MUZUN SESİ

ÇUKÇUKÇUKÇUK

SUCK IT AND SEE
(Arctic Monkeys)

Yüreğimizin açılıp kapanan karıncıklarına dolan kan, bilmem kaç atmosfer basıncına eşit basınçla, beynimizin bütün kıvrımlarından geçerek, alt yarısından ikiye bölünmüş olan parçalarıyla, iki yanlarından ayrılmış kısımlarının uçlarında yer alan en uzak beş ayrı noktaya kadar ulaşarak tekrar geriye dönmekteyse, Ece Temelkuran’da, Ortadoğu’nun Paris’i Bayreuth’a, Oxford’tan yola çıkarak, bir zamanlar İstanbul’dan geçerek Persepolis’e kadar uzanan rally etaplarından oluşan güzergâhı takip edercesine, uzun ve soluklu cümlelerden zorla oluşturmaya çalıştığı kitabının yarısını, dizlerinin üzerine koyduğu laptopuyla tuvalette oturduğu zamanlarda sıçarken, diğer yarısını da dokuz ay boyunca kaldığı şehri, kendisine rehberlik ederek gezdirip dolaştırdığını söylediği Ghassan ile isimlerini saydığı, kendisine yardımcı olan ve yol gösteren kişilerin yaşadığı iç savaş anılarının sayesinde yazabildiğini, muz tutan bir el simgesiyle ifade etmeye çalıştığı, aslında o elin ne tuttuğunu bilen eski tüfeklerin kahkahalarla güldükleri, büyük bir roman ustasının “Git ve yaz” dedikten sonra ortaya çıkan yüzlerce kelimenin yan yana gelmesinden oluşan 277 sahifelik koca bir laf yumağını okuyunca ben ne yaptım diyerek başını iki yana sallayarak cık cık cık dediği, kendisinin çok kötü bir kopyası olmaktan öteye geçemeyeceğini, yaşanması da anlatılması da zor olan hayatların öykülerini okuyunca öğreniyoruz.

Beyrut’ta insanlar sadece bomba ve silah seslerini ayırt etmekten öteye patlayan bir bombanın hangisi olduğunu da taktıkları lakaplarıyla anlatmaktaydılar: “Bu bir Abu Abdo!”

Fazla uzağa gitmeye gerek kalmadan ülkemizdeki Beyrut günlerinde üniversitelerin duvarlarında açılan kurşun delikleri ile atılan bombalardan çıkan ölümü ve yok olan yaşamları bulabilmek için Abu Abdo’ların peşinde dolaşarak Sabra ve Şatila kamplarından önce Ortadoğulu olmanın şiirsel olduğunu, savaşında bir şiiri olduğu saçmalığını beyinlerimizin kıvrımlarından çıkartarak anlamak lazım.

Şöyle denilebilir mi? “Ne kadar da şiirsel bir savaş!”

Eğer bu cümleyi paçalarınızdan süzülen duygularınıza yedirebiliyorsanız Ece Temelkuran’ın iddiası politik romanın geri dönüşünün Türkiye’deki ilk habercisi Muz Sesleri isimli kitabı olmaktadır.

Politik romanı temel insan çelişkilerinin ortaya konması olarak açıklıyor ve Muz Sesleri’nde işlemek istediği temel sorunları şöyle sıralıyor Ece Temelkuran, Ortadoğululuk, savaş, Doğu-Batı karşıtlığı ve İslam.

“Türkiye çok yakında anlayacak ki Ortadoğuludur ve kendilerini orada çok daha rahat hissedeceklerdir.” diyen Ece Temelkuran, Cumhuriyetin kuruluşundan beri, acaba bu ülkenin vatandaşları olarak bizlerin ne hissettiğini sanmaktadır. Bizler gözlerimiz kapalı, doğuya giden bir geminin güvertesinde batıya mı koşmaktaydık? Yoksa barışı hep çok özleyen ama barışın nasıl olduğunu unutmuş birileri miydik?

Bir başka sorunsalı da “hiç kimse olmaktadır.” Herkesin “mış” gibi olmaya çalıştığı bir yerde hiç kimse olmak en büyük mutluluk olmaktadır. Sınıfsal kimlikten de kurtulmak ve hiçbir sınıfa ait olmamakta en büyük beceridir diyerek son noktayı koymaktadır politik romanı hakkında Ece Temelkuran.

Evet, hepimiz kimliksiz, kişiliksiz ve sınıfsız olarak bir efendiye biat edelim diyerek kitabı didiklemeye başlayalım.

MUZ SESLERİ
Roman

3.Kitap
TOZ

Hakikatin tozda olduğu görülerek başlamaktadır kitap.

1.Kitap
SİZ

Beyrut’ta henüz kimsenin tanımadığı biri, henüz hiçbir hikâyesini bilmediği bu şehrin doğusundaki Aşrafiyya Mahallesi’nin kenarından inen Jetawi Yokuşu’nun başındaki tuhaf insanlar ve hikâyelerle dolu apartmanın boşluğunda tek başına duruyordu.

