Hiç bitmeyecek bir arayıştır, çakmasından bir yaşam arayışı. Üzerine, birde mağduriyet sosu eklenirse tadından yenmez olur. Gecekondudan çıkıp, toplu konutlara yerleşen, çamurlu yollardan geçip, dört şeritli kara yoluna bağlanan, Orhan Baba’dan Manuş Baba’ya terfi eden, çıkarıp atamadığı eski giysileriyle aradığı yaşamı bir türlü bulamayan, gölgelerde kalıpta büyüyemeyen orman ağaçlarının yerine kendisini koyan bu arayıştan kurtulmak çok zor. Ne var ki ağaçlar, hayatımıza en özlü mecazlar ve bilgiyi anlamlandırma sistemleri olarak giriyor olabilir; zira anlatımlarındaki zenginlik, mecazın çok ötesine ulaşıyor ve yayın evleri de, ucuz tarife tren biletiyle Ankara’dan İstanbula gelenleri, çay kahve ikram ederek ağırlamaya devam ediyorlar.
Sözünü ettiğim “Sinek Isırıklarının Müellifi” isimli roman. Okumaya başlayınca hafızamda kalanlar beni rahatsız etmeye başladı. Evet, yazarlar yapıtlarının dünyaya verilmiş benzersiz yanıtlar olmasını isterler ama bu yapıtların neden benzersiz olduklarını anlatmak içinde benzerlerinden farklı olduklarını ortaya koymalarını sağlayacak; başkaları ne söylerken o bize ne söylemiştir sorusunun da cevabını verebilmeleri gerekir.
Romanda bu sorunun cevabı çok net biçimde okunmuyor ezilmişlikler, aşağılanmışlıklar, mazgallardan seslenişler ile istifa etmek için mühendis olmanın yanı sıra, Lolita’nın önünde kederli bir palyaço olmaya varana kadar sürünülerek gidilen yolda, bir türlü yazamayan “yazamadığı romanların yazarı” Cemil. Başkalarının söylediklerinden farklı bir şeyde söylemiyor, kendisinden önce yazılmış romanlarda, şarkılarda o kadar çok söylendiler ki; bu soruların hafızalarda kalan yanıtlarının tortuları artık rahatsızlık vermeye başladı.
Söylenen sözler, Olimpos’un tanrılar katında tartışılacak düzeyde olmayabilir, gündelik, yaşamın içinden, basit sorulara verilen basit yanıtlar da olabilirdi. Bu sözleri söylerken aşağılanmış, acınılası, zavallı, mağdur edebiyatıyla kendini bir sinek kadar değersiz gören ve gösteren bir romanında müellifi olmak, kendinden öncekilerden ele geçirdiği ucuz tarife bir tren biletiyle, Ankara’dan İstanbul’a gidip, Moda’da bir çay içmekten fazlası olmayacaktı.
Eğer öyle olsaydı trende, Dostoyevski, Kafka ve Atay’ın yerlerine Orhan, Müslüm ve Ferdi oturmuş olacaklardı.
Şimdi, müellifin hangi koltukta oturduğuna bakabiliriz.
Sürüngenler familyasının alt üyelerinden biri olan Cemil, askerliğini bitirdikten sonra Nazlı’yla evlendi ve merkezi Ankara’da bulunan büyük bir inşaat şirketinde çalışmaya başladı.
Cemil, karanlık çökmeden, Sadri Alışık’ın bir filmde söylediği gibi “insanı az Allah’ı bol” yerlerde dolaşıyor, göğsünü iyice şişirerek derin nefesler alıyordu, geçmiş de gelecek de bu nefesin içinde. Akşamın yumuşak ışığında, manzarayı oluşturan parçaların birbirlerini çok iyi tanıdığını hissediyordu Cemil. Ot, kayayı biliyor; kertenkele mor bulutu biliyor; dağlar, insanları biliyor ve Cemil türküyü biliyor: Kuşkanadı kalem olsa yazılmaz benim derdim. Bir akşam, manzarayı seyrederek dolaşırken merak etmişti: “Tabiatın bir eksiği var mı?” Cevabını, “Varsa onu tamamlayacak bir şey biliyorum: Edebiyat! ” diyerek yine kendisi vermişti. Cemil kafiye meraklısıydı, zaten sanat da sanat içindi.
Yayınevinin müdürü Cemil’e İstanbul’a ne zaman geldiğini sordu. Gülümsüyordu. Cemil sırt çantasını gösterip, “Bu sabah,” dedi. İşaret parmağının ucuyla yanağını kaşıdı. İstanbullular bir Ankaralıyla konuşurken sürekli gülümsüyor. Sanki siz az önce gülünç, çocukça bir şey söylemişsiniz ya da yapmışsınız gibi şaşkın ama bağışlamaya hazır bir edayla gözlerinizin içine bakıp gülümsüyorlar, Siz de tedirgin oluyorsunuz, ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz, kaşınmadığı halde yanağınızı kaşıyorsunuz.
“Burada nasıl çalıştığımızı anlatayım,” dedi müdür, “işleyişi bilmek istersiniz.” Anlattı. Müdür konuşurken Cemil kendisini iş başvurusu yapmaya gelmiş genç ve sümsük biri gibi hissetti, yıllar önce yaptığı sinir bozucu iş görüşmelerini hatırladı. İçini bir bozgun duygusu kapladı. Saçmalık! Bacak bacak üstüne atayım, kolumu şöyle koltuğun arkalığına koyayım da rahatlayayım diye düşündü ama kötü hatıralar nedense hep kol mesafesinde durur. Oradadırlar. Müdür, yayınevine her ay onlarca dosyanın geldiğini, pek çoğunun daha ilk sayfada reddedildiğini söyledi. “Bilgisayarın karşısına geçen yazar oluyor. Doğru dürüst cümle bile kuramıyorlar!” dedi. “Bilseniz ne gülünç şeylerle karşılaşıyoruz.” Güldü, Cemil de güldü. Odanın iki duvarı boydan boya kitaplıktı. Yayınevinin bastığı binden fazla kitap raflarda muntazam bir şekilde sıralanmış, üzerlerine mart güneşi vurmuştu. Cemil bu mutlu aile tablosuna bakarken kitapların, kendisine güzel pek çok şeyin yanı sıra hep bir eziklik de hissettirdiğini düşündü. Kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur.
Cemil on iki yıl inşaat mühendisi olarak çalıştıktan sonra istifa ettiğini, dokuz yıldır evde olduğunu, bu nedenle yavaş, sakin bir hayat sürdüğünü anlattı. “Doğrusunu söylemek gerekirse, bana artık eşim bakıyor,” dedi, “hem de gayet iyi bakıyor çünkü kendisi doktor.”
Müdür gülümseyerek başını salladı, konuyu değiştirmek istediğini belli eden bir el hareketiyle “Bu yazdığınız ilk şey herhalde, ilk roman,” dedi. Cemil, yirmili yaşlarında şiir yazmaya uğraştığını, beceremediğini düşünüp bıraktığını anlattı.
Bir gün yazmaya inancı tamken, ertesi gün ülkede olup bitenleri düşünüyor, yazmak, üstelik dünyayla pek ilişkisi olmayan bir kahramanın romanını yazmak ona çok ahlaksızca geliyordu. Sonra, asıl dünya böyle bir yer olduğu için yazmak ahlaklı kalmanın bir yolu, diye düşünüyordu: Kalemle insan ancak kendisine kötülük yapabilir. Bazen yazdıklarını okuyor, bir şeyler içine sinmeyince, birinci tekil şahısla yazdığı bölümleri değiştirip üçüncü tekil şahısla yazıyor, erkek kahramanları kadın, kadınları erkek yapıyor, sonra her şeyi tekrar eski haline getiriyordu: bir tür ilksel çorba. Biyolojik mevcudiyetin ve edebi mevcudiyetin kaynağı. Akşam Nazlı gelmeden yine kitabını alıp koltuğuna oturdu. Bir süre kendini kaptırarak okudu, sonra iç geçirerek tam karşısındaki duvarı kaplayan kitaplığa baktı. Masa lambasının boynu bükük ışığında kitaplık gölgeli ve büyülü görünüyordu. Yutkunarak seyretti. Koltuğundan kalktı, kitaplığa yaklaştı. Biraz yassı ve edebi bakımdan ezik bir Cemil olarak, Ayak İzlerinde Adımlar ile Mırıldandığım Öykülerin arasına yerleşti. Sonra da bir biblo oldu: Lolita’nın önünde kederli bir palyaço. Nazlı evde kendisini kederli bir palyaçonun beklediğini biliyordu.
