6. Bölüm

Kharon atölyeye gittiğinde sanki her an yepyeni bir sipariş gelecekmiş gibi hissediyordu. Usanç içinde tesseraları dizerken, elindeki işi bırakıp hayale dalıyordu.

Syria’lı zengin bir ipek tüccarının eşi için yaptırdığı; ortası avlulu, pencereleri avluya bakan, duvarların alt kesimleri mermer, üst kesimleri sıvalı ve boyalı olan, bahçesinde sürekli akan çeşmesiyle, duvarlarında freskleri ve mozaikleriyle gösterişli, Domus tarzı bir evin inşaatında Minokta’yla birlikte çalışıyorlardı.

Minokta mozaikleri, kendiside freskleri yapıyor ve Syria’lı zengin tüccarın beğenisine sunuyorlardı. Yaptıklarını hayranlıkla karşılıyor ve onları yüksek bir ücretle ödüllendiriyordu.

Hayalini kurdukları günün birinde gerçekleşecekti nasıl olsa, şimdi elindeki işi biran önce bitirip teslim etmesi gerekiyordu. Büyük bir gayretle mozaik panoyu tamamladı, şöyle geçip karşısına baktı ama zerre kadar tat alamadı, nerede o yarattığı freskler, nerede bu geometrik desenli pano. Bir türlü eskisi gibi olmuyordu, o arada yanına gelen ve mozaiklerin hazırlık harç katmanları ile tesselatum katmanını yapan, üstü başı harca bulanmış yardımcı usta Nikolaos’a yakınan Kharon, ona da sorar;

“Nikolaos, yaptığın şu kirli işten hiç sıkılmadın mı?”

“Üzerine dökülmüş harca bakarak; ne yaparsın Kharon, bundan kurtulmak kolay mı? Sen nasıl tesseraları dizmekten kurtulamıyorsun, bende bundan. Bundan anlar, bunu yapar, yaşayıp gideriz işte.”

“Ben başka işlerde yapmak istiyorum Nikolaos, bildiğim kadarıyla senin atölye dışında da yaptığın işler var. Bazı zengin evlere gidip oralarda da çalışıyormuşsun.”

“Kharon, ben işimi hiç aksatmadım değil mi? Hem bunun için Patriyarkos’tan izin aldım.”

“Amacım, işleri aksattığını söylemek hatta seni uyarmak değil. Bana da böyle işler bulabilir misin diye sormak?”

“O zaman başka. Birkaç gün içinde gideceğim bir yer var, istersen beraber gidip konuşalım, belki senin içinde bir fırsat çıkar.”

“Çok iyi Nikolaos, senden haber bekliyor olacağım.”

Kharon’un üzerindeki bıkkınlık bir anda kalkmış, içi sevinçle dolmuştu. Duaları gerçekleşir miydi? Henüz erkendi, gidecekler, konuşacaklar olur mu, olmaz mı göreceklerdi. Ya sonrası, sonrasında Minokta’ya haberi verecek, sevinçten bulutların üzerine çıkacaklar, iki koca balığın üzerine binmiş, yan yana uçuyor olacaklardı.

Minokta’ya bir sürpriz hazırlamak için bu haberi ona söylemedi ama ona;

“Minokta, geçen gece bir rüya gördüm ama sana söz etmedim, şimdi aklıma geldi. Gökyüzünde, iki koca balığın sırtına binmiş yan yana uçuyorduk, bu sence ne anlama gelir?”

“Bu rüyayı gören çok kazançlı ve bol gelirli bir işe girer. Her yönden feraha erer, güvenilir ve ahlaklı arkadaşlara kavuşur, arzu ve isteklerin yerine gelmesine ve hiç ummadığı yerden gelecek güzel haberler duymasına işaret eder.”

“Öyleyse bu rüya bize de bir işarettir.”

Kharon daha fazla bir şey söylemedi. Sürpriz bozulsun istemiyordu, belki hiçbir şey olmayacaktı. Zor bir durumda kalarak, umudunun kırılmasını da istemiyordu.

Minokta, sezgileri kuvvetli bir insandı. Kahron’un bu sözleri boşuna etmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Bu konuyu kapatıp, yeni yapacağı mozaikler için hazırladığı taslakları Kharon’a gösterdi.

Atölyeye gitmek için yeniden istek gelmişti. Nikolaos, büyük bir beklenti yaratmış, bütün umudunu ona bağlamıştı. Atölyeden içeri girdiği her gün, Nikolaos’un, hadi hazırlan görüşmeye gidiyoruz demesini bekliyordu.

Atölyede zamanın yine geçmek bilmediği o gün, Nikolaos kapıdan içeri kafasını uzatıp Kharon’a, yarın burada olacaksın değil mi diye sordu.

“Nikolaos, başka nerede olacağım ki?”

“Yarın atölyeden çıkınca seninle, çarşıda dükkânı olan Kallinikos adlı zengin bir tüccara gideceğiz.”

“Ne diyeceğimi bilemiyorum. Sen olmasan ne yapardım, sen çok yaşa Nikolaos.”

“Boş ver şimdi bunları, işimize bakalım biz. Dediğim gibi, gidip öğrenelim bakalım ne istiyormuş bu Kallinikos?”

Kharon o gece hiç uyuyamadı, yatakta huzursuzca dönüp durdu. Sonra güzel rüyalara daldı. Uyandığı zaman, kendisini sanki çok tanınmış bir sanatçıymış gibi hissetti.

O gün Nikolaos gelinceye kadar atölyede zaman geçmek bilmedi. Sonunda beklediği an geldi ve Nikolaos, kapıdan kafasını uzatarak hazırsan gidelim Kharon dedi.

“Sabahtan beri hazırım Nikolaos, nasıl zaman geçireceğim bilemedim. Odaya hapsedilmiş gibiydim. Bütün gün hiçbir şey yapamadım.”

“Onun için böylesin demek ki, ne zaman yanına gelsem işten başka bir şey görmez, dönüp bakmazdın bile.”

“Bilmez misin Nikolaos, hep bir şeylerin yetişmesi lazımdır. Bizimde hiç zamanımız olmaz nedense. Tembellik mi ediyoruz, yoksa çok iş kaldırıyoruz da farkında mı değiliz?”

“Bundan böyle artık kendimiz için iş yapacağız Kharon. Seninle iyi işler çıkartacağız. Bak göreceksin bizde zengin olacağız.”

“Ben zengin olmaktan çok, tanınan bir sanatçı olmak istiyorum. Yaptığım işlerle bilinmek istiyorum.”

“Bak şu dediği şeye, bu güne kadar atölyede bunca emek verdin de ne oldu. Parayı cebine koyan Patriyarkos, sen çalış dur. Hem kim tanıyor seni, evet iyi ustasın, yaptığın işler her zaman beğenilir ve takdir görür ama hepsi bu, değil mi?”

“Orası öyle, ben yinede zenginlik peşinde koşmuyorum.”

“Senin bileceğin iş Kharon, sen nasıl istersen öyle yaparsın ama işleri bırak ben kotarayım. Sen para konuşma hiç, sonra biz seninle anlaşırız nasıl olsa.”

“Peki Nikolaos, bundan böyle para işleri senin.”

“Hah şöyle, hadi çıkalım da fazla bekletmeden Kallinikos’un yanına gidelim artık.”

“Ne iş yaparmış bu Kallinikos?”

“Çarşıda zahire ticaret yapar Kharon, bilmez misin? Toplayacağı paradan, biriktireceği zahireden başka hiçbir şey düşünmez.”

“Nereden bileyim ben, çarşı pazar işlerini Minokta yapar.”

“İyi işte tanışırsın. Bu zengin takımını tanıyacaksın Kharon, her zaman faydası olur sana.”

“Bize bir iş versin de görelim bakalım faydasını.”

“Merak etme biz bu işi beceririz Kharon, sen yanımda dur yeter.”

Kharon ve Nikolaos, Kallinikos’un her yeri çuvallar ve toprak küplerle dolu olan dükkânına girerek kendilerini tanıttılar;

“Saygıdeğer Kallinikos, bizler görüşmek istediğiniz mozaik ustalarıyız. Benim adım Nikolaos ve buda arkadaşım Kharon, hizmetinizde ve emrinizdeyiz.”

“Demek değerli dostum Patriyarkos’un gönderdiği ustalar sizlerisiniz. Pek bir methetti doğrusu atölyenizde yapılan işleri, bende sevgili eşim Myrtion’un istediği süslemeli yaptırmaya karar verdim. Zevk ve beğeni ona aittir. Ben sadece parasını vereceğim, ne yapılmasına, nasıl yapılmasına karar verecek olan odur. Eğer anlaşırsak gidip Myrtion’dan isteklerini öğrenirsiniz.”

“Aman saygıdeğer efendim, sizinle hiç pazarlık yapacak kadar densizlik eder miyiz?”

“Pekâlâ, o zaman size tam on tane hyperpyron altını vereceğim, anlaştık mı?”

“Elbette pek saygıdeğer Kallinikos, emrinizdeyiz.”

“Güzel, o zaman sevgili eşim Myrtion’a gidin ve isteklerini öğrenin. Bundan sonra muhatabınız odur, evimin yerini de Patriyarkos bilir. Paranın yarısını Myrtion ile anlaştıktan sonra, yarısını da işinizi bitirince vereceğim.”

“Elbette saygıdeğer Kallinikos, yarın gideriz kıymetli eşiniz Myrtion’a ve isteklerini öğreniriz efendim.”

“İyi, o zaman işinizin başına dönebilirsiniz. Benimde yapacak pek çok şeyim vardır.”

“İzninizle saygın Kallinikos.”

Nikolaos ile Kharon, gerisin geriye dükkândan çıkarlarken, Kallinikos elinin tersiye hadi hadi biran önce uzaklaşın buradan der gibiydi. Ama ikisinin de yüzleri gülüyordu, Kallinikos umduklarından çok daha fazlasını veriyordu. Geriye de eşini ikna etmekten başka bir şey kalmıyordu.

“Ne dersin Kharon, biz bu işi de beceririz değil mi?”

“Sen bu işlerinde ustası olmuşsun be Nikolaos! Sayende dünyanın parasını kazanacağız baksana, altından girip, üstünden çıkar onu da ikna ederiz.”

“Ben bunları bilirim, Kharon hepsi birbirinin aynıdır. Kocalarının parasıyla sidik yarıştırıp dururlar. Ben daha zenginim, benim daha çok param var diye birbirlerine gösteriş yapmaktan başka işleri yoktur.”

“Daha ne düşünüyorsun o zaman, bizde gidip onun istediği gibi, zenginliğini daha çok sergileyeceği şeyleri veririz. Hem benim birde gizli silahım var bunun için.”

“Neymiş o, pek meraklandım doğrusu?”

“Kadınlar, hemcinslerini hem çok kıskanırlar hem de onları dinlerler. Hep bir akıl verenleri, kendilerine örnek aldıkları bir kadın vardır. Benimde gizli silahım nişanlım Minokta olacak. Eğer oda yanımızda olursa bil ki biz bu işi çok rahat elde ederiz.”

“İşin içinde kadınlar olunca herhalde daha kolay olur.”

“Sen hiç merak etme Nikolaos, nasıl ki ben para işlerine hiç karışmadıysam sende bu işi bana bırak.”

“İyi, bu seferde senin istediğin gibi olsun. Ben Ptriyarkos’tan gideceğimiz yeri öğrenirim. Yarın seninle de Kallinikos’un dükkânının olduğu çarşının kapısında sabahtan buluşuruz.”

Kharon, artık müjdeyi Minokta’ya verebilirdi.

Evden içeri girdiğinde, kendisini karşılayan Minokta’ya;

“Sevgilim, hayallerimizin gerçekleşmesine bir adım kaldı, bu gün öyle şeyler oldu ki şaştım kaldım. Kallinikos adlı bir tüccar, eşi Myrtion için süslemeler yaptıracakmış. Arkadaşım Nikolas ile birlikte adamın yanına gittik ve tam on hyperpyron altınına bu işi yapmak üzere anlaştık. Yalnız işe başlamak için karısı Myrtion’un isteklerini öğrenip, onu bu işi yapabileceğimize ikna etmek lazım. Anladığım kadarıyla şımarık ve beğenmesi zor olan bir kadın.”

“Ben gördüğün rüyadan sonra, sana çok kazançlı ve bol gelirli bir işe gireceğini söylemiştim değil mi, bak nasılda geldi ayağına bu iş.”

“Evet Minokta evet, yalnız benim mi? Bizim, bu bizim ilk işimiz ve eğer biz bu işi becerirsek en büyük arzumuzu da gerçekleştireceğiz. Yürekli sanatçılar olarak yaptıklarımız tüm kadınlara işaret olacaktır.”

“Kadınların vasat sanat eserleri yapmalarına izin verilirken, erkeğin bunu her gün yaptığı yolda başarılı olana kadar, yaratıcılığımızı geri alma gücümüz olmayacak. Birkaç kişiye ayrılan beklentilerle sınırlı kalacağız. Kendimizi yalnızca bir aile içine koyduğumuzda başarılı olamayacağız ve başarısız olmaya mahkûm olduğumuz sürece, o zaman her seferinde tam olarak bunu yapmaya ayarlanacağız.”

“Yarın, Myrtion’a birlikte gideceğiz ve onu ikna etme görevi de senin olacak. Ne dersin Minokta, birlikte gitmeyi istemekle çok mu ileri gidiyorum?”

“Aksine, bu işin senin için ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum.”

“Yalnızca iş mi Minokta? Benim en değerli varlığım sensin.”

“Bir düşü birlikte yaratacağız Kharon, yolumuzun ilk adımı da, bu adım olacaktır.”

Sabahın ilk ışıklarıyla yataktan kalkıp hazırlanarak, üzerlerinde basit kesimli yünden yapılma yere kadar uzanan giysileri ile Minokta’nın başına bağladığı, omuzlarına kadar inen mapharion ve deriden düz pabuçları ile dar sokaklardan geçerek yola çıktılar. İnsan ve hayvanla dolu yollardan ilerleyerek Constantinus Meydanı civarındaki ahşap revaklar ağının etrafında kümelen dükkânların yer aldığı çarşıya geldiler. Hayvanların ya da hamalların taşıdığı mallar zengin tüccarların dükkânlarına götürülüyor, resmi görevliler çarşıda atla dolaşıyorlardı.

Nikolaos’ta erkenden gelmiş, çarşının girişine onları beklemekteydi. Kharon’la Minokta’nın yanlarına gelen Nikolaos;

“Gideceğimiz yeri öğrendim, biraz acele etmeliyiz Kallinikos’un evi, soylular ile zenginlerin, Valens su kemerine bakan evlerde yaşadığı mahalledeymiş.”

 “Çokta uzak sayılmazmış ama zamanı boşa geçirmeyelim ve biran önce gidip konuşalım şu pek Sayın Myrtion’la.”

Yolda yürürlerken yanlarından, zengin hanımları taşıyan parlak renklerle boyalı, süslü koşum takımları olan hayvanların çektiği arabalar ile eğerleri sırmayla işli beyaz atlarına binen soylular geçip gitmekteydi.

Nikolaos, iç çekerek;

“Bizimde bir gün böyle beyaz atlarımız olur mu dersin Kharon?”

“Sen hiç kendini üzme Nikolaos, biz neyiz ki? Alt tarafı birer ustayız işte. Bize iş verirler bizde o işi yaparız.”

“Hani diyorum ki, işler birbirini kovalar bir bakarsın bizde ondan bundan iş almak yerine kendi işimiz yapar olmuşuz, olamaz mı yani?

“Sen bu güne kadar dışarıdan da iş yapmıyor muydun? Ne yaptın onlardan kazandıklarını, nerede harcadın onları?”

“Sen ne dersin Kharon, onca emek onca çalışmayı kendim için mi yaptığımı sanırsın yoksa. Şimdi sana söyleyeyim de sende bil bu işler nasıl yürür. Biz bu işin pazarlığını kiminle yaptık, Kallinikos ile peki kaç paraya anlaştık. Sen on hyperpyron altınını çok zannedersin değil mi? Daha bir sürü masrafımız olacak, çalışacak işçiler, kullanacağımız malzemeler, onları taşıyacak hamallar v.s hadi bunları geçtim en önemlisi bize bu işi ayarlayan ve yapmamıza izin veren Patriyarkos, oturduğu yerden paranın yarısına el koyar. Yoksa biz ne iş bulabilir ne de yapabiliriz. Böyle bir şeyi duyduğu gün bizi kapı dışarı eder, üstüne üstlük bizi açlığa tutsak eder. Ne şeytandır o ihtiyar Patriyarkos, sen onun bu yüzünü bilmezsin. Sen onun en iyi ustasısın, en çok parayı senin sırtından kazandığı için hep senin sırtını sıvazlar durur. Şimdi öğrendin mi işin gerçeğini!”

“Yahu biz ne sanırdık, ne safmışız be Nikolaos! Aklımın ucundan dahi geçirmezdim Patriyarkos’un böyle işler yapacağını. O kucağına kadar inen beyaz sakallarından utansın. Baktığında zannedersin ki bir aziz.”

“Sen yine bir şey bilme Kharon, tehlikeli olur sonra bizim için. Bu şeytanın ne yapacağı belli olmaz, bize dokunmasın, biz işimizi yapalım. Hepimizin bir amacı var. Bak bu kadını yanında boşuna taşımıyorsun, ne işi var onun burada, bir amacın olduğu için değil mi? Belli ki onunda istediği bir şeyler var, bırak herkes istediğini elde etsin.”

“Her kazandığımızın yarısını ona mı vereceğiz yani, bu işin başka bir yolu yok mu?”

“Biz bildiğimiz gibi yapalım Kharon, onunda sırası gelir elbet bir gün. Bak bu gün hesapta var mıydı? Ama şimdi kimlerin peşindeyiz, yarında başkalarının peşinde oluruz. Bu işler hep böyle yürür Kahron. Bir elin alacak, bir elin verecek.”

“Daha gelmedik mi, şu Kallinkos’un evine?”

“Az kadı, geldik sayılır. Dur bir bakayım galiba şu ilerideki yer. Hadi iki adım daha, sonra sıra sende.”

“Minokta, evin hanımı Myrtion’la sen konuşacaksın. Ne yapıp ne edersin bilmem ama bu iş olursa senin sayende olur. Hazır mısın?”

Minokta, evet anlamında başını aşağı yukarı sallayarak cevap verdi. Konağın gösterişli ve alımlı olan bahçesinden geçip kapıya geldiklerinde, hizmetçi kadınlardan birisi onları karşıladı.

“Sizler, hanımım Myrtion’a gelen ustalar olmalısınız?”

“Evet bu iki usta beni getirdiler, benim adım Minokta, Myrtion ile ben konuşacağım.”

“Beni takip et o zaman.”

Hizmetçinin peşine düşen Minokta’yı büyük bir salonun içerisinde bekleyen Myrtion, bileklerine kadar inen bol ve uzun ipek giysileri içinde karşılayarak sordu;

“Sende kimsin, işini bilen bir usta gelecek sanırdım ben, şimdi görüyorum ki karşımda duruyorsun. Sen bir usta mısın ki geldin buralara kadar?”

“Cevap vermeden önce başını saran mapharionu çıkardı, saçlarını düzeltti. Benim adım Minokta’dır. Ben de bir usta sayılırım, benim ellerimde tesseraları dizer, mozaik yaparlar. Siz yeter ki ne istersiniz söyleyin, sizin isteklerinizi yerine getirmek üzere buradayım.”

“Peki ya duvarlara freskte istersem, o zaman ne yapacaksın?”

“Siz hiç merak etmeyin, benim maharetli ellerim fırçada tutar, freskte yapar.”

“Sen ne kadarda yetenekliymişsin böyle. Ya yaptığını beğenmezsem o zaman ne olacak?”

“Benim arkamda yaşlı Patriyarkos’un atölyesinin ustaları vardır. Hemen şu salonun dışında beni beklerler. İsterseniz onları da çağırın ama benim amacım bir kadını, en iyi bir başka kadının anlayacağı düşüncesiyle sizin karşınıza çıkmamdır.”

“Şaşırdım doğrusu, bu güne kadar senin gibi konuşabilen bir kadını ilk defa görüyorum. Bırak konuşmayı, başını kaldırıp ta yüzüme bakacak cesarette olan ilk sensin. Nereden buluyorsun bu cesareti, yoksa dışarıdaki ustalardan mı?”

“Hayır efendim, kendime güveniyorum hadi daha açık söyleyeyim, erkeklere değil, onların gücüne kuvvetine değil. Tıpkı sizin gibi, görüyorum ki sizde sözünüzü geçirir, istediğinizi elde edersiniz. Önünüzde baş eğmeyecek bir erkek yoktur. Hiç biri bunu kabul etmez ama bizim, yani bütün kadınların buna inanmaları gerekir; en azından hor görülmeden, onlarla aynı saflara gelene kadar.”

 “Sen şu söylediklerine inanıyor musun? Nasıl olacakmış bunlar, yoksa dünya mı değişecek, kadınla erkek yeniden mi yaratılacak?”

“Evet, kadının kendisini yeniden yaratması gerek, çok zor ama imkânsız değil. Kendisini kapatmadan yeteneğiyle, maharetiyle, sanatıyla görünmesini sağlaması lazım, işte bende tam bunun için buradayım. Sanatımla kadını görünür kılmak, dünyayı değiştirecek güce kavuşmasını sağlamak için buradayım.”

“Bütün bunları bir tane mozaik yapmakla mı başaracaksın?”

“Ben bir mozaik yaparım, bir fresk yaparım, bir başkası şiirler yazar, bir diğeri müzik çalar, dünyaya renk gelir. Kadınlar eğer dünyaya yeni bir canlı getirmeyi başarıyorsa, bu yetenek sadece onların elindeyse dediklerim neden olmasın ki?”

“Ben başka şeyler düşünüyordum, şöyle yemek odasında bir av sahnesi olan fresk ile bahçenin ortasında bir mozaik döşeme yaptırmayı istiyordum, şimdi söylediklerinle kafamdakiler uçup gitti. Ne yapmak istediğini bana göster eğer inanırsam senin söylediğin gibi, yok eğer inanmazsam benim istediğimi gibi yaptırırım, anlaştık mı?”

“Sayın Myrtion, köşkünüzü gördüm. Buraya pek çok konuğunuz gelir ve onlar için davetler verirsiniz, her gelen başka bir konuk bunları görecek ve belki kendi evine de yaptırmak isteyecektir. Sizde böylece yeni bir doğumla yeni bir renk vereceksiniz dünyaya. Şimdi izninizle biz gidelim ve yarın evde hazır olan beğeneceğinizi sandığım şeyleri getirip size sunalım.”

“Sizi bekliyor olacağım, şimdi gidebilirsiniz, hizmetçi size yolu gösterecektir.”

Dışarı çıktıklarında, Kharon ile Nikolaos meraklarını gizlemeden Minokta’nın gözlerinin içine bakıyorlar ve Minokta’nın sözleri duymak için sabırsızlanıyorlardı, onları daha fazla oyalamadan;

“Söylediğin gibi birisi değilmiş Kharon, ne burnu büyük ne de paranın şımarttığı bir kadın değilmiş bu Myrtion. Onunla çok güzel anlaştık, henüz ne istediğine karar vermedi. Yarın yine ona giderken yanıma alacağım taslakları göstereceğim ve içlerinden birilerini beğendireceğim. Yemek odasına bir fresk ile bahçeye mozaik döşeme yaptırmak istiyormuş.”

Minokta’nın sözlerini duyan Nikolaos;

“Tüh, işte şimdi papazı bulduk! Hem mozaik döşeme hem de bir fresk ha, ne yapıp ne edip bizim Kallinikos’u vereceği paranın iki misline ikna etmemiz lazım.”

“Neden Nikolaos, alacağımız para yetmez mi bize?”

“Sen bu işleri bilmezsin Kharon, sana ne diyorum, şu para işlerini bırak da ben halledeyim. Yoksa bedavaya mı iş yapmamızı istersin?”

“Öyle şey ister miyim hiç, para yüzünden elimizden uçup gitmesin de, zaten ne kadar çok bekledik, bir daha ne kadar bekleriz bilinmez artık.”

“Ben bunların ciğerini bilirim, şimdi o elleri yağlı tüccar Kallinikos şu enayilere bedavaya iş yaptıracağım diye kıs kıs gülüyordur. Onlar için sanat olmuş olmamış fark etmez, ucuza almak ve pahalıya satmak onların işidir. Ancak zenginliklerini göstermek için ne gerekirse yaparlar. Evine gelen konuklarına göstermek için bu işi ne kadar pahalıya yaptırdığını anlatarak böbürlenecek olan Kallinikos’tan iki misli para istemekle bu işin kıymetini olduğu kadar kendi değerimizi de yükseltmiş oluyoruz. Bizim kıymetimiz hiç yok mudur Kharon?”

“Tamam tamam Nikolaos, ben artık karışmayacağım, sen nasıl bilirsen öyle yap.”

“Siz ikiniz yarın kadına gidin, bende Kallinikos’a gidip işi kurtarmaya çalışayım.”

 Minokta daha öncesinde yaptığı çeşitli mozaik taslakları içerisinden birkaç tane seçtikten sonra Myrtion’un birde fresk yaptırmak istediği geldi aklına. Kharon’a sordu;

“Sen ne yapacaksın, seninde yaptığın taslaklar var. Hangilerini yapmayı düşünüyorsun, hangilerini göstereceksin Myrtion’a?”

“Benim yaptıklarım oldukça özel sayılır, onun düşündüğü ise yemek odasına uygun bir şeyler olması lazım. Şaşırdım doğrusu ne olabilir? Nasıl yapabiliriz, sende bir şeyler düşünsene Minokta.”

“Bu seçim biraz zor olacak galiba, çokta cüretkâr bir şeyler olmaması lazım, hem bizi hem de onu tatmin edecek bir şeyler düşünelim o zaman.”

“Bu düşünce beni çok rahatsız ediyor. Yapacağım iş, yaptıranın seçimine göre mi, yoksa benim seçimime göre mi olması lazım? Buna karar vermek, seçimi hangisine göre yapmak daha doğru olacaktır. Ben sanatımla istediğimi yapabilmeliyim.”

“Her şey bizim isteğimize uygun olsaydı işimiz kolaydı. İsteğimizi yerine getirmek için söyleyecek tek sözümüz sanatımız olacaktır. Bunu ancak işi yaptıranın isteğiyle, sanatımızı birleştirerek sağlayabiliriz. Bizim işimiz kıymetli bir mücevher, nasıl ki onlar isteğe göre yapılıyor ama değerini her zaman koruyorsa, bizim işimizde aynı ustalıkla yapılıp değerini her zaman koruyacaktır. Bunca emek ve zahmete neden katlanıyoruz, sen neden kendi başına iş yapmak istiyorsun, yoksa Nikolaos gibi tek derdi para olanlardan bir farkımız kalır mıydı?”

“O zaman konuşmazdık bile, atölyedeki gibi bir anlam içermeyen basmakalıp işler yapar zengin olurduk.”

“Söylediğin gibi örnek olarak götüreceğin taslakların seçimini artık seni rahatsız eden düşüncelerden uzak kalarak yapabileceksin.”

“Tercihim, yemek yenilen yere uygun, iştah açıcı bir fresk olacaktır.”

Kharon, söylediğine uygun tarzda taslaklar oluşturmak için bütün düşünceleri ile hayal gücünü zorlayarak birbiri üstüne çizimler yaptı. Hepsinin ortak yanı olan resmin konusunu, bir yemek daveti ile konuklarının oluşturmasıydı. Tüm asillerin, soyluların gösterişlerine, ince zevklerine ve kültürüne uygun olarak tasarlanmış ölçülü ve dengeli kompozisyonlardan oluşan taslakları, Myrtion’un beğenisine sunmak için insanüstü bir gayretle gece boyunca çalışarak hazırladı.

Minokta’da mozaik taslaklarını taşıdıkları asalet, yumuşak çizgiler, renklerin tazeliği ve canlılığı ile şekillendirdiği işlerindeki inceliği, Myrtion’a tesir edecek tarzda kullanmıştı.

Kharon ve Minokta, kendi gelecekleri ile sanatlarındaki arayışları şekillendirecek olan en önemli günlerine, Myrtion’un evine gitmek üzere hızlı adımlarla yürüyerek başladılar.

Bu işteki ortakları Nikolaos’ta, Kallinikos’tan iki misli para sızdırmanın yolunu bulmak üzere Patriyarkos’un kapısını çalarak yardımlarını bahşetmesini istedi. Tabi çok hoşnutluk duyduğu bu istek, Patriyarkos içinde iki misli kazanç demekti ama işini çok iyi bilen Patriyarkos, bu fırsatı kaçırmamak için aksakalını sıvazlayarak Nikolaos’a, Kallinikos’u ikna etmenin çok zor olacağını söyledi. Başka bir çaresi olmadığını bilen Nikolaos’un içi kan ağlasa da, alacağı paranın sıcaklığını cebinde hissederek diğer yarısını Patriyarkos’a bağışlamayı kabul etti. 

Yaptıkları taslakları Myrtion’a sunarak onun en fazla beğenisini alan işlerine başlamak ve hazırlıkları tamamlamak üzere yollarına devam ettiler. Kharon yemek odasının duvarına bir fresk, Minokta’da bahçe zeminine bir mozaik yapacaktı.

Görünüşte oldukça basit ama hazırlığı dahi günlerce sürecek, tamamlanmaları ise hayli zaman alacak işlerdi bunlar. Bahçenin tüm yapısının değişmesini gerektirecek olan mozaik döşemesi ile evin duvarına yapılacak olan freskin boya tutması ve uzun süre muhafaza edilmesini sağlamak üzere özel ustalık isteyen işlerden sonra, en son olarak sanatçının görünür kılacağı fresk ve mozaik ortaya çıkacaktı.

Pek çok işçi ile malzemenin gerektiği hazırlıklara başlamadan önce iki ayrı konuda çalışacak olan ustaların ve malzemelerin temin edileceği yerlerin de seçilmesi gerekiyordu. Mozaik alt yapımının vazgeçilmez ustalarından olan Nikolaos, kendisine düşen görevleri layıkıyla halletmekte sınır tanımıyordu. Her zaman atölyede Kharon ile müşterek işler yapmışlar, hepside beğeniyle karşılanmıştı. Şimdi de aynı özenle çalışacaklar ve iyi bir izlenim yaratacaklardı. Bunun ilk işleri olması nedeniyle nasıl tanınırlarsa öyle gideceğini de iyi biliyorlardı. Herkes kendine düşen işleri yapmak için kolları sıvadı. İşçiler ayarlandı, atölyeye malzeme sağlayan, taş ve seramik yapımcıları şimdi onlara da malzeme vereceklerdi. Kum, çakıl, alçı ve diğerleri yine atölye ile çalışmakta olan yerlerden, fresk çalışması içinde kullanılacaklar, taş, seramik ve boyaların dışında aynıydı. Boyaların temin edileceği yer ise çoktan belliydi.

Evde yapılacak olan çalışmaları denetleyecek olan Myrtion için iki seçenek vardı. İlki yemek odasındaki freskin yapımına öncelik vermek, arkasından bahçede yapılacak mozaiğin tamamlanması veya bunların ikisinin de bir arada yapılıp tek seferde bütün işin bitirilmesi için bir karara varması gerekiyordu. Çünkü o da işin biran önce bitmesini ve kalburüstü konukların çağrılacağı bir yemekte, gösterişlerini, ince zevklerini ve lükse olan tutkularını yansıtabilmeyi arzuluyordu. Aynı anda iki ayrı yerde bulunması mümkün olmadığından, ilk önce freskin sonrada, bahçedeki mozaiklerin yapılmasına karar verdi.

Bu karar Kharon’nun da hoşuna gitmişti, eğer böyle olursa Minokta ile birlikte çalışması ve işin onun gözetiminde devam etmesi daha kolay olacaktı. Aksi olsaydı, ortalıkta gezen işçiler ile malzemelerin dağınıklığı arasında hayli zorlanacaklar, anında yapacakları uyarılarını kaçıracaklardı. Bu şekilde çalışmak aralarında bir alışkanlık haline gelmişti. İkisi de ustalıkları olan işleri diğerine öğreterek yol almaktaydılar. Mozaiğin ustası Kharon, resmin ustası ise Minokta’ydı, oysa şimdiki durum tam tersiydi. Minokta mozaik, Kharon’da resim yapmaya soyunmuştu.

Başlangıç, triclinium için (yemek odası) yapılacak freskle olacaktı. Ancak bu fresk ıslak zemine yapılan Al Fresko değil, Fresko Secco tarzında kuru zemine yapılan cinsten olacaktı. Fresk yapımında resmin uzun süre dayanabilmesi için sıva tabakasının iyi hazırlanması gerekiyordu. Sıva, mutlaka iyi yıkanmış dere kumu ve sönmüş kireçten oluşmalı ve üç tabaka halinde yapılmalıydı. Birinci tabaka “Trusilar”, ikinci tabaka “Arricciato”, en üstte yer alan resmin yapıldığı sonuncu tabaka ise “İntonaco” nun yapımından Nikolaos sorumluydu. Renklerin seçimi ile kalitesi Myrtion’a bağlıydı zira kullanılacak olan renkler için pahalı ve ucuz olan seçenekler vardı. Sadece seçkinler pahalı renklerin kullanıldığı freskleri yaptırabilmekteydi. Myrtion’un seçimi ise zor değildi, o hep en pahalı malzemeyi tercih ederek ününü koruyanlardandı. Başka bir söyleyişle varsıllığını satın almaktaydı.

Kharon ve Minokta için önemli olansa sanatları ile anlatmak istedikleriydi. Başka bir söyleyişle, varsıllıkları değil görsellikleriydi.

Freskin yapılacağı duvar, Nikolaos’un ustalığı sayesinde hazırlanmış ve yapım işinde çalışan tüm işçiler bahçede yapımına başlanacak mozaik zeminin alt yapısını hazırlamak üzere işlerine ara vermişlerdi. Bu arada duvarı boya sürmeye elverişli hale gelene kadar bekleyerek geçen süreyi, mozaik yapımında gerekli olan malzemeleri eve getirilerek zamanı değerlendirmişlerdi.

Şimdi etraf sessizleşmiş, kalabalığın hareketi kaybolmuş, freski canlandırmanın sırası gelmişti. Minokta’da, işçilerin çalışmaları sırasında ortalıkta görülmemiş, Kharon’dan bilgileri almıştı. Şimdi o da gelmiş ve Kharon’un yanında beklemeye başlamıştı, Myrtion’da onları uzaktan izliyor ortaya çıkacak eseri merakla bekliyordu.

Kharon, freski yapacağı duvarın önünde diz çökerek sağ eliyle haç çıkardıktan sonra bu zorlu işin ilk fırça darbesini duvara vurdu.

Bu fresk ile Kharon, kadınlıkla özdeşleştirilerek, küçümsenen değerleri, erkek zihniyetin egemenliğindeki sanat alanının karşıtı olarak tanımlanan sanatsal bir ifade biçimi ve formu ile sahiplenmeye çalışarak, kahramanlık mertebesini erkeklere ayıran tarihe, kadın cephesinden verilen bütünlüklü ve incelikli bir cevap vereceği devrimsel bir eser ortaya çıkarmayı düşünüyordu. Tarihi kadın cephesinden yeniden değerlendirmeyi amaçlayan “Akşam Yemeği” adlı fresk oldukça betimsel bir çalışmaydı. Kadınlar, çoğu izleyici için iticiydi, çünkü kadın imgesiyle izleyiciye sunulan; kimi zaman tanrısal saflık, kimi zaman zarafet ve güzellik, kimi zaman kahramanlık, kimi zaman da çekilen acılardı. Kharon’da bu imgeleri kullanarak kadınlığın tüm değerlerini tartışmasız olarak kabul edileceği “Akşam Yemeği” masasına çağlar boyunca erkekler için yemek masası hazırlamak zorunda kalan kadınlar için bu törensel yemeğin onur konukları olarak tam on üç kadını yerleştirerek resmedecekti.

Masa üzerinde armut, elma ve nardan oluşan meyve sepetinden çiçekler ve yemiş salkımları sarkmaktaydı. Üzerinde uçan kuşların ve kelebeklerin dolaştığı bu fresk, kadına yeni bir değer kazandırmak için, çeşitli kadınlık sembolleriyle donatılmış bir resimdi.

Kharon’un bilincinin oluşmasına en önemli katkıyı sağlayan Minokta, kadının erkekler tarafından anlaşılabileceğine, anlaşılması gerektiğine ve kadın deneyimlerine ilişkin sanatın, erkeklerin kadını anlama kapasitesinin artmasına katkı sağlayacağına inanıyordu.

Kharon’un da bu bilinçle çıktığı zorlu yolda, törensel yemeğin onur konukları olan kadınları birer azize olarak etkisi açıkça görülebilecek şekilde resmedecekti.

Masanın ortasında yer alan 7. kadın, Kutsal İmparatoriçe Theodora’ydı.

Diğerleri ise masada, onun sağındaki ve solundaki yerlere oturan altışar kadının, bilinen ve tanınan özellikleri ile isimleri şöyleydi;

Kutsal Anastasia: Gizlice hapishanelerde mahkûmları ziyaret edip, yoksullara sadakalar dağıttı, onları sözleriyle güçlendirdi. Mahkûmların koruyucusu ve teselli kaynağı oldu.

Azize Evdokia: Hıristiyan inancından vazgeçmeye çağrılan Evdokia, teklifi reddettiğinde işkencelere uğradı. Olağanüstü bir mucizeyle kentin yöneticisini o kadar etkiledi ki, serbest bırakıldı ve yeni bir pagan valinin emriyle başı kılıçla kesilene kadar yaşadı.

Kutsal Şehit Efthalya: Annesi hastalığa yakalandığında vaftiz edilerek iyileşeceğini rüyasında görür ve annesi vaftiz olarak iman eder, mucizeyi gören Efthalya’da Hıristiyan olur. Ancak kardeşi Sermiyanus Hıristiyanlığa karşı olduğundan Efthalya’yı ölümle tehdit eder. Tehditlerin işe yaramadığını görünce de kız kardeşinin başını elleriyle keser. Böylece ona sonsuz yücelik tacını kazandırır.

Azize Filotei: Bir gece rüyasında Aziz Andreas’ı görür Aziz ondan bir manastır inşa etmesini ister. Emre itaat edip evine yakın bir yerde manastır inşa ettirerek kocasının adını verir. Kendiside orada rahibe olur ve Filotei adını alır.

Azize Fotini: Kendi ihtiyaçlarından başkasını düşünmeyen Samiryeli bir kadın için Mesih, yabancı ve düşman birisiydi. Ancak İsa’nın insanlar için kurtarıcı olduğunu idrak edince onun bir elçisi oldu ve insanlara haykırmaya başladı: “Geliniz, görünüz.”

Filipili Azize Lidya: Aziz Paulus’un söylediklerine kulak vererek yüreği açılan Lidya, ev halkıyla birlikte vaftiz olduktan sonra “Beni Rab’bin bir imanlısı olarak kabul ediyorsanız, gelin evimde kalın” dedi.

Azize Agatha: Bedenini ve ruhunu İsa’ya adayan Agatha, İsa’yı yadsımayı kabul etmeyince zalimce cezalandırılır. Yaşadığı acılardan kurtulmak ve ölmek için dua ettiğinde, duası kabul olunur. Ölümünden bir süre sonra kentte meydana gelen felaketler sonrası halk onun mezarına koşar ve ipek örtüsünü bir mızrağa asar. Bir mucize meydan gelir ve kente çöken lavlar ortadan kalkar. Bu mucize karşısında da çoğunluk Hıristiyan olur.

Din Şehitleri Perpetua ve Felicitas: Vibia Perpetua öldüğünde 22 yaşında ve emzirdiği bebeğin annesi olduğu söylenen evli bir soyluydu. Ve o sırada hamile kaldığı için hapsedilen kölesi Felicitas’da onunla birlikte öldürülür.

Kutsal Kseni: Roma doğumluydu. Anne ve babası onu evlendirmek için hazırlık yaparken gizlice evden kaçtı. Kariya’nın bir şehri olan Milassa’ya gitti, yabancı bir ülkede yaşadığı için Kseni (yabancı) adını aldı ve yaşamını çilekeş bir şekilde tamamladı.

Kutsal Şehit Tatyana: Varlıklı bir ailede büyüyen Tatyana bütün dünya nimetlerini terk ederek yaşamının geri kalanını geçirmek üzere bir tapınağa yerleşti. Evlenmeyi reddederek hayatı boyunca bakir kaldı. Erdemin ve iffetin temsilcisi oldu. İnancından ötürü gözlerinden mahrum edildi sonrada başı kesilerek öldürüldü.

Şehit Evgenia: Erkek kıyafeti giyip adını Evgeniyos olarak değiştirerek ailesinden uzaklaştı ve erkeklerin manastırında keşiş yaşamını sürdürdü. Şehit olarak öldü.

Resmin yapımı için her gün saatlerce çalışan Kharon’u hiç yalnız bırakmayan Minokta’da sonuçtan çok mutluydu. Anlam yüklü freskin sahibi şimdi Myrtion olmuştu ama gerçek sahipleriyse ustalığı ve sanatıyla, temsil ettiği zihniyetin tarihsel sürekliliğini ifşa eden bir resim olarak ortaya konmuştu. “Akşam Yemeği” freski, iki ismin birlikte yarattığı özel bir yere sahipti. Görenlere, yoğun bir sanatsal emekle oluşturulmuş ayrıntılı gönderimler sunan fresk, aynı zamanda kahramanlık mertebesini hep erkeklere ayıran zihniyete, kadın cephesinden bütünlüklü ve incelikli bir cevap verebilme ülküsünün de bir özetiydi.

 Sıra, bahçedeki mozaik döşemeye gelmişti.

Öncelikli olarak, bahçe zemininin mozaik yapımına uygun hale getirilmesi için uzun bir hazırlık dönemine ihtiyaç vardı. Kullanılacak malzemeler tedarik edilerek bahçeye evvelce konulduğundan derhal faaliyete geçildi ve işin bu kısmı yine Nikolaos’un ustalığıyla kısa zamanda tamamlandı.

Bahçenin düzenlenmesine bir avuçtan küçük olmayan taşlardan oluşan drenaj katmanı ile başlandı. Daha sonra kırık taş parçaları, çeyrek ayak boyutlarında drenaj katmanının üzerine döküldü (rudus). Bunun üzerine nucleus olarak adlandırılan harç katmanı hazırlanarak, çeyrek ayak boyutunu geçmeyecek şekilde döküldü. Son olarak bu katmanının (nucleus) üstü düzeltilerek mozaik desenine göre uygulama yapılabilmesi için hazırlanarak Minokta’ya teslim edildi.

Minokta’nın seçtiği deseni uygulayacağı teknik, Opus Sectile olacaktı. Bu mozaik tekniği farklı renklerde üçgen, kare veya dikdörtgen biçiminde mermer parçaları kullanılarak uygulanırdı. Yatak harcına mozaik deseni çizildikten sonra da tesseraların yerleştirilmesine başlanırdı.

Mozaikler taşıdıkları asil zarafet, yumuşak çizgiler, renklerin tazeliği ve canlılığı ile şekillenişlerindeki incelikle yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Minokta, mozaiği için seçtiği konuyla, uygulayacağı tekniği bir araya getirerek, mitolojide aynı adı taşıyan birden fazla kadını, insanlar üstü yasaları korumayı ve ilkeleri adına kendiliğinden harekete geçmeyi göze alabilen güçlü bir karakter olarak Elektra’yı, dört ayrı kadın olarak gösterecekti.

Birbirine benzer şekilde görülen dört ayrı kadın aslında tek bir kişiliğe sahipti. Giydiği dökümlü ve zarif ipek giysileri içinde başı açık olarak güçlü, dirayetli ve dik durmasını bilen kadını temsil etmekteydi.

Elektra’yı, canlandırdığı mozaiğin öyküsünde görmek mümkündü:

Kardeşi Menelaus’un karısı, Paris tarafından kaçırılınca, Troya seferine çıkan Yunan ordusuna komuta eden Miken Kralı Agamemnon, ülkesinden uzakta savaşırken, karısı Klytemnestra ile Aegisthus tutkulu bir aşk yaşamışlardı. Agamemnon döndüğünde karısı, aşığı ile birlikte kral Agamemnon’u öldürmüşlerdi.

Şimdi, Agamemnon’un oğlu ve tahtın varisi Orestes’i de öldürmeyi planlıyorlardı. Elektra ise kardeşini kurtarmayı ve amcası Strophius’un yanına göndermeyi başarmıştı. Orestes ile Strophius’un oğlu Pylades yakın arkadaş olurken, Elektra, kardeşine babasının öcünü alarak tahtı elde etmesi için baskı yapmaktaydı.

Orestes, anne sevgisi ile babasının öcü arasında sıkışıp kalarak delikanlılık çağına girmiş, sonunda kaderini kabul ederek ülkesine geri dönüp, annesi Klytemnestra ile aşığı Aegisthus’u öldürmüştü. İntikam tanrıçaları Erinyeler, Orestes’in peşine düşünce delikanlı, Pylades ile birlikte diyar diyar gezmiş sonunda Atina’da Delphoi tapınağında Apollon’un koruması altına girmişti. Apollon onu Erinyelerden korurken, Athena’ın başkanlığındaki tanrılar mahkemesinin karar vermesini sağlamış ve sonunda çocuk suçsuz bulunmuştu. Elektra ise Orestes’in yakın arkadaşı Pylades ile evlenmişti.

Minokta, Kiliseye ve dini inançlara bağlı olan Bizantion dünyasında, yarattığı mozaiğin temsil ettiği anlamından çok, bir araç olarak gören ve estetik kaygılardan çok işlevselliğin ön planda tutulması nedeniyle, işin sahibi olan Myrtion’un isteklerini uygulamak zorunda kalsa da, opus sectile ile mermer mozaikleri taban döşemesi haline getirerek, toplum kurallarının dayattığı boyun eğmenin ve bastırılmışlığın kalıplarını kırmanın bir yolunu işaret etmekteydi.

Kısa zaman sonra, Kharon’un freski ile Minokta’nın mozaiği, kuvvet ve lükse hayran olan Myrtion ile Konstantinopolis’te ki diğer soyluların dikkatini çeker hale geldi. Aynı zamanlarda İmparatorluğun egemen sınıfında politik bölünmeler yaşanmaktaydı ve bu toplumsal geçiş süreci, soylulara yeni bir politik rol vererek, farklı koşullar altında erişemeyecekleri sanat kültürü ile eğitimine daha fazla olanak sağladı.

Minokta ile Kharon’nun isimleri, soylu, varlıklı ve iyi eğitim görmüş kadınlarca aranan ve asaletlerini en iyi şekilde temsil edeceklerine inandıkları işleri yaptırmakla tanınır hale gelmelerinin nedeni oldu.

7. Bölüm

Kharon, önceden olduğu gibi atölyenin işlerini de aksatmadan yerine getirmekte ve oradaki varlığını bir üst düzeye taşıyarak yönetici olarak hizmet ettiği kimselerle ilişkilerini, hem atölyenin kimliği hem de kendi kimliğiyle sürdürebilme ayrıcalığını kullanmaktaydı.

Kadınlar sosyal yaşamdaki kısıtlanmalarına rağmen, aktif olmayı başarabilmek için dokuma yapmışlar, kitap kopyalamışlar, biyografi ve anı yazmışlar, müzik bestelemiş ve ilahiler seslendirmişlerdir.

Minokta’da babasından öğrendiği sanatını azimle ve inatla sürdürerek, yeteneği sayesinde Bizantion ideolojisine başkaldıran güçlü bir kadın olarak tanınmıştı.

Elde ettiği tanınmışlık ile sanatçı kişiliği için yapılan yorumlarda, konu bir kadın olunca, en eski en dar kafalılık tutuculuktan ve iki yüzlülükten vazgeçilmez ve ahlakçı yergilerle karşılanırdı. 

Hakkında yapılan olumlu yorumlar ise bir mozaik sanatçısının yaratıcılığını takdir etmekten çok, Kharon’un öğrenci yetiştirme konusundaki becerisini öven nitelikteydi.

Oysa Minokta, sadece önemli bir sanatçı değil aynı zamanda, çağının kalıplarını hem sanatsal boyutta hem de bir kadın olarak yıkmak için ölesiye mücadele etmekteydi.

Öyle görünüyordu ki, ulaştıkları çizginin ötesine geçebilmeleri için ne kadar uğraş verseler de, bir adım daha ileri gitmeleri engelleniyordu.

Olumlu ya da olumsuz tüm değerlendirmelere karşın, yılmadan çalışarak elde ettikleri protomaistores unvanını korumak ve devam ettirmek için imge seçimlerini belirlerken, istekte bulunanların toplumsal konumlarını yansıtmasına dikkat etmekteydiler.

Minokta’nın yaptığı mozaiklerin özelliğini sağlayan, kullandığı küçük ölçülü tesseraların insan yüzlerindeki detayları verebilmesiydi. Dikkatli gözlerle bakıldığında kullanılan tesseraların bir el büyüklüğünü geçmeyecek alandaki sıklığı onun yaptığı işlere ne kadar büyük bir ustalık kattığının deliliydi. Aynı şekilde Kharon’un fresklerinde kullandığı renk tonlarının çokluğu ve çeşitliliği de benzersiz ustalığının kanıtıydı.

Yaptıkları işlerin aranırlığı ile çok sayıdaki çalışmaları, iş ortaklıklarının ne kadar doğru ve mükemmel olduğunun bir göstergesi olarak, Nikolaus’un da ergolaboi unvanını elde etmesini sağlamıştı.

Bu kadar tanınmaları ve tercih edilir isimler olarak elde ettikleri başarıları, katı dogmacılığın yerine, antik ruhu yeniden canlandırmaya çalışmakla karşı karşıya kalacakları bir sürece girmelerine neden olacaktı.

Eserlerinde seçtikleri konuları amaçlarını sağlayacak şekilde göstermeleri,  kadını ön plana alarak, görünür olmalarını önemsedikleri ve bazılarında işi yaptıranında onayı ile kadını antik heykellerde olduğu gibi giysilerin vücudunu kapatmadığı halde dikkat çeken bir biçimde resmetmiş olmaları bu sürecin başlangıcına yol açmıştı.

Bu süreç, işlerinin azalarak devam ettiği bir süreç olmuştu. Artık konu seçimlerinde karşılaştıkları beğenilerde değişmeye başlamış, manzara resimlerinin,  av sahnelerinin, kuşların, çiçeklerin daha çok görünür olduğu mozaikler ile freskler tercih edilir olmuştu.

Bu tercihlerin çoğalması ise anlayışlarından ve sanatlarından uzaklaşmaları demekti. Bu da hiç istemedikleri, sanki kendi varlıklarının inkârına çalıştıkları bir süreçti. Bunun daha fazla devam etmesine göz yummaları mümkün olmadığından bir süre yeni iş almadılar.

Kendilerince, olumsuz bir hava içerisinde kalmalarına yol açan nedenleri gözden geçirmek ve yeniden bir yapılanma içerisine girerek, seçimlerini belirlemek maksadıyla bulundukları ortamdan uzaklaşarak, bir ipek böceği gibi kozalarına kapandılar.

Neden düne kadar olan takdir gören sanatçı kişilikleri ile eserleri, bu gün kabul görmemeye başlamıştı? Neden seçtikleri konularda beğeniler değişime uğrayarak, yeniden bağnaz bir Bizantion kimliğini kazanmaya başlamıştı?

Minokta ve Kharon günlerce bu ve bunun benzeri soruların cevabını bulmak üzere konuştular, tartıştılar ve sonuçta devlet ile dinin el ele gittiği bir anlayışın ülkeyi yeniden ele geçirmekte olduğuna ve esas karşı konularak mücadele edilmesi gerekenin bu anlayış olduğuna kanaat getirdiler.

Peki, bu değişim nasıl başlamış ve bu günlere nasıl gelinmişti? Bu sorunun cevabını bulmak çokta zor değildi;

Bizantion devleti ile Haçlılar birbirlerine hiç güvenmiyorlar adeta düşmanlık duyuyorlardı. Bu düşmanlık, Latinlerin özelliklede kentin yağmalanması sırasında “aslan payını” alan Venediklilerin aç gözlülüğünü sergileyen IV. Haçlı seferi ile doruk noktasına çıkmıştı.

Haçlılar kenti yerle bir etmişler, alanları bezeyen tüm anıtlar ve Hipodrom talan edilmiş, sanat eserleri kırılıp dökülmüştü. Bundan sonrada kalıcı olmadıklarını varsayarak, gereksiz harcamalar yapmamak üzere kentte hiçbir yapım etkinliğinde bulunulmamış, yalnızca bazı kiliseler Latin kültürüne tahsis edilmişti.

Büyük bir İmparatorluk imgesinin yok olup yerini bağnaz bir Bizantion kimliği taşıyan yapıya dönüşmesi, Latin istilasının olduğu bu dönemde meydana gelmişti.

Kente hâkim olan anlayışın dayatması ile din dışı kalan kültürel alanlar ve sanatsal yapıda, haçın simgeselliğine dayanan katı bir görüş ortaya çıkmıştı.

Latin yönetimi altındayken kent hem sayı olarak hem de içinde barındırdığı değişik unsurlar bakımından daralmıştı.

VIII. Mikhael’in, 1261 yılında idareyi tekrardan ele geçirmesiyle birlikte şehir hemen çok uluslu hüviyetini yeniden kazanmaya başladı.

Latin tahakkümü altındayken şehirden ayrılan Yahudiler tekrardan döndüler. Zanaatkâr ve tacir olarak yeniden hizmetlerine başladılar. Bu dönemde hatırı sayılır Rus’ta kente gelmiş ve içlerindeki papazlar ile keşişler, Studios Manastırını kendilerine mesken edinmişlerdi.

Ve elbette geride kalan Latinler, kentin ele geçirilmesinden ve yağmalanmasından sorumlu olabilirlerdi ama bu Bizantionlıların bütün Latinlere karşı inancını kaybettiği anlamına gelmiyordu.

Venediklilerin can düşmanı olan Cenevizlilerle ittifak içine giren VIII. Mikhael, önceden sahip oldukları imtiyazları kendilerine geri verdikten sonra, Venediklilerden doğan boşluğu doldurmak üzere kente akın ettiler. O kadar çok Cenevizli geldi ki, şehirde hoşnutsuzluk olmasın diye önceden Khrysokeras civarında tahsis edilen bölge yerine, bir zamanlar yaşadıkları Sikai bölgesinde onlara özel bir mahalle tahsis edildi.

En önemli deniz gücüne sahip olan Venedikliler de potansiyel bir düşman olarak dışarıda bırakılamazdı. 1268 yılında onlarla da yapılan bir anlaşmayla önceden sahip oldukları imtiyazlarına yeniden kavuşacaklardı.

Böylece Konstantinopolis, 1204 yılı öncesinde olduğu gibi çok etnikli ve uluslararası bir kent hüviyetini kazandığından, bu çeşitliliğin getirdiği zorluklarla da başa çıkması gerekiyordu.

Zorluklar, Konstantinopolis’in Latinlerden geri alınmasının üzerinden daha 15 gün geçmeden yeni seçilen Papa IV. Urban’la başladı. Latin yönetiminin sona ermesini kabul etmediğini açıklayan Papa, Latin İmparatorluğu’nu Konstantinopolis‘de yeniden kurmak için devrik İmparator II. Baldwin ve Venediklilerle ittifak içine girerek epeyce bir gayret gösterdiğine dair haberler kentte hızla yayıldı.

Ancak o sırada Papa IV. Urban öldü ve yerine geçen IV. Klemens için önemli olansa, bir Latin İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasından çok, Doğu ve Batı Kiliselerinin birleştirmekti.

Üzerinden çok geçmeden, 1268 yılında Papa IV. Klemens’te ölünce yerine uzunca bir bekleyişin ardından, 1271 yılında Papa X. Gregorius seçildi. O da aynı IV. Klemens gibi Kiliselerin birliğinden yanaydı. 

1274 yılında Papa X. Gregorius’un çağrısıyla Lyon Konsili toplandı. Bizantion adına toplantıya katılan Georgios Akropolites, Papa’nın üstünlüğünü ve Roma inancını kabul ettiğine dair yemin ederek, heyetin diğer üyeleriyle birlikte bildiriyi imzaladı.

Böylece ilk defa ve resmen, üzerinde çalışılan Kiliseler birliği gerçekleşmiş oldu.

Roma Kilisesinin üstünlüğü ve Kiliseler birliği, çoğu Roma’dan nefret eden Bizantion ruhani sınıfınca kabul edilemezdi, hele hele Ortodoksluğa bağnazlıkla bağlı olan keşişlik müessesesi ise asla ikna olmadı ve halk arasında kendi inançlarına ihanet edildiği düşüncesini yaygınlaştırdı.

Bundan sonra, yakın geçmişe duyulan öfke ile başkaldırı, Kiliselerin birliği oluşumunun yol açtığı inançlar karmaşasının bir sonucuydu.

Kente ayrıcalıklar sağlanarak yeniden yerleşen Cenevizli, Venedikli, Pisalı ve Amalfi’lililer ile Latin inancı yeniden hayat kazanmaya başlamış, birbiriyle uzlaşması çok zor hatta imkânsız görülen Ortodoks ve Latin inancın etkileri, yaşam içindeki belirsizliklere neden olmaya başlamıştı.

Kharon’la Minokta’nın gözden düşmesi, yeni gelişen renksiz ve kişiliksiz bir sanat anlayışının da nedeniydi.

Bu dönemin freskleri ile mozaiklerinde, insan figüründen çok, tabiat manzaraları tercih edilir olmuştu.

Bu yaklaşımı Minokta asla kabul etmiyor, istedikleri gibi baskıcı ve yıldırıcı bir anlayışın yeniden hayat bulmasıyla, kendi olduğu kadar, tüm kadınların seslerinin kesilmek istenmesine de karşı çıkmanın yeni yollarını arıyordu.

Kharon’un düşünceleri de aynı yöndeydi, ancak halen atölyenin artık iyice azalmakta olan işlerini, Nikolaus’un hırslı tutumuyla yerine getirmekten de vazgeçemiyordu.

Dışarıda ise, yeni türeyen zengin tüccar kesiminin zevksiz, şatafatlı ve lüks içinde yaşadıkları evlere yaptırdıkları freskleri, Minokta ile kendi adının baş harflerinden oluşan simgesini koymadan tamamlıyordu. Çoğu birbirine benzeyen ve sıradan bir ustanın elinden çıkmışçasına boyanmış duvarlar, sadece gelir temin edebilme maksadıyla yapılıyordu.

Bir üslup, bir kişilik yahut sanat değeri taşımayan bu freskler için daha fazla uğraş vermenin de anlamı yoktu.

Yapılması gereken, Minokta’nın da kafasında olan yeni çıkış yolunu bulmak ve ezilmeye uğraşılan başkaldırının, sanatını yaratabilmekti.

Sessizce izledikleri, rotasını şaşırarak, varacağı yönü bulmaya çalışan bir gemiye benzettikleri kafası karışık insanların, neyi nasıl kabul edecekleri ve nasıl bir tepki vereceklerini kestiremedikleri bu ortamda Minokta, çok tartışmalı bir ismi ortaya attı ve Kharon ile bu isim üzerinde konuşmaya başladılar;

“Kharon, öyle bir iş yapmamız gerekli ki, görenlerin ya beğenecekleri ya da nefret edecekleri bir tablo olsun.”

“O güzel yüzünü aydınlatan ve gözlerinden okunan düşüncelerin, neye karar verdi de bu kadar mutlu görünmektesin.”

“Uzun zaman kadının başının eğilmesi ve aşağılanması ile geçti, oysa yeniyi oluşturmak için iki yön arasındaki dengenin iyi bilinmesi, yaşanması ve hakkının teslim edilmesi gerekmiyor mu?”

“Bunu bana mı söylüyorsun Minokta?”

“Hayır, hayır güçlü ve yaşam dolu karakteriyle, kadınlar için var olan yasaklar ve kısıtlayıcı adetlerin önüne korkusuzca kendisini atan bir azizenin tablosunu yapmak istiyorum.”

“Günahkâr ve tövbekâr kadınların koruyucusu Maria Magdalene’mi olacak bu Azize?”

“Başkası mı var Kharon! Bizlerce, Katoliklerde olduğu gibi dışlanmayan Azize’nin tablosu, kafa karışıklığı içinde olanlara da yol gösterici olacaktır.”

“Yoksa sen de mi ‘elçilere gönderilmiş bir elçi’ olacaksın?”

“Belki de; Maria Magdalene, Mesih’i en iyi ve en doğru anlayan kişiydi, buna karşın erkek havariler tarafından ‘içinden yedi cin çıkan’ bir kadın olarak tanımlandı. Hıristiyanlıktaki önemine rağmen, Batı Kilisesi ve Papalar tarafından ötekileştirilen ve giderek dışlanan bir kadın oldu. Bu nedenle de ikonlarda ve hikâyelerde yer almadı.

Ama bize anlatılan, Mesih’in dirilişini on bir elçiye duyurmakla görevlendirilerek, elçilere gönderilen elçi olduğudur.

Kadınlar sadece; anneliği, ailesi ve bekâretleriyle kutsanmışlar, onun ötesinde kapatılmış, yok sayılmış ve yaşamdan uzaklaştırılarak dışlanmıştır.

Oysa kadınların erkeklerle aynı değerde görülmeleri için, Maria Magdalene gibi yeni bir elçi mi olmak gerek?”

“O zaman sorumun cevabı tam olarak, Maria Magdalene mozaiği yaparak, tüm kadınlara adamak ve görünürlüklerini ortaya çıkarmak oluyor.”

“Evet, bu mozaiğe bakan kadınların görmelerini istediğim, tek şey; kendilerinin de erkeklerle aynı değere sahip olduklarını düşünmeleridir.”

Bu günleri karşılıklı konuşarak ve tartışarak, ulaştıkları çizgiden taviz vermeden bu işi sürdürmekte karar kıldılar. Varlıklarını nedeni buna bağlıydı yoksa sıradan ve hiçbir özelliği olmayan işler yapmakla ayakta kalmaları mümkündü ancak kendi varlıklarının inkârı olan bu durumda, kişiliklerini ve düşüncelerini satarak yaşamlarını sürdüren saray soytarılarından farklı bir iş yapmış olmayacaklardı. Böylesine bir aşağılanmayı da kabullenmeleri imkânsızdı.

Kharon’da atölyede alınan siparişlerin çok azaldığını söylüyordu. Yeni gelen birkaç işi de kendileri reddederek, gelecek tekliflerin zamanını bekliyorlardı.

Bekleyeceklerdi, ta ki gelecek yeni iş teklifinin kendi koşullarınca yapılması istensin. Bu güne kadar yaptıklarıyla yeteri kadar ünlenmişlerdi; elbette birileri kıymetlerini görerek isteklerine karşı çıkmadan talepte bulunacaktı.

Çok geçmeden Kharon’a atölyeden bir çağrı geldi ve görüşmek üzere, atölyeye gitti. Patriyarkos kendisini bekliyordu;

“Benimle görüşmek üzere haber göndermişiniz, vakit geçirmeden geldim bende.”

“Evet Kharon, biliyorsun artık eskisi gibi değiliz, kentin dokusu yeni gelen Katoliklerle tamamen değişti. Onların eskiden yaptığı bunca yağmaya, bunca yıkıma rağmen bazılarınca kabul görmektelerse de benim bütün bu olup bitenlere karşı kayıtsız kalabilmem mümkün değil. Çok sevdiğim ve kıramayacağım dostum Maximus’un benden bir isteği oldu. Atölyenin de karşılayamayacağı bir istekti bu. Aklıma sen ve değerli eşin Minokta geldi, belki siz bu isteği yerine getirebilirsiniz.”

Kharon, Minokta ile henüz evlenmediklerini söyleyecekti ancak vazgeçti, bunu söylemekle ardından gelecek pek çok soruya da yanıt vermek zorunda kalacaktı ki;

“Sayın Patriyarkos, dostunuz Maximus sizden ne istemişti?”

“Ah, yaşlılık işte, bu isteğin ne olduğunu söylemedim değil mi?  Evet, bana bir tablo sipariş edeceğini ve bu işe yardımcı olmamı istedi. Dediğim gibi benimde aklıma sizler geldiniz, eğer bu işi yapmak istersen gidip Maximus’la konuşursun.”

“Pekala Sayın Patriyarkos, Maximus’u nerede bulurum?

“Dostum Maximus, Antigoni’de Hristos Manasatır ve Kilisesinde papazdır.”

“Anladım Sayın Patriyarkos,  siz bu işi bana bırakın ben Maximus ile anlaşırım.”

“Benim payımı da unutmazsın değil mi, Kharon?”

Kharon, Patriyarkos’un yüzsüzce yaptığı isteği duymazlıktan gelse de, alacağı paranın yarısının ona gideceğini gayet iyi biliyordu, kendisine haber vermesinde sanki başka bir neden mi vardı?

Neyle karşılaşacağını ve ne isteneceğini bilmiyordu, gidip Maximus’la görüşüp öğrenecekti. Ama oraya gitmek için bir tekne bulmak gerektiğinden önce limana gitti ve Antigoni’ye gidecek olan bir kaptan aramaya başladı. Sonunda Laskaridis’i bularak anlaştı. Ertesi sabah gün doğumuyla yola çıkacaklar, gün batımından önce döneceklerdi.

Durumu Minokta’ya anlattı, eğer kabul edebilecekleri bir istek olursa derhal anlaşarak işe başlayacaklardı.

Ertesi sabah Kharon söylendiği gibi gün doğumuyla birlikte limana geldi, Kaptan Laskaridis’i buldu, hamallar limandaki çuvalları teknenin ambarına yüklüyorlardı. İşleri bitene kadar beklediler ve kaptan, bekleyen diğer yolcularla birlikte onları tekneye aldı. Yola çıkmaya hazırdılar, tatlı bir sabah esintisi çıkmış güvertedeki yolcuları adaya götürmek üzere yelkenlere dolmuştu.

Ada uzaktan görünmüş, sakin sularda ve parlak güneşin altında tüm güzelliğiyle, diğerleriyle birlikte duruyordu. Kaptan ustaca bir manevrayla iskeleye yanaşarak yolcularını indirdikten sonra akşam dönüşü için açıkta demir atarak beklemeye başladı.

Kharon, adaya birlikte geldiği yolculardan Maximus’un bulunduğu manastırı öğrenmiş ve kapısına kadar gelmişti. Geldiğinde kendisini kapıda karşılayan bir diyakoza, Papaz Maximus’la görüşmek için geldiğini söyledi.

Diyakoz onu, Maximus’un yanına götürdü. İçeri giren Kharon;

“Sayın Maximus, beni buraya gönderen Patriyarkos’tur. Kendisinden bir isteğiniz olmuş, bende bunu öğrenmek için geldim.”

“Senin bir adın yok mudur evladım?”

“Çok özür dilerim sayın efendim, beni bağışlayın heyecandan olsa gerek, adım Kharon, Patriyarkos’un yöneticisi olduğu atölyede mozaik ustasıyım.”

“Tamam evladım, şimdi beni iyi dinle. Şehirde yerleşik hayırsever bir Fransisken olan Bayan Federica’nın isteği üzerine Patriyarkos’tan yardım istedim. O da bana seni tavsiye etti. Sen bu işlerden anlarmışsın.”

“Evet efendim, benim ve eşim Minokta’nın yaptığı pek çok fresk ve mozaik vardır, belki sizde görmüş olabilirsiniz, demek istediğim bizim bu işleri iyi bildiğimizdir ancak bunun için bazı şartlarımız vardır.”

“Bunlar beni ilgilendirmiyor evladım, sen şehre döndüğün zaman Cenova’lı Carlo Angio’yu sor, Bayan Federica’da onun eşidir, onları Sikai’de tanımayan yoktur. Ne diyeceksen onlara dersin.”

 “Sağ olunuz efendim, dediğinizi yapacağım. İzninizle, şehre dönüş için limandaki gemiye yetişmem lazım.”

“Yolun düşerse yine gelirsin Kharon, Patriyarkos’a da saygılarımı iletmeyi unutma sakın.”

Akşam saatlerinde eve dönen Kharon, Minokta’ya esas görüşmesi gereken kişinin hayırsever Fransisken, Bayan Federica olduğunu ve kendisini görmeye birlikte gitmelerinin bu nedenle daha iyi olacağını söyler.

Gitmelerinden önce Kharon, Carlo Angio’nun kim olduğunu ve nerede bulunduğunu soruşturur. Gerçektende onu tanımayan yoktur, gemi sahibi çok zengin bir tüccar olan Carlo Angio’nun evinin Megalos Pyrgos (Büyük Burç) civarında olduğu ve eşi Federica hakkında topladığı bilgiler çerçevesinde; Fransisken tarikatından, aynı zamanda günlük yaşamına devam eden kadınlar arasında yaygınlık kazanan inancın, yardımseverlik ve kardeşlik temeline dayalı, manastır kuralları dışındaki ayrı bir cemaate bağlı olduğunu öğrenir.

Minokta’yla birlikte Bayan Federica ile konuşmaya gittiklerinde son derece samimiyetle karşılanırlar. Böylesine tanınan ve zenginlikleri ile bilinen ailenin, mütevazı ve sade bir yaşam içerisinde olduklarını görürler.

Bayan Federica isteğini söylemeden önce onlara bir öykü anlatmaya başlar;

“Messina, Bakire Maria ile çok güçlü bağları olan şehirlerden biridir. Havari Paulus’u, Roma’ya zincirlerle götüren yolculuğun rotası, Malta kıyılarındaki ünlü gemi enkazından sonra Messina’da durdu. Asil şehir ve Sicilya’nın başkenti Messina, Doğu ve Batı medeniyetleri arasındaki birleşme noktası, İspanyadan Mısıra, Kartacadan Küçük Asya’ya kadar çeşitli dillerin konuşulduğu bir yer, bir limandır.

Yunanlı, Romalı ve İskenderiyeli filozofların düşüncesi Yeni Fikir’le, özgürlük kadar, eşitlik ve kardeşliğin şehri Messina, Paulus’a kesinlikle kayıtsız kalamazdı.

Hıristiyan Cemaatinden 4 temsilci (mesinessi), Kudüs’e erişmek için Messina limanından ayrıldı. İsa’nın hayatındaki en önemli anların geçtiği yerleri ziyaret ettikten sonra, Mesih’in annesi onları nazik bir şekilde karşıladı ve dönüşlerine sevindi. Uzun konuşmalardan sonunda Maria,  mutluğunu ifade eden bir anne olarak,  tüm şehri kucaklayan inancıyla Messina’nın korunmasını sağlayacak bir mektup yazdı. Birkaç ay sonra temsiciler Kutsal Mektubu getirdiler. Messina’nın hamisi ve koruyucusu azizin yerine, şahsen onu seçenin Madonna’nın olması Hıristiyanlıkta nadir görülen bir örnekti.”

Bayan Federica’nın anlattığı öykü bittiğinde, Minokta sorar;

“Sayın Bayan Federica, bize bu öyküyü anlatmanızın sebebini öğrenebilir miyiz?”

“Evladım, senden yaşça büyük olabilirim ama sanatçının değerini sizden daha fazla bilecek kadar büyük değilim. Öyküyü, isteğimin ne olduğunu söylediğimde gözlerinizin önünde canlandırmanız için anlattım. İsteğimde, Messina’nın koruyucusu Madonna’nın gönderdiği mektubu resmetmenizdir. Bana bu tabloyu yapın ve getirin, bende böylece sizin koruyucunuz ve haminiz Bayan Federica olayım.”

“Sayın Bayan Federica, biz bambaşka düşüncelerle buraya gelmiştik ama şimdi bize öyle bir şey söylediniz ve öyle bir istekte bulundunuz ki, ne benim ne de Kharon’un bunun üstüne diyecek bir şeyimiz kalmadı. Bizi kardeşlik, iyilik ve yardımseverliğinizle kucaklamanız ne büyük bir lütuftur. Ancak sizden tek isteğimiz, yapacak olduğumuz çalışmalarda özgür kalmamızdır.”

“Benim sevgili kızım, yapacağınız çalışmalar benim için değil, kendiniz içindir. Ben size ve yapacaklarınıza hiç karışabilir miyim?”

“İyilik ve hayırseverliğinize minnettarız Bayan Federica.”

“Güzel, şimdi bana tabloyu ne zaman tamamlayacağınızı söyleyebilir misiniz?”

“Yapacağımız iş zaman alacaktır, Azizler gününe kadar yapacağımızı umuyorum.”

“Anlaştık o halde, gidin ve eşim Carlo’dan işinizin bedeli neyse isteyin. Yapacağınız tablonun Azizler gününden önce yerini bulması oldukça önemli, sizi umutla bekliyor olacağım.”

Bayan Federica’nın evinden ayrılan Kharon’la Minokta, yolda hızlıca ilerlerken kendilerini sanki bambaşka iki insana dönüştüren bir büyünün etkisiyle hareket ediyorlardı. Kelimeler ağızlarına kadar geliyor, bir türlü iki dudaklarının arasından çıkamıyordu. Sessizce birbirlerine bakıyorlar, hissettikleri karmaşık duyguları ve düşünceleri ifade etmekte zorlanıyorlardı. En sonunda Kharon’un ağzından titrek ve zayıf bir cümle döküldü;

“Minokta, biz ne yaptık?”

