Sevgili kızım Anıl’a
Sana bu resmimin anısını anlatayım.
Bu resim Şişli İktisadi Ticari İlimler Akademisine başladığım ilk yıl, ayrıntılarına baktığım zaman sana söyleyeceklerimden ilk önce aklıma gelen, önümde duran hesap makinesi, o zamanlar hesap makineleri yeni piyasaya çıkmışlar, bizimde yüksek matematik, ticaret matematiği gibi senin çok sevdiğini bildiğim derslerden olan matematik derslerinin adeta bir resm-i geçidinin içerisine düşmüşüz ki ulan ben şimdi ne halt edeceğim diye kara kara düşünmekteyken devrin Kadıköy’deki meşhur mağazası olan “Sugazel” imdadıma yetişmiş ve tıpkı bir zamanların elektronik eşyaların en tanınmış markalarının satıldığı “La Maison”(*) mağazası gibi taksitle fiyatı 60 lira olan ayda 6 lira ödeyerek 10 taksitte aldığım hesap makinem, arka planda ise önce bir adet TV ki Telefunken marka adeta Türkiye’nin bir içtimai tarihinin simgesi olan bu TV ile bir çok anım olmasına rağmen sana kısaca söyleyeyim ki onu çok yakın arkadaşlarımdan birisine, bir müzik amfisine karşılık verdiğim ve geri kalan parasıyla da meşhur Hachette kitap evinden o zamanlar Osmanbey’deydi gidip bir sürü sanat kitabı alışımdır. Yine arkada duran radyo ise TRT 2 kanalından çok ama çok iyi müzik yayınının yapıldığı zamanlarda Yavuz Aydar isimli bir program yapımcısını ders çalışırken dinleyebilmek için anamın şimdi hatırlamadığım bir parayla bana aldığı radyodur.
Oralarda görülen bir takım ilaç kutuları da malum vitamin hapları olmaktadırlar. Önümdeki kalemlikte bulunan kalemler ve fırçalar ise resim takıntımda kullandıklarım ve de lamba Ankara’da annemin 60’lı yıllarda önemli bir paraya aldığı özel bir lambadır. Bu resim annemin Kalamış’taki evinde olup o zamanlar ben bu evde bekar takılmaktaydım.
(*) La Maison mağazası Kadıköy’de zamanın yeni açılımlarının yaşanmaya başlandığı ve ülkeye yeni yeni giren elektronik eşyaların satışının yapıldığı önemli ve önemli olduğu kadar da herkesin kolay kolay içeri girip alış veriş edebileceği türden bir mağaza olmaktan çok bir prestij markası olarak tanınmıştı. Bir karşılaştırma amacıyla şimdinin Media Markt türü bir mağaza olup çok daha küçük boyutlarda düşünülecek olan elektronik eşyaların satıldığı bir mağazaydı.
Ülkemizin yeni ufuklara doğru bir türlü adım atamayışının sebeplerinden olarak düşünebileceğimiz, kısıtlamalar, yasaklamalar çerçevesinde gelişen ekonomik yaşam sayesinde pek tabiî ki insanımızın ufku da kapatılmış, dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerinde yaşamlarını sürdüren insanların ulaştıkları boyuta ulaşıp onları yakalayabilme umudu kalmamıştır. Bir zamanlar gazetelerde “Ortak Pazar” üyesi olan ülkemiz için İtalya’nın ekonomik düzeyine ulaşarak aynı seviyelerde bulunacağımızdan bahsedilmekteydi. Geçen zaman sürecindeyse bunun hiçbir zaman olamayacağı keskin ve net bir şekilde belli olmuştur.
Biz yine La Maison mağazasına dönersek ülkemizdeki en iyi pick-up markasının Alman malı “Dual” olduğu dönemde birden bire adını sanını bile duymadığımız, bilmediğimiz bir sürü Japon ve Amerikan markasının ülkeye girdiğini görüyoruz.
Buna sevinmek mi gerekir yoksa üzülmek mi? Değerlendirebilmenin yapılabilmesi için kendi şartları içerisinde düşünmek gerekir ki, hizmet ettiği amaç önemli en başta, bu bir ekonomik tercih ise elbette piyasa koşulları önemli, ama bir başka amaca da hizmet etmekte, iyi müzik dinlemek, bir kültür oluşumuna da yarar sağlamakta, o zaman “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.”
Ben biliyorum ki La Maison mağazasından satın alınan bir deck pick-up ile bir ampfli, iyi müzik dinlemenin ve kişiliğinizi geliştirebilmenin bir yolu olmuştur bir dönemin Türkiye’sinde. Hiçbir şey yapamıyor ve imkanlarınız da kısıtlıysa TRT2 de yayınlanmakta olan önemli müzik, sanat ve kültür programlarını dinleyebilmek dahi yetişmenizin önemli kilometre taşlarındandı.
Aklıma gelen bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim, bu konuda nasıl bir beklenti içerisindeymişiz ki, maddi koşulları hayli sınırlı olan bir arkadaşımla birlikte, üniversitenin ilk yıllarında öğrencilere halende verilmekte olan bursun biriken yıllık bedeliyle aldığımız bir adet kasetçaları dinlemenin zevkine erişebilmek bizleri ne kadarda mutlu etmiş aynı zamanda bu konuda yetkinleşmemizi de olağanüstü şekilde etkilemişti.
Acaba neden ülkemizde iyi müziğin adresi bir türlü bulunamamaktadır. Oysa adres belli ama insanımız bir türlü bu adrese gidemiyor bir türlü bu adresi bulamıyor.
Yaşadığı travmalarda mıdır bu işin nedeni, yoksa bir türlü ona verilmeyen imkanlardan mıdır?
Bu ülkede yaşayan insanlardan her birisinin layık olduğu o kadar çok şey var ama ne yazık ki kendisi dahi bunun farkında değil, hepsi müziğin nasıl insanlığın ortak bir dili olduğunu, Anadolu’nun sesinin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlar, ülkemizin önemli müzik adamlarından birisi olan İlhan Usmanbaş’tan dinlediğim bir anekdot bunu çok daha iyi tanımlamakta bizlere.
Bir Anadolu gezisini anlatmakta bizlere, “Önce otobüsle gittik, sonra traktöre bindik, derken atla devam ettik ama yol falan kalmadı ancak yürüyerek ulaştığımız bir dağ köyündeki eve girdiğimiz zaman ne gördüm biliyor musunuz?
Duvarda asılı olan bir gitar.” Evet yanlış okumadınız bir gitar gördüğünü söylüyor Usmanbaş, işte bu ülkenin insanının nelere layık olduğunun sahip olabileceği imkanlarla neleri var edebileceğinin bir göstergesi.
Neden bizim ülkemizde bir Carlos Santana yetişemedi, Eğer duvarda asılı olan o gitar, gerektiği şekilde değerlendirilmiş olsaydı bir değil belki on tane Carlos Santana yetişirdi bu ülkede ve bizlere hala ne dediği, ne söylediği anlaşılmayan birilerini megastarlar süperstarlar diye yedirmeye çalışamazlardı.
Ülkemizdeki tarihi sürecin izlerini takip edersek, dünyadaki gelişmeler çerçevesinde yol aldığımızı görmekteyiz bir zamana kadar, o zamanda ise her şey aniden kesilmekte, sanki zaman durmuşçasına ve tarihin akışı sanki kesilmekte, sonrasında ise ortaya bambaşka bir ülke çıkmakta.
İlerideki değerlendirmeleri yapacak olan sosyologlar, psikologlar gibi toplum mimarı mesleklerin sahibi olanlar, birbirlerinden habersiz, birbirlerini tanımayan katmanlara rastlayacaklar ve bu ülkede bu kadar birbirinden habersiz ve birbirini tanımayan katmanların nasıl var olabildiği hususunda bir yargıya varmaları mümkün olamayacaktır.
Sanki ülkenin doğusu başka, batısı başka bir ülke, yaşayanlar, birbirlerinden başka ülkelerden gelmiş gibi, duyarsız, tepkisiz her şeyi sorgusuz sualsiz kabul eden ve her şeyden önemlisi kendine göre, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, kör tuttuğunu yapar, deveye diken bize… gibi tuhaf bir felsefe çıkartmış toplum yapısını değerlendirebilmenin zorluklarını yaşayacaklardır.
Gerçektende çözümlemesi çok zordur, bu ulusun üzerinden bir silindir gibi geçen 1980’li yıllar ve sonrasında, işini bilenlerin ön plana çıktığı Özal’lı yıllar.
Buralara girmek ve değerlendirmelerde bulunmaktan daha önemli olan basit fakat bir o kadarda bu felsefenin ne kadar etkili bir şekilde yayılmış olduğunun göstergesi bir zamanlar Kıbrıs Savaşı sırasında yaşananlarda çok güzel ortaya çıkmaktaydı, süreci göz önüne alarak değerlendirelim ki, Kıbrıs Savaşının yaşandığı günlerde milletçe duyarlılığımız çok farklıydı, adeta komşumuz olan Yunanistan ile bir savaş arifesine gelinmişti, alınan bir sürüde askeri önlem vardı, karartma geceleri yaşanmaktaydı, araçların farları dahi mavi kağıtlarla kapatılmaktaydı, her gün çatışmaların haberleri gelmekte, gazetelerde savaşın en çarpıcı yüzünü yansıtan fotoğraflar yayınlanmaktaydı.
Bütün bu önlemleri hiçe sayarak, adadaki savaş sırasında ölen bir sürü askeri, sivil insanları umursamayarak, gününü gün ederek yaşayan bir başka kitle vardı, onlar arabalarına atlayarak geldikleri dönemin en popüler eğlence mekanı olan Fenerbahçe’de park ettikleri yol kenarından, yanlarına koşarak gelen garsonların getirdikleri biraları, sanki ülkede son derece olağan günler yaşanmaktaymışçasına, birlikte geldikleri basit kızlarla içebilecek kadar duyarsız olabilmekteydiler.
Bu duyarsızlıklar bizlere neler yaşatacaktı, onları da sonrasında anlatmaya çalışalım isterseniz.