Geçtiğimiz günlerde gazetelerde pekte önemsenmeyen bir haber çıktı:
“Büyükada’da, harabeye dönen, ünlü Rus siyasetçi Lev Troçki’nin kaldığı ev yaklaşık 4 trilyon 125 milyar liraya satışa çıkarıldı. Evi, arsasıyla birlikte satılığa çıkaran aile, alacak kişilerden burada Troçki adını yaşatmalarını istiyor. Aile, evin Kültür Bakanlığı tarafından satın alınıp, Troçki Müzesi’ne dönüştürülmesinden yana.”
20. Yüzyılın ilk çeyreğinde dünya siyasetinin şekillenmesi, herhalde I. Dünya Savaşıyla başlayıp, Osmanlının çöküşünün ardından Rus Devrimi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden süreçte Ortadoğu ve Balkanlarda sınırları yeniden belirlenen devletlerin doğuşuyla devam etmiştir.
Dünya siyaset tarihine yön veren isimler içerisinde yerini çoktan almış bulunan asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, Musevi asıllı bir çiftçi ailesinin oğlu idi. Gençlik yıllarından itibaren ihtilalci işçi gruplarına katıldı. Eylemleri nedeniyle hapse atıldı. Kendisi gibi ihtilalci olan Alexandra Sokolovskaya adında bir kızla hapishanede evlendi. Zenaide ve Nina adında iki kızı oldu. 1902 yılında karısının teşviki ve yardımı ile Sibirya’daki sürgün yerinden kaçtı. Bir gardiyana ait olan “Troçki” adı ile sahte hüviyet hazırlattı. Karısı, çocuklar küçük olduklarından kaçamadı.
Troçki, 1902’de Londra’ya sığındı. Üç yıl sonra Rusya’ya gizlice girdi. 1905 ihtilaline katıldı ve Petrograd Asker ve İşçi Sovyeti başkanı oldu. Lenin ile birlikte Bolşevik İhtilali için faaliyetlerini genişletti. Yeniden tevkif edildi. Çarlık polisi tarafından 1907’de ikinci defa Sibirya’ya sürüldü. Yine kaçtı ve Avusturya, İsviçre, Fransa’da komünist eylemlere katıldı. Bu arada Paris’te Natali Sedova adlı bir kızla evlendi. Ondan da iki oğlu oldu.
1916 yılında Fransa’dan sınır dışı edildi. Amerika’ya sığındı. Troçki, 1917 Mayıs’ında Rusya’ya döndü. Yeniden Petrograd Asker ve İşçi Sovyeti Başkanı seçildi. Bu sıfatla, Ekim Bolşevik İhtilalinde büyük rol oynadı.
Lenin ve Troçki, bu iki isim bundan böyle, onlar olmaksızın muhtemelen gerçekleşmeyecek olan Ekim Devriminin iki dev ismi olarak tarih sayfalarına geçecekti.
Troçki üç ay boyunca Dış İşlerinden sorumlu Halk Komiseri, ardından Savaştan sorumlu Halk Komiseri olur. Lenin genel komuta koltuğuna oturduğundan, Troçki o an için en önemli işlevlerle ilgili mevkilerde bulunur.