Almanya’da, Kara Ormanların kıyısında, içinden nehirler geçen, taş köprüleri ve dik çatılı binaları olan bir şehirde yaşamış, yüzlerce yıllık ağaçlara sırtını dayamış, eski kadifeleri okşamış, kararmış gümüş kadehlerde yıllanmış şaraplar içmiş bir filozof, insanın cisimleşmiş zaman okluğunu söylemişti.
Cemil ise toplu konutlarda yaşıyordu; insan ile zaman arasındaki bu köklü ilişkiyi hissedebileceği bir hayat sürmüyordu. Sadece, bütün küçük burjuvalar gibi o da zamanın geçişini mesele ediyor, nesne olarak her türlü saati çok sevdiği halde kol saati taşımayı hiç sevmiyordu. Cemil güzel şiirler ve güzel romanlar yazmak istiyordu. Bunu çok istiyordu. Onu iyi bir şair, iyi bir edebiyatçı olmaya götürecek küçük, önemsiz adımların imkânına içtenlikle inanıyor, bir yandan da imkânsız bir dev adım düşlemekten kaçamıyordu Romanımdaki kahraman da dünya nüfusunu böyle zarif bir biçimde ikiye bölsün diye elimden geleni yaptım, inanın bana, bunun için çok uğraştım. Sahip olduğum ve olmadığım bütün birikimi kullandım çünkü roman yazarken size ait olmayan şeyleri de sizinmiş gibi kullanırsınız, hatta daha çok böyle şeyleri kullanırsınız. Bilmediğiniz şeyleri biliyormuş gibi yaparsınız. Çin tarihini, kuantum fiziğini, Bahtin’in edebiyat teorisini ve tabii Heiddegger’i sular seller gibi biliyorsunuzdur. Gerçek hayatta olmadığınız kadar adil ve anlayışlısınızdır. Zeki ve cesursunuzdur. Saymakla bitmez.
“Editör Hanım, elime kalem aldığımda sahip olduğum meziyetlere romanım basılırsa, belki günlük hayatta da sahip olabilirim! Bütün umudum bu! Yayınevinize teslim ettiğim romanı yazarken, elbette ben de o tek ve öldürücü hamleyi aradım, hep aradım. Ama şimdi yazdıklarımı düşünüyorum da…
Beş yaşımda, annem ve babamla bir taksiye binip sünnet olmaya giderken, annemin elinden tutmuştum. Korkuyordum. Babam ön koltuktan bana doğru dönüp canımın hiç acımayacağını müjdelemişti: “Sinek ısırığı gibi bir şey hissedeceksin!” Hayır, o hamleyi bulamadım! Yazar filan değilim ben Editör Hanım, ben sinek ısırıklarının müellifiyim. Kitabımı basarsanız arka kapağına da okuyucu için lütfen şöyle bir uyarı yazın: Hiç acımayacak!
Saygılarımla…”
Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir.
Orhan Gencebay–Ben Doğarken Ölmüşüm
Albüm Adı: Batsın Bu Dünya
Dostta vefa hayır yok
Felek dersen insafsız
Gelen vurmuş giden vurmuş
Sabır dersen faydasız
Ne sevgide ne aşkta
Ne hayatta gülmüşüm
Istırabım doğuştan
Ben doğarken ölmüşüm
Bu dünyada rahat yok
Ölüm belki kurtuluş
Al canımı ya rabbim
Bitsin artık kahroluş
Bir duaydın dilimde
Tek ümittin ömrümde
Kader vurdu felek aldı
Aşkım kaldı gönlümde
Gönlüm ıssız bir yolda
Sürüklenip gidiyor
Almış dünya derdini
Son ümide gidiyor
https://tr.lyricslist.net/sarki-sozleri/orhan-gencebay