Manila’dan gelerek Zeynab Hanım ile Hadi Bey’in hizmetçiliğini ve bakıcılığını yapmaktadır Filipinli Filipina ama bundan çok daha önemli olan ise, 1979 kışında Beyrut’a çalışmak üzere gelerek Hıristiyan bir ailenin yanında hizmetçi olan Filipinli Filipa’nın annesi, bu ülkeden götürecek tek şeyin para olduğu hesap ederken, herkes gibi biri olmadığını fark eden Doktor Hamza sayesinde, bir roman kahramanına dönüşecektir. Zaten herkesin Beyrut’u sevmesinin nedeni de sıradan insanları kahraman yapmasındadır.

Üzerinde kana bulanmış pembe bir hizmetçi üniformasıyla Şatila Kampına getirilen Filipinli Filipina’nın annesi dağınık saçlarının ardından dehşetle parlayan gözlerini kadınlara dikip giyecek bir şeyler isterken hatırlayan Doktor Hamza kendisini kara kuru bir iman tahtası olarak betimlemektedir.

Onu kampa getiren komandolar “Doktor Hamza ne yapalım bu kızı?” diye sorarlar. Bir erkeğin bir kadından ne zaman uzak duracağını bilen Doktor Hamza kamptaki diğer kadınları çağırarak, hayata geri döndürmelerini sağladıktan sonra, ona yeni ölmüş bir genç kızın sabun kokan siyah pantolonuyla sarı kazağını verirler. Kalçaları pantolonu doldurmaz ve kazağın bir tarafı uzun diğer tarafı da kısa kalır.

Ertesi sabah bu acayip cephenin dar kapısında dikilerek kendisine bir iş vermesini isteyen Filipinli Filipina’nın annesine gazlı bezleri sarma işini verir Doktor Hamza Abu Şaar, bilinen ismiyle Doktor Hamza ya da kara kuru bir iman tahtası olduğunu söyleyen Hamza.

Her ne kadar bir erkeğin bir kadından ne zaman uzak durması gerektiğini bilse de Doktor Hamza bütün Ortadoğulu erkekler gibi karşı konulamaz libidosu gereği bir gece onu yatağa atarak karısıymış gibi sevişir ve sabaha kadar kollarıyla sararak birlikte uyurlar. Böylece evlenmiş olduklarını da birisi sorarsa anlatırsın der kızı Filipina’ya.

Bir gün saçı başı dağınık yataktan kalkarak balık tutmak istediğini söyleyen Filipinli Filipina’nın annesini deniz kenarına götüren Doktor Hamza, içi betonla doldurularak kıyıya konmuş iki varilin üzerine çıkarlar ve bütün gün orada öylece dururlar. Sonra oltalarını alır ve kampa geri dönerler.

Kadınların kafalarının içinde en tehlikeli planları ne zaman yaptıklarını bilemeyen Doktor Hamza, kampa geri döndükten sonra yatağa yattıklarında tıpkı sabah nasıl “Balık tutmalıyız” dediyse, aynı gözlerle “Çocuk yapmalıyız!” dediğini işitir Filipinli Filipina’nın annesinin ağzından dökülen kelimelerden. Öylece karar verirler çocuk yapmaya ve o gece Doktor Hamza annesinin karnına koymayı başarır Filipinli Filipina’yı.

Hamile kalan kadın, kampın içerisinde geceleri uzaktan silah sesleri duyduğu zaman Doktor Hamza’dan karnını tutmasını, belki de karnındaki çocuğunun kulaklarını kapatmasını istemektedir.

Kampa getirilen yararlılardan on beş yaşındaki bir çocuğu görünce ağlamaya başlayan Filipinli Filipina’nın annesine Doktor Hamza “Ülkene git” der ilk kez, “burası daha da kötü olacak. Bu savaş hiç bitmeyecek. Git.”

“Benim evim sensin,” der Filipinli Filipina’nın annesi ve daha çok ağlar.

Bir çocuk doğuracağından, karnı büyürken güzel bir şeye bakmak istediği için kampa portakal ağaçları dikmeye karar verir ve birkaç hafta sonrasında da silahları takıp çıkarmayı, tamir etmeyi, nişan almayı ve savaşla ilgili diğer şeyleri öğrenerek kendini Leyla Halid zannetmeye başlar.

1981 yılının Mayıs ayında doğduğunda annesi adını Filipina koyar kızının memleketini özlediği için ve evlerinin önündeki portakal ağacı çiçek açar.

Kızına doğru dürüst bir giysi almaya karar vererek kampın dışına çıkan Filipinli Filipina’nın annesini, kampa geri getirdiklerinde, İsrail uçaklarının attığı bombalar boynunu parçalamıştır.

Muz tarlalarından çıkan çuk çuk çuk çuk seslerini Ağustos ayında dinleteceğine dair Filipinli Filipina’nın annesine söz verdiği halde zalim kader izin vermediğinden bunu beceremeyen Doktor Hamza, kızı Filipina’yı gerisin geriye ait olduğu yere, bir hayat sözü bile veremediği için gönderir.

Yazdığı mektupta, komik ve küçük bir köfteye benzettiği kızına kampta herkesin “kıbbe” dediğinden, Filipinam benim güzel kıbbem diye seslenerek, gerisin geriye gönderirken, etimden et koparıyorlar, yalnız seni değil, bu savaşın ortasında sığındığım tüm hatıraları da gönderiyorum denizlerin ötesine çünkü burada insanlar bir yanlışlık gibi ölüveriyor. Sen bir yanlışlık olamayacak kadar güzelsin diyerek hikâyesine son verir Doktor Hamza, Beyrut’taki Şatila Kampından.

Anneannesi ölürken “Beyrut’a gitme sakın, annen dönemedi, sen de kaybolursun,” diye vasiyette bulunduysa da Filipina bu vasiyeti kulak ardı ederek Beyrut’a geri dönmüş nasıl ve ne şekilde olduğunu anlamayamadığımız bir şekilde Zeynab Hanımın yanında hizmetçiliğe ve bakıcılığa başlamıştır. Derken annesi (kitabın 202 sahifesinde Filipinli Filipina’nın annesinin adının Michelle olduğunu öğreniyoruz) Michelle ile babası Doktor Hamza’yı fellik fellik aramaya başlamıştır fakat ne Arapça bilir ne de Beyrut’u.

Yanında, babası Doktor Hamza’nın kendisine yazdığı Beyrut’ta yaşanmış yakın tarihin İç Savaş dramını anlattığı duygusal satırlarla dolu Arapça mektuplar vardır ama bunların tek bir cümlesini dahi okuyup anlayamadığından nelerin olduğu hakkında hiçbir fikri yoktur Filipina’nın.

Aşrafiyya Mahallesinin kenarından inen Jetawi Yokuşunun başındaki tuhaf insanların ve hikâyelerin yaşandığı apartmanın teras dairesinde oturan Zeynab Hanımın hizmetçiliği ve bakıcılığını yapmakta olan Filipinli Filipina’yı aynı apartmanda hem kapıcılık hem de apartman sakinlerinden Jan’a kulamparlık yapan Marwan, ilk defa o gece görerek ve kafasına takar.

Pazar günleri izinli olan Filipina diğer bütün Filipinli’ler gibi Hamra Caddesi üzerindeki Saint Francis Kilise’sine gider ve önüne gelen kadınlara annesi ile babasını sorar ama bir cevap alamaz fakat konuştuklarından birisi pasaportunun yanında olması gerektiğini yoksa başına bir sürü iş açılacağını anlatır, o pazar günü Filipinlilerin gittiği yerlerde Filipina’nın peşine düşen Marwan’ın eli, yanağından sıcak bir avuç gibi geçerek uzanır, kiliseden ikisinin de başı önde birlikte çıkarlar.

Marwan Ortadoğulu erkeklere has kadınlarla iletişim kuramamak gibi genlerine işlemiş olan din baskısının etkisiyle, avuçları ceplerinin içerisinde sırılsıklam, Filipina ile yol boyunca yürürken, sessizliğin onun şu anda en büyük düşmanı olduğunu derhal anladığı için bilebildiği tek şey olan Beyrut’un geçmişini anlatmaktadır. Fakat aynı apartmanda yaşadığı Jan ile süren erkek erkeğe olan ilişkilerinde böyle bir sıkıntısı hiç yoktur.

Marwan’ın ağzından Beyrut’un savaş öncesi ve sonrası değişimine ait hikâyesini de öğrenerek Filipina ile birlikte arkadaşlarının bulunduğu bir inşaata gelirler.

İnşaattaki arkadaşları Filipina’nın suratına bir Ortadoğulu erkek utangaçlığıyla hiç bakmadan, Marwan’a dolapta Arak olduğunu fakat yiyecek olarak bir tek lokumla bisküvi kaldığını söyleyerek onları yalnız bırakırlar.

Bu kitabın yazılmasından birkaç yıl sonra 2011 Haziran ayında, ülkemizde yapılacak olan genel seçimler öncesi, liderlerin halkımıza attığı hamaset nutuklarında en milliyetçi olan parti liderlerimizden birisinin, bisküvi diyeceği yerde “püskevit” deyince, iktidarın kontrolündeki bütün medya organlarında, acayip geyik olmuş olan bu konu için, yapılan açıklamadan, Adana yöresinde iki bisküvi arasına konarak yenen lokuma “püskevit” dendiğini öğrendikten sonra, romanın bu bölümünde Filipina’yı inşaata atan Marwan’da ona bir “püskevit” hazırlar kara çizikli kalın parmaklarıyla.

Püskevit’ler yendikten sonra Filipina’nın bardağı olmadığından kavanozuna Arak doldurmaya başlar.

Filipina aklından Marwan’a âşık olduğunu geçirerek elindeki pudra şekerini eteğine sürüp, yanında taşıdığı babasının yazdığı, içinde Latin harfleriyle yazılmış olan sadece kendi isminden başka Şatila Kampı ile Doktor Hamza adının olduğu mektupları çıkartarak Marwan’a okuması için uzatır.

Hayatta var olduğuna dair en kıymetli kanıt olduğuna hiç okumadan iman ettiği mektupları, hiç tanımadan iman ettiği Marwan, eline aldığı zaman “Ne bunlar?” diye sorar, zorlama neşesi yüzünden çekilir, bir kadın kalbiyle başa çıkabilecek bir adama dönüşmesi gerektiğini her nasılsa bilerek okumaya başlar.

İlk cümleyi okuduğunda çoktan bıyıklarını parmaklarıyla çekiştirip, dişleriyle uçlarını yakalayan Marwan ilk mektubun ortalarına geldiği zaman Filipina’ya çocukluğundan beri âşık olduğu kadın gibi bakıyor, mektubun sonuna geldiğinde aşkının içine karışan kardeşlik hissiyle Filipina’yı bir kadın gibi değil, kadını gibi sevmeye başlıyor.

Doktor Hamza’nın küçük kızına verdiği onu yaşatma sözünü tutabildiğini, “tatlı kıbbe” sini olacakları bilirmiş gibi son anda denizlerin ötesine gönderdiğini, kendisine “kuru bir iman tahtası” diyen bu adamın ancak sonra Şatila Katliamı’nda ölebildiğini Filipina’dan başka Marwan’da öğrenir.

Marwan mektubu okumayı bitirdiğinde, akşam saat sekizi geçmiş Pazar günleri olan resmi izin süresi çoktan bitmişti. Birlikte taksi beklerken önlerinde Jan’ın arabası durur ve Marwan’a bu kızla birlikte olduğundan Zeynab Hanımın haberi var mı? Diye sorduktan sonra ikisinin arasında kanlı bıçaklı bir bakış gidip gelir, Jan gaza basıp devam eder.

Zeynab Hanım beyaz plastik sandalyesinde apartmanın giriş kapısının önünde oturmuş durmadan saatine bakarak kızgın bir halde beklemektedir apartmana gelecekleri.

Mahalleye geldiklerinde Marwan, Jan’ın arabasını kapının önünde görünce, Filipina ile birlikte olduklarını Zeynab Hanıma kesin söylemiş olduğunu düşünerek sinirlendi ve caddenin başında ayrılmadan önce sadece kadınların inanacağı bir söz vermesi gerektiğini hissederek “Gelecek pazara kadar okurum ben mektupları, sonra istersen benim Beyrut’a gideriz, Dahye’ye… Orası şimdiki Şatila!…”

Sonra uzun bir nefes alır Marwan.

Filipina’nın önce saçları, sonra başı, beyaz bluzu ve nihayet eteği dünya yuvarlağının Jetawi yokuşu başından göründüğünde, Zeynab Hanım oturduğu beyaz plastik sandalyesinden “Ama çocuğum biz seninle böyle konuşmamıştık değil mi?” dedi kaşları cümlesinin altında hınçla çizilmiş, derin bir çizgi olarak.

Karnından Marwan ve en çok arak yükselip ağzından şu sözcükler çıktı Filipina’nın:
“Zeynab Hanım, benim pasaportum nerede?”
“Ne pasaportu, benim gibi ihtiyar bir kadına bu yapılır mı?

İyi planlanmamış bir saldırının ardından Filipina bir şey söylemeden çabuk çabuk odasına girer ve çabuk çabuk uyur.

Ertesi gün bir neşeyle kendisine günaydın diyen, akşamki olaylar hiç olmamış gibi bir huzurla beraber dışarı çıkmayı öneren Zeynab Hanım’ın fena şeylerin peşinde olduğunu anlar Filipina.

Zeynab Hanımla birlikte gittikleri üniformalar satan mağazadan beyaz renkli üniformalar alırlar Filipina’ya artık bir hizmetçiden çok bir hemşireye benzemektedir.

Akşamüzeri apartman girişinde yanında çöp torbası üzerinde üniformasıyla Marwan’ı görebilme umuduyla oturmaktadır Filipina. Marwan bir türlü gelemez, aslında caddenin biraz aşağısında Jan ile konuşmaktan ziyade, ağız dalaşı yapmaktadırlar. Ortadoğulu erkeğini elinden kaçırmakta olduğunu anlayan Jan sinir krizleri geçirmektedir. Marwan “ibneyi” gebertmemek için gider, Jan ise ağlamaya başlar ama kimseler görmez olan biteni.

Pazarı bekleyen Marwan, Doktor Hamza’ya mektuplara gömülür bir mektup bir mektup daha, sabah olduğunda Filipina’yı apartman kapısında üniformasıyla görür, elindeki torbadan, kararlarından ve deliliğinden hiç haberi yoktur.

Marwan’a, Dahye’ye mi nereye götüreceksen götür beni ama mutlaka bugün götür, çünkü bugün Doktor Hamza gibi olmanın zamanı der.

Birlikte dışarı çıktıkları zaman elindeki torbada ne olduğunu soran Marwan’ı duymaz, yukarı baktığında Jan’ı görür pencerenin önünde, Marwan’da görür Jan’ı ve seslenir Filipina’ya “Hadi gidelim.”

İki erkeğin gözleri arasında geçiveren sessiz kurşunlama olayları kadınların gözüne nadiren göründüğü için kaçırır bu cinai bakışmayı.

Dahye’nin ortasına geldiklerinde şimdi ne yapacaklarını sorar Marwan’a “Şimdi düşünme bunu. Ben bir yolunu bulacağım, hem senin mektuplarını okuyunca sana…” diyerek cevap veren Marwan’ın aklından tıpkı Doktor Hamza gibi kahramanca oldu bu, güzel oldu bu, diye geçmektedir.

Marwan, babasının en yakın dostu Abu Hüseyin’in dükkânına getirir Filipina’yı karınları aç, yorgundurlar. Filipina kenarda durur kolunun altındaki torbayla tuvaleti sorduktan sonra içeri girdiğinde Abu Hüseyin Marwan’a “Kim kızımız?” diye sorar. Marwan, Filipina’yı Abu Hüseyin’in dükkânına hem manuşi yemek hem de hayır duasını almak için getirmiştir, Filipina tuvaletten dışarı çıktığında elinde torba yoktur, üzerinde sarı bir kazak ve siyah bir pantolon vardır. Kalçaları doldurmamış içini, kazağının bir kenarı yukarıda diğeri sarkmış aşağıya.

Marwan görünce onu “Michelle! Hayır yani… Filipina!” hayretten aptallaşır. Abu Hüseyin güler Marwan’a.

Marwan tek tek mektupları anlatır, Filipina ağlar tek tek bütün mektuplara, Abu Hüseyin’den helallik aldıktan sonra kalkarlar herkes gibi onlarda bir eve giderler.

Akşam bastırırken Aşrafiyya’nın en dik yokuşunu yavaş yavaş çıkıyorlardı, bütün apartman ahalisi kapının önünde toplanmış onları beklemekteydi. Neler olduğunu anlamakta gecikmeyen Marwan kaybedecek bir şeyi olmadığından Filipina’nın kolunu tutuyor “Sakin ol, korkma!” diyordu.

Kapının önünde kızılca kıyamet kopuyor ve Filipina bir adım atıyor öne, kolu kurtuluyor Marwan’dan ve Zeynab Hanımın önünde dikilerek soruyor, “pasaportum nerede?!”

Zeynab Hanım “Hiçbir yere gidemezsiniz, ikinizin de parasını ben veriyorum. Hadi bakalım. Bir yere kıpırdayamazsınız!” diye bağırmaktadır.

Bu durumu keyifle izleyen Jan tamı tamına şöyle der “Kız zaten bunun ibne olduğunu öğrenince döner geriye!”

Marwan’ın direği kırılır, hiç kimse olur, Jan’ın üzerine atlar beraber merdivenlerden aşağı yuvarlanırlar kaç kat aşağıdadırlar şimdi Marwan’ın kapısının önüne kadar gelirler, apartmanın dibinden kesik bir ses duyulur Tak! Bir kez daha duyulur aynı kesik ses Tak!

Filipina iki el kurşun sesinin peşinden koşar nefes nefese, Marwan’ın göğsünde iki kuru sesin, ıslak kızıl izi vardır. Kanlı gömlekli bir adamla, sarı kazaklı, siyah pantolonlu bir kadın kalır şimdi Beyrut’un elinde.

Muz sesleri, herkesi hiç kimse yapan o gürültüde duyulmaktadır yine de… Çuk çuk çuk… Tam yaranın içinde.

Marwan’la Jan arasında olup bitenler, Beyrut’taki siyasi hadiselerle son derece ilişkiliydi.

II. Kitap
BİZ

Muz Sesleri adlı kitabın kurgulaması, yazarın kitabın başına söylediği gibi, duvarlara hiç boşluk bırakmadan yapıştırdığı, üzerlerine birer çakıl taşı koyup yeri kapladığı defter yaprakları sonbahar rüzgârıyla havalanarak birer hikâye olurlar.

Bu söylemden de anlaşılacağı üzere, Beyrut’ta fazlasıyla olan toz sayesinde bulduğu hakikatin etkisiyle, laptopunu kucağına alarak ardı ardına sıraladığı yüzlerce kelimelerden oluşan sahifeler dolusu yazıları, bir zamanlar öğrenciliğimizde yaptığımız gibi rüzgâra karşı oturduğumuz masada açık olan ders kitabının sahifeleri nasılda okumadan hızla çevrilerek bizlere, kitabı ne kadarda çabuk okuyarak ne kadar çok ders çalıştığımız hissiyatını uyandırdığı gibi, havaya attıktan sonra toplayarak bir araya getirmiş ve kitaptaki öyküler tesadüfî bir şekilde kurgulanmıştır.

Zaten başka türlü olsaydı, esasen oldukça basit olan yukarda birkaç sahifede anlatmaya çalıştığımız, Beyrut şehrinin yakın geçmişteki atmosferinde başlayarak bir saç örgüsü şeklinde birbirine sarılarak devam eden öyküler kimselerin bilmediği, bilse de hiçbir anlamının olmadığı muzun sesinden farklı olmayacaktı.

Bir zamanlar bu güzel şehri bilme ve tanıma ayrıcalığına sahip olmanın kıvancıyla söyleyebilirim ki;

Öykü Beyrut’a aittir ve Beyrut’un öyküsüdür.

Şimdi yazarımızın adeta Yaşar Kemal tadı vermeye çalışarak, bilmeyene tanımayana kısacası bizlere yedirmeye çalıştığı Beyrut’unu kendi satırlarından okuyalım şimdi:

O, bu Pazar burada değil.

O biri de değil ama sanki bizden biri. Bizimle yaşıyor, apartmanımızda ama aslında yok gibi. Hepimiz bir araya gelsek söyleyemeyiz tam nerede olduğunu. Sanki sadece hepimizin toplamı gibi. Birbirimizle olan hesaplarımızın toplamı. Kavgamızın ve sonra bitirmeden uykuya yattığımız kavgamızın hepsi. Kuyusuna günahlarımızı ve kahkahalarımızı attığımız biri gibi. Adını pek sık anmayız. Çünkü hepimiz biliyoruz neden bahsettiğimizi. Her şeyin sebebi o çünkü.

Kurşun yaraları vardı başından beri. Yağmur yağdığında zamanın tozu akardı yarasından, kurum gibi. Ama gözü alışınca insanın, yaraları görmezsin. Biz görmezdik. Bizim gözümüz böyle alıştı. Zaten hepimiz biraz ona benzemiştik sonunda. Acıyan yerlerimizi birbirine dayayarak susturmayı ondan öğrenmiştik.

Bırakıp gitsen, çok seven bir kadını terk etmek gibi bir çentik bırakır sende. Geri dönsen, “Ben seni hiç çağırmadım ki,” diyen bir erkek, zalim.

Ne zaman insansan aldatan, ne zaman silahlarını kuşansan seni zırhınla, savaşsız kalmış bir asker gibi güneşin altında yalnız bırakan bir hali vardı.

İtip kakardı insanı. Ancak yediği dayakları affede affede büyümeyi öğrenmiş bir çocuksan seversin onu. Çünkü nefret etmeyi de bilmelisin eğer onu seveceksen. Bunu bilmeyenler gelir geçer. Anlatamadıklarını hep bildikleri, yine de durmadan anlattıkları bir hikâye alıp ondan, giderler.

Niye ona gelip duruyorlar, biliyor musun? Çünkü her seferinde gençliklerini geri veriyor onlara. Onda öyle bir şey var. Kim tanısa öyle der. Demeyebilirler belki, ama döne döne ona gelmelerinin sebebi bu. Anlattıkları yüzünden. Her gün yeniden anlatabildiği hikâyeler yüzünden. Sonrasını merak ediyorsun ya, o seni çocuk yapıyor bir bakıma. Soysuz sopsuz, hesap vereceği evi olmayan bir çocuk. Hep yarın var, dün yok onda. O yüzden sen de dünün olmadığı bir yaşında donup kalıyorsun onunla olunca.

Durmadan konuşur. Çok konuşur. Üstelik elini kolunu çok oynatır konuşurken. Kaşlarını çatar, aldırma. Sanırsın ki hep kavga ediyor. Sen de kızarsın işte o çok fena. Başa çıkamazsın, gazabın sonu yoktur. Gülümseyeceksin. Ne zaman sinirlendi, gülümseyeceksin ve diyeceksin ki uygun bir dille: “Yapma haji, haram!”

Birkaç sahife devam eder trajik Beyrut anlatımı ve tahammül edebilmek için zor tutarsınız kendinizi, peş peşe sıralanan kelimelerden bir anlam çıkartmaya çalışarak.

Anlattıklarının ne olduğunu bir bilmece gibi çözmek isteyenlerin eline, gazetenin arka sahifesinde verilen çözüm gibi, Beyrut şehrinin herhangi birisi olmadığını ama aramızda en çok onun yaşadığını söyleyerek, şimdi dön başa yeniden oku onu der.

Oku derde, anlayabilene aşk olsun, başa döndüğünüz zaman karşınıza bütün Ortadoğuluların başlarının dertte olduğu Oxford’da “Avrupa’da İslam Algıları” başlıklı seminerin ardından sıkıcı seçkin akademik konuklarla birlikte yemeğe katılan Deniz, küçükken Arapça duaları nasıl hiç anlamadan ezberlediyse, böyle gecelerde ne yapılması gerektiğini de öyle bellemişti. İnsanların hiç kendilerinden bahsetmeden, esas olarak hiçbir şeyden gerçek anlamda bahsetmeden, bu kadar uzun bir yemek yiyip, bu kadar şarabı yan yana içebilmeleri son derece mühim bir terbiyeydi.

Yemeğe katılan önemli kişiliklere, her Ortadoğulunun başının dertte olduğu Oxford’da ki bu yemekte, kendisinin Türk olduğunu açıklamak zorunda kalan Deniz, “Türk demeyelim de, Türkiyeli diyelim” şeklinde filozofik bir yaklaşımda bulunur. “Türkiye’de entelektüeller ülkenin kuruluşunda ki milliyetçi öğelerin reddi kabilinden ve ülkedeki farklı etnik gruplara yönelik imha politikalarına bir tepki olarak kendilerine Türk değil, Türkiyeli demeyi tercih ederler.” Açıklamasını yapar ve bizlerde bu ağır tanımlamanın kitabın içerisinde ne anlama gelmekte olduğunu hangi cumhuriyetin kuruluşundan söz etmekte olduğunu çözmeye çalışırız Deniz’in.

Ucundan acık kıvamındaki, 11 Eylül İkiz Kuleler sendromunun bütün dünyada yarattığı İslami terör ile Ilımlı İslam tartışmalarının yaşandığı yemekte, taze krema ve çilek servisinin ardından Deniz’e inançlı bir Müslüman mı olduğu hakkındaki yöneltilen soruya, elindeki çatalıyla önündeki kremayı karıştırıp tabağının o tarafında duran çilekleri bu tarafına aktardıktan sonra “Ben tanrıya inanmayı çok isterdim, insan bazen affedilmeyi çok istiyor, çünkü ben önceki gün hiç istemediği halde bir bebek aldırdım.” Diyerek cevap verir.

Deniz’in Tunç ismindeki sevgilisinden başka evlenmek üzere olan kardeşi Sıla ile aniden Oxford’un göbeğinde geziye çıkan develeri öğreniyor ve İsrailli öğrencilerin hiçbir masraftan ve muhtemelen aylar sürmüş bürokratik işlemlerden kaçınmayarak ülkelerinin kuruluş yıl dönümünü kutlamak üzere Oxford’a getirdiklerini okuyoruz.

İsrail’in kuruluşunu humus ve dansöz kıyafeti giymiş kızlarla kutlamaktadırlar. Etrafta dolaşan Arap ve Türk öğrenci gruplarının ellerinde de “Oxford’da develer, Filistin’de Filistinliler?” yazan pankartlar vardır.

Gaza gelen Deniz’de slogan atmaya başlar, “Filistin Filistin! İşgal suçtur!”

Birdenbire Ortadoğulu olduğuna da kanaat getiren Deniz, öğrencilerin dağıttığı mavi, yeşil ve pembe kâğıtlara yazılmış Filistin topraklarının nasıl işgale uğradığını anlatan bildirileri devrimci bacı edasıyla dağıtırken kalabalığın içerisinde sevgilisi Tunç’la karşılaşır.

Tunç “Yine takılmışsın Araba çoraba bakıyorum,” diyerek dalgasını geçer Deniz’le ve evde görüşürüz diyerek ayrılır yanından.

Her eylemin akıbetinde olduğu gibi Oxford’un göbeğindeki bu İsrail karşıtı Arap çorap eylemi de İngiliz polisinin baskınına uğrayınca Deniz elindeki bildirileri nereye gömeceğine bir türlü karar veremez.

ABD ve İngiltere’nin iyi üniversitelerindeki akademik kariyerlerini bırakıp daha çok para kazanmak için düşünce kuruluşlarında çalışmaya başlayan Tunç, patronunun o akşam vereceği akşam yemeğine katılmak üzere Deniz’i davet eder.

Kaçık çorabıyla davete katılan Deniz sinirle kararmış yüzünü çözüp, akşam yemeğinin, içinde ondan başka herkesin kendini rahat hissettiği resmi ve kibar gerginliğine adımını atar.

Woody Allen filmlerine taş çıkartan yemeğin komedi sahnelerinden sonra eve dönüş yolunda sadece bir defa konuşan Tunç, Deniz’e “Belki de Paris’e gitmen ikimiz içinde iyi olacak.” Der.

Deniz’in tez danışmanı olan Bayan Trablousi, Filistin işi, meme çatalını hep aynı oranda açıkta bırakan işlemeli şile bezi gömleği, aynısından onlarcasına sahip olduğu dar, dizde biten eteği, bacaklarının bakır derisi, ince topuklu stilettoları, ufak tefekliğinin rahatlığıyla iyiden iyiye derin kesimli yırtmacı…

Deniz’in oturunca kat kat olup daha beter büyük görünen, kısalmış, yeşil boğazlı kazağından taşan göbeği, onu olduğundan daha kısa gösteren kot pantolonu, siyah babet ayakkabılarının sabah içine giymek zorunda kaldığı kırmızı çorapları, “toplasan toplanmaz, bıraksan düzgün durmaz” uzunluktaki saçları, hazır ağda bantlarıyla bölük pörçük alındıkça dudağının üzerinde kalıcı bir gölge yaratan bıyıkları… Bir hanımefendiyle beslemesi olarak karşılıklı olarak oturmaktadırlar.

Deniz’in tezini masasında okumakta olan Bayan Trablousi, tezin üçüncü bölümünün üzerindeki söylemlerini bitirdiği anda, “Ben eğer kabul ederseniz yeni bir danışmanla çalışmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.” Diyerek tarihi açıklamasını yapar.

Bayan Trablousi belki de sonradan ünlenecek tiradını atar Deniz’in bu tarihi açıklamasının ardından,

“Siz akarken çarpacağı taşlarda korkan bir su gibisiniz. Ortadoğulu olmaya çalışıyorsunuz ama Ortadoğu’ya gitmiyorsunuz. İslami hareketler çalışıyorsunuz ama kafanız karışmıyor. Yoksulluk çalışıyorsunuz ama öfkelenmiyorsunuz. Siz niye bu kadar batılıymış gibi yapıyorsunuz? Yabancıymış gibi? Siz melezsiniz. Doğu ile Batı’nın tam ortasından gelen bir melez. Melezlik bir imkân gibi görünüyor ama bir engeldir aslında. Biri olmanın konforu insanı çok çabuk soysuzlaştırır. Siz dünyanın o tarafından gelmiş olmayı unutmaya çalışıyorsunuz sanki. Biliyor musunuz, bence ne yapmalısınız? Oraya gitmelisiniz. Ortadoğu’da vakit geçirmelisiniz Beyrut’a gidin, Beyrut sizin için en iyisi.”

Beyrut sözü çok eski ve silik, siyah beyaz, kalaşnikoflu, oğlan çocuklu fotoğraflardan çıkıp gelir Deniz’in gözünün önüne.

Beyrut’a gitmeye karar veren Deniz, gerçeği Tunç’a uzunca geçen bir pub gecesinin ardından “Ben İslam ve yoksulluk politikalarını anlamak için, yüzünde gerçek olamayacak kadar pürüzsüz bir gülme çizgisiyle, Paris’e gidiyorum.” Diyerek açıklar.

Paris’te Arap Enstitüsündeki “Köktendinci Şiddete Karşı Dayanışma: Ilımlılık” toplantısında sandalyesinden kaykılmış, alaycı gülümsemesini yüzüne takmış ve elleri kotunun ceplerinde, ayaklarını önünde oturan Deniz’in yanına doğru uzatmış Ziad ile tanışırlar ve Deniz’in karnına kalp gibi tıp tıp atan bir tohumcuk düşer.

Paris’in parklarındaki banklardan birisine, birer sandviç alarak otururlar ve havuzda sopalarıyla yelkenlilerini yüzdüren çocuklara bakarak sandviçlerini yerlerken, Deniz Ziad’ın köprücük kemiklerinin biraz aşağısındaki tüylerin çıkmadığı küçük çukura parmağını koyarak lokmalarını ağır ağır çiğnerken, gözünün takıldığını görerek terbiyesiz bir gülümsemeyle cevap verir kurşun yarası olduğunu söyleyerek yayvan devam eder: Her kadın mutlaka orayı öpmek ister eninde sonunda, şimdiden söyleyeyim hissetmiyor, öpme yani boşuna.

Deniz parmağının ucunu o çukura doldurarak, inip kalkan, nemli çukura bastırarak Ziad’ın yüzüne bakar ve “Ben bir bebek aldırdım” der.

Otel odasında sevişmelerinin tam ortasında Ziyad’dan Arapça konuşmasını isteyen Deniz, birkaç gündür öğrendiği Arapça kelimeleri sıralar sevişme fısıltısıyla.

Deniz’i Beyrut’a yolcu etmek üzere Charles De Gaulle Havaalanına getiren Ziad, havaalanlarında insanların nerede ayrılacağını bilemediğinden aniden çekip gider.

Deniz gitmeyeceğini sanıyordu Ziad’ın ama gidince karnının içinden birkaç gündür yaşayan her şey çekip çıkarılmış gibi olur.

Ziad otele döner ve bir bira açarak televizyonda maç seyretmeye başlar.

Beyrut’a gelen Deniz bütün gün Jetawi’yi doğru düzgün telaffuz edemediğinden, şehri dolaşıp durduktan sonra İngilizce konuşan bir şoföre denk gelerek nihayet Aşrafiyya Mahallesinin kenarından inen Jetawi Yokuşunun başındaki tuhaf insanlar ve hikâyelerle dolu apartman boşluğuna gelerek tek başına ayakta durmayı becererek anlatmaya başlar 9 ay kalacağı bu şehrin bir zamanlar yaşanmış öykülerini.