Tehlike savuşturulmuştur ama kaos halindeki uçsuz bucaksız Rus İmparatorluğunda dört yıl sürecek iç savaş başlar. Troçki’nin büyük başarıları arasında en şaşırtıcı görüleni Kızıl Ordunun yaratılması ve önderliğidir. Ülke kıtlıktan kasılıp kavrulmuş, tükenmiş ekonomisinin çivisi çıkmıştır, artık bir orduya sahip değildir, ülkeye yoktan bir ordu var etmek gerekmektedir. Troçki’nin kitaplardan edindikleri dışında bir askerî deneyimi yoktur. Buna karşın özellikle enerjiyi yoğunlaştırma sanatında ustadır ve devrim de zaten bu enerjiyi bol bol üretmektedir. Beyaz Rusya’nın küçük bir dilimine inmiş ülkede sürekli hareket halinde olan zırhlı treninde başıbozuk partizan çetelerini disiplinli bir orduya dönüştürür, en iyi askerî uzmanları, elde revolver sadakatlerine göz kulak olan komiserler eşliğinde eski toplumun aleyhine döndürür, asker kaçaklarından kahramanlar yaratır, savaş alanında bir devrimci savaş stratejisi icat eder. Dört yıldan kısa bir sürede, ihanetlere, yetersizliklere, kargaşaya rağmen kuzeyde, güneyde, doğuda ve batıda Beyaz Rus orduları yenilgiye uğratılır. Polonya’nın kurtarılması için düzenlene son harekâtın başarısızlığında Stalin’in sabotajı belirleyici olur. Gürcistan, Finlandiya, Polonya ve Baltık Devletleri dışında Çarlar İmparatorluğunun neredeyse tamamı yeniden devrimle kazanılmıştır. Bizzat kendileri de devrim tehdidi altında olan tükenmiş durumdaki savaşan güçler, Sovyet Devletini rahat bırakmak zorunda kalırlar.
Bu devlet enkaz halindedir. Ekonomisini ayağa kaldırmak söz konusudur. Bu Troçki’ye düşen yeni görevdir. Büyük bir ustalıkla giriştiği bu görevi sonuna kadar götürmesi mümkün olmayacaktır.
Bolşevizmin zaferi yarım kalmıştır. Devrim, Lenin’le Troçki’nin bekledikleri gibi Avrupa’nın tamamına yayılamamıştır. Sovyet Devrimi kuşkusuz uçsuz bucaksız olmakla birlikte iç savaşın yıkımının, dünya savaşının yıkımlarının üstüne bindiği bir ülkede yalıtılmış kalmıştır. Alman ve Macar devrimleri birbiri ardına yenilgiye uğramıştır. Genç Sovyetler Cumhuriyetinin yeni kabarmayı beklerken ayakta kalması gerekir. Oysa Marksistler mümkün bir sefalet sosyalizminin olmadığını bilirler. Kıtlık eşitsizlik yaratır. Proletarya, hele hele kültürel geriliğin sınırsız olduğu Rusya da kültürsüz olan sınıftır; bu durum, “kahramanların yorgun düştüğü”, sayısız seçkin militanın kavgada düşüp yerlerini kariyeristlere ve [Bolşevizme] son dakikada katılanlara bıraktığı yeni rejim üzerinde tüm ağırlığını hissettirmektedir. Sabık rejim bürokrasisinde derin köklere sahip bir bürokrasi doğmaktadır. Tehlike karşısında her an tetikte olan Lenin son kavgasını bu bürokrasiye karşı başlatırsa da mücadeleyi sonuna vardıramadan hayatını kaybeder. 1923 başında inen felç o tarihten sonra kendisine nadiren soluk aldıracaktır. Yine de tehlikeli adamı keşfetmeye zamanı olur: bu adam “aygıt” içinde ve “aygıt” tarafından yüksel(til)en o maceracı, yani Stalin’dir. Son mektupları bu adamla bozuşmayı ve Troçki’yi, Stalin’i Genel Sekreterlik koltuğundan indirmek için mücadeleye sokmayı hedefleyecektir.
Troçki, Stalin’in oluşturduğu tehlikeyi küçümseyecektir. Eğer Lenin’in talimatlarını harfiyen yerine getirseydi onu alt etmesi mümkün olur muydu? Bu tarihin sürekli sorup durduğu lakin bir türlü bir karara bağlayamadığı tipte bir sorudur. Troçki, Stalin’i taşıyan gerici güçleri nasılsa kendilerini temsil ettirmenin bir yolunu bulacakları kanısındadır. İktidar elle tutulan bir nesne değildir diye açıklar Troçki, o bir toplumsal güçler ilişkisinin ifadesidir. Oysa dünya devrimi geri çekilmektedir. Almanya’da uğranılan ve sorumluluğu Zinovyev tarafından yönetilen Komintern’e ait olan yeni yenilginin ve İngiltere’de devrimci yükselişin akamete uğramasının üzerine bu kez de, Komünist Partiyi Menşevizmin en berbat biçimine gerçek anlamda bir çark edişle Çan Kay-Şek’in Komintang’ına tabi kılan Stalin’in doğrudan yönetiminde, Çin’deki felaket gelir. Bunun sonucunda Sovyet Cumhuriyeti kendi içine kapanır ve Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” tezini destekler. Troçki iktidardan uzaklaştırılır. Parti içinde, demokrasi ve sanayileşme için mücadele veren ancak Stalin tarafından İç Savaş günlerinde alınan fraksiyonları yasaklama kararı bahane edilerek köşeye sıkıştırılacak olan bir Sol Muhalefeti bir çatı altında toplar. Yaptıklarını “eski Bolşevikler” Zinovyev ile Kamenev’in itibarı ve nüfuzuyla meşrulaştırmış olan Stalin, bunun ardından her ikisini de yönetimden uzaklaştırır. Onlar da bu durumda bir Birleşik Muhalefet örgütlenmesi içinde Troçki’yle ittifak kurarlar. Gelgelelim bir kez daha çok geç kalınmıştır; bizzat kendileri de, Stalin’in, tek başına kontrol ettiği bir çekirdek kadro aracılığıyla bütün iplerini elinde tuttuğu aygıta saygı temelinde seçilmiş kadrolara itaat eden bir üye ordusuyla şişmiş durumdaki Parti çoktan dönüşüme uğramıştır. Muhalefet ülkenin düşman karşısında zayıflaması endişesiyle halka çağrıda bulunmayı reddeder. Buna karşın Troçki en popüler lider olmaya devam eder. Onu katletmek henüz mümkün değildir. Stalin, Troçki’nin Komünist Partiden ihraç kararını çıkartır, Troçki’yi önce Orta-Asya’da Alma-Ata’ya sürgüne gönderir, ardından Türkiye’ye sınır dışı eder (Şubat 1929).
Troçki 1929 yılının Şubat ayından itibaren 4,5 yıl İstanbul’da geniş emniyet tedbirleri içinde, etrafında muhafızları ile her gün öldürülme korkusu içinde yaşadı. Troçki, 1933 yılında Fransa’ya girebilme izni aldı, Türkiye’den ayrıldı. Fakat bir kaç ay sonra oradan sınır dışı edildi. Norveç’e gitti. Buradan da atıldı. Son olarak gittiği Meksika’da 20 Ağustos 1940’ta Stalin’in bir ajanı tarafından kazma ile başına vurulmak suretiyle öldürüldü.
TROÇKİ’NİN BÜYÜKADA YILLARI
Bizans devrinde Adalar sürgün yeriydi. Tahtından indirilen imparatorlar, prensler, asi kumandanlar buralara yollanır ve sonra da gizlice katledilirdi. Asırlar sonrasında buraya dünya siyasetinin değişiminde önemli rol oynamış bir ismi de sürgün olarak geliyordu.
Tarihin garip cilvesine bakın ki; I. Dünya Harbi sonrasında Amerikan Başkanı Wilson, Bolşeviklerle bir konferans yapılmasını teklif ederek, Lenin’in temsilcisi olarak Troçki’yle Büyükada’da buluşulmasını istemişti. Bu konferans eğer yapılmış olsaydı Troçki, Sovyet Rusya’nın, Harbiye ve Hariciye komiseri olarak Büyükada’da olacaktı.
Troçki’nin, Büyükada’da geldiği yer, geniş bir bahçe içerisinde bulunan İzzet Paşa Köşküydü.
