nasıl olsa tekrar geleceksin.”

“Nasılda biliyorsun! Elbette geleceğim, senin gibi iyi bir dinleyiciyi bulmuşken…”

Kharon, içtikleri şarabın sarhoşluğuyla yolda sendeleyerek yürürken kafasındaki düşünceler endişe veriyordu. Philonides’le yeni tanışmıştı, ona ne kadar güvenebilirdi? Ona içini açmalı, Minokta’dan söz etmeli miydi?

Birden durdu ve yolunu değiştirerek Minokta’nın evine doğru yürümeye başladı. Hep gece karanlığında gitmişti, kimseler görmesin, dedikodu olmasın diye. Artık yeter, görürlerse görsünler, kim ne derse desin, umurunda bile değildi. Minokta’ya âşık olmuştu bir kere, aşk insana her şeyi yaptırırdı.

Sarhoşluğun verdiği cesaretle Minokta’nın kapısının önünde dikildi, sanki “Görün işte ben geldim. Bir yabancı Minokta’nın kapısını çalıyor, ne yapacaksınız?” bakalım der gibiydi.

Minokta karşısında Kharon’u görünce şaşırdı, sonra arkasından şöyle bir etrafa bakındı gururla, işte erkeğim geldi diye geçirdi içinden. Korku duymanın bir nedeni kalmamıştı, en azından bağnaz kafalardaki düşünceleri yıkmaya buradan başlamalıydı. Kapı önünde ayakta durmakta zorlanan Kharon’nun içeri girmesine yardımcı oldu.

“Sen sarhoşsun Kharon.”

“Evet, sarhoşum, ne olmuş yani?”

“Haydi anlat bakalım bana, neler oldu da, sarhoş olana kadar içtin?”

“Çok güzel şeyler oldu Minokta, çok güzel. Resim yapmamın önüne koyduğun engeli nasıl kaldıracağının yolunu buldum ve sen buna hayır diyemeyeceksin. Zehri olmayan boyaları buldum. Nereden mi buldum diye soracaksan sorma, asla söylemem.”

“Bende sormam o halde ama soracağım başka bir şey var, bu boyaların zehirsiz olduğuna ne kadar güvenebilirsin?”

“Sana güvendiğim kadar Minokta, senin sanatına ne kadar güven duyuyorsam işte o kadar güveniyorum.”

“İkna kabiliyetine hayranlık duymamak mümkün değil Kharon.”

 Kharon, Minokta’nın ellerini tuttu,

“Senin her şeyine aşığım, aşkın ve tutkunun ne demek olduğunu bütün insanların anlamasını istiyorum. Philonides, tutkunun esiri olmadan resim yapılamaz diyordu, bende senin esirin oldum Minokta.”

“O halde bilmeni isterim ki, yapacağın resimlerdeki kadına saygı gösterilirse, o saygı resmin kahramanı olan kadına aktarılır. Bu da kadınının, tahakküme karşı güç kazanmasına ve daha çok saygı duyulmasına neden olacak bir sembol olacaktır.”

“Yapacağım resimler, ikonalara olduğundan farklı bir şekilde saygı duyulmasını sağlayarak, kadını aşağılayan, kötülüklerin anası olmaktan, insanları kadın düşmanlığından kurtaracak olan birer simge haline gelecektir.”

“Çok güzel Kharon, bu gün ve bu günden sonra hep yanımda kal. Birlikte, yalnız olduğumuzdan daha güzel şeyler yapabiliriz.”

“Bunu istiyor musun Minokta?”

“Senin ne zaman cesaret edipte kapımı gündüz çalacağın zamanı bekliyordum. Bunun için sarhoş olman gerekeceğini düşünmüyordum doğrusu, olsun şarap tüm erkeklerin cesaretini arttırır, resim yaparken de aynı cesareti göstermelisin.” 

“Sen güçlü bir kadınsın Minokta, dik durmayı, ezilmemeyi biliyorsun, esas cesur olan sensin, eğer bu evin kapısından içeri girebiliyorsam, bu senin gücün ve cesaretin sayesindedir. Ben, tek başıma bunu yapsaydım, zorbalık olurdu. Doğru sana âşık oldum ama bu bana her şeyi yapabilme özgürlüğü verir miydi?”

“Zorbalık ile gücü karıştırmamak gerekir. Zorbalık sert bir rüzgâra benzer, her şeyi önüne katıp götürür ama yağan yağmur onu durdurur. Eğer kararında yağmazsa sel olur ve önüne geleni sürükler. Fazla güçlü olmak tehlikelidir, insanı sarhoş eder. İşte zorbalık ile güç bu yüzden birbirine karışır.”

“Şimdi gözlerimin önünde öyle şeyler canlanıyor ki, hepsini birden yapmak istiyorum. İlk öncede, âşık olduğum kadınla Mese üzerindeki kuyumculara giderek, birbirimize olan aidiyeti herkese ilan edecek yüzüklerden almak istiyorum.”

“Kharon, sen iyice sarhoşsun, yarın kendine gelince konuşuruz bunu.”

“Hadi o zaman, bizde yatağa girelim. Sevişelim ve ayılalım.”

“Benim değil Kharon, senin ayılman gerek.”

“Bu lafları ederken sarhoş olduğumu düşünmeni istemiyorum. Eğer bunu istiyorsam sarhoşlukla değil, gerçekten istediğimden söylüyorum. Sen mucizeler yaratan bir azize gibisin Minokta, varlığınla önümdeki engelleri aşmama yardım ediyorsun.”

“Bu kadarda büyütme Kharon, engelleri aşmak için kendi çaban olmasaydı hiçbir mucize bunu yapamazdı.”

 “İçimdeki ateşi yakan sensin ama…”

“Ben sadece küçük bir kıvılcım oldum, henüz katedecek çok yolumuz var.”

“Evet, yola çıkalım artık Minokta. Birlikte yürümeye başlayalım.”

Kharon’un gösterdiği kararlılıkla yaşamları aynı noktada birleşmişti. Böyle yapmakla kendini ve Minokta’yı birer savaşçıya dönüştürmüştü. Görünmeyen ama varlığı her yerde ve her an hissedilen, kapkara bulutların toplandığı gökyüzüne benzer, manevi değerler denilen o ağır havaya karşı isyan eden savaşçılardı artık onlar. Kharon’un kalkanı ikon tahtası, mızrağıda boya fırçasıydı.

Atölyede de eskisi gibi istekli değildi, mozaik yapımına devam ediyordu ama esas kovaladığı, kendi hesabına alacağı bir işti. Uzun ve yorucu çalışmalar yapmıyor, bütün hevesini Minokta’nın yanında onun resimlerini yaparken alıyordu.

Geceler boyunca Minokta’yı parşömenler üzerine çiziyordu. Her bir resim çok iyiydi ama aradığı bir türlü ortaya çıkmıyordu, hep eksik kalan bir yan oluyordu. Bir anlam taşısın, görenlere bir şeyler söylesin istiyordu.

Minokta da onu izliyor, sabırla karşısında duruyor, hiçbir isteğini geri çevirmiyordu. Çıplak bedeniyle gece boyunca durabiliyordu.  

Minokta’yı resmetmek için uğraşan Kharon, soğukta hareketsizce duran modeline, bedenine sarması için sokağa çıkarken kullandığı kalın yünden yapılma örtüsünü verdi. Ne olduysa işte o an oldu. İyice üşümüş olan Minokta örtüyü bedenine sarıp çıplaklığını kapatmaya çalıştı. Bir çocuğun doğması için uzun süre bekledikten sonra en büyük mucize nasıl ortaya çıkıyorsa, Kharon’da bu görüntü karşısında füzen tutan elinin kontrolsüz bir şekilde hareket ederek çizdiği resme bakıyordu.

Ayakta duran kadın soğukta iyice üşümüştü, başına ve çıplak bedenine sardığı kalın örtü bedenini ancak beline kadar sarabilmişti, belden aşağısı ise çıplaktı. Bir eliyle açılmaması için örtüyü sıkıca tutmaya çalışıyordu. Gözleri yarı aralık bir halde yere bakıyor, soğuğa teslimiyetini çaresizce ifade ediyor, ancak yinede teslim olmamak için direniyordu.

Çıplaklığını örtmeye çalışarak, onu görünmez hale getirmeye çalışan düşüncelere direnen bir kadının resminden çıkacak olan anlamı, resme bakan gözler seçebilecekti.

Kharon yaptığı resmi Minokta’ya gösterdi. Minokta hareketsizliğini bozarak kollarını Kharon’un boynuna doladı ve kulağına fısıldayarak onu yatağa götürmesini istedi.

Minokta’yı kucaklayan Kharon onu yatağa taşıdı ve kendiside yanına uzandı. İkisi de hayli yorulmuştu. Şimdi keyiflice derin bir uykuya dalabilirlerdi.

Kharon, beyaz boya isteğinde bulunmak üzere önce Mennipos’a sonrada Philonides’e gitme zamanının geldiğine karar verdi. Oraya gitmenin iyi yanları da vardı, Philonides’le şarap içmek güzel olduğu kadar, onunla konuşmakta ayrı bir tat veriyordu.

Mennipos, beyaz boya almak istediğini söyleyen Kharon’dan oldukça yüksek bir fiyat istedi. Hiç pazarlık yapmadan Mennipos’a istediği parayı peşinen vererek hazırlayacağı boyayı almak için ne zaman geleceğini öğrenen Kharon, birde ikon tahtaları yapan marangozlar ile keresteci loncalarının bulunduğu Blaherna tarafına gitti. Yapacağı resim için kafasında oluşturduğu ölçü neredeyse bir insan boyutunda olmasıydı. Şunu biliyordu ki mozaikler gibi boyutlar büyüdükçe, bunu gören gözlerde uyandıracağı duyguların daha etkili olacağıydı. O halde tahtanın boyutlarını da büyük tutmalıydı ama yan yana getireceği daha küçük parçaları da birleştirerek istediği boyuta uygun bir alan elde edebilirdi.

Şimdilik bu isteğinden vazgeçerek marangozun elindeki hazır ikon tahtalarından birkaç tane almaya karar verdi. Küçük düşünmemek lazımdı ama nede olsa bu bir başlangıçtı.

Bugün geç olmuştu, Philonides’e gitmeyi ertesi güne bıraktı.

Koltuğunun altında zorla taşıyabildiği ikon tahtalarıyla yürüyerek eve kadar gelen Kharon, Minokta’yı çok üzgün buldu. Gözlerinden akan yaşlar henüz kurumamıştı, ikon tahtalarını yere bırakarak Minokta’yı kendine doğru çekti,  başını geniş göğsüne dayayarak, saçlarını okşamaya başladı. Kötü bir şeyler olduğunu sezdi.

Bir süre öylece kaldılar, Minokta başını kaldırdı ve bir adım geri çekilerek;

“Beni bu halimle görmeni istemezdim, belki de tam zamanında geldin. Söyleyeceklerim hiç hoşuna gitmeyeceğini biliyorum ama bunu seninde bilmen gerek.”

“Seni bu kadar üzen şeyin ne olduğunu bilmek sanırım benimde hakkım.”

“Bu gün dışarı çıktığın zaman arkadaşım Leania geldi ve hakkımızda çıkan dedikodulardan söz etti, zaten beklediğimiz şeylerdi bunlar ama hak etmediğimiz bu lafları işitince doğrusu çok üzüldüm. Bir çocuk gibi ağlamaya başladım.”

“Leania’nın söylediklerini tahmin edebiliyorum ama hiç üzülme, gözyaşlarına yazık. İstediklerini söylesinler, bunlara karşı dik durmak için birlikte değil miyiz? Bu kafalar, insan yaşamını baskı altında tutarak varlıklarını tehdit ettiğini düşündükleri her şeyin farkındadırlar, yarattıkları taassup ile insanların kutsallarını bir silah gibi onlara doğrultarak kullanmakta ne kadar maharet sahibi olduklarını bilmiyor musun? Zulüm ve haksızlıktan bunca haz duyanların karşısında direnmek ve teslim olmamak üzere resimlerimizi ve mozaiklerimizi yapmayacak mıyız?”