“Bende bilmiyorum Kharon, buna ne demeli; kendimizi tutsak mı ettik, yoksa özgür mü bıraktık anlamış değilim. Yaptık bir şey işte, daha fazla soru sorup durma bana.”

Gece boyunca hiç konuşmadılar, sabah kalktıklarında Minokta’nın gözleri, Kalsedon taşlı küpeleri gibi ışıldıyordu.

Çünkü Minokta o gece rüyasında, Kutsalların Kutsalı Maria’in kendisine mektubu okuduğunu gördü;

“Ben Maria, Joachim’in kızı, Tanrının mütevazı hizmetkârı, çarmıha gerilmiş İsa’nın annesi, Yehuda kabilesinden, Davut soyundan. Tüm Messinessi’ye sağlık ve Yüce Baba’nın kutsamasıyla;

Büyük bir inanca sahip olan hepiniz, bize temsilci gönderildiğini ve Tanrı’dan bahseden oğlunun, Tanrı ve insan olduğunu ve dirilişten sonra cennete gittiğini ve yolu bildiğini itiraf ettiğini elçi Paulus’un vaazıyla biliyoruz. Bunun için sizi ve sürekli koruyucusu olmasını istediğiniz şehri kutsuyorum.

Kudüs isimli ev sahibinden…”

Yalnızca mektubu okumakla kalmamış, birde mektubu nasıl resmedeceğini anlatmıştı. Minokta’ya yol gösterenin Kutsal Maria’in olması, bir türlü cevap veremediği soruların cevabıydı.

Kharon uyandığı zaman, Minokta’nın dün geceki sessizliği ve durgunluğundan eser kalmadığını, aksine neşe ve canlılıkla dolu olduğunu gördü. Bir gecede bu değişikliğe yol açan neydi acaba? Kharon sormaya da çekiniyordu, belki de öyle görünmekle moralini yüksek tutmaya çalışarak kendini kandırıyordu.

“Anlatacaklarıma inanamazsın Kharon, dün gece Kutsal Maria’le konuştum. Ve bana öyle bir yol gösterdi ki, bu yoldan yürümek artık benim için bir ibadet oldu. Nereye kadar gideceğim bilmiyorum ama sonunda bir yere varacağım kesin.”

Kharon cevap vermekte zorlandı, şaşkınlık ve hayretle Minokta’ya bakıyordu.

“Bana öyle bakma Kharon, henüz delirmiş falan değilim, sadece Bayan Federica için yapacağım tablo neye benzeyecek artık biliyorum. Kararlı olmak güzel şeydir, insanı bilinmezlikler ve belirsizlikler dengesiz hale getirir. Şimdi huzura kavuşmanın verdiği rahatlığın tadını çıkarıyorum.”

“Beni şaşırtıyorsun Minokta, hatta korkutuyorsun bu davranışlarınla. Mademki ne yapman gerektiğine karar vermişsin neymiş bu kararın, bana da söyler misin?”

“Sana söylemeyeceğimde kime söyleyeceğim Kharon, Bayan Federica’ya yapacağımız tablo için, çok küçük ve renkli cam tesseralar lazım ve çokça da altın renkli olanlarından. Ne kadar gerekecek bilmiyorum, yaptıkça göreceğiz. Bir mozaik tablo olacak bu. Messina halkı adına yazdığı mektubu elinde tutan Kutsal Maria’in tablosu.”

“Vakit kaybetmeden istediğin malzemeleri temin etmem gerekecek. Benim bu arada gidip Bay Angio ile konuşmamda lazım.”

“Kharon, bu işi kabul etmemizdeki büyünün bozulmaması adına Bay Angio ile konuşmaya gittiğin zaman ondan çok cüzi bedel iste. Bu davranışımızla onlara olan minnetimizi de ifade etmiş olacağız öyle değil mi?”

“Öyle olmasını umarım?”

Kharon, Bay Angio ile görüşmek üzere, Porta S.Chiara’da bulunan işyerine gitti. Minokta’nın söylediği gibi Bayan Federica için yapacakları tablonun bedeli olarak istediği 1 duka altını çok azdı. Bunun üzerine Bay Angio merak ederek sordu;

“Buraya gelmeden önce muhtemel ki hakkımda bilgiler toplamışsındır ve yapacağın iş için benden istediğin para miktarı neden bu kadar az, yoksa sen yapacağın işi değerli görmüyor musun?”

“Hayır Bay Angio, aksine ne kadar kıymetli ve kantarla ölçülmeyecek kadar ağırlığı olan bu tabloyu Bayan Federica’nın kardeşlik, iyilik ve yardımseverlik duygularıyla yaptırdığını biliyorum ve kendisine olduğu kadar size de, eşim Minokta ile birlikte minnettarlık duyuyoruz. Ve inanıyoruz ki aynı duygularla bu işi yapmış olalım. Sizden istediğim bedelse yalnızca bunun bir nişanesi olacak miktardır.”

“Senin güvenilir birisi olduğunu ve fırsatçılık yapmadığını anladım Kharon. Böyle insanları hiç sevmem, hiçbir işlerinden hayır gelmez onların. Gözleri paradan başka şey görmez, bütün zenginleri yolunacak kaz sanırlar.”

“Böyle insanları bende hiç sevmem.” “O halde eşim Federica’nın isteğini yerine getirmek için çalışmaya başlayabilirsiniz.”

8. Bölüm

Minokta ne yapacağını biliyordu, Bay Angio’nun da oluruyla derhal çalışmaya başladı. Bu kez yapacağı mozaik tablo diğerleri gibi duvara monte edilmiş şekilde değil, çok küçük tesseraların dizilmesiyle oluşan hareketli yüzeyi ile ışık altında adeta canlanan ve yüz ifadesinin detaylı olarak seçildiği, kendine özgü karakterli bir mozaik resimdi. Bu malzeme türü Bizantion sanatına egemen olan soyutlama eğilimi ile birleşerek, iki boyutlu derinliği reddeden ve çizgisel kimliğe bürünmüş bir resim anlayışıyla yapılmıştı.

Kucağında taşıdığı bebek İsa ile Kutsal Maria, elinde tuttuğu mektubu Messina halkına gösteriyor, tablonun üst kısmında uçan meleklerin yaydığı ışıklarla her yer aydınlanıyordu.

Minokta, tabloyu Bayan Federica’ya söz verdiği gibi Azizler gününden çok önce gece gündüz demeden çalışarak tamamlamıştı.

Tabloyu, Bayan Federica’ya teslim etmek üzere Kharon’la birlikte taşıyarak götürmüşlerdi. Bayan Federica bu olağanüstü tabloyu gördüğü anda önünde haç çıkartarak dizleri üzerine çökmüş ve hayranlık dolu bakışlarla adeta donup kalmıştı. Neden sonra kendine geldi ve bir rüyadan uyanırmışçasına Minokta’ya bakarak bu tablonun adı “Madonna delle Lettera” olmalı dedi.

Minokta, o esnada oluşan büyülü havayı bozmak istemediğinden, sesini çıkartmadan başını eğerek kabul ettiğini belirtti.

Bayan Federica, tabloya bu adı vermesini Minokta’nın da kabul ettiğini görünce, düzlerinin üzerinde doğrularak ayağa kalktı;

“Bu tablo, Azizler gününde Cenova’da, Santa Caterina Kilisesinde olmalı.”

“Tablo sizindir Bayan Federica, onu istediğiniz yere götürebilirsiniz.”

“Yarattığın olağanüstü tablo, yerine konduğu zaman gerçek değerini kazanacaktır. Bundan emin olabilirsin, çünkü senin değerin böyle kutsanacaktır.”

“Her defasında beni hayretler içinde bırakıyorsunuz, bu güne kadar sizin gibi yüreği iyilikle dolu, sanatın ve sanatçının hamisi olan birisine rastlamamış olmak, herhalde geçmişimizden kaynaklanmakta. Haçlılar tarafından manastırların, kiliselerin, anıtların yağmalandığı, ikonların parçalandığı, mozaiklerin, fresklerin üzerlerinin kapatıldığı zamanlardan kalan inancımızla aynı şeyleri şimdi sizlere mal etmekteyiz. Oysa hiçte bildiğimiz gibi olmadığını sizi tanıdıktan sonra anladım.”

“Sen yinede hepimizin aynı olduğunu düşünme, ne demagog rahipler, ne sahtekar keşişler vardır. Çoğu geçmişte olduğu gibi yine aynı şeyi düşünür, fırsat bulsalar ne fresk bırakırlar ne de mozaik. Bunlardan nasıl sanatsever olmalarını bekleyebilirsin. Ben ve benim gibi olanlar ise onlardan farklıdır ve onlardan farkımız ise hür düşünceli ve laisizme olan inancımızdır.”

“Öyle anlaşılıyor ki, ileride yapacağımız çalışmalara dar bir görüşle yaklaşmayacak; kadını daha fazla görünür kılmak adına desteklerinizi esirgemeyeceksiniz.”

“Bunu aksini düşünmek, herhalde kendime ve Azize Clara Cemaati adına yapabileceğim en büyük ihanet olacaktır.”

“Kadının aşağılanmadığı, üstünün başının örtülmediği, erkeğin himayesi altında yaşayan bir yaratık olarak görülmediği güne kadar sanatımı kullanmaya söz verdim. Bundan sonra verdiğim söze sadık kalarak, yolumdan sapmayacak olduğumdan dolayı beni fazlasıyla onurlandırdınız.”

“Senden cemaatimiz adına Agora Manastırı için bir tablo daha yapmanı istiyorum, bu defa seçim senindir.”

“İsteğinizi, sanatımla yaşama ve yaşatmanın onuruyla yerine getireceğim.”

Minokta’nın yapacağı tablo belliydi, önceden kararını verdiği Maria Magdalene tablosu olacaktı, düşüncesini Kharon’a açıkladı;

“Ne diyorsun Kharon, bu kez eserimizle kendimizi kabul ettirip, onurlanmak üzere dimdik ayakta durabilecek miyiz?”

“Çok cüretkâr bir davranış olacak bu; belki de şimşekleri üzerine çekeceksin, seni sonuna kadar savunacağımı biliyorsun ancak nereye kadar sürükleniriz bunu bilmiyorum.”

“Yaptığımın bende farkındayım Kharon ama böyle yapmazsam, bu cüreti bir kez daha gösterebilir miyim bilmiyorum? Kiliseler arasındaki çekişmenin en durgun olduğu bu zamanda bu tabloyu yapmazsam kendime olduğu kadar sana da olan saygımı yitireceğim, varsın bütün şimşekler birer mızrak olsun, üzerime gelip bütün bedenime saplansın.”

“Yine aynı biçimde küçük cam tessera parçacıklar mı kullanacaksın? Yoksa başka bir düşündüğün var mıdır?”

“Boyutları oldukça büyük bir ikonu andıracak bu tablo. Yine cam tesseralar kullanarak yapacağım, uzaktan sanki bir ikona bakarmış gibi olacak.”

“Sen çalışmaya başla, ben de gidip Patriyarkos’u göreyim, bakalım önceden yaptığımız iş için para almadığımıza inanacak mı?”

Kharon, atölyeye giderek Patriyarkos’un, Maximus aracılığı ile söylediği işten para almadıklarını, eğer inanmazsa da, işi esasında Cenevizli Carlo Angio için yaptıklarını söyleyerek, kendisine sorabileceğini söyledi.

Patriyarkos’un uçan kuştan dahi haberi olduğundan konuyu bildiğini, Maksimus ile önceden konuştuğunu ve ayrıca Bay Angio’nun takdirlerini kazandığından kendisinin de ne kadar kıvanç duyduğunu belirtti.

Böylece kendisini sorumluluktan kurtaran Kharon çok rahatlamıştı. Bundan sonra yapacakları iş içinde yeni bir borç doğmuyordu. Bayan Federica, Minokta’dan başka bir tablo yapmasını bizzat istemişti. Bu kez aklına arkadaşı Nikolaus’un dediği gibi para pul işlerinden hiç anlamadığı geldi. Öyle ya, yine bu işi hayır için mi yapacaklardı? Acaba gidip Bay Angio ile konuşsa mıydı? Ama bunu önce Minokta’ya sormalıydı.

“Atölyeye gidip Patriyarkos ile konuşup anlaştık. Ancak aklıma takılan başka bir şey var; yeni yapacağın tablonun bir bedeli olacak mı? Bunun için ne düşünüyorsun?”

“İyi bir soru Kharon, bilmem ki, ne yapsak Bayan Federica’ya bir şey demek yanlış olacaktır. En iyisi sen yine Bay Angio ile bir görüş istersen.”

“Ben de sana bunu soracaktım, aynısını düşündüm de sana sormadan yapamadım.”

“Yalnız sakın doğrudan sorma, biraz politik davran, Bay Angio durumu kavrayacaktır herhalde.”

“Güvenini kazanmışken bunu yapamam doğrusu, yani politik davranmayı becerebileceğimi sanmıyorum da başka bir yol deneyeceğim.”

“Beni fazla meraklandırmada söyle işte”

“Ona Patriyarkos’tan söz edeceğim. İlk başta bu iş için onun aracılığı ile geldiğimizi ve hangi şartlarda bu işe girmiş olduğumuzu anlatacağım, gerisi gelecektir zaten.”

“İyi bir çıkış yolu bulmuşsun Kharon, gidip derdimizi anlat bakalım.”

Kharon, Bay Angio’yu tekrar görmeye gittiği zaman, aldığı teklife inanamadı. Birkaç güne kadar, hazırlıklarını tamamlayıp Cenova’ya gitmek üzere yola çıkacaktı.

Eve döndüğünde sanki testiler dolusu şarap içmişçesine sarhoş gibiydi. Minokta, onu görünce kendi kendine; kötü bir şey oldu galiba, Kharon bana anlatmaya cesaret edemediğinden gidip sarhoş oluncaya kadar şarap içti herhalde diye düşündü.

 Kendisini toparlayan Kharon;

“Minokta içmeden sarhoş oldum, sebebini söylediğim zaman bakalım sen ne yapacaksın?”

“Eğer düşündüğüm gibi kötü bir şeyler oldu da sen üzüntünden bu haldeysen, hiç üzülme, yaşam devam edecek ve bizde kendi yolumuzda ilerleyeceğiz.”

“Kötü bir şey mi? Yok yok, ne kadar düşünsen de aklına hiç gelmeyecek bir şey oldu. Bay Angio, yaptığın tabloyu Cenova’ya götürmemi istedi.”

“Neee, sen Cenova’ya mı gideceksin? İyi ama nasıl?”

“Ben de bilmiyorum, Bay Angio’nun yanına gittiğimde kafamda söze nereden başlasam da derdimi anlatsam diye lafı ağzımda evirip çevirirken, sana bir şey söylesem yapar mısın diye sordu? Ben de yeter ki siz isteyin diye cevap verince, o halde yaptığınız tabloyu Azizler gününden önce Cenova’ya götürmemi istiyorum dedi. Hiç düşünmeden olur dedim.”

“E, sonra? Sonra Bay Angio, bunu git birde eşin Minokta’ya sor, bakalım o ne diyecek dedi. Gelirken de ben ne yaptım diye düşünmekten kafam döndü, içmeden sarhoş oldum işte. Sen bu işe ne diyeceksin şimdi?”

“Bayan Federica tablonun Azizler gününden önce Cenova’da, Santa Caterina Kilisesinde olmasını istemişti. Demek ki Bay Angio bunun için senin gitmeni istedi. Bu çok iyi bir teklif Kharon, gerçekten güvenini kazandığını gösteriyor. Hemen yarın git ve yapacağın yolculuk için Bay Angio ile konuş.”

Kharon, Bay Angio’nun “Elettra” adlı gemisiyle Cenova’ya gidecekti. Gemi iki gün sonra Porta S.Chiara’dan sefere çıkmasından önce Kharon’a avans olarak iyide bir para ödemişti. Bir kese Genovino’yu belli ki hem yapacağı seyahat hem de Bayan Federica’nın istediği ikinci tablo için vermişti. Böylelikle istediğinden çok daha fazlasını elde etmiş oluyordu.

Hiç açık deniz yolculuğuna çıkmamış Kharon şimdi kara kara düşünüyordu, onca yolu nasıl gidecekti. Aynı zamanda korkuyordu da. Ne kadar düşünse de, ne kadar korksa da başka çaresi yoktu, söz ağzından bir kere çıkmıştı. Birde işin iyi taraflarını düşünmek lazımdı, böyle bir seyahate çıkmakla hiç görmediği hiç tanımadığı yerleri gezip görecekti.

Fazla zamanı yoktu, gemi iki gün sonra sefere çıkacaktı. Bay Angio “Madonna delle Lettera” tablosunu gemiye teslim edeceği bilgisini önceden vermiş olduğundan, yanına aldığı birkaç parça eşyasıyla Minokta’ya veda etme zamanı gelmişti.

9. Bölüm

Yolculukta neyle karşılaşacağını bilemediğinden, Minokta ile hüzünlü bir ayrılık sahnesi yaşamıştı. İlk defa oluyordu böylesi, birlikte olduklarından beri hiç ayrı kalmamışlardı. Yol boyunca ayrı kalacağı Minokta’yı yanında hissedebilmek için onu anımsatacak, saçlarını topladığı fildişinden yapılma firketesini boynuna astı. Minokta, her an yanında olduğunu, kokusunu ve sıcaklığını taşıyan, annesinden kalma, basit ama kendisi için çok değerli olan bu küçük parçayı gözyaşları içinde Kharon’a verdi. Kharon, erkeksi bir tavırla, gözyaşlarını Minokta’ya göstermemek için arkasını dönerek aceleyle dışarı çıktı. Rıhtıma gidene kadar gözlerinden süzülen yaşlar dinmedi.

Elettra gemisi, hamulesi olan çeşitli baharatları yüklemiş, gelecek son yolcusunu Porta S.Chiara’da beklemekteydi. Kaptan Guido güverteyi adımlıyor bir yandan da, ne kadar kıymetliymiş bu adam, şu zamana kadar gemiyi çoktan avara etmeliydim diye düşünüyordu. Bay Angio, yolcuya ve götürmekte olduğu tabloya, gerekli özenin gösterilmesi talimatını Kaptan Guido’ya vermiş olduğundan, bu kez yapacakları sefer, yolcusuz yaptıkları diğerlerinden farklı olacaktı.

Kharon, limanda bordo etmiş geminin yanına geldiğinde kendinse merakla bakmakta olan tayfalara seslendi;

“Bu gemi, Kaptan Guido’nun gemisi midir?”

Tayfalar, kıyıdaki adamın sözlerinden hiçbir şey anlamadıkları için birbirlerine baktılar, içlerinden bir tanesi ne sorduğunu anlamış, Kaptan Guido’nun gemisi olduğunu söylemişti.

“O zaman geldiğimi haber ver kaptana.”

Koşarak, güvertedeki kaptanın yanına gelen tayfa, bir adamın kıyıda beklediğini söyledi. Güverteden uzanan kaptan kıyıda bekleyen adamı görerek, tayfaya, adamı gemiye alın buyruğunu verdi.

Pasarellanın üzerinden ürkek adımlarla çıkan Kharon, gemiye bindiğinde yanında biten tayfaya kim olduğunu sordu. Gemide bulunan diğerlerinin sözlerini anlamakta zorluk çekiyordu, çünkü hiç kimse onun lisanını bilmiyordu. Oysa herkesle, Bay Angio ile olduğu gibi anlaşacağını sanmıştı. Ancak kendisini anlayan tek tayfanın adının Zephyros olduğunu öğrenince, onunda bir Bizantion’lu olduğunu anlamış ve rahatlamıştı.

Gemiye binen adamın, Bay Angio tarafından gönderilen yolcu olması gerektiğini tahmin eden Kaptan Guido, tayfa Zephyros’u yanına çağırarak, adamı tayfa başı lostromo Emilio’nun karşısında önceden hazırlanmış olan boş kamaraya götürmesini söyledi.

İçerisine ancak sığacağı kadar küçük olan kamarasına yerleşen Kharon, yorgunluğunu atmak için, içerideki tek eşya olan tahta yatağa uzandı. Yukarıdan gelen koşuşturmanın ve bağırış çağırışın ardından geminin hareket ettiğini anlayarak yatağın kenarına doğrularak oturdu, hızlanan kalp atışlarını bastırmak için haç çıkartarak rahatlamaya çalıştı. Boynuna kolye gibi taktığı Minokta’nın saç firketesini öperek kokladı.

Bir süre öylece bekledikten sonra, gemideki hareketlilik kesilmiş ve sessizlik hâkim olmuştu. Gemiye bindiğinde hissettiği yorgunluğu üzerinden atmış, dışarı çıkmayı isteyecek kadar da kendine gelmişti.

Kamaranın kapısını aralayıp kafasını dışarı uzatarak sağa sola baktıktan sonra, dışarıya çıktı. Geldiği yerden üst kata, güverteye adımını attı. Karşısında rüzgârla dolarak şişmiş yelkenleri gördü. En uzun olan direkte bulunan yelkenin üzerindeki kırmızı bir Latin haçı, geminin Ceneviz’e ait olduğunu göstermekteydi. Etraftaki tayfalar kendisini fark etmemiş, her biri görevini yapmakla meşguldü ki, güvertede dağınık şekilde duran halatları toplamakta olan Zepyhros’u gören Kharon, onun yanına doğru yürümeye başladı. Denizin üzerinde hızla yol alan gemi çoktan kıyıdan uzaklaşmış, Prens Adalarını bile geride bırakmıştı.

Zephyros’un yanına gelen Kharon, ona bu yolculuğun ne kadar süreceğini sordu.

“Eğer rüzgâr böyle eser ve kaptanın istediği yönde sürerse on güne kalmaz Cenova’ya varırız.”

 Kharon şöyle bir ellerine doğru baktı ve on koca gün ha! Diye içinden geçirdi.

“Gece gündüz hep gidecek miyiz yoksa bir yerlerde duracak mıyız?”

“Yolda ayrı ayrı limanlara uğrayacağız,  Kaptan rüzgârın durumuna göre karar verecektir artık. Ama genellikle karaya çıkmadan durduğumuz belli yerler vardır. İlki Euboea Adası olacaktır, diğeri Hydria ardından Malafavia, oradan Matapan Burnuna ulaşırız. Sonra tehlikelerle dolu açık denizden geçerek Syracusa limanına ulaşırız. Ionia’da daha büyük limanlar vardır.  Napoli, Gaeta, Pisa ve Cenova. İşte buraya kadar, sonra geriye dönüş. Kaptan ne kadar kalacaktır burada belli olmaz.   ”

“ Duracağımız ilk limanına ne zaman ulaşırız bu gidişle?”

“Yarın akşama doğru her halde. Gecede orada kalıp dinleniriz.”

“Oraları nasıl yerler, sen önceden de gitmişsindir?”

“Benim tek sevdiğim yer Konstantinopolis, hiç biri ona benzemez. Hepsi de onun replikası olmaktan öteye geçemez. Sende göreceksin nasıl olsa o pek beğendikleri Cenova’yı. Bakalım sen ne diyeceksin o zaman? Eğer bu işten para kazanmasam bir gün bile kalmam bu gemide ama gemi sahibi iyi para veriyor doğrusu. Sahi, senin bu gemide ne işin var?”

 “Bende Cenova’ya gidiyorum, gemi sahibinin isteği ile çıktım yola.”

“Sana ayrı bir kamara vermelerinden anlamıştım zaten.”

“Siz nerede kalıyorsunuz o zaman?”

“Biz tayfalar, güvertede oraya buraya kıvrılıp yatarız. Herkesin kendi takımı vardır. Acemiler ile usta denizciler ayrıdır. Kaptan, lostromo ve ikinci kaptanın da ayrı kamaraları vardır.”

“Gemide başka kimler vardır?”

“Başka kimse yoktur, usta denizciler diğer işleri de görürler.”

“Ne yer ne içersiniz peki?”

“Peksimet, kurutulmuş et ya da balık ile bira, gündelik tayınımızdır. Gün batımıyla lostromo bize dağıtır. Bazen paçamora da yaparız. ”

“O nedir?”

“Peksimete yağda kızartılmış soğan dökerek yapılır.”

“Güzel olur herhalde?”

“Yaptığımız gün sana da veririm tadına bakarsın.”

Kharon, elini siper ederek gökyüzündeki güneşe doğru kafasını kaldırdı, gemiyi takip eden küçük bulutlar sanki denizin üzerindeki dalgalarla birlikte hareket ediyordu. Gemi açık denize doğru ilerledikçe artan rüzgârla dalgalar yükselmeye başlamış ayakta durmak dahi ustalık ister olmuştu. İyisi mi ben kamarama döneyim de başıma bir şey gelmesin diyerek Zephyros’un yanından ayrılıp, sağa sola tutunarak kamarasına doğru yürüdü.

İçeride uyuyabilme umuduyla yatağa uzandı. Gözlerini kapattı, gemi dalgaların üzerinde baş kıç yaparak ilerliyor, yattığı yatakta geminin hareketiyle salınıyordu. Uyuya daldığını anlamadan, kamaranın çalınan kapısından Zephyros’un sesini duyarak uyandı. Kapıyı açtı, karşısında duran Zephyros, Kaptanın onu kamarasına çağırdığını, bekletmeden yanına gitmesini söyledi.

Üstünü başını aceleyle toplayan Kahron;

“Bana Kaptanın yerini gösterir misin?”

Dışarı çıkan Kharon, Zephyros’un peşinden Kaptanın kamarasına geldi. Zephyros;

“Ben geri dönüyorum, sende kapıyı çalıp, içeri girersin. Merak etme kaptan lisanımızı bilir.”

Kharon, buna çok memnun oldu. Kapıyı çalarak içeri girdi. Kaptan onun geldiğini görünce;

“Gel bakalım, bu gece misafirim olacaksın. Bay Angio çok az insana güvenir ve onlar dışında kimseyle çalışmaz. Götürmekte olduğun tabloyu ve seni, benim korumama verdi. Adım Guido’dur, Kaptan Guido. Bende senin gibi Bay Angio için çalışıyorum. Adın, yanlış aklımda kalmadıysa Kharon, değil mi?”

“Doğru adım Kharon, Cenova’ya ne için gitmekte olduğumu zaten biliyorsun.”

“Daha önce açık denizlerde yolculuk yaptın mı?”

“İlk defa şimdi yapmaktayım.”

“Ben yıllardır denizin dalgaları üzerindeyim. Mare Nostrum’un bütün limanlarını gezdim ama en güzeli hangisidir bilir misin?”

“Ben hiç birini görmedim, hiç birisini bilmem, ama bildiğim tek liman vardır oda Konstantinopolis’tir.”

“Ne kadar şanslı olduğunu bil ki; benim içinde öyledir. Önce babam buraya gelmiş, burada âşık olduğu kadın Amymone ile evlenerek kalmış. Bende burada doğup, burada büyüdüm. Köklerim Latin’de olsa kendimi her zaman buralı gördüm.”

“Şimdi anlaşıldı. Merak ediyordum doğrusu dilimizi nerede öğrendin diye?”

“Gemideki tayfa Zephyros’ta bizdendir. Onunla anlaşırsın, Cenova’da limana indiğinde onu senin yanına veririm. O, azda olsa Latince bilir, istediğin yerlere götürür seni.”

“Bende bunu düşünüp dururdum ama artık fazla düşünmeme gerek kalmadı.”

“Hadi o zaman, şuradaki fıçıdan kupalarımıza bira doldur da karşılıklı içelim.”

“Bunu çok iyi dedin kaptan, açlık ve susuzluktan neredeyse baygınlık geçirecektim.”

“Ben Zephyros’a da söylerim, akşamları sana da kumanyadan verirler. İmkânlarımız kısıtlıdır, yol boyunca böyle idare edeceksin. Limana çıktığında sarhoş olmanın dışında istediğini yapabilirsin.”

“İyi ki seni tanıdım kaptan, Kaptan Guido.”

“Şimdi sen söyle bakalım, kimsin ne iş yaparsın?”

“Ben Byzantion’lu bir mozaik ustasıyım, aynı zamanda ressam olup fresk de yaparım. Beni, bilenler bilir.”

“Bay Angio için çalışma nedenini şimdi anladım.”

“Bu işte yalnız değilim, yanımda kıymetli eşim Minokta’da var. Oda bir ressam ve mozaik ustasıdır, biz birlikte çalışırız.”

“Bu işlerde kadının adı yoktur. Hele sizin gibi iş yapanı da ilk defa görüyorum.”

“Doğru söylüyorsun kaptan, zaten bizimde tek amacımız, kadının da bir adı olduğunu göstermektir.”

“Anlaşılan sende zoru seviyorsun. Seninle iyi anlaşacağa benzeriz. Bende zoru sevdiğim için kaptanlık yaparım. Denizle boğuşmak kolay iş değildir ancak yaşayan bilir.”

“Dalgalar azmadan, sakin denizde bunu anlamakta, anlatmakta ne mümkün. Eğer korku duymuyorsan, fırtınadan kurtulacağına inanıyor ve yükselen dalgalarla tek başına olsa da boğuşmaktan vazgeçmiyorsan, bir an gelip denizin nasıl hiddetinden vazgeçtiğini ve senin yaptığın ölüm kalım mücadelesini nasıl kazandığını göreceksin demektir.”

“Her zaman öyle olmuyor, gemin batabilir, sende suların içinde boğulup ölebilirsin. Denizcilerin kaderidir böylesine bir yaşam. Tek başınıza, bir orduya karşı savaşa kalkmışsınız. Gesu sia con te!”

Gece boyunca yol alan gemi Dardanelles’i geçmiş, gündoğumuna kadar kalmak üzere Tenedos adasındaki küçük limana girmişti. Güneş doğana kadar limanda kalan gemiden karaya çıkmadılar ama adada yaşamakta olanlar uzaktan görünmeye başlayınca, gemideki filika ile giden iki üç tayfa, her seferde yaptıkları gibi adanın suyundan ve güzel şarabından yeteri miktarda alarak geri döndüler. Ada gözlerinin önünde, sessiz ve sakince, gelecek olan başka gemileri beklemekteydi. Adamların işlerli bitince, kaptan gemiyi avara ederek limandan ayrıldılar. Bu kez rota Hydria Limanıydı.

Yelkenleri rüzgârla dolan gemi, dalgaların üzerinde ilerlerken, suya dalıp çıkan delphinuslar onları takip ediyordu. Küpeşteden denize bakmakta olan Kharon, onları izlerken bu yolculuğa çıkmadan önce duyduğu korkuların nasılda yersiz olduğunu, denizin hiçbir şeye benzemeyen güzelliği ortasında sanki başka bir yaşama doğmuşçasına, deniz yaratıkları ve su perilerinin dalgalarla oynaşarak vakit geçirdiklerini görüyordu.

Tenedos’tan ayrıldıktan sonra, yolculuğun ikinci gününde açık denizde uzaklardan görülen, Limnos ve çevresi yüksek keskin kayalıklarla dolu Agios Stratios adasını, akşama doğruda dağlık ve kıraç görünümlü, yalnızca buraya özgü küçük atları olan İskiri adasını geçtikten sonra yollarına devam ederek sonunda Euboea adasının doğusundaki Karystos Limanına girdiler.

Gece olduğundan kaptan kıyıya fazla girmeden açıkta demir attı ve tayfalar yelkenleri topladı. Uzun ve yorucu bir gün geçirmişlerdi, dinlenmek ve yeniden yola çıkmak üzere, nöbete kalan birkaç tayfa dışındakilerin hepsi derin bir uykuya daldı. Sabah olunca liman bölgesinde yüksek ve sarp tepelerin önünde uzanan büyük bir düzlük alan görülüyordu. Karaya çıkmadan, kaptanın vira demir komutuyla tayfalar hareketlendiler, geminin burnu rüzgâra doğru dönerken yelkenler fora edilerek, Hydria adasına doğru dümen tuttular.

Üçüncü günde, Kharon açık denizlerde olmaktan büyük keyif almaya başlamıştı, Akşamları birlikte içilen biralar, çalgıların eşliğinde uzak limanlardaki sevgililere yakılan şarkılar, Zephyros’un yanlarından geçtikleri adalar hakkında anlattıkları, tayfaların birbirleriyle şakalaşmaları, vardıkları limanların güzellikleri ve de Minokta’nın gözlerini hatırlatan Arşipel’in derin mavilikleri, saçlarına benzettiği öğle güneşi altındaki gümüş pırıltılar saçan köpüklü dalgaları…

Yine uzaklarda görülen adaların arasından geçerlerken, Zephyros rehberliği elden bırakmamış; doğudaki büyük adanın Zea, yakınlarından geçtikleri batıdakinin ise Makronisos adası olduğunu ve tepedeki dalgalı ufuk çizgisinde siluet halinde Ekklisia Panagia’nın görüldüğünü söylemişti.

Kaptan, kuzeyden esen rüzgârında yardımıyla hızla yol alan geminin rotasını, Venedik kontrolündeki, Hydria adasının Limnioniza limanına girmekten vazgeçerek, Monemvasia’ya çevirdi.  Burada birkaç gün kaldıktan sonra Matapan Burnundan geçerek yola devam etmek üzere gece vakti limana demir atıllar. Geniş ve büyük İyon Denizine çıkmadan önce de gemilerin kaldığı ve kumanyaları ile su ve ünlü Malvasia şaraplarını aldıkları durakları olacaktı burası. Kaptan, tayfalarına kalacakları süre içerisinde her zaman olduğu gibi sarhoş olmamaları koşuluyla karaya çıkma izni verdi.

Hava aydınlandığında limanın gemilerle dolu olduğunu gören Kharon, ada ve limanın Bizantion kontrolünde olduğunu öğrendikten sonra tayfalarla birlikte karaya çıktı. Zaphyros’un rehberliğinde kasabadaki kiliseleri görmeye gittiler. Bizantion kontrolüne geçmeden önce, kiliseler burada da Latinler tarafından tahrip edilmiş olduğundan, çiftlik arazileri ile üzüm bağlarından geçerek gittikleri Panagia Chrysafitissa’da bulunan Mesih’in zincirleri ile kafasındaki dikenli taç simgelerini göremediler. Gittikleri Aziz Nikolas kilisesinde de fazla bir şey kalmamıştı. Üzülerek limana döndüler, kendilerine ahtapot, kalamar ve lezzetli istiridyelerden oluşan bir ziyafet verdiler ve pek tabi ki yanında da meşhur Malvasia şarabından içmeyi unutmadılar. Kaptan sarhoş olmalarını yasakladığından, çakır keyif olana kadar oturdular.

Kharon merakla Zaphyros’a sordu;

“Kaptan tayfaların sarhoş olduklarını öğrenirse ne olur?”

“Hiç biri buna cesaret edemez, çünkü çok ağır cezası vardır, bir ayağından bağlanıp baş aşağı denize daldırılır, eğer boğulursa bir tayfa eksilmiş olur, boğulmaktan kurtulacak kadar nefesi varsa, bir daha sarhoş olmayı göze alacak kadar da içemez.”

“Cezası çok ağırmış doğrusu, peki ya kaptan, o sarhoş olur mu?”

“Ben hiç görmedim, göreninde olduğunu sanmıyorum ama seferde değilken herhalde olmuştur.”

“Peki, ya sen sarhoş olur musun Kharon?”

“Şarap ve onu insanlığa armağan eden kimdir bilir misin?”

“Hiç düşünmedim, yalnızca bulduğum zamanlarda içtim şarabı.”

“Öyleyse dinle de sana anlatayım. Tabiatın sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak, insan için ulaşılması en çok özlenen bir aşamadır. Dionysos bu ereğe varmanın yolunu en kolay şekliyle herkese sunar: Bu yol şarap ve sarhoşluktur.

Apollon ise aydın, durağan ve ölçülü gücü simgeler. Işıktır, doğayı görme, varlığı akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir, Apollon sanattır, ama aynı zamanda da öngörmedir, anlama ve kavramadır, ışığın doğayı aydınlatıp karanlık kalan sırlarını çözümlemesidir. Ama bu güç, insanı bir seyirci ve bir taklitçi olmaktan da ileri götüremez, yaratıcılık insanın doğaya bir başka türlü coşkuyla karışmasını şart koşar, karanlık güçlerin gizemine ermesini… İşte bu gücü de şarabın tanrısı Dionysos simgeler. Dionysos doğanın kendisi değil, bir ana tanrıçada değil ama insann doğayla birleşmesini sağlayan bir araçtır sanki. İnsan için düşünülmüş, insan için yaratılmış bir tanrıdır.

Nitekim insan dişisinden doğmadır, insana karışır ve insan çilesini çeker, ta ki taşkın gücünün ne denli bir nimet olduğunu anlatabilsin insana.”

“Ne kadar güzel anlatıyorsun, Mesih’in kutsal kanını simgeleyen şarap içip sarhoş olmak ve tanrılaşmak.”

“E, ben pek öyle demek istemedim ama mademki sen bu şekilde anladın, bak o zaman sana bir başka soru daha sorayım, aşk nedir bilir misin?”

“Aşk mı? Hani şu herkesin bilip de ne olduğunu anlatamadığı aşkın ne olduğunu mu soruyorsun bana; hayır, bildiğimi söyleyemem.”

“İnan ki bir gün sende aşkın ne olduğunu bileceksin. Yoksulluk tanrıçası Penia ile bolluk tanrısı Poros’un oğlu olan Aşk, anasıyla babası arasındaki karşıtlığın sonucu olarak, ölümlüyle ölümsüz arası bir varlık, ‘cin’ diyeceğimiz bir yaratık. Bollukla, yoksulluktan doğan Aşkın talihi de ona göre; her zaman yoksul, çoklarının sandığı gibi hiç de öyle ince ve zarif değil, aksine kaba ve pis, evsiz barksız, yalınayak, açıkta, dağda, bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar kalkar. Ne yaparsa yapsın, asla yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır, yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de ölümsüzdür. Bakarsın aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de ölür. Sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Aşk her zaman ne yokluk içindedir, ne de varlık içinde”

“Kusura bakma ama ben yine adına aşk denilen cin mi, tanrımı olduğu belli olmayan bu şeyin ne olduğunu hiç anlamadım.”

“Boş ver, zaten anlaşılmaz; onu anlamanın tek yolu, onu yaşamaktır.”

“Sen sarhoş olmadın değil mi Kharon?”

“Yok yok bu kadarla sarhoş olunmaz, hani dalgaların üzerinde gemide yürürken hafifçe sendelersin ya işte, tamda o kıvamdayım, yani ne düşüp yere serilecek, ne de yediklerimi çıkaracak kadar içmedim.”

“Bu gidişle öyle olacağa benziyorsun da,”

“Konstantinopolis’de surların dışında, deniz kıyısında hiç kimsenin bilmediği gözlerden uzak bir yerde yalnız kalmak ve sarhoş olmak istediğim zamanlarda gittiğim küçük bir mağaram vardır. Yanıma aldığım şarabı, sanatın ve yaratıcılığın sırlarına ermek için içerim. İşte o zaman çiçekler içindeki bahçelerden geçer, türlü renklerden çeşit çeşit çiçeklerden toplar, kocaman bir demet olunca da güzeller güzeli sevgilime götürüp armağan ederim.”

Arşipel ile Ionia Denizi sularının karıştığı, tepeleri üzerinde geceleri yanan ateşin denizcilere yol gösterdiği, önü kayalıklarla dolu, Taenarum’un açıklarından geçecekleri en zorlu yolda, sert rüzgârlar ve dev dalgalar onları beklemekteydi. Çünkü burası Ölüler Tanrısı Hades’in evi olduğu söylenen mağaranın da bulunduğu yerdi.

Kharon’la birlikte, sabah güneşinin ilk ışıklarıyla Kaptan Guido’nun idaresindeki, çift direkli bir Latin yelkenlisi olan Elettra gemisi yola çıkmaya hazırlanıyordu. Tayfalar kaptanın komutlarını yerine getirmek üzere telaşla koşuşturuyorlar, limanda bekleyen diğer gemilerin arasından ustaca manevralarla geçiyorlardı. Adet olduğu üzere limandan ayrılmakta olan gemileri beklemekte olan diğerleri, yollarının açık ve rüzgârlarının uygun olması maksadıyla kampanalarını çalarak uğurluyorlardı.

Kuzeyden esen rüzgârın yardımıyla kıyıdan iyice açıldıktan sonra yolculuğun aynı şekilde devam edeceğini beklerlerken, uzaklardan Strabo Tapınağı’na ait kalıntıların görüldüğü burnun önünde süratle yol alırlarken dalgaların ve rüzgârların hışmına uğrayarak suların üzerlerinden aşıp gemiyi batıracağını sandılar. Bir yanlarında Laconian, öte yanlarında Messenian denizi önlerinde tutuldukları fırtınada, yelkenler toplandığından, nereye savrulduklarını bilemeden denizin üzerindeki dalgalarla boğuşup durdular. Dinmek tükenmek bilmeyen fırtınada, iki denizin sularının birbirine karıştığı, anaforların gemileri yuttuğu, Hades’in ülkesi kadar karanlık sulardan geçerlerken rüzgâr aniden yavaşlamaya ve dalgalar azalmaya, sular durulmaya başladı. Kuzeyden esen rüzgâr yön değiştirerek, güneyden gelmeye başladı. Kaptan elindeki tuhaf aletlerle güneşe baktıktan sonra tayfalara iki yelkeninde açılması komutunu verdiğinde, güvertede diz çökmüş, ellerini havaya kaldırmış denizciler o korkunç fırtınadan kurtulduklarına dua etmekteydi.

Güneyden esen rüzgârla dolan yelkenleriyle gemi, Sicilae Porto Syracusa’ya doğru yol alıyordu. Hava yavaş yavaş kararmaya yüz tutup gökyüzünde yıldızlar görülmeye başladığında, iskele tarafında kalan limanın rüzgâr altına doğru yaklaşmaya başladılar. Suyu iskandil ettiler, derinlik 10 kulaç kadardı, sahilden uzakta demir atarak gemiyi sağlama aldılar. Geceyi geçirmek üzere bekleyen gemilerde yakılan kandiller, limanda uçuşan lampyridae sürüsünü andırıyordu.

Başlarını koyup uyumaya çalıştıkları yerler hala sırılsıklamdı. Üzerlerindeki giysilerde kurumamış olduğu halde yorgunluktan yer beğenecek halleri kalmamıştı. Öylece güvertenin sert tahtaları üzerine serildiler.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözleri açıldığında, gecenin ayazında titremekten çeneleri kilitlenmişti. Kharon ve diğer denizciler gemideki filikayı aceleyle denize indirerek kıyaya doğru kürek çektiler, sahilde güneşin ısıttığı altın renkli kumların üzerinde boylu boyunca uzanıp kaldılar. Uyandıklarında güneş gökyüzünde iyice yükselmişti. Üzerlerine yapışan kum taneciklerini silkeleyip perişan hallerini düzelttikten sonra çokta uzakta olmayan kasabada yiyecek ve içecek bir şeyler bulabilme umuduyla kıyıdaki patikadan yürümeye başladılar. Gemilerin sıkça uğradığı bir yer olan Porto Syracusa’da denizcilere hizmet eden pek çokta yer vardı. Bunların en başta geleni ve denizcilerin hiç ayrılmak istemedikleri güzel kızların bulunduğu evlerdi. Ama öncelik karınlarını doyuracakları, kızarmış tavuk kokularının etrafa yayıldığı önlerine gelen ilk yerdeydi. Birlikte yiyip içip günlerini gün ettikten sonra sahildeki filikalarıyla limanda bekleyen gemilerine döndüler.

Kaptan fırtınalı denizlerden sonra gemiyi batmaktan kurtaran denizcilerin tümünü ödüllendirmek üzere karaya çıkmalarına karışmaz, gün boyunca ne yaptıklarını sormazdı, pek tabi tek kural her zaman olduğu gibi sarhoş olmamaktı.

Porto Syracusa’dan, Napoli Krallığına uzanan Thyrnenoi’ni sularında yapacakları yolculuğun ilk gününe Messina Boğazını kalabalık bir gemi topluluğu ile birlikte geçerek başlayacaklardı. Açık denize çıktıklarında kuzeyden esen sert rüzgârla gemi, üzerine gelen dalgalara vurmaya başlamıştı. Her gelen dalgadan sonra boşluğa düşen geminin burnundan giren sular birer kamçı darbesi gibi gemiyi dövmekteydi. Rüzgâra karşı yol almamalarına rağmen hızla açık deniz üzerinde seyrediyorlardı. Her dalga vurduğunda, yelken direğinin gemiye oturduğu boşluktan gelen asap bozucu darbeler peş peşe kafalarıa vuruyordu. Buraya kadar geçtikleri denizlerin hiçbirinde böyle olmamıştı, Kharon darbelerin seslerini duymamak için elleriyle kulaklarını kapatmaya çalışsa da her seferde tepeden tırnağa sarsılmasının önüne geçmesi mümkün değildi. Napoli’ye doğru uzanan yolculukta, bütün yüklerini üzerlerine boşatan bulutlardan sonra havanın sakinleşmesiyle güneş göz kırpamaya başlamıştı. Kuzeye doğru olan rotayı, kaptan doğuya doğru dümen kırarak çevirmiş, bu sefer gemi çatırdayarak iyice denize doğru yatmıştı. Gemide ayakta kalan ne varsa büyük bir şamatayla geminin yattığı iskele tarafına doğru kaymıştı. Buna acemi tayfalarda dâhildi. Aniden yön değiştiren geminin yatmasıyla sağa sola tutunmaya çalışarak hızla geminin bordasına çarpan iki tayfadan birisinin burnundan kan gelmeye başlamış, diğerinin de omuzu yaralanmıştı. Acı dolu inlemelerine kimse aldırış etmemişti. Gemide böylesine acemiliklerden doğan kazalarda hayati bir tehlike olmadıkça, tayfanın hatasından ders alması için kimse onlarla ilgilenmezdi. Fırtınalarda deniz uçan böyle acemi denizcilere sıkça rastlanırdı. Sonra onlarda, böyle zamanlarda kendilerini bir yerlere iple bağlayarak denize uçmaktan korumasını öğrenirlerdi.

Daha uzun zaman yol alabilecek halde olmalarına rağmen, kaptan Cenova’ya varmadan önceki yolu üçe bölmüştü. Denizci Cumhuriyetler olarak adlandırılan bu sahillerdeki önemli limanlardan önce Napoli, ardından Port Populonia ve son olarakta Cenova limanına gireceklerdi.

Kharon’un bazı gecelerde kaptanla içtikleri bira ya da şarap eşliğindeki uzun konuşmalarda, bu bölgede ticaret yollarının güçlü donanmaları olan devletleri Pisa ve Ceneviz’in, Compagne Communis birliğince oluşturulan şehir devletleri olduğunu öğrenmişti.

Napoli Krallığı ise önce Sicilya Krallığına ait bir şehirken, çıkan isyandan sonra Regno di Napoli adını taşıyan başka bir krallık olmuştu.

Önceki seferlerden daha kısa sürede Napoli limanına vardıklarında büyük bir kalenin önünden geçerek kalabalık ıskarçanın arasında demir atacaklardı. Büyük Deniz’in önemli limanı olan Napoli’ye çoğunlukla Korsika, Sardinya ve Eoliyen adalarından gelen gemiler yük ve yolcu taşımaktaydı.

Kharon, arkadaşlık kurduğu tayfa Zaphyros’la birlikte, yol boyunca ilk defa gördüğü büyük liman şehrini gezmek üzere karaya çıktılar. Limana girerken gördükleri büyük kale Castel Nuovo’nun girişindeki kulelerin ve nöbet tutan parlak giysili askerlerin önünden geçerek sanatçıları ile ünlü Centro Storico meydanına inip, sokak ortasında resim yapanları gördüler. Kharon, Mesih’in doğum gününü resmeden sanatçıyı dikkatle izledi. Kısa süre içerisinde ne kadar farklı bir şekilde resim yaptıklarına inanamadı. Resimlerde sonsuza doğru giden bir derinlik vardı. Burada konuşulan dili Zaphyros’ta bilmediğinden ressama bu derinlik algısını elde etmeyi nasıl yaptığını soramasa da bunu en yakın zamanda denemeye karar verdi.

Kharon ve Zaphyros limanda, arpa ve sudan elde edilen maza ile yapılan bir hamurun üzerine konulan peynirle pişirilen çok lezzetli bir yemek yedikten sonra fazla oyalanmadan gemiye döndüler.

10. Bölüm

Kaptan bu limanda, sarhoşların denizcileri bıçakladığı büyük kavgalar çıkardıklarını, hırsızlık ve soygunculuğun olduğunu da bildiğinden onlardan geç kalmadan geri dönmelerini ve geceyi de gemide geçirmelerini istemişti.

Cenova’ya varmadan önce son uğrayacakları yer Port Populonia olacaktı. Eski bir tarihe sahip olan limanın bağlı olduğu Pisa artık Ceneviz yönetiminde idi. Arşipelago Toskano adı verilen Elba, Pianosa, Capraia isimli ve birkaç tane daha bilmedikleri adalar denizinden geçtikten sonra limana girdiler. Napoli kadar büyük olmayan limanda fazla gemide yoktu.

Fazla yolları kalmadığından geceyi geçirip erkenden limandan ayrılacakları uyarısını yapan kaptan, denizcilerin yemek yemesi ve birazda eğlenmesi için karaya çıkmalarına izin verdi. Kharon yine Zephyros’la birlikte etrafı dolaşmaya ve bir şeyler yemek üzere gemiden ayrıldılar.

Limana açılan dar sokaklardan geçerek Pisa egemenliğinde yapılan Casa delle Bifore’ye gittiler. Çarşıda deniz kabuklarından yapılan takılardan Minokta için parlak tokalı, bele bağlanan kalın iplerden örülmüş bir kemer aldı. Kapı önlerinde tembel tembel oturan satıcıların önlerinden geçerek, limana yakın bir yerlerde oturup, el büyüklüğündeki midyeleri, kocaman kupalarla getirilen bira eşliğinde midelerine indirdiler. Zephyros, meydanda dolaşırlarken yanlarına yaklaşan bir satıcıdan her denizcinin sahip olduğu gibi keskin ağızlı bıçaklardan bir tane alarak, belinin arka tarafına sıkıştırdı. Kharon bu işten pek hoşnut olmasa da sesini çıkartmadı. Nede olsa denizler tehlikelerle dolu dedi kendi kendine.

Artık yolun sonuna gelmişlerdi. Açık denizleri geçmişler, fırtınaları atlatmışlardı. Güneş tepeye varmadan, beyaz zemin üzerindeki kırmızı renkli haçın kolları arasında, “Cenova Libertas” yazan büyük bir bayrağın dalgalandığı limana gemiyi borda ettiler.

Kaptan, Kharon ve yanına verdiği tercümanlığı ile mihmandarlığını yapacak olan Zephyros’a gerekli açıklamaları yaparak:

Bay Angio’nun limandaki yerini tarif etti, buraya getirdikleri tabloyu oradaki agenzie teslim edeceğini ve bundan sonrasının tamamen kendi sorumlukları olduğunu ve geminin burada yapacağı işlerin tamamlanması ile dönüş için sefere çıkacakları zamana kadar kendilerine kalacakları yer bulmalarını istedi. Gemi hazır olduğunda haber ileteceğini de sözlerine ekledikten sonra ayrılmalarına izin verdi.

Gemiden indiklerinde, Zephyros önceden edindiği bilgiler çerçevesinde buranın Konstantinopolis’le benzer yanlarını işaret ederek, Kharon’a liman bölgesini gösterdi. Çok geç olmadan öncede, kalacakları ve yemek yiyecekleri çarşı içerisinde koca göbekli, kel kafalı Bruno’nun yerine gittiler.

Bruno Konstantinopolis’ten gelen konuklarına kalmaları için güzel bir yer göstererek yerleşmelerine yardım etti. Aşağıda da yemek için uygun yeri olduğunu söyledi.

Günlerdir yaptıkları yolculuğun yorgunluğunu üzerilerinde atarak deliksiz uyuyacakları yataklarına serilmeden önce, Bruno’nun hazırladığı iki lokma bir şeyleri de yedikten sonra sabahın ilk ışıklarına kadar rüyalara daldılar.

Güneşin doğuşuyla gözlerini açan Kharon, günün birinde Minokta ile buraya, ya da yolda gördüğü diğer yerlere gidebilmeyi hayal etti. Kim bilir neler yapıyordu şimdi?

Konstantinopolis’te tek başına kalan Minokta, Maria Magdalene tablosu üzerinde çalışmaya çoktan başlamıştı bile. Yeni tanıdığı Bayan Federica’nın inancı onu fazlasıyla etkilemiş, kadınlar adına kurulan tarikatı ve onun kız kardeşler topluluğuna da oldukça yakınlaşmıştı.

Kharon yataktan kalktığında neredeyse günün yarısı olmuştu. Genellikle günün bu sıralarında yenen bir menü, Bruno tarafından konuklar için hazırlanmıştı. Burnuna gelen iştah açıcı kızartmanın kokusunu takip ederek aşağı indiğinde, Zephyros’un bir masada oturduğunu görerek yanına gitti.

“Erken kalkmışsın, bu güzel kokulu kızartmanın adı nedir?”

“Fritta Pancetta, yemek ister misin?”

“Sen nasıl dayanabildin, yoksa yedin mi?”

“Seni bekledim, fazlada olmadı zaten ama daha geç gelseydin ne yapardım bilmiyorum? Şimdi Bruno’nun leziz domuzlardan yapılma pastırma kızartması ile tatlı şarabından içmenin tam zamanıdır.”

Güne iyi bir yemekle başladıktan sonra, Kaptan Guido’nun teslim edeceğini söylemiş olduğu tabloyu, agenzieden almak üzere yola koyuldular. Zephyros önceden de çeşitli işler için buraya gelmiş olduğundan bulundukları yerden buraya ulaşmaları zor olmadı. Temsilci Bay Emilio onlara, kalın bir beze sarılı olarak kendisine emanet edilen parçayı verdikten sonra gidecekleri yere götürmeleri için Bay Angio tarafından yazılmış bir notu da Kharon’un eline tutuşturdu. Gidecek oldukları Santa Caterina Kilisesi’nin yerini bilmediklerinden Bay Emilio’dan öğrendiler.

Limanın kuzey tarafında kalan kiliseye gitmek için biraz yürümeleri gerekecekti. Tabloyu taşımak üzere Kharon’a yardım eden Zephyros, geçtikleri yollarda fazla yorgunluk duymamaları için bir yandan da Cenova hakkında bildiği şeyleri anlatıyordu.

“Bu şehrin Konstantinopolis’le benzer yanları olduğunu söylemiştim değil mi?”

“İkisinin de liman şehri olması yeteri kadar benzediklerini ortaya koyuyor zaten.”

“Doğru, burada da suları her zaman sakin Prosforian limanına benzer şekilde, gemilerin dalgalardan korunması için Polcevera suyolu üzerinde kurulu irili ufaklı iskeleler vardır.”

“Pek çok şey gibi evler ve yollarda benziyor.”