Köşk, Çankaya caddesinde 9762 m2’lik bir alanda, eskiden yer alan 52 numaralı bodrum katı ile birlikte üç katlı, çatı arası ve bahçesi bulunan yarı ahşap bir yapıydı. İlk sahibi Konstantinos İliaskos’tan, yüzyılımızın başlarında, gayrimeşru yollarla Arab İzzet Paşa’ya, onun ölümünden sonra oğlu Abdurrahman Elabet’e (Eylül 1928), ondan hibe yoluyla oğlu Mehmet Raşit Elabet’e (8 Şubat 1957), onun da ölümünden sonra varisleri Hatice Mediha, Behiye Reya Elabet, Ömer İzzet Ferit Elabet ve Nimet Verda Elavet’e (20 Mayıs 1976) geçmiş, onlardan da Arma Yapı ve İnşaat Ticaret A.Ş. tarafından satın alınmıştır (20 Mayıs 1976). Birinci sınıf eski eser niteliğindeki köşk, bu tarihte ifraz görüp acımasızca yıktırılarak (28 Haziran 1978) yerine 1101 m2lik bir alanda adı geçen şirket tarafından ve Mimar Erdem Hamami marifetiyle bugünkü şekliyle kâgir olarak yeniden inşa edildikten sonra kat mülkiyetine çevrilmiştir (23 Aralık 1980). Görkem ve güzelliğinin yanı sıra köşk, ünlü Sovyet devrimcisi Troçki’nin Büyükada’daki ilk konutu olması bakımından da apayrı bir önem taşımaktaydı. Köşkün yıktırılmaması için, çeyrek yüzyıl kadar yaz aylarında kiracı olarak burada oturmuş olan (1950-1976) Osman Nebioğlu’nun İstanbul vilayeti ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği’ne yaptığı ihbar ve uyarılar sonuç vermemiştir.
Bildiğimiz kadarıyla içi ortaçağa ait bir İtalyan sarayını andıran köşkün tavanlarına yağlıboya nefis tablolar resmedilmişti. Hele büyük salon tavanının bir köşesinde, koltuğa uzanmış çıplak bir kadın figürünün çevresinde kanatlı melekler uçuşuyordu.
Köşke, çam, selvi, kestane, incir, armut, erik ve defne ağaçlarının yetiştiği geniş üst bahçeden varılıyordu. Köşkün giriş kapısının önündeki avluda fıskiyeli bir mermer havuz vardı. Havuzun oturduğu siyah ve beyaz desenlerle süslü mermerden oluşan bir zeminden bir kaç basamak aşağıya indikten sonra, kendinizi köşkün, her iki yanında mermer sütunlar bulunan giriş kapısında buluyordunuz. Hemen karşınıza gelen geniş bir salona açılan üç büyük odadan soldaki misafir kabul odası, karşınıza gelen renkli kabartma meyve süslemeli kartonpiyerleri olan yemek odası, soldaki ise dinlenme odasıydı. Bodrum katında, giriş katı salonunun tam altına isabet eden bölümde, büyük bir sarnıç, mutfak, şarap mahzeni ve mermer tekneli geniş çamaşırhane ve ayrıca müstahdem odaları bulunuyordu. Köşkün denize bakan bahçesine, geniş mermer bir balkonun her iki yanındaki merdivenleriyle inilebiliyordu. Bahçede motorlu bir su kuyusu vardı. Köşkün sahilinde eskiden bir rıhtımla bir iskele bulunuyordu. Bahçede eskiden mevcut olan ahşap ev, bahçıvan eviydi. Paşa’nın vasiyeti gereğince bahçıvan, ailesiyle birlikte, köşk ve arazisi ifraz görüp bugünkü sahiplerine satılıncaya kadar bu evde oturdu. Köşkün ikinci katı Troçki’nin konutu olduğu sıralarda yandığından onarılmıştı. Bu katta bir hol dört oda, bir banyo ve bir de mutfak vardı.