“Bu kafaların ne kadar korkunç zifiri bir karanlık içinde olduklarını görmek üzdü beni. Hayâsız kadınların ve sefih erkeklerin burada yer bulamayacaklarını Leania’nın ağzından işitince, karşısında kendimi tutamayıp ağlamaya başladım, kustukları zehir adeta gözyaşı olup gözlerimden boşaldı. Bu kadar saldırgan bir tutuma karşı kadınlığımın şerefini korumak için artık bütün arzum ve azmimle çalışacağımı bilmeni istiyorum; bundan sonra ne bir gözyaşı ne de bir korku belirtisi görmeyeceksin.”

“Haydi sil gözyaşlarını, artık işe koyulma zamanıdır. Aldığım ikon tahtalarını bodrum kata taşımakla başlayalım.”

Yapacağın resimler için mi kullanacaksın bu tahtaları, hani fresk yapmak istiyordun?”

“Onların daha görünür olacağını biliyorum, bunları birer ön çalışma, birer taslak gibi düşün, aynı zamanda biraz daha ikonsal.”

“Bir Madonna betimlemesi gibi sanki.”

“Kutsallığı yansıtan bir betimlemenin ötesinde, isyan eden melekleri anımsatacak; irade sahibi bir varlığın, irade sahibi olduğu için isyan edebildiğini anlatan ikonsal resimler.”

Kharon, kuyumcular çarşısına gitmenin tam zamanı geldiğini Minokta’ya söylediği anda; mavi gözlerindeki insanın iradesini alt üst eden bakışları, ıstırap çeken bir kadının, mukaddes ışığın aydınlattığı dudaklarında tebessüm olup, kanat çırpan kelebekler gibi uçuşmaya başladığını gördü.

Philonides’ten önce, yaptıracağı savaklı gümüş yüzüklerin siparişini vermek üzere kuyumcular çarşısına gitti. Kilisenin yönettiği evliliğin, dosdoğru kalbe uzanan yüzüklerini takacakları parmakları, bir aidiyetin nişanesi olacak; karşılarında birer cehennem zebanisi kesilen zalimlerin karanlığından, taassubundan, bağnazlığından onları koruyacaktı. 

Yüzükleri almak için tekrar dönmek üzere çarşıdan ayrılan Kharon, Philonides’in kapısını çalana kadar yürüdü.

Karşısında, Kharon’u gören Philonides;

“Hoş geldin, bende çalışıyordum. Tam zamanında geldin, seninle oturup biraz dinlenirim.”

“Bende epeyi bir yol yürüdüm, seninle yine şarap içmeye gidelim, yalnız şarabın değil, seninle karşılıklı konuşmanın da tadı damağımda kaldı.”

“Nasıl, istersen Kharon, seni geri çevirecek değilim ya.”

“Yalnız gitmeden önce aklım başımdayken isteğim olan boyaları sana söyleyim de…”

“Hangi renkleri istersin söyle bakalım?”

“Sarı, mavi ve kırmızıdan birer libre istiyorum.”

“Bu kadar mı? Ne yapacaksın bu kadar az boyayı? Aldığına değsin bari.”

“Bende bilirim Philonides az olduğunu ama bunları evde resim yaparken kullanacağım. Esas isteğimi fresk yapmak için söyleyeceğim, henüz fresk konusunda benden bir talepte bulunan olmadı.”

“O zaman sana biraz daha resme uygun olan boyalardan hazırlayım. Hem resimde kullanılan temperalar daha ucuz olur.”

“Bu işin ustası sensin, dediğin gibi olsun.”

“Hadi o zaman, şarap içmeye gidebiliriz artık.”

“Philonides, içtiğimiz şarap, yaşadığımız şu emsalsiz kent insana hayat, yaşama sevinci, neşe ve güzellik duygusu veriyor, oysa kara bulutların gökyüzünde toplanarak, fırtına olup eseceği, yağmur olup yağacağı zamanlarda insanın ruhu da en az onun kadar kararıyor.”

“Anlaşılan, seninde içini karartan bir şeyler olmuş.”

“Evet Philonides, evet hem de fazlasıyla. Kadını, günahın öncüsü sayan bir inanış benim içimi karartıyor, ruhumu daraltıyor.”

“Bilmez misin ki; bir kişinin yaptıklarının değerli görülüp görülmemesini kadın ya da erkek olması belirler. Erkeğin her yaptığı, değerli bulunur, kadının yaptıklarıysa değerli görülmez. Aynı şeyleri yapsalar bile, yalnızca erkekler yaptıklarıyla onurlandırılır.”

“Ben buna dayanamıyorum; bunun tek suçlusu, Âdem’den ayrılan Havva mıdır? Havva, eğer Âdem’den ayrılmasa, ölüm varlık kazanmayacaktı. Bu yüzden tekrar bir araya gelirlerse ölümde yok olacaktır. Tıpkı Âdem gibi, Havva’da ayrılık nedeniyle ölümle tanışmıştı. Mesih bu ayrılığı ortadan kaldıracak, kadın evlenerek kocasıyla bütünleşecek, evlilikte bunu sağladığı için artık ayrılmayacaklardır. Böylece kadının kurtuluşu, erkeğinkiyle birlikte olacaktır. Erkeğin kadına, kadının da erkeğe ihtiyacı vardır. Biri olmadan diğerinin kendi başına kurtulması imkânsızdır.”

“Sen böyle mi görüyorsun? Âdem’in kusuru, Havva’nın peşinden gitmiş olmasıdır. Kadınların bu durumunun asıl sorumlusu Havva’dır. Eğer Havva hakikate bağlı kalsa, Tanrıya itaatten ayrılmasa, erkeğe bağımlı kalmayacak, onun eşiti olacaktı. Kadın ancak cennette ölümsüz hayatı elde ettiğinde eşitliği kazanacaktır. Yeryüzündeki kurtuluş, onların durumlarına bir değişiklik getirmeyecektir.”

“Ben tıpkı Âdem gibi, kanmadan kandırılmadan iyinin ve doğrunun farkında olarak itaatsizlik yapıyorsam, Havva’da ayrılmak istemediğim için yapıyorum. Havva’nın tek başına cennetin dışında kalmaması için ona iyilik yapıyorum ve sahip çıkıyorum.”

“Dikkatli ol Kharon, bu düşüncelerinle etrafındaki tehlikeli taassubun, eline düşebilirsin.”

 “Philonides, işte biz buna sanatımızla karşı çıkmak ve kara düşüncelere ışık tutabilmek, kadını kapalı başıyla yere bakarak yürümekten kurtarmak adına hiçbir şeyden korkmadan hareket edeceğiz.”

“Her şeyi göze aldığını söylüyorsun da, bu ayrık düşüncelerini Kilise cezalandıracak olursa?”

“Dışarıda yürürken görüyorum da, her erkeğin kadına bakışı aynı değildir. Kimisi kadına kindar ve korkunç bir nefretle bakıyor, kimisi onları görmüyor bile. Eğer yolda yürüyen başka kadınlarda varsa kendilerinden biri olduğunu görerek, hemcinslerine çiçek açan bir ağaca bakarcasına hoşnutlukla bakıyorlardı. İşte umudum bunlardır. Küçük bir kıvılcımdan, yangın olur. Bende bir kıvılcım olup yanmayı göze alıyorum.”

“Söylediklerinle, kutsallığın değerlerine saldıracak bir cesareti taşımaktasın. Cesaretinde, tutkuların kadar derin anlaşılan.”

“Öyle Philonides, bir kadın tanıdım ve bütün yaşamım değişti. Onun yanında, onunla birlikte olmak en büyük tutkum oldu. Ne yazık ki kadınlara böylesine bağlanmayı kaldıramayan ve onları kötülüğün kaynağı görenlere karşı söylenecek çok şeyin olduğuna inanıyorum. Ama onlar çoğunlukta ve şimdi bütün suçlamalarının okları bizi hedef almakta. Ben, bütün cesaretimle saldırmayı göze alıyorum da kadınımı koruyabilmek adına, onunda başını yakmadan bu işi nasıl sürdürebilirim onu bilemiyorum işte.”

“Benden yardım mı istiyorsun? Öyleyse söyleyeceğimi yabana atma; insanların kutsallarına doğrudan saldırma, birinin yüzüne karşı küfür edersen suçlu olursun, eğer senden istediği şeyleri duyarsa, sen haklı olursun. Çatışmakla değil, uzlaşmakla yoluna devam edebileceğini kabul et.”

 “Kendi aklımca dikkatleri daha çok çekmemek için nişanlanmaya karar verdim, buna ne diyeceksin?”

“İşte bunun için içilir, haydi bakalım kaldır kadehini. En doğrusunu düşünmüşsün hiç vakit kaybetme, nişanlı bir kadının yanında ve onunla birlikte olmanın hoş görülmeyecek bir yanı yoktur.”

“Yalnız bu nişan, Kilise nişanı olmayacak, birer yüzük takarak nişanlanacağız.”

“Olsun bu insanlar sadece yüzüğü görmek isterler. Nasıl bilirsen öyle yap, kimsenin inancını sorgulayacak halim yok, yeter ki onlara görmek istediklerini göster.”

5. Bölüm

Kharon, sipariş ettiği yüzükleri almak üzere kuyumcular çarşına Minokta ile birlikte giderek onunla aynı anda yaşayacakları mutluluğu görmek istedi. Onları sonsuza kadar birleştirecek olan yüzüklerin yarattığı kutsallığın kalkanıyla bütün saldırıların önüne geçecek ve görmek istediklerini, kem gözlerine sokacaktı.

Evdeki Maria Ana ikonu önünde diz çökerek, yanan kandilin ışığında yalvarıyorlardı;

“Ey Rab, Yüce Tanrımız, gerçeği miras edindikleri ve vaatlerini de tarafından seçilmiş hizmetkârlarına gönderen sen, Kharon ile Minokta’ya bak, onların nişanını imanda, fikir birliğinde, gerçekte ve sevgide mühürle.

Ey Rab, bu yüzüklerin takılmasını göksel kutsamanla kutsa ve senin meleğin tüm hayatları boyunca bu hizmetkârlarının önünde olsun.”

Duaları bitirip, yüzükleri parmaklarına taktıkları anda birden Maria Ana’nın kımıldandığını gördüler. Bu, belli ki kurtuluşun müjdesiydi. Bunun için hala dizlerinin üzerinde, gözlerini resme dikerek ümitle bakmışlar, Maria’nin başındaki haleden çıkan ışık içlerine dolmuştu.

Bu anın huşusu ile aydınlanan yaşamlarında görülmeyeni, görebilme yetisiyle tüm kısıtlamalara rağmen, egemen ideolojiye baş kaldıran sanatçıların tarafında bulunmanın zorluğunu yeneceklerdi.

Mimarlıkta kubbeli kiliseyi, tasvir sanatında Hıristiyan sanatının temelini oluşturan biçemi yaratanların yanında, mozaik panoları duvar bezemesinde ve opus sectile ile avlularda, banyolarda ve yemek odalarındaki mozaiklerde, ikonasal resimlerde yaratarak aşacaklardı.

Minokta, kendisi için söylenen onca haksız ve aşağılayıcı sözden zalimce haz duyanların, zifos kusan ağızlarını kapatmak üzere, arkadaşı Leania’nın yanına gitti.

“Sevgili Leania, şu parmağımdaki yüzüğe bir bak ve onlara de ki; Minokta’nın taktığı yüzükte Tanrı’nın kutsamasını gördüm. Kendi başlarına başarmalarının mümkün olmadığı tarzda tek bir ruh ve beden olmalarını, bu dünyada başlayan sevginin ölümde sona ermeyip, Tanrı’nın katında mükemmel bir şekilde amacına ulaşıp devam etmesi için Kutsal Ruhun verildiğini gördüm.”

“Seni itham edenlere yazıklar olsun, kimler sana gözyaşı döktürdülerse onlara ayrıca şunu da diyeceğim; bu genç kıza söylediklerinizden utanın, görün ki o iffetli, dürüst ve namuslu bir insandır ve her şeye kara çalmaktan vazgeçin.”

 “Onlar saldırmaktan hiç vazgeçmezler. Bir ihtirasın cinnetiyle toplanan kudretleri, birden bire infilak ederek din ve ahlak adına birer cehennem zebanisi kesilirler. Şunu bilsinler ki; hesabını veremeyecekleri hiçbir lafı etmesinler.”

“Onlar senin kim olduğunu bilmezler ama senin direncini ve kararlılığını görecek, sanatını tanıyacaklardır. Senin arkadaşın olmaktan gurur duyuyorum Minokta.”

“Bundan sonra hep güzel günlerde birlikte olalım Leania.”

Kharon, Mennipos ile Philonides’ten aldığı boyalarla çalışmaya başlamış evdeki atölyede yaptığı taslağı şimdi gerçek bir resme dönüştürmek için kolları sıvamıştı. “Kış” adını verdiği ilk tablosunu kusursuzca boyamış ve Minokta’nın beğenisine bırakmıştı.

Modellik yaptığı bu tabloyu, Kharon boyarken izlemiş ve resmin dikkatli gözlerden kaçmayacak bir tarafına yerleştirdiği M ve X harflerini hemen fark etmişti. Görenlerin ‘Bin on’ sayısı olarak algılayacağı bu harflerin, aslında Minokta’nın M’si le Kharon’un Kh’si olduğunu bilecekti.

Diğerlerinden ayrılmaları ve tanınmaları için kendiside yapacağı mozaiklerde aynı imgeyi kullanacaktı. Bu şekilde tanınan ve bilinen mozaikler ile resimlerde kendine güvenen ve cinsiyetinden gurur duyan kadınları göreceklerdi. Her ne kadar anonimliğin dünyada verilmiş övgünün yerine geçeceğine inanmaları dolayısıyla sanatçı isimlerinin gizli tutulması onurlandırılsa da, kadınların cinsiyetlerinden çekinmeden bilinmelerini isteyen eserlerin gerçek sahipleri olacaklardı.

Kharon, yeni eserleri için taslaklar yaparak fikirler oluşturmaya çalışıyordu. Aynı şekilde Minokta’da yapacağı mozaikler için taslak çizimler yapıyordu. İmparator Valens’ten kalan yasalarla korunmakta olan ev ve açık alan atölyelerinde aynı şekilde çalışma yapan sanatkârlara sıkça rastlanırdı. Bunların dışında sanat öğrenilen başka bir okulda olmadığından, pek çoğunun kişisel sanat stilinden çok daha güçlü olduğu dini mekânlardaki eserlerde sanatkârların kişisel özellikleri diğerinden ayrılmalarını zorlaştırdığını bildiklerinden, kendi stillerini yaratabilmek için çoğunlukla evlerdeki atölyeler kullanılırdı.

Minokta’nın taslakları yaratıcılığını öne çıkarırken, Kharon esin kaynağı bulmakta onun kadar şanslı değildi. Bu birazda, geçmişte kaba, dağınık ve kirli inşaat alanlarında gelişen kişiliğinden kaynaklanıyordu. Minokta’da bunu biliyordu, ancak ona fark ettirmeyecek bir şekilde ufkunu açmak ve yeni esin kaynakları yaratabilecek şekilde, babasının da incelikle yaptığı gibi mitolojik öyküler ile efsaneler anlatarak oluşturmaya çalışıyordu.

Gecenin ve karanlığın iyice derinleştiği anlarda, soluk kandil ışığı altında, Minokta’nın anlattığı öyküler, Kharon’un yüreğini aydınlatıyor ve yapacağı resimlerin esin kaynağı oluyordu.

Geriye kalansa, gözlerinin önünde beliren sahneyi resmetmekti. 

Minokta, rahatça uzandığı bir biklinium üzerinden Persesus’un öyküsünü anlatıyordu Kharon’a;

“Akrisios, kızı Danae’yi yeni doğan Perseus’la birlikte bir sandığa koyarak denize atar. Ana-oğul, Zeus’un yardımlarıyla Seriphos adasına çıkarlar. Onları sahilde kral Polydektes’in kardeşi Diktys bulur. Aradan zaman geçer, Perseus büyür. Fakat kral Polydektes, Danae’ye tutulur ve bir ayak bağı saydığı Perseus’u ortadan kaldırmak için, ona, gidip Gorgo Medusa’nın başını getirmesini buyurur. Böylece çetin bir iş karşısında cesareti kırılan Perseus’a Hermes ve Athena görünerek, kendisine yardım edeceklerini söylerler.

Bu iki tanrının da öğüdüne uyan Perseus, önce üç ihtiyar kadın Graialar’a gider. Bu kadınların sırayla ve ortaklaşa kullandıkları tek gözleriyle tek dişleri vardır. Aynı zamanda Perseus’un bu çetin işi başarmasını sağlayacak üç vazgeçilmez şeyi saklayan Nymphalara nasıl gidildiğini bilmektedirler. Perseus Graiaların tek gözü ve tek dişlerini almayı becerir ve kendisine yol göstermeleri koşuluyla geri verir.

Perseus, Nymphaları bulur ve onlardan üç vazgeçilmez şeyi alır, ilki kanatlı sandallar, ikincisi Hades’in insanı görünmez kılan miğferi ve üçüncüsü Kibisis adı verilen büyülü torbadır. Ayrıca Hermes elmastan bir kılıç, Athena ise tunçtan bir kalkan hediye eder.

Kanatlı sandallarla havalanan Perseus, Okeanos kıyısına doğru yola çıkar. Orada üç Gorgo’yu uyurken bulur, saçları yılan, yaban domuzu dişli, tunç elli, altın kanatlı bu yaratıklar, baktıkları kimseleri taşa çevirirlerdi. Bu üç kız kardeş içinden yalnızca Medusa ölümlüydü. Perseus, Medusa’ya bakmamak için Athena’ın kalkanından gördüğü yansımayla Medusa’ya geri geri yaklaşır.  Böylece Hermes’in kılıcıyla uyuyan Medusa’nın başını keser. Akan kanlardan Khrysaor ile Pefasos doğar. Perseus, Gorgo Medusa’nın kesik başını heybesine yerleştirip uçarak ayrılır oradan. Bu arada uyanan iki kız kardeş Gorgolar onu izlemeye koyulurlar ama Hades’in başlığı onu görünmez kıldığından yakalayamazlar.

Perseus, birçok ülkeyi geçtikten sonra Erythra’ya varır. Buranın Kralı Kepheus’un karısı Kassiepeia, güzelliğiyle çok övünerek Hera’ya meydan okuduğundan, Hera’da, bu kendini çok beğenmiş kadını cezalandırmak üzere Poseidon’dan yardım ister. Deniz tanrısı Poseidon, önüne gelen her şeyi parçalayan bir ejderi Erythra’ya gönderir. Erythra’lı biliciler bu dertten kurtulmanın tek çaresi olarak, Kassiepeia’nın kızı Andromeda’nın ejdere yem edilmesini söylerler. Böylece Andromeda bir kayaya zincirlenerek ejdere yem edilir.

Tam bu sırada oradan geçmekte olan Perseus, kayaya bağlı kızı görür görmez âşık olur. Kızı çözer ve ejderi de elmas kılıcıyla öldürür. Ancak Andromeda bir başkasıyla sözlüdür. Perseus’u öldürmek isteyen Andromeda’nın sözlüsü bir pusu kurar fakat Perseus, Medusa’nın başını göstererek adamı taş yapar.

Perseus, Andromeda’yı da yanına alarak Seriphos’a döner. Bu dönüş Danae içinde bir kurtuluş olur, çünkü Polydektes, Danae’yi rahat bırakmamakta, onunla zorla evlenmek istemektedir. Perseus, Medusa’nın başını gösterek Polydektes’i ve arkadaşlarını taşa çevirir. Sonra iyi yürekli Diktys’i kral yapar. Kanatlı sandalları, torbayı, kendisini görünmez kılan başlığı Hermes’e, Medusa’nın başını da Athena’ya verdikten sonra annesi Danae ve Andromeda ile Argod’a gider.

Dedesi Akristos ise, Danae’den olacak torununun kendisini öldüreceği konusunda bilicinin söylediği kehanetten korktuğu için, Teselya’daki Larissa Kenti’ne kaçar. Ne var ki insan yazgısından hiçbir zaman kurtulamaz. Perseus’da, Larissa’ya bir spor yarışmasına katılmak üzere gider ve attığı diskle, istemeyerek dedesini öldürür. Perseus, bunun üzerine tahtından vazgeçer. Persesus’un oğullarından Amphitryon, Alkaios’un; Alkmene, Elektryon’un; Euroypstheus ise Sthenelos’un çocuklarıdır.

Kharon, huşu ile dinlediği öykülerin canlandırdığı hayal gücüyle, yapacağı resmin taslağını unutmamak için alelacele bir parşömene çizerdi. Mozaik atölyesinde, gündüzleri inançlı bir Hıristiyan, geceleri ise evde çok tanrılı bir Pagan gibi iki ayrı insanmışçasına davranmak onu birazda korkutuyordu. İkonsal resimlerde çoktanrılı inancı çağrıştıracak şekilde tasvirler yapmak ne anlam ifade ederdi. Kilise bu resimlere nasıl bakar, nasıl yorumlardı?

Oysa geometrik desenli mozaiklere, hiçbir inançta ve kültürde karşı çıkılmaz aksine, beğeniyle karşılanırdı. Şimdiyse düştüğü ikilem içerisinde bir yandan kadının ve kadınlığın görünürlüğünü ortaya çıkartmanın, diğer yandan kilise tarafından dini sapkınlıkla yorumlanabilmesinin zorluğu ile korkusunu yaşamaktaydı.

Duygu ve düşüncelerini Minokta’ya açmak istiyor ancak oluşturdukları fikir ve yaşam birliği içerisinde ikisinin de aynı koşullarda mücadele edeceğini biliyordu. Bu durumda bir başka kişinin görüşlerine başvurması gerekiyordu ve en uygun kişi olarak da Philonides geliyordu aklına.

Korktuğu ve pek dillendirmek istemediği düşüncelerini açmak için Philonides’e giden Kharon, önceden de yaptıkları gibi şarap eşliğinde konuşuyorlardı;

“Philonides bu kez senin yanına gelmemin sebebi yapacağım ikonsal resimlere ilham kaynağı olacak mitolojik öykülerdeki sahnelerin yaratacağı etkinin, kilise tarafından nasıl değerlendirileceği düşüncesidir. Bilirsin ki mitoloji çok tanrılı inanışa aittir. Sen böyle bir resmi görsen ne dersin? Bu resmi yapanın cezalandırılmasını, resmin de yakılmasını mı istersin?”

“Ey Kharon, senin adın bile mitolojiden gelir. Yer altı ülkesinin kayıkçısı Kharon, şu içtiğimiz şaraba bir bak ve ne olduğunu bir kez daha anla. İsa Mesih son akşam yemeğinde eline ekmek aldı, şükran duasını yapıp ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. <<Alın, yiyin>> dedi, <<bu benim bedenimdir.>> Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek, <<Hepiniz bundan için çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır.>> Size doğrusunu söyleyeyim, insanoğlunun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz. Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda.

Khora’da yaratan, kutsal, sonsuz, mükemmel ve güçlü olan Tanrı’ya geliriz. Bu koşul, mozaiklerdeki ekmek ve şarap temasında gizlidir. Bunu görür ve biliriz, oysa ben bu sözleri başka bir yerden daha anımsıyorum. Tanrı Mitra da böyle demişti: <<Benim bedenimden yemeyecek kanımdan içmeyecek ve böylece benimle bir olmayacak kişi, kurtulamayacak kişidir!>>

Hıristiyanlığa sızan imgecilik aslında çok tanrılı inancın içindedir. Bu imgeler ve imgelerin kutsallıklarını anlatan öykülerimizin benzer oluşları da bunun bir kanıtı değil midir?

Korku duymana gerek yok Kharon, Hıristiyanlığın ilk zamanlarında da farklı görüşler yayılmasın diye felsefi kitaplar yok edilmiş ve yasaklanmıştı, çok yakın bir geçmişte de, Latin köpeklerin sefil yaşamlarından sonra kenti terk etmeleriyle, dinsel simgeli resimlere ve esas anlamıyla inancımıza karşı durulması anlayışı da kenti terk edip gitti.”

“Her zamanki gibi güzel şeyler söylersin Philonides, boyalarında sözlerin kadar güzeldir. Şimdi yüreğime su serpildi, bana verdiğin bu cesaretle resimlerimi korkmadan boyamaya devam edeceğim.”

Kharon, içtiği şarabın ve Philonides’in de yüreklendirmesiyle Minokta’dan duyduğu Perseus’un öyküsünü, ikon tahtası üzerine geçirerek boyamaya başladı.

Ayakta duramayacak kadar yorgun düştüğünde ise resmi bitirmişti, karşısına geçip şöyle bir baktı;

Bir üçgenin tepe konumuna yerleştirdiği Perseus, ayağında kanatlı sandalları, başında onu görünmez kılan miğferi, bir elinde elmas kılıcı, diğer elinde ise taşıdığı Medusa başıyla uçmakta. Üçgenin sol alt köşesinde, denizde yüzen korkunç ejder. Üçgenin sağ alt köşesinde ise kayalara zincirlenmiş, korku dolu gözleriyle yer alan güzeller güzeli Andromeda’nın, parçalanmış giysileri altından görülen yarı çıplak bedeninden oluşan tablo ile, arka kısmı dolduran kara bulutların arasından sızan güneş ışıkları resmi tamamlıyordu.

Minokta resme baktığında, kendisini aynı savaşım, aynı mücadelenin içinde gördü. Kharon’la da gurur duydu, o da aynı tabloda yer alıyor ve bir ejder kadar korkutucu olan skolastik düşüncelere karşı savaşım veriyordu.

Ancak Kharon kadar, kendisini de endişelendiren, konusunu doğrudan mitolojiden alan resimlerin kilisenin tepkilerini üzerlerine çekebileceğiydi. Bunu aşmanın yolunu Kharon’u incitmeden yapmak istediğinden, yeni öykülerini kutsal kişiliklere yönelik olarak anlatarak deneyecekti.

Kharon’un ne kadar yorulduğunu biliyordu. Böyle yapmakla, onun yaşadığı ikilemlerini rahatlatmış olacak aynı zamanda gelecek tepkilerin yönünü de değiştirmiş olacaktı.  En azından dinsizlikle suçlanmayacak, yalnızca görselliğin ortaya çıkardığı aykırılık cezalandırılmak istenecekti.

Minokta, anlattığı öykülerin Kharon’un resimlerine yansıyarak görsel bir şekle dönüşmesinden büyük haz alıyordu. Bakalım yeni anlatacağı öykü nasıl bir resme dönüşecekti. Aynı hazzı, babasının kendisine anlattığı öykülerin resme dönüşmesinden aldığı günler aklına geldi.

 Minokta bu kez, Antiokheia’lı Ayia Marina’nın öyküsünü anlatıyordu;

“Antiokhei’lı Pagan bir rahibin kızı olan Marina, bakıcısı tarafından Hıristiyan olarak yetiştirilir. Antiokheia valisi bu genç ve güzel kızı görünce evlenmeye karar verir, ancak Marina kendisini İsa’ya adadığından bu teklifi reddeder. Azizeyi kararından döndürmek isteyen vali genç kıza çeşitli işkenceler yapsa da Marina kararlıdır. Bunun üzerine zindana atılır. Şeytan ateş saçan bir ejderha biçiminde genç kıza görünerek onu korkutur. Dizleri üstüne çöken Marina göğsünde taşıdığı haçı çıkarır. Ejderha kızı yutar ancak Marina’nın elinde taşıdığı haç ejderhanın gövdesini ikiye bölecek kadar büyür, yaralanmadan kurtulan genç kızın cesareti ve kararlığını görenler bundan çok etkilenerek Hıristiyan olurlar. Buna bir son vermek isteyen Antiokheia valisi kızın idam edilmesini ister. Marina asılacağı yere götürülürken, doğum sancısı çeken kadınların, kendisinin ejderhanın bedeninden kurtulduğu gibi acısız biçimde doğurmaları için dua eder. Bu nedenle hamile kadınların, günahsız yere suçlanan insanların koruyucu azizesi olur.”

Kharon, Ayia Marina’yı kutsallık içeren figür halinde, ikona benzeri bir biçimde resmetti. Tek göğsünü açıkta bırakacak şekilde beyaz ipek giysisi omuzlarından dökülen kadın, dağınık saçları ile oturduğu yerden anlam dolu gözlerle bakmakta, İncil ve büyükçe bir haçı kucağında duran ellerinde tutmaktadır.

Minokta’nın tamda görmek istediği gibi olmuştur resim. Günahsız yere suçlanarak asılan bir kadının kutsiyetini gözler önüne seren resim, kilise tarafından da beğeniyle karşılanacaktır.

Kharon’u incitmeden istediği sonuca ulaşan Minokta, kutsal kişilikler ve mitoloji kaynaklı öyküleriyle her seferinde bambaşka tablolara ilham vererek, Kharon’un geometrik desenli mozaiklerden iyice uzaklaşmasını sağlamıştı. Üstelik ondaki yeteneğin gelişmesine de yol açmıştı.

Kharon ise kendi yaratıcılığını takdir etmekten çok, başarısını Minokta’ya bağlamasının, sanat içinde kadına fahişelikle eş tutulan modellikten öteye geçmesinin dahi tartışılmadığı bir zamanda yer almasının üzüntüsünü duyuyordu.