“Ancak burada tek benzemeyen şey inançlardır. Burada Katolik Dominiken rahipler ile rahibeler vardır. ”

“Sen bunlar hakkında bir şeyler biliyor musun? Benim bir Ortodoks olarak haklarında pek bilgim olduğu söylenemez.”

“Birde Fransisken denilenler vardır burada ama onlar çok fazla değildir, anladığım kadarıyla bizde onların kiliselerine gidiyoruz sanırım.”

“Taşıdığımız şu beze sarılı şey aslında bir tablo, görevimde bu tabloyu onlara, yani senin dediğin gibi Fransisken rahiplere, Konstantinopolis’te bulunan Bayan Federica adına getirerek teslim etmekti. Sağ salim buraya kadar gelebildik, şimdide başına bir şey gelmeden tabloyu yerine teslim edelim.”

“Yolumuz az kaldı, biraz daha gayret edersek oraya ulaşacağız.”

Biraz daha yürüyerek uzaktan görülen kiliseye geldiklerinde kapıda yazılı olan “Fraternita San Francesco”  levhasını gördüklerinde doğru yerde olduklarını anladılar. Taşıdıkları yükü dikkatlice yere bırakarak, biraz soluklandıktan sonra kilisenin ağır kapısını iterek içeri girdiler. Başlarını üzerinde kemerli bir tavan vardı; ileride sade, süssüz duvarlar sivri tepeli kemerlerle destekleniyordu. Tavanın birleşme noktalarında rutubet lekeler bırakmış ve boyaların bir kısmı soyulup dökülmeye başlamıştı. Kemerlerin altında durdular ve önlerine çıkan beyaz saçlı, karakaşlı toprak rengi giysili bir rahip onları karşıladı.

Kharon, rahibi başıyla selamladıktan sonra, temsilci Emilio’nun verdiği notu cebinden çıkartarak Zephyros’a;

Taşıdıkları yükü Konstantinopolis’ten, Bayan Federica adına getirdiklerini rahibe söylemesini istedi. Zephyros’u dinleyen rahip, yüksek sesle Zephyros’a cevap verdiğinde, Kharon elindeki notu rahibe uzattı.

Rahip notun üzerinde “Peder Antoine” adının yazılı olduğunu görünce, beklemelerini söyleyerek ortadan kayboldu. Geri geldiğinde kendisini takip etmelerini istedi ve onları, Başrahip Antonie’na götürdü.

Başrahip Antoine, üst katta kapısız bir bölmedeki koltukta oturmaktaydı. Yalnız değildi, yanında ayakta bekleyen bir adam daha vardı. Ayakta bekleyen adam boynuna kadar ilikli koyu toprak rengi bir önlük giymişti. Elinde tuttuğu notu Başrahibin önünde, Bayan Federica adına Konstantinopolis’ten gelenlerin de duyabileceği şekilde okumaya başlamadan önce, onlarda taşıdıkları yükü yan tarafta duran, ahşaptan yapılma cilalı ve raflarında el yazması kitapların bulunduğu dolabın önüne koymalarını istedi.

Peder Antoine, Kharon’a doğru dönerek;

“Kardeşimiz Federica’nın, size emanet ettiği yük herhalde budur?”

Zephyros’un aracılığı ile süren konuşmalardan sonra, Başrahip Antoine, ayakta duran Peder Lavigne’den mektubu okumasını istedi.

Saygıdeğer Peder Antoine,

Konstantinopolis’ten Azize Clara Cemaati adına, ressam ve sanatçı Kharon’un korumasına emanet ederek, onun sanatçı eşi Minokta tarafından yapılan “Madonna delle Lettera” adlı tabloyu Kilise ve Manastır için bir armağan olarak göndermekteyim.

Kabul ederseniz beni ve eşim Angio’yu çok mutlu edersiniz.

Sister Federica

“Peder Lavigne, şu tabloyu görmek için sabırsızlanmaktayım doğrusu.”

“Bende Sayın Antoine.”

“Baylar tablonun üzerini açar mısınız?”

Kharon ve Zephyros, tablonun örtüsünü kaldırarak ortaya getirirler. İki yandan tuttukları tabloya, Peder Antoine ile Lavigne huşu içinde bakakalırlar.

“Bu tablo, Kilise ve Manastır için çok değerli ve çok büyük bir armağandır Lavigne. Bu tabloyu derhal Baş Rahibe Louise’de görmeli. Ona haber verir misin?”

Peder Lavigne, Kilisenin yanındaki Azize Clara Manastırı Baş Rahibesi Louise’in yanlarına gelmesi için haber gönderdikten sonra merdivenlerden nefes nefese çıkan Rahibe Louise, içeri girer girmez iki kişinin ortasındaki tabloyu gördüğünde “Oh Mama Mia!” diye tiz bir çığlık attı.

“Bu da nedir Sayın Antoine?”

“Bu “Madonna delle Lettera” nın tablosudur. Konstantinopolis’ten Sister Federica ile eşi Angio, Azizler Günü kutlaması için göndermişler.”

“Bu, bu çok ama çok değerli bir tablodur bizim için Sayın Peder Antoine, bizim bunu kabul etmemiz pek doğru gibi gelmiyor bana.”

“Rahibe Louise, evet bu tablo çok değerlidir ama bunun bir önemi yok, onun asıl değeri taşıdığı derin anlamındadır.”

“Bunu çok iyi korumamız ve sahip çıkmamız gerekecek o zaman. Sister Federica ile eşi Angio tarafından bağışlanan bu eser Manastıra da değer katacaktır.”

“Elbette Rahibe Louise, Kilise’ye de.”

Ayakta beklemekten yorulan Kharon ve Zephyros’u işaret eden Rahip Antoine, Lavigne‘ye;

“Şimdi bu yorgun adamları konuk edelim, Rahip Laurent onlara kalacakları yeri göstersin.”

Kharon ve Zephyros, Peder Antoine ile Lavigne’nin yanından ayrılarak, kalmaları için kendilerine verilen, beyaz boyalı ve içinde eşya olarak iki tahta yataktan başka, el ve yüz yıkamada kullanılan derin bir çanak ile üzerine konmuş birde kap duran odaya götüren Rahip Laurent, akşam yemeğini birlikte yemelerinden hoşnut olacaklarını söyleyerek yanlarından ayrıldı.

“Zephyros, seninde dikkatini çekti mi bunların adları diğerlerinden farklı bunun sebebi nedir acaba?”

“Pek dikkat ettiğim bir konu değil bu Kharon ama daha önceki seferlerde buraya geldiğimde yaygın olan inancın Rahipleri ile Rahibeleri bu şehre daha önceleri Fransa ülkesinden gelerek, Kiliseleri ile Manastırlarını burada kurduklarını öğrenmiştim. Hepsi de yardımsever insanlardır.”

“Bir farkta giysilerinde var. Limanda gördüklerim beyaz üzerine siyah cüppe giyiyorlardı, bunların ki ise toprak renkli.”

“Siyah ve beyaz giysileri olanlar Dominikenler,  toprak renkli giyenler ise Fransiskenlerdir.”

“Fransiskenlerin ne olduğunu biraz biliyorum da, Dominiken dediklerinin inancı nedir? Onlarda bizimle aynı tanrıya inanmazlar mı?”

“Ben bu işlerden pek anlamam Kharon, iyisi mi sen bunu kaptana sorarsın; o bu işleri iyi bilir.”

 Kapıyı çalan genç bir rahip;

“Sizleri akşam yemeği için götürmeye geldim.”

Kilisede bulunanların toplu olarak yemek yedikleri, mumlarla aydınlatılan uzun masalarda karşılıklı olarak oturan rahiplerle birlikte, fasulye, peynir ve şaraptan oluşan akşam yemeğini yedikler.

 Kharon, yanındaki Zephyros’un kulağına doğru eğilerek sessizce;

“Bu kadar çok rahibin arasında Mesih’in son akşam yemeğindeyiz sanki”

Zephyros, gülmesini belli etmemek için bir eliyle ağzını kapatarak, başını aşağı yukarı salladı.

Yemek bittiğinde yanlarına gelen Rahip Laurent;

“Burada misafirimiz olarak istediğiniz kadar kalabilirsiniz.”

“Konukseverliğiniz için sizlere minnettarız. Ancak yarın sabah bizi limanda bekleyen gemimize döneceğiz.”

“Sizleri tanımak güzeldi, buraya gelerek kalan çok kişi olmaz ama gelenler mutlaka bir gün kapımızı yeniden çalarlar.”

“Kim bilir sayın peder? Belki bir gün geliriz. Belki de siz bir gün Konstantinopolis’e gelirsiniz.”

“Constantinople… Pulchra patria procul!”

Sabah dinginliğinde yola koyulduklarında, yükseklerde uçan deniz kuşlarını gören Kharon; yakında yağmur yağacak dedi. Zephyros;

“Ne o, kuşların uçuşuna bakıp gelecekten haber mi alıyorsun?”

“Yoo, ama balıkçılardan deniz kuşlarının her zaman insanlara bir şeyler söylediğini duymuştum.”

“Şanslı hayvanlardır şu deniz kuşları; onlar hem karada yürür, hem havada uçar hem de denizde yüzerler.”

“Kuşlar bana bir öykü anımsattı. Anlatayım da yolumuz kısalsın bari.”

“İyi anlat bakalım.”

“Büyük Romanum’un nasıl kurulduğunun öyküsüdür bu;

Alba kralı Numitor ile kardeşi Amulius arasında taht kavgası başlar. Kavganın sonunda tahtı ele geçiren Amulius, Numitor’u hapse attırır. Kızı Rea’yı da uzak bir köye gönderir. Rea bir gün çeşmeye su almaya gittiğinde Tanrı Mars’ın saldırısına uğrar ve hamile kalır. Rea’nın ikiz çocukları olduğunu öğrenen Amulius, çocukları bir sepet içinde Tiber ırmağına attırır.  Suları birden alçalan ırmakta bebekleri taşıyan sepet, ırmağın sığ bir kıyısında kalır. Kıyıdan su içmeye gelen yavrularını yitirmiş bir kurtta ikizleri bulur ve onları emzirmeye başlar.

Sürüsünü otlatan Faustus adlı bir çobanda, yalnız başlarına kalan ikizleri gördüğünde onları yanına alarak karısı Lorentia’ta götürür. Çocuklardan birinin adını Romulus, diğerinin adını da Remus koyarlar.

Remus, günün birinde Amulius’un hayvanlarını otlatan çobanlara saldırır. Çobanlar Remus’u yakalarlar ve Kral Amulius’un önüne çıkarırlar.

Bu sırada orada bulunmayan Romulus, Faıustus’un yanına döndüğünde Remus’un nerede olduğunu öğrenerek, yanına topladığı adamlarla Amulius’un sarayını basar. Başında olduğu adamlarla sarayı ele geçirerek, Amuluis’u devirip yerine Numitor’un kral olmasını sağlar.

Remus ve Romulus saraydan ayrılarak, çıktıkları tepelerde dolaşırlarken, kendileri için bir şehir kurmaya karar verirler. Şehrin nerede kurulacağı konusunda aralarında tartışma çıkınca fallara başvururlar, kuşların uçuşlarından anlam çıkarmaya çalışırlar. Remus uzaklardaki Aventine tepesinin üzerinde uçan altı akbaba görür. Romulus’ta Palatine tepesinin üzerinde uçan on akbabayı görünce tartışmayı kazanır. Şehrin nerede kurulacağı belli olmuştur. Remus, kendi istediği olmadığından küskündür. Romulus’ta seçtiği yere bir sınır çizerek, bu sınırı geçecek kimsenin öldürüleceğini söyler. Remus’ta çizginin üzerinden geçince, Romulus onu öldürür.

Böylece tek başına kalan Romulus, şehri Palatine tepesine kurmaya karar verir. Yörede bulunan ne kadar suçlu, hırsız, katil ve eşkıya varsa buraya gelerek Romulus’un yanına sığınırlar ve onu kral yaparlar. Ama aralarında kadın pek azdır. Romulus’ta buna çare olarak, bir bayram şenliğinde Sabinleri çağırır. Silahsız olan Sabinlere saldırıp onların kadınlarını kaçırırlar. Sabinlerde silahlanıp geri geldiklerinde, kadınlar araya girerek çarpışmayı önlerler. Böylece Romulus seçtiği Palatine tepesine kurduğu kentin temellerini de atmış olur.”

“Demek, Romanum’un kuruluş öyküsü böyleymiş. Bense bu ünlü kente daha önce gittiğimde gördüklerim beni nerdeyse büyülemişti. Senin anlattığın öykünün aksine, kentin yedi tepe üzerine kurulu olduğunu duymuştum.”

“Evet, aynı şeyi Konstantinopolis içinde söylerler ama bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Çünkü Roma’daki tepelerin adları bellidir. Oysa Konstantinopolis için böyle belirli adlar yoktur.”

“Neymiş bu tepelerin adları?”

“İlki Palatine, öyküdeki Romulus’un şehri kurduğu tepenin adı. Diğerleri de Aventine, Capitol, Quirinal, Viminal, Esquiline ve Caelian olarak adlandırılmışlardır.”

 “Limana geldik bile, giderken o kadar uzun gelen yol, dönerken ne kadar kısaldı değil mi?”

“Belki de benim anlattığım öyküdendir.”

“İnsan bilmediği yerlere giderken yol hep uzun gelir. Ama bir kere gideceği yolu öğrenen insan için artık o yol kısalır. Biz denizciler bunu hep yaşarız. İlk seferlerde denizler geçmekle bitmez, sana da öyle olmadı mı?”

“Bilmem, ben geçtiğimiz denizlerin, gördüğüm limanların, rüzgârların, dalgaların karşısında; gezginliğin ve maceranın tadına varmaya çalıştım. Her gördüğüm yer bana yeni bir şey öğretti. Aklımda ve zihnimde birikenler çoğaldı.”

Döndüklerinde, Bruno onları karşıladı ve gece gelmedikleri için merak ettiğini söyledi. Başlarına kötü bir şey gelmediğini öğrendikten sonra onlara, yeni yaptığı domuz yahnisinden verdi. İyice acıkmış olan Kharon, yemekten sonra Zephyros’tan şehirde bildiği yerleri göstermesini istedi.

Azizler Gününün farklı zamanlarda kutlanması nedeniyle, bu gün ayine katılabileceklerini Bruno’dan öğrendiklerinde oraya giderek ayine katılmaya karar verdiler.

Ayin, manastır ile şehrin hastaları ve yoksulları için bir bakım yerinden oluşan San Giovanni di Pré kilisesinde yapılacaktı. Burası, Cenova’dan Büyük Denize giden tüm limanlar ile diğer ülkelerden gelen kara yolları arasında önemli bir merkezdi. Kutsal Topraklara giden şövalyeler, askerler, tüccarlar, din adamları ve tüm hacılar içinse bir bağlantı noktasıydı.

Cemaatin toplanmasıyla birlikte, tüm azizler ile ölmüş olanların hatırası adına dualar ile duyarlı okumalar yapılarak başlayan ayin, çanın çalmasıyla, yakın zamanlarda ölmüş olanların her birinin adına mumlar yakılmasıyla devam ediyordu. Ancak ayinden sonra ölülerin mezarlarına çiçek bırakmak için topluca yürüyen cemaatin yanından ayrılarak, önlerindeki yokuştan çıkarak şehrin yüksek yerden göründüğü tepedeki ağaçlık bir alanda oturdular. Zephyros sırt üstü otların üzerine yatarak, üzerlerinden hızla geçmekte olan bulutları seyre daldı. Kharon’da uzaktan görülen deniz üzerindeki ışıltıları, Minokta’nın yaptığı cam mozaiklerin güneş ışığındaki parlamasına benzeterek içinde uyanan özlem duygusuyla, bir an önce geri dönmeyi arzu etti.

Sessizce geçen bir sürenin ardından arkasından gelen sert rüzgârla ürpererek daldığı hayallerden uyanarak, Zephyros’a seslendi;

“Kalk artık, senin rüzgârın esmeye başladı.”

“Nerden benim rüzgârım oluyormuş?”

“Bilmez misin denizci, bu rüzgârın adının Zephyros olduğunu.”

“İlk defa senden duyuyorum.”

“O zaman bileceksin adının rüzgâr olduğunu.”

“Senin adın neymiş bakalım, sen biliyor musun?”

“Tabiî ki biliyorum. Benimle konuşan herkes, ölümden sonra her türlü varlığın boş olduğunu öğrenir.”

“Ben seninle bütün yol boyunca konuştum ama bana böyle bir şey demedin.”

“Benimle değil, öldükten sonra konuşacağın Kharon’dan öğreneceksin.”

“Öyle biri mi varmış?”

“Bunu da sana başka zaman anlatırım. Hadi daha fazla üşümeden kalkalım artık.”

Çıktıkları yokuştan aşağı inerek şehir içindeki San Lorenzo Bazilikası yakınındaki çarşıya girdiler.

Çarşı içerisinde, hiç görmediği ve yemediği bir çeşit hamurdan yapılma pasta ile et ve etten yapılma yiyecekler satılan dükkânlar, çeşitli kumaşlarla, kutsal topraklara gidecek olanların kullandığı, Aziz Petrus haçının dahi bulunduğu eşyaların satıldığı yerleri gördüler.

Kadınlar, çarşı içinden peçeleri ve üzerlerine aldıkları şal ile geçiyorlardı. Kahron’un gözleri, kalabalık içerisindeki bu kara giysilere takıldı.

Satıcıların yanlarındaki peçeli siluetlerden bir kaçı kumaşlara dokunuyor, konuşarak ağırdan alıyor ama satın almaya yanaşmıyorlardı. Dilin bir yabancılık kaynağı olmadığını, insanın davranışını değiştirecek başka şeylerin olması gerektiğini anladı.

Kharon, pasta yemek isteyince, Zephyros’ta hiç düşünmeden teklifi kabul etti. Yumurta ile haşlanmış hamurdan yapılan pasta, değişik peynir çeşitleri eşliğinde, şarap ya da birayla yeniyordu. Birer tane yedikten sonra kalktılar.

On iki havarinin bazilikası olan, şehrin koruyucusu Aziz John’un küllerinin konularak kendisine adanan şapelinde bulunduğu, San Lorenzo’ya ziyaret ettikten sonra gece kalacakları Bruno’nun yerine döndüler.

Bundan sonra, kaldıkları bir kaç gün içerisinde de siyah beyaz giysileri ile taktıkları zincirin ucunda sallanan büyük bir haç olan Dominiken rahiplerinin yönetimindeki Santa Maria di Castello’dan başka, Cenova Piskoposu San Siro Bazilikası ile San Giacomo’yu gördüler.