Yangın sabah saat 04.00’de doğru, bahçedeki müştemilatta kalan polislerden biri tarafından görülerek haber verilmişti. Troçki, yangında kasıt olduğu, bir suikast hazırlandığı kanısındaydı. Ancak büyüyen alevlerle başa çıkmayacaklarını anladıktan sonra polisin itfaiyeyi çağırmasına rıza göstermişti. Daha ilk incelemelerden anlaşılmıştı ki yangın, banyoda açık bırakılan şofbenden çıkmış, ahşap tavan arası birden tutuşmuştu. Köşk artık oturulacak gibi değildi. Evdeki eşyanın mühim bir kısmı bahçeye çıkartılabilmişti. Troçki’nin, notları, vesikaları, resimleri, kitapları, dergileri bavullara doldurulmuştu. Yirmi bavul ile sandık bu şekilde köşkten sabaha karşı alınıyor, Savoy Otel’e getiriliyordu. O günlerde bu otelin alt kısmında küçük bir iki ev vardı. Otele ait bu evlere Troçki ile ailesi yerleşmişti.
Ne var ki Troçki’nin huzuru kaçmıştı. Savoy Otel’in bahçesindeki küçük evden hemen denize inilemiyordu. Etrafındaki köşklerde çok yakındı, üstelik İzzet Paşa Köşkü kadar emniyetli de değildi. Polisinde kalmasına taraftar olmadığı Savoy Otel’in bahçesindeki küçük evden sonra, gazetelere ilan verilerek dört tarafı açık, bahçe içinde, ayrıca bahçe içerisinde birde müştemilatı bulunan, deniz kıyısında bir ev arandığı bildiriliyordu.
Ancak üç hafta sonra bu tarife, uygun değilse bile, yaklaşan bir evi bulabilmişlerdi. Troçki sevinememişti. Yeni ev adada değil Moda’da idi. Şifa sokağında Dr. Mahmut Ata’nın evinin karşı köşesinde Av. Hasan Fehmi Bey’in evi uygun bulunmuştu. Evin önü deniz olmasına rağmen sokağın içine bakan bu evden de Troçki çok memnun kalmamıştı. Üst kata çıkmış, yatak odasından Büyükada’ya doğru bakarak, yanında bulunan balıkçısına:
“Adaya tekrar dönmeliyiz,” demişti.
http://lcivelekoglu.blogspot.com.tr/2013_02_01_archive.html
Yukarıda işaret edilen linkte, Troçki’nin Büyükada’da kaldığı İzzet Paşa Köşkünde çıkan yangından sonra, Moda Şifa sokakta taşındığı evin Dr. Mahmut Ata’ya ait olduğu belirtilmektedir. Ancak, bu bilginin Ömer Sami Coşar’a ait “Troçki İstanbul’da” adlı eserinde ise, Dr. Mahmut Ata’nın evinin karşı köşesindeki Av. Hasan Fehmi Bey’e ait köşk olduğundan söz edilmektedir.
Troçki, bu köşkte daha fazla kalmak istemiyordu, nihayet Büyükada’da, Yunan tebalı Yanaros’un köşkünü kiralamışlar ve taşınma hazırlıklarına başlamışlardı.
Yeni köşke taşındıktan sonra, köşkün bütçesi hayli artmıştı. Moda’da bulunduğu sırada ilk cildini tamamladığı Sovyet İhtilalinin Tarihi adlı eserini 45 bin dolara Saturday Evening Post dergisine satmıştı.
Geniş maddi imkanlar, propaganda sahalarını da süratle genişletmesine yardımcı oluyordu.
Hayatım adlı eserinin Amerika’da yayınlanması da 7 bin dolar sağlamıştı.
Bu geniş faaliyetler içerisinde Troçki’yi en çok dinlendiren ve çalışma hızını kamçılayan Marmara sularında yaptığı balıkçılık oluyordu. Bol balık yakaladığı sabahlar denizden hızla dönüyor, o gün akşam geç vakte kadar yazılarını dikte ediyordu.
Kiraladığı teknelerle balığa çıkmaktan da vazgeçmiş, yeni bir tekne almıştı. Hemen her sabah güneş doğmadan balığa çıkıyordu. Eşi Natali bundan endişe duyuyordu. Nitekim bir gece dönmemişti. Geç vakte kadar beklemişler nihayet bir gümrük motoru ile Büyükada’ya gelmişlerdi. Tuzla açıklarında motor durmuş, hava bozmuş, kürekle, yelkenle güçlükle Pavli Adası’na kendilerini atabilmişlerdi. Orada geceyi geçirmişler ertesi sabah Tuzla’ya geçmişlerdi. Gümrük motoruna balıkçı Yani ile birlikte binerek köşke ertesi gün geri dönebilmişlerdi.
Aradan birkaç gün geçmiyordu ki, Troçki gene kayıptı. Ertesi sabah dönüyor, başından geçenleri gülerek anlatıyordu. Bu defa dalgalar tekneyi Hayırsız Ada’ya savurmuştu. Orada geceyi geçirmişler, civarda avlanan balıkçılar tarafından görülüp, bozulan motorları yedeğe alınarak Büyükada’ya getirilebilmişlerdi.
Atlatılan tehlikelere rağmen, köşkün etrafındaki nöbet işlerinde büyük hassasiyet gösteriliyordu.
1932 yılının Şubat ayında Stalin kararını veriyor, Sovyet Komünist Partisi Siyasi Komitesi de Troçki’yi “vatandaşlıktan ıskat” ediyordu.
Artık, Troçki Sovyet vatandaşı değildi. Bundan böyle Büyükada’da eskisi gibi serbestçe yaşamaya devam edebilecek miydi?
Bu durumda, Troçki ile ailesinin ne sıfat ve taabiyetle tanınacağı sorunu ortaya çıkıyor ve İçişleri Bakanlığı “Türk topraklarından çıkıncaya kadar korunacaktır.” Demekle yetiniyordu. Dışişleri Bakanlığı ise “Sovyet taabiyetinden ıskatından sonra haymatlos vaziyetinde bulunacağından ona göre muamele edilmesi gerekir” şeklinde açıklama yapıyordu.
Durum biraz daha aydınlandığında: Troçki ve efradı hakkında Sovyet mültecisi muamelesi yapılması hususunda görüş birliğine varılıyordu.
1932 yılının Eylül’ünde tedavi maksadıyla Çekoslovakya’dan vize almaya çalışıyor ve muvaffak oluyordu. Ancak Çekoslovakya son anda verilen tüm garantilere rağmen Troçki’yi kabul etmekten vazgeçiyordu.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra, Danimarka Krallığı 8 günlük bir vize vermeye razı oluyordu.
Troçki’nin beklentisi Avrupa’da kalabilmekti. Fakat Türkiye kapılarının daima kendisine açık kalmasını sağlamaya bilhassa dikkat ediyordu. Yolculuk hazırlıklarına hemen başlanmıştı.
Troçki 14 Kasım sabahı, elinde “Leon Sedov Efendi” adına verilmiş siyasi mültecilere mahsus bir Türk pasaportu ile İtalyan bandıralı Praha vapuruna binmişti.
Yalnız pasaportuna bir kayıt koymuşlardı: Türkiye sınırları dışında başına gelebilecek felaketlerden ötürü Türkiye sorumlu tutulamazdı.
23 Kasımda Kopenhag’a varmışlardı. Danimarka hükümetinden 8 günlük vizenin uzatılmasını talep etmişler ancak ret cevabı almışlardı. Norveç’ten vize istiyorlar, oradan da müspet netice alamıyorlardı. Fransa’ya başvuruyorlar burada da ümitsizlikle karşılanıyorlardı. Troçki İstanbul’a dönmemek ve Avrupa’da bir yerlerde kalabilmek için çırpınıyordu. Yalnız, kendisini kabul edebilecek bir ülke çıkmıyordu.
Tekrar İstanbul’a dönen Troçki, Büyükada’da kitap yazmaya ve balık avlamaya başlayacağını not defterine şu satırlarla kaydediyordu:
Kalem elde Büyükada’da çalışmak… Ne güzel bir şey!
Troçki’ye Paris’ten gelen bir müjdede, kendisine şartlı olarak Fransa’ya yerleşme vizesi verildiğini bildiriyordu. İstanbul’dan ayrılacak olan “Bulgaria” adlı küçük bir İtalyan şilebinde yer ayırtmışlar, biletlerini almışlardı. O sabah Troçki, dışişleri ve içişleri bakanlarına teslim edilmek üzere birer mektup hazırlıyor, Türkiye’nin gösterdiği konukseverliğe teşekkür ediyordu.
Büyükada’dan ayrılırken hakikaten sevinçli miydi? Bilemiyordu. Son gün hatıra defterine şu satırları yazmaktan kendini alamamıştı:
Buraya geleli dört buçuk yıl oldu. Ayaklarım Büyükada topraklarına sanki kenetlenmiş gibi garip bir his var içimde.
İstanbul gazeteleri, Troçki’nin Türkiye’den ayrıldığını birkaç gün sonra bildireceklerdi. “Bulgaria” Çanakkale Boğazı’ndan ayrıldıktan çok sonra.
Birçok ülkede, sanatçıların, bilim ve devlet adamlarının, insanlık adına yaptıklarıyla adlarından daima söz edilecek olan önemli şahsiyetlerinin bir anlamda ölümsüzleştirilmesini sağlamak maksadıyla, yaşadıkları yerler müze haline getirilir, gelecek kuşaklarında bu mirastan pay alabilmeleri için değişik düzenlemeler yapılır.
Gerçekte onlar eserleriyle yaşıyor olsalar da, yaşam sürdükleri yerlerde neler yaptıklarını ve ne izler bıraktıklarını birebir görebilmek önemli bir ayrıcalık değil midir?
Eğer bu ayrıcalığın farkına varmadan yaşıyor olsaydık geçmişle aramızda hiç bağ olmaz ve insanlığımızın da farkında olmadan doğa üzerindeki diğer canlılar gibi yaşardık.
2013 yılında İstanbul 5 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü, Troçki’nin evi olarak anılan yapının, sit alanı olması sebebiyle kültürel tesise dönüştürülmesine karar vermişti. Fakat yapı müzeye dönüştürülmedi. Binanın sahibi ise özel bir emlak şirketi aracılığıyla tarihî köşkü satışa çıkardı.
‘TROÇKİ’NİN MEKSİKA’DAKİ MÜZE EVİ TURİST AKININA UĞRUYOR
Ceki Gayrimenkul Büyükada Temsilcisi Özer Çelik, satış için hukuki açıdan hiçbir engel olmadığını belirterek, mülk sahiplerinin binanın müzeye dönüştürülmesinden yana olduğunu söyledi. Rus yatırımcılara çağrıda bulunan Çelik, “Troçki’nin sürgün yıllarında Meksika’da kaldığı ev bugün çok sayıda turist tarafından ziyaret ediliyor. Biz de binayı Rus yatırımcıların almasını ve müzeye dönüştürmesini istiyoruz. Böylece hem devletimize hem de Adalar’a kültürel alanda katkı sağlanır” dedi.
Meksika’da, 1940 yılında bir cinayete kurban giden Troçki’nin bu ülkede yaşadığı ev, yıllar sonra müzeye dönüştürülmüştü.
Zaten bunun aksi olsaydı, tarihin bize bıraktığı mirası birilerinin yaptığı gibi yakıp yıkmak ve yok etmek gerekmez miydi?
Yararlanılan Kaynaklar:
Tarih Boyunca İstanbul Adaları Prof. Dr. Pars Tuğlacı
Troçki İstanbul’da Ömer Sami Coşar
Devrimin üç ismi yazıp Stalin Lenin Troçki de yazmışsınız fakat fotoğrafın en sağında bulunan kişi Mihail Kalinin.
Sn.Mert Bey,
Dikkatinizden kaçmamış olan resimde keçi sakal ve gözlüklere aldandık. Resmi değiştiriyor. Uyarınız için teşekkür ediyorum.
Saygılar.