Estetiğin sadece nesnesi konumuna indirgenen kadının, insan kimliği, benliği sinsice parçalanmakta, çünkü kadına etkin ve özerk bir özne olma hakkı -az sayıda ayrıcalıklı kadın dışında- tanınmıyor. Bu inançta kadını simgeleyen, temsil eden olması çok güç görünüyor, çünkü kendisi bir simge. Simgeleme yetkesi, nesneleri adlandırma/tanımlama yetkesi geleneksel olarak erkeğin elinde olunca, kadın da simgelenen bir nesneye dönüşüyor. Baskın inanışın özündeki bu edilgin simge, etkin simgeleyen ayrımı, eşitsizliğin, baskının ve iktidarın önemli bir ideolojik desteği oluyor. Sanatçıyı etkin ve erkek özne, kadını ise onun edilgin yaratısı olarak gören yaygın inanç, bu ikilemin başka bir ifadesi olan kadın-erkek ayrımına dayanmakta. Buna göre kadın, Havva’nın günahından sorumlu; aldananda Âdem olmadığı için, kadın aldanıp suç işlediğinden, erkek ölümsüz simgeler yaratırken kadına da yalnızca ölümlü bedenler yaratmak düşüyor.

Kadının yaşamdan sonsuza dek dışlanmak istendiği bu yapı içinde, kadın sanatçı da, “kadınca” işlerin ve olguların dünyasını anlatmak ya da sanat dünyasında kabul görebilmek adına, kurallarını erkeklerin koyduğu oyuna, erkek gibi katılmak zorunda kalmakta. Salt bu nedenle bile, erkeklerin dünyasında kadınlar, uzun süre ya suskun kalmış ya da yalnızca kendileri için belirlenen alanlarda üretebilmişler. Güzel sanatların herhangi bir dalıyla uğraşan ve bu alanlarda başat eserler veren kadınların sayılarının az oluşu, hep bir suçmuş, ya da onun başını örtmesi ve saçını uzatmasının bir kanıtıymış gibi kadının önüne koyulmakta. Ama kimse onlardan, susturulmuşluklarının, ömür boyu boyun eğmelerinin, bastırılmışlıklarının nedenlerini ortaya koymalarını beklemez ve özne/ben olmaya çalışırken ne gibi bedeller ödediklerini sormaz. Zaten, en azından  “kadınca” eserler ortaya koymanın bedeli de ciddiye alınmamak, küçümsenmek ve toplumdan “tecrit” edilmek oluyor ne yazık ki!

Kharon, bu güne kadar kendine hiç dert etmediği, hatta farkında bile olmadan yaptığı mozaiklerin ustalığı sayesinde kendi dünyasında sessizce işini görmekteydi. Yaptığı işlerde, bir sanatçı sorumluğu ile yaşamı anlamlandırma, dönüştürme gibi kendisine dert edeceği bir yan yoktu. Atölye, yalnızca izlediği ve kalıplarını belirlediği şekilde, merkezileşme ve kurallara bağlı kalma çizgisinde teolojik bir bakışla iş yapılmasına izin veriyordu. Atölyenin dışındaki yaşamda ise efsane kahramanların, mevsimlerin ve erdemlerin simgelendiği çeşitli figürler, av sahnelerinin yer aldığı tablolar yapılmaktaydı.

Ne olduysa Minokta ile tanıştığı günden sonra oldu. Yeni bir dünya ve yeni bir anlayış uğruna kendisine, kadının ve kadınlığın suçluluktan kurtulmasını ve başka kadınların da bunu görmelerini dert etti.

Kadına yönelik kin ve nefret dolu olan; “İyi ki bir hayvan olarak doğmadım, iyi ki bir kadın değil bir erkek olarak doğdum ve iyi ki bir barbar olarak değil bir Yunanlı olarak doğdum.” Sözlerinden sonra, değiştirmeye uğraşacağı dünyanın ne olduğunu daha iyi kavradı.

Bir şeyleri değiştirebilir ve o değişiklik, küçük bir damla olup, diğerleriyle yağmur olabilirdi.

Dertsiz, tasasız ve sorumsuz bir biçimde sürdüğü yaşamı, Minokta ile anlam kazanmış; ipek böceği, kelebeğe dönüşmüştü.

Kharon, yolunu bulmuş ve peş peşe resimlerini yapar olmuştu. Her bir diğerinden daha anlamlı ve daha çarpıcıydı.

“Terk edilmiş Psyche” resmiyle; bedeni üzerindeki örtünün omuzlarından dökülerek ayakucunda toplanmış, koluyla göğsünü kapamaya çalışan kadının terk edilmişliği ile yalnızlığını; “Helene ve Klytaimestra” resminde yan yana ve birbirlerine sarılmış halde ayakta duran, Troia savaşının komutanı Agamemnon’un karısı ile Troia savaşına neden olan kız kardeşi ve dünyanın en güzel kadını Helene vardır.

Kharon, bunların benzeri, mitoloji kaynaklı ve kutsal kişilikler ile kutsal temalı resimlerde, kadını görünür kılarak, görünmezliğini yok etmek, onun sesini duyurmak ve erkeğe itaate mecbur bırakan zihniyetin karşısına dikilmek için gece gündüz hiç durmadan çalışıp çabalıyordu.

Atölyedeki işlerini fazlasıyla boşlamıştı. Ancak biliyordu ki, orası ileride yapacakları için bir basamaktı. Atölye olmadan, işi sürdüremezdi. Şöyle güzel bir imkân doğsa da, bir başlangıç yapabilseydi.

Vakit kaybetmeden, Azize Sofia Kilisesine giderek, beklentisinin gerçekleşmesi inancıyla diz çöküp, ellerini gökyüzüne açtı ve dua etmeye başladı.

“Tanrım, lütfet bana, sevgin uğruna; sil isyanlarımı, sınırsız merhametinle.

İnsan yardımına muhtaç etme beni. Ey kutsal Maria, sen kabul et bu evladının yakarışlarını, çünkü sıkıntıdayım. Senden başka tesellim yok, insanların umudu ve yardımcısı, yalvarışlarımı hor görme ve bana yardım et.

Sana sığınanlar asla utanarak geri dönmez. Her iyilik dileyen senden bir hediye alır. Önümde açacağın yolda cehaletin karanlığından uzaklaşıp, sanatımla gerçeğin ışığına yürüyeyim, şu ellerimin amelini reddetme, senin merhametin ebedidir. Şimdi ve her zaman ve sonsuzluklar boyunca, Âmin.”