İlk defa dinlediğiniz bir müziğin hakkında karar verebilmek ve derinliklerine varabilmek için o müziği birçok defalar dinleyerek her notasının üzerinizde uyandırdığı etkileri daha iyi hissederek beyniniz ve ruhunuzla kabul etmek ya da reddetmek gibi okuduğunuz her yeni kitabında üzerinizdeki etkilerini sayfalarını çevirdikçe anlayabilirsiniz.
Okuduğunuz kitap ya da dinlemekte olduğunuz müzik eğer bildiğiniz, tanıdığınız ve öncesinde benimseyerek baş tacı ettiğiniz birileri tarafından yaratılmışlarsa, bu sınavı çoktan kazanmış, sizin beyninizin ve ruhunuzun derinliklerine işlemeye fazlasıyla hak kazanmış demektir. Peki ya tam tersi olursa, bir türlü sevemediğiniz benimseyemediğiniz birileri tarafından yaratılmış ise işte o zaman sizinde, onlarında işleri zordur.
Bu durumda yapacağınız, o yazarı veya her kim olursa, istediğinizi buluncaya kadar izleyerek bir gün bir yerlerde okuyacağınız yeni bir kitabını, dinleyeceğiniz yeni bir müziğini, geçmiştekileri unutarak beyninizin ve ruhunuzun bir başka köşesine yerleştirebilmektir.
Bilirsiniz ki, böylesine birileri tüm önyargılarınızın ötesinde, eninde sonunda yarattıklarıyla, beyninizin ve ruhunuzun derinliklerinde bir yer bulacaklardır.
Kısacası ilk görüşte aşk olmayabilir ama zaman içerisinde bunu başarabilirsiniz. Tüm insani ilişkiler bunu gerektirmezler mi? Seversiniz, beğenirsiniz, beğenmezsiniz her neyse…
Hadi lafı fazlaca uzatmadan onun dediği gibi başlayalım söylemek istediklerimize:
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”
Bu ünlü sözün sahibini neredeyse tüm dünya tanımakta ve onun yazdığı “İSTANBUL Hatıralar ve Şehir” isimli kitabını okumaya başlayıp sahifelerini çevirdikçe, ruhumun ve beynimin derinliklerindeki siyah-beyaz İstanbul fotoğrafları yavaş yavaş renklenmeye başlayıverdi.
“Osmanlı dönemi ve onun tasavvuf kültürü, kapatılan tekkeleri ve artık okunmayan kitaplarıyla Cumhuriyet’ten sonra bir kenara itilmiş, alfabe devrimiyle yerini kendiliğinden Avrupa kültürüne bırakacağı sanılan bu ince kültür unutulmaya bırakılmıştı.” ORHAN PAMUK.
İSTANBUL Hatıralar ve Şehir
1. Bir Başka Orhan
Kitabını babasına adayan Pamuk, ilk sahifede iki usta İstanbul yazarının sözlerinden alıntı yaparak başlar anlatmaya bizlere kendi İstanbul’unu.
Manzaranın güzelliği hüznünde yatar.
Ahmet Rasim
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Yahya Kemal
Bu alıntılardan Pamuk’un söyleyeceklerinin nereye varacağını kestirebilmek hiçte zor değildir ama biz bunu bir tarafa bırakarak, İstanbul bu kadar mı güzel anlatılabilirden yola çıkarak, kitabı bir başka şekilde okumaya başlayalım.
Ben doğduğumda İstanbul, dünyadaki görece yeri bakımından iki bin yıllık tarihinin en zayıf, en yoksul, en ücra ve en yalıtılmış günlerini yaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkım duygusu, yoksulluk ve şehri kaplayan yıkıntıların verdiği hüzün, bütün hayatım boyunca, İstanbul’u belirleyen şeyler oldu. Hayatım bu hüzünle savaşarak ya da onu, bütün İstanbullular gibi en sonunda benimseyerek geçti.
Bu kitap bu kader hakkında…
2. Karanlık Müze Evin Fotoğrafları
Annem, babam, ağabeyim, babaannem, amcalarım, halalarım, yengeler beş katlı bir apartmanın çeşitli katlarında yaşıyorduk. İlk yıllarda annemin kucağında çıkıp indiğim bu katların her birinde birer ikişer piyano vardı. Hiçbiri çalınmayan bu piyanolar bende hüzün ve kasvet uyandırırdı. Piyanoların çerçevelenmiş fotoğrafları sergilemeye yaradığını düşünürdüm o zamanlar. Babaannemin oturma odası ve salonundaki bütün yatay yüzeyler çerçevelenmiş irili ufaklı fotoğraflarla kaplıydı. Başköşede hiç yakılmayan şöminenin üzerindeki duvarda ölmüş dedem ile babaannemin rötuşla renklendirilmiş kocaman birer fotoğrafı ayrı ayrı çerçevelenip asılmıştı. Müze salona giren birisi bu fotoğrafların yerinden ve babaannemle dedemin o zamanlar hala kimi Avrupa devletlerinin pullarında gördüğüm kral ve kraliçeler gibi birbirlerine dönük durmalarına karşın kameraya bakışlarından, hikâyenin onlarla başladığını anlardı.
Salona açılan yazıhanenin duvarlarında ise aynı rötuş meraklısı fotoğrafçının pastel renklere buladığı yeni kuşağın büyük fotoğrafları çerçevelenip özenli bir simetriyle yerleştirilmişti.
Yazıhaneden kristal lambaların daha da kasvetli yaptığı esas salona geçtiğimde rötuşsuz siyah-beyaz ve daha küçük fotoğrafların kalabalığı arasında hayat birden hızlanıverirdi.
Fotoğraflara her yeni bakış bana yaşanan hayat ile onun içinden çekip çıkarılmış, zamana karşı korunmuş ve bir çerçevenin içine konarak vurgulanmış kimi anların önemini öğretirdi.
Benim küçük ailem, annemle babamın kavgaları, babamın ve amcamın iflasları, mal mülk paylaşımlarıyla, kenarından köşesinden çatlaklarla, kırıklarla ufalanarak yok olmaya doğru hızla giderken babaannemin dairesini her ziyaret edişimde içimde bir hüzün uyanırdı. Osmanlı Devleti’nin yıkımının İstanbul’a verdiği eziklik kayıp ve hüzün duygusu bir başka bahaneyle ve biraz gecikmiş de olsa, en sonunda bizleri de bulmuştu.
3. Ben
Mutluluk anlarımda kendi varlığımı değil, dünyanın iyi, güzel, hoş, güneşli olduğunu hissederdim.
Kendi bilincimin gidiş gelişleri, hayalleri, gerginlikleri arasında, kendim olduğum, bir benim olduğu duygusu da bir suçluluk duygusu gibi ağır ağır içime işlerdi. Benden iki yaş büyük ağabeyim okula başladığı için dört ile altı yaş yaşlarım arasında onunla kurduğumuz arkadaşlık ve beraberlik duygusundan uzak kaldım. Bu iki okul yılında hem yalnız kalmayı keşfettim, hem de hiç unutmadığım ilk sarsıcı anılarımı biriktirdim.
Keşfettiği yalnız kalma duygusu ve biriken sarsıcı belki de sancılı demesi gereken anılar çoğaldıkça, dört duvar arasında geçirilen zamanlar, İstanbul’u ve dünyayı sisli, puslu, kederli ve hüzünlü bir hale getirmekteydi Pamuk için.
Bütün bu hüzün ve yalnızlık duygusunu kendisinden önce yaşamış olan ve bizlere bir kültür mirası olarak bırakmış olan yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar ve diğerlerinin tanıklığında sisli ve puslu bir İstanbul manzarasını bizlere aktarmaya çalışmaktadır kitabında.
Aslında kitabın psikologlar tarafından okunarak bir vaka olarak değerlendirmesi gerekir. Çünkü bütün kitap ve yazılanlar İstanbul manzarası eşliğinde psikolojik bir vakanın yaşam öyküsü ve hatıralarının gözlerimizin önüne serilmesidir.
Pamuk eğer Nişantaşı’nda değil de İstanbul’u İstanbul yapan denizle iç içe yaşamını sürdürebileceği bir yerlerde çocukluk ve gençlik yıllarını geçirebilseydi herhalde dört duvar arasında geçirdiği kasvet dolu günlerin ruhunun ve beyninin derinliklerinde bıraktığı izler yerine, aydınlık, ışık dolu, balkonundan rengârenk boyanmış takaların demirlediğini, suyun dibinde yüzen balıklarını, İstanbul’u anlattığı kitabının 350 sahifesinde tek kelime dahi etmediği ama İstanbul’da her vapur yolculuğu yapan çocuğun arka sahanlığından simit atarak beslediği martılarını ve yine kitabında, onlarca resmin olmasına rağmen tek bir tane dahi bulunmayan yelkenlerini açarak rüzgârda süzülen eski zaman zarif teknelerini, Burgaz Adayı, Kalpazan Kayayı ve diğerlerinde şişeden şarap içmeyi, altın kumlu plajlarından denize girmeyi, Ahırkapı Fenerinden karşıya baktığı zaman, kıyılarında akşamın düşmesiyle birçok fenerinden başka Fenerbahçe’de yanıp sönen bir başka feneri, adı mezarlık ağacına çıkmış servi ağaçlarının yerine, manolya ağaçlarını, erguvanların baharla birlikte tarifi mümkün olmayan güzellikteki renklerini, papatyaların ve baharın tüm renklerini de görebilecekti.
4. Yıkılan Paşa Konaklarının Hüznü: Sokakların Keşfi
Nişantaşı’nda bir zamanlar büyük paşa konağının bahçesi olan geniş arazinin kenarına inşa edilen ailesine ait apartmandan önce aynı yerlerde, Osmanlı padişahlarının Batılı konfor, değişiklik fikri ve verem korkusuyla Topkapı Sarayı’nı terk edip Dolmabahçe ve Yıldız’a yaptırdıkları yeni saraylara yerleşince vezirler, baş vezirler, şehzadeler buralara büyük ahşap konaklar inşa ettirmişlerdi.
Eski İstanbul’un her yanında mevcut olan bu manzara yaşları yetenlerin, hatıralarının bir bölümünü oluşturduğu gibi, 60 ve 70’li yıllardan sonra yaşanmaya başlayacak olan büyük göç ile paşa dedelerden kalan mirasın paylaşılarak ahşap konakların geniş bahçelerine
Laz müteahhitler tarafından dikilecek apartmanlara yer açmak için bahçelerindeki bütün asırlık ağaçlarla birlikte, iş makinelerinin doymak bilmeyen iştahlarıyla yerli yeksan edildiler. Ayakta kalabilmeyi başaranlar ise zamana direnemeyerek yanıp yıkıldılar, bazıları ise neden sonra koruma altına alınmaya çalışıldığı halde yasaların boşluklarından yararlanan iş bilir Laz müteahhitlerce sözde restore ediliyormuşçasına birer ucube haline getirilerek elbirliğiyle yok edilen İstanbul manzarasında kolâj resmin parçalarına benzer biçimde yerlerini aldılar.
Yaşanan değişimi, şöyle anlatmaktadır Pamuk. “Bu ölen kültürün, batan imparatorluğun hüznü her yerdeydi. Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: Tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi. Yerine güçlü, kuvvetli yeni bir şey, Batılı ya da yerli modern bir dünya kurulamadığı için bütün bu çaba daha çok geçmişi unutmaya yaradı; konakların yakılıp, yıkılmasına, kültürün basitleştirilip güdükleştirilmesine, ev içlerinin yaşanmamış bir kültürün müzeleri gibi düzenlenmesine yol açtı.
Yıllar sonra ağır ağır benim içime işleyecek bütün bu tuhaflığı ve hüznü çocukluğumda bir sıkıntı ve kasvet olarak yaşadım.
Hüzün ve sıkıntıya kapılmadan yaşamanın bir ikinci yolu da, annemle sokaklara çıkmaktı. Ev bazen o kadar karanlık olurdu ki, yaz günü perdeler açıldığında olduğu gibi, sokağa çıkınca ışıktan gözlerim kamaşırdı. Güneş, temiz hava ve ışıktan sonra eve dönüş yolunda, sokaklar, apartmanlar hatta ağaçlar bile siyah-beyazmış gibi gelirdi bana.”
5. Siyah-Beyaz
Çocukluğumun İstanbul’unu siyah-beyaz fotoğraflar gibi, iki renkli, yarı karanlık, kurşuni bir yer olarak yaşadım ve öyle de hatırlıyorum. Kasvetli bir müze evin yarı karanlığında büyümeme rağmen ev içlerine düşkün olmamın bunda payı vardır. Her zaman İstanbul’un kışını yazından daha çok sevdim. Erken gelen akşamüstlerini, poyrazda titreyen yapraksız ağaçları, sonbaharı kışa bağlayan günlerde kara palto ve ceketleriyle yarı karanlık sokaklardan hızlı hızlı evlerine dönen insanları seyretmeyi severim. Eski apartmanların, yıkılan ahşap konakların bakımsızlık ve boyasızlıktan özel bir rengine kavuşan duvarları da bende hoşlandığım bir keder ve seyretme uyandırır. Hayatın, sokakların ve eşyaların yoksulluğunu gecenin karanlığı sanki örtecek ve hepimiz ev içlerinde, odalarda, yataklarda soluk alıp verirken, İstanbul’un artık çok uzaklarda kalmış eski zenginliğinden, kaybolmuş yapılarından ve efsanelerinden yapılmış rüyalarla, hayallerle haşır neşir olacağız gibi hissederdim. Soğuk kış akşamlarının, tenha kenar mahallelere, soluk sokak lambalarına rağmen şiir gibi ine karanlığı, yabancı, Batılı gözlerin bakışlarından uzakta olduğumuz, şehrin utançla saklamak istediğimiz yoksulluğunu örttüğü için de severim. İstanbul’u benim için İstanbul yapan “akşamüstü siyah-beyaz” duygusunu çok iyi yansıttığı için Ara Güler’in fotoğrafları bazen aklıma gelir.
Yerli film sanayi daha çok kendi senarist, oyuncu ve yapımcılarının beceriksizliği yüzünden, biraz da taklit etmeye paralarının yetmediği Hollywood’un gücüyle çökünce, televizyonlarda hepsi yeniden gösterilen eski siyah-beyaz filmlerdeki sokak sahnelerini, eski bahçeleri, Boğaz kıyılarını, yıkılmış konak ve apartmanları, tam onları yaşadığım ve hatırladığım gibi siyah-beyaz olarak görünce, kimi zaman seyrettiğim şeyin film değil hatıralarım olduğu duygusuna kapılır, bir an hüzünden sersemlerdim.
Üzerleri gayretkeş belediyeler tarafından acımasızca asfaltla örtülmeden önce şehrin siyah-beyaz dokusunun ayrılmaz bir parçası parke taşlarını bu eski filmlerde her görüşümde heyecanlanır, kendimi İstanbul sokaklarının izlenimci ressamı olarak hayal ettiğim on beş-on altı yaşlarımda parke taşlarını tek tek çizmekten bir acı çekme zevki alırdım.
Tepebaşı’nın, Cihangir’in, Galata, Fatih ve Zeyrek’in, bazı Boğaz köylerinin, Üsküdar’ın arka sokakları, anlatmaya çalıştığım bu siyah-beyaz ruhun hala gezindiği yerlerdir.
Kar çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini bir yolculuğa çıkmayı iple çekerek beklemeleri gibi bende çocukluğumda karın yağmasını beklerdim. Dışarıya sokaklara çıkıp karda oynayacağım için değil, kar altında şehir bana daha “güzel” gözüktüğü için.
Bu siyah-beyaz duygusunun bir yanı elbette şehrin yoksulluğu, tarihi ve güzel olanın ortaya çıkarılamayıp, eskimiş, solmuş, gözden düşmüş ve bir kenara itilmiş olmasıyla ilgilidir. Bir başka yanı ise, en gösterişli debdebeli zamanında bile Osmanlı mimarisinin alçakgönüllü yalınlığıyla ilgilidir. Bir büyük imparatorluktan arta kalmanın hüznüyle coğrafi olarak hiçte uzakta olmayan Avrupa’ya göre İstanbulluların bir çeşit ezeli yoksulluğa, onulmaz bir hastalığa yakalanmış gibi mahkûm olmaları da şehrin bu içedönük ruhunu besler.
Şehrin ayrılmaz bir parçası olan hüzün duygusunu vurgulayan ve İstanbullular tarafından bir kader gibi paylaşıldığı için, yeniden, yeniden üretilen bu siyah-beyaz havasını daha iyi anlamak için zengin bir Batı şehrinden İstanbul’a uçakla gelmek ve hemen kalabalık sokaklara dalmak ya da bir kış günü şehrin kalbi Galata Köprüsü’ne çıkıp kalabalıkların burada nasıl hep rengi fark edilmeyen, solgun, boz, gölgemsi elbiselerle dolaştığını görmek gerekir. Zengin ve mağrur atalarının tersine parlak renkleri, kırmızıları, ışıltılı turuncuları, yeşilleri çok seyrek giyen benim yıllarımın İstanbulluları, dışarıdan gelen yolcuya, ilk başta gizli bir ahlak gereği, kıyafetlerinin dikkat çekmemesine özen gösteriyorlarmış gibi gözükür. Böyle gizli bir ahlak yoktur elbette, ama bir alçakgönüllülük ahlakını öneren yoğun bir hüzün duygusu vardır. Son yüz elli yıldır, şehre ağır ağır çöken yenilgi ve kayıp duygusu, yoksulluk ve yıkıntı izlerini siyah-beyaz manzaralardan İstanbulluların kıyafetlerine kadar her şeyde gösterir.
Pamuk’un anlattıklarına ilaveten arabalarının renkleri de metalik gri, siyah, beyaz, lacivert ve her türlü koyu renklerdir İstanbulluların, bir zorunluluk olarak sarı renkli taksilerden başka arada sırada göze çarpan kırmızıları görmezden gelirsek.
Siyah-beyaz duygusunu daha da kalıcı kılan bir başka şey ise, şehrin geçmişinde kalan muzaffer ve mutlu renklerin şehrin içinden çıkan gözlerce saptanıp ellerce resmedilemeyişidir. Bu günkü göz zevkimize kolayca seslenebilecek bir Osmanlı resim sanatı yoktur. Osmanlı resmine ve örnek aldığı klasik İran resmine göz zevkimizi alıştıracak, yaklaştıracak bir yazı, bir eserde bugün dünyanın hiçbir yerinde yok.
Bir resim sanatı olmadığı gibi, üzerinde oturduğumuz topraklarda, neredeyse bütün dünyaya başkentlik yapmış olduğu mermeri estetik bir anlayışla yontma sanatını da yer altına gömmüş, doğru düzgün hiçbir görsel miras Pamuk’un da söylediği gibi bizlere kalmamıştır.
Esasında bu siyah-beyaz duygusunun kökenlerinin nereden bizlere bulaştığının, bir mikrop, bir virüs gibi laboratuarlarda araştırılması gerekir, sonucun ne olduğunu hepimiz bilsek de, bir an önce renkleri öğrenerek, yeni resimler yapmamız, mermeri sadece inşaatlarda kullanılan bir materyal olarak görmeyi bırakarak yeni heykeller yapmamız gerekir.
6. Boğaz’ın Keşfi
Salacak Cinayeti’nden sonra bir daha annem ve ağabeyimle Boğaz’da sandal gezisine çıkmadık.
İstanbul’un ruhu ve gücünün Boğaz’dan geldiğini söyleyen Pamuk, şehri için için çürüten yenilgi, yıkım, eziklik, hüzün ve yoksulluğa karşı Boğaz’ı, hayata bağlılık, yaşama heyecanı ve mutluluk duygularıyla derinden bir şekilde kafasında birleştirir.
Oysa şehir başlangıçta Boğaz’ı fazla önemsememiş, burayı bir yol, güzel bir manzara ve son iki yüzyılda bir de yazlık bir saray ya da yalı yeri olarak görmüştü.
Bir dizi Rum balıkçı köyünün halkından başka kimseciklerin yaşamadığı Boğaz’a on sekizinci yüzyıldan itibaren Osmanlı seçkinleri sayfiye yeri olarak yerleşmeye başlayınca da özellikle Göksu, Küçüksu, Bebek, Kandilli, Rumelihisarı, Kanlıca civarında İstanbul’a ve Osmanlın uygarlığına ait dışa kapalı bir kültür gelişmiştir. Osmanlı paşalarının, seçkinlerin, son yüzyılın zenginlerinin yaptırıp içinde yaşadığı yalılar, daha sonra, yirminci yüzyılda, Cumhuriyet’in ve Türk milliyetçiliğinin heyecanıyla, Türk-Osmanlı kimliğine ve mimarisine örneklik etmiştir.
Boğaz’da gezmenin zevki, büyük, tarihi ve bakımsız bir şehrin içinde hareket ederken derin, güçlü ve hareketli bir denizin özgürlük ve gücünü içinizde hissetmektir.
Şehrin içinde gezinen bu su parçası, Amsterdam’ın, Venedik’in kanallarıyla ya da Paris veya Roma’yı ikiye ayıran nehirlerle karşılaştırılamaz: Akıntılı, rüzgârlı, dalgalı, derin ve karanlıktır burası.
Çocukluğumda bile hep birlikte arabayla gezmeye gittiğimiz zamanlarda hissettiğim asıl Boğaz zevklerinden biri burada, bir zamanlar Osmanlı medeniyet ve kültürünün Batı etkisine girdiği, ama kendi özgürlüğünü ve gücünü kaybetmediği çok zengin bir dönemin kalıntılarının varlığını görmekti.
İstanbul’un eski merkezi, tarihi yarımada, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren belirgin bir şekilde yoksulluğun, çürümenin, yenilginin, nüfus patlamasının, teker teker kaybedilen savaşların ve Batılılaşma etkisindeki modern Osmanlı bürokrasisinin büyük binalarıyla hırpalanır, ezilirken; aynı bürokrasi, zenginler ve paşalar, yazları uzaklaşıp kaçtıkları Boğaz kıyılarında yaptırdıkları yalılar çevresinde, dış dünyaya kapalı bir kültür oluşturdular.
İlk başlarda karayolunun olmaması, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren ise, gemi yolculuğuna ve iskelelere rağmen İstanbul’un hala tam bir parçası olmadıkları için yabancıların ellerini kollarını sallayarak gezinemedikleri bu yerler ve dışa kapalı kültürleri hakkında, zamanında orada yaşayan Osmanlılarda bir şey yazmadığı için, bilgimiz daha çok ikinci, üçüncü kuşağın özlemle kaleme aldığı hatıralara dayanır.
Benim çocukluğumda, günün yeni zenginleri, yavaş yavaş palazlanmaya başlayan İstanbullu burjuvalar için Boğaz yalıları çekici yerler değildi hiç. Eski Boğaz yalıları, poyraza ve kış soğuğuna karşı korunaklı da değildiler ve ısıtılmaları bile zor ve masraflıydı. Cumhuriyet döneminin yeni zenginleri Osmanlı paşaları kadar güçlü olmadıkları ve Taksim çevresindeki semtlerde, uzaktan Boğaz’a bakan apartman katlarında otururlarsa kendilerini daha Batılılaşmış hissedecekleri için eski Boğaz yalılarını iktidardan uzaklaşmış Osmanlı ailelerinden, fakir düşmüş paşa çocuklarından, A.Şinasi Hisar gibilerinin akrabalarından satın almadılar. Böylece şehrin hızla büyüdüğü 1970’lere kadar Boğaz’ın büyük ahşap konaklarının ve yalılarının çoğu, içlerindeki deli saraylılar, birbirlerini mal, mülk paylaşımı yüzünden dava eden paşa torunlarıyla birlikte, kimi zaman kat kat, hatta oda oda bölünüp kiraya verilerek, bakımsızlıktan çürüyerek, boyaları dökülüp ahşapları soğuk ve nemden karararak ve yerlerine bir apartman yapılma umuduyla sinsice yakılarak benim çocukluğumda yok olup gittiler.
1950’lerin sonunda, babamın ya da amcamın kullandığı 1952 model Dodge marka araba ile hava almak için bir Boğaz gezisine çıkmak Pazar sabahlarının vazgeçilmez alışkanlığıydı. Bizler kaybolup giden bu Osmanlı kültürü için biraz kederlensek bile, Cumhuriyet’in yeni zenginlerinden olduğumuz için “Boğaziçi Medeniyeti” bize kayıp duygusu ve hüzünden çok büyük bir medeniyetin uzantısı olmanın gururunu ve teselli duygusunu verirdi.
Çocukluğumun Boğaz’ını özel bir yer yapan pek çok şey yavaş yavaş, tıpkı tek tek yanan yalılar gibi yok olunca Boğaz’a gitmek bana aynı zamanda bir hatıra zevki de vermeye başladı. Ama Boğaz’ı benim için Boğaz yapan şey, gene de hala çocukluğumdakinin aynısı: İnsana sağlık veren, iyileştiren, şehri ve hayatı ayakta tutan bitmez tükenmez bir iyilik ve iyimserlik kaynağıdır benim için Boğaz.
“Hayat o kadar berbat olamaz.” Diye düşünürüm bazen, “Ne de olsa, sonunda insan Boğaz’da bir yürüyüşe çıkabilir.
Evet, bizim içinse aynı duygular ve düşüncelerin yaşandığı sular ile kıyılar, Moda, Kalamış ve Fenerbahçe’ydi. İstanbul demek, aslında deniz demekti, sırtını Ortaköy’e yaslamış, ayaklarını Beylerbeyi’ne doğru uzatarak oturmuş bir kadındı. Onun yanına gittiğiniz zaman hayatın hiçte o kadar berbat bir şey olamayacağını hissederdiniz. Arkadaşım Fumo ile birlikte beyazlarımızı çekmiş Fenerbahçe’deki mendireğin üzerinde sert poyraza karşı saçlarımız uçuşarak, teknelerin çarmık iplerinden gelen melodileri dinleyerek yürürken ya da Moda burnunda çitlembik ağaçlarının diplerindeki banklara oturup sevgilinizi öptüğünüz an hayat hiçte o kadar berbat olamazdı.
Ama Pamuk, İstanbul’un parke taşlı ve karanlık kenar mahallelerinin, soğuk ve ıssız sokaklarında ellerini ceplerine sokarak yapayalnız dolaşmayı tercih ettiğinden İstanbul’u hep siyah-beyaz gördü, hep aynı hüznü yaşadı.
Tıpkı yüzyıllar boyu imparatorluklara başkentlik etmiş olan bu şehrin, en güzel ve en önemli mevkiinde yer alan Topkapı Sarayı’nda, anlatılması bile kelimelerle zor olan eşsiz manzarayı temaşa edebilecek doğru dürüst cam, çerçeve veya pencerenin bulunmayışı gibi Pamuk’ta İstanbul’un renklerini ve ışığını Topkapı Sarayı’ndan görmek istemeyenlerin yaptığı gibi dışarıdan değil, karanlık ve izbe koridorlar ile bodrum katlardan görmeyi tercih etti.
Bunu daha basitçe şöyle anlatabiliriz, İstanbul Boğaz’ında ya da başka yerlerinde bulunan deniz manzaralı birçok evde pencere önlerine konulan kanepe koltukların çoğu manzarayı değil odanın içerisini görecek şekilde yerleştirilmiştir ya da Boğaz’da en güzel manzaralı lokantaların birisinde balık yemeye gittiğinizde manzaraya arkası dönük olarak oturan bir sürü insan görebilirsiniz. Bütün bunlar acaba bizlere nereden miras kaldı acaba diye düşünebilirsiniz işte o zaman geriye doğru dönerek, dağlara, taşlara, tepelere, bozkırlara ya da çöllere mi bakarsınız? Yoksa bir türlü bizim gibi hangi sokağından bakarsan denizi göreceğin bir şehirden değil de, dağların tepelerin üzerinde kurulmuş bir ülkeden nasıl dünya şampiyonu yelkencilerin çıktığını mı anlamaya çalışırsınız?
Pamuk İstanbul’u neden siyah-beyaz görmektedir sorusunun cevaplarının sanıyorum birazda buralarda aranması gerekir.
Denizi, denizleri ve denizciliği tanıyamadığımız, kavrayamadığımızdan, İstanbul şehrini İmparatorluğun başkenti yapmışız ama onun kalbi olan Topkapı Sarayını, Boğaz’daki lokantada yemek yerken manzaraya arkasını dönen insanlar gibi, camsız, çerçevesiz inşa etmişiz en sonunda da medeniyeti ıskalayarak, binlerce yıllık bu şehri yakıp yıkıp, önce gecekondular sonrada mimarlık mesleğinin yüz karası olan bir sürü binalarla doldurarak, bu kadar insanın atıklarını nereye koyacağımızı bilemediğimizden de denizleri birer lağım çukuru haline getirip, denize girmek için yüzlerce kilometre seyahat etmeye başladıktan sonra, içlerine suni Boğazlar, şelaleler, akarsular yaparak Lagün Evleri, Boğaziçi Konakları gibi bir takım adlar takıp içlerine yerleşerek ne yaptığımızı bilemez bir hale gelmişiz. Bütün bunlar kaybedilen bir imparatorluğun hala süren travması mıdır yoksa?
Eğer bir travmadan söz edilecekse, bunu herhalde Pamuk’un da son dönemlerini yaşamış olduğu 60’lı 70’li yılların İstanbul’unun nasıl talan edilerek, yakılıp yıkılarak adeta tecavüz edilen bir genç kızın yaşadığı duygular ile hisseden, bir imparatorluğun yok oluşunu izlemekten başka elinden hiçbir şey gelmeyen bizlerin duyguları ve düşüncelerini ifade edebilmenin bir başka yolu olsa gerek, yoksa yakıp yıkarak, talan eden bir ruhla İstanbul’a saldıran Vandalları yansıtabilmenin ifadesi olamayacak kadar basit bir psikolojik tahlildir.
Unutmayalım ki, bugün arabalarının arka camlarına nal kadar Osmanlı Tuğrası yapıştırarak dolaşanların, cetleri
İstanbul’u böyle Vandal bir ruhla yakıp yıkıp, talan etmemişler sağa sola kafesler, kuleler dikmemişlerdi.
Eğer meseleyi Pamuk’un da üzerinde durduğu gibi Batılı medeniyetlerden yola çıkarak, kaybetmenin derin üzüntüsünü içinde yaşayan bir büyük imparatorluktan arta kalmanın hüznüyle coğrafi olarak hiçte uzakta olmayan Avrupa’ya göre İstanbulluların bir çeşit ezeli yoksulluğa, onulmaz bir hastalığa yakalanmış gibi mahkûm olmaları da şehrin bu içedönük ruhunu beslemesini çözümlemek oldukça zordur. Kaybedilen imparatorluklar tarih boyunca olmuştur, Avrupa’ya baktığımız zaman İstanbulluların halet-i ruhiyesini hiçbirisi yaşamamaktadır. Savaşlar nedeniyle yanıp, yıkılan yok olan şehirler yeniden imar edilirken, savaş görmeden yakılıp yıkılan İstanbul’un kaderini tarihin garip cilvelerinde aramak yerine, yaşayan medeniyetlerin aydınlattığı ışıkta ünlü mimarlar ve sanatçıların bir kenti ne hale getirebileceklerinin canlı örneklerini, İkinci Dünya Savaşının en büyük mağlubu Almanya’nın yeniden imar edilen başkenti Berlin’de ya da Gaudi’nin Barselona’sında görmek gerekir.
Bu halet-i ruhiye nereden ve nasıl gelmektedir acaba? Neden bizim medeniyetimiz ezik kalmıştır, neden bizler Batı Medeniyeti karşısında bütün çabalarımıza rağmen hep dışlanan, ülkelerine turist olarak bile gidebilmek için günlerce vize kuyruklarında beklemek zorunda kalan bir ülkenin yalnız ve garip vatandaşları olmuşuz?
7. Melling’in Boğaz Resimleri
Boğaz manzaralarını konu edinen bütün Batılı ressamlar içerisinde görmenin ve seyretmenin zevklerini bana en çok tattıranı ve bana en inandırıcı geleni Melling’dir.
Her köşesine saatlerce, dikkatle bakacağım bu resimler, geçmişteki kusursuz Osmanlı-İstanbul’un işte bu olduğu duygusunu verir bana. Hiç olmazsa geçmişin şahane olduğuna kendimi inandırmak istediğim zamanlarda Melling’in gravürlerine bakmak tesellidir.
Bu teselliye, bu güzellik ve yapıların çoğunun yok olduğu duygusu hüzünle eşlik eder. Belki biraz da hüzünlenmek için bakarım o resimlere.
Gerçekten Melling’in gravürleri bunca yıl sonrasında olduğu gibi sonsuza kadar da İstanbul’u anlatabilen en güzel şiirleri çağrıştırmakta olacaktır eşsiz dokusu ve sunduğu görüntüleriyle.
8. Annem, Babam ve Kaybolmaları
Heybeliada’da bir akşam annem de babam da sofradan kalktılar. Üst katta bütün güçleriyle birbirlerine bağırıyorlardı, sessizce önümüze bakarak ağabeyimle masada bir süre oturduktan sonra bir içgüdüyle biz de yukarıya onların yanına çıktık. Bir itiş kakış içerisine girdiğimizi gören annem bizi, bir hamlede bir odaya soktu, kapısını kapadı. Oda karanlıktı, ama iki büyük buzlu camlı kapıyla ayrıldığı öteki odadan içeriye kuvvetlice bir ışık düzgün bir şekilde yayılıyordu. Ağabeyimle ben Art Nouveau desenli buzlu camlardan süzülen ışıkta, annemle babamın birbirine yaklaşan, uzaklaşan, birbirine dokundukça hareketlenen, sonra tekrar kavuşan gölgelerini, bağırışlar, haykırışlar arasında hiç kıpırdamadan seyretmeye başladık. Göz yaşartıcı bu gölge oyununun şiddetinden, tıpkı Karagöz’de olduğu gibi arada bir perde (buzlu camlı kapı) sarsılıyordu ve her şey siyah-beyazdı.
9. Bir Başka Ev: Cihangir
1957 kışında Nişantaşı’nda yaşadığımız apartmanda ağabeyim bir süreliğine iki kat yukarı halamla eniştemin dairesine yollandı. Beni ise bir akşamüstü Nişantaşı’na gelen teyzem Cihangir’deki evine götürdü.
Dedemin yaptırdığı ve yıllar sonra bir dairesinde yaşayacağım büyük apartmanın asansörsüz, kalorifersiz ve dairelerin de küçük olması bende bir hayal kırıklığı yaratmıştı.
İstanbul’da bir mahalle hayatı olduğunu, şehrin kimsenin kimseyi tanımadığı bir yer, duvarlarla hayatları ayrılmış, ölenlerle bayram edenlerin birbirlerinden habersiz olduğu bir apartman dairesi anarşisi değil, herkesin uzak yakın birbirini bildiği bir mahalle takımadaları olduğunu, daha sonra bizim de taşınacağımız Cihangir’de öğrendim.
O zamanlar senede yedi yüze yakın film üreterek, Hindistan’dan sonra dünya ikincisi sıfatını taşımakla öğünen Türk film sanayinin merkezi, Beyoğlu’nda Yeşilçam Sokak’ta on dakikalık bir uzaklıkta olduğu ve pek çok oyuncu Cihangir’de yaşadığı için sokaklar filmlerde hep aynı rollerde hep aynı ikincil kişilikleri canlandıran amcalar, solgun ve boyalı teyzelerle doluydu.
Yıllar sonra bir rastlantıyla bu siyah-beyaz filmlerden ve sahnelerden birini televizyonda seyrettiğimde asıl konunun aşk ya da kavga kadar arkadan gözüken Boğaziçi olduğunu anladım.
Haftada bir kere teyzem beni alır, Nişantaşı’ndaki eve, ağabeyimi görmeye götürürdü. Cihangir’e dönüş vakti geldiğinde ağabeyimden ve artık kapısı kilitli olduğu için beni hüzünlendiren bizim daireden uzaklaşmak bana ağır gelirdi.
Bir eve bağlılık mı? Belki. Çünkü elli yıl sonra hala aynı apartmanda yaşıyorum. Ev benim için odaların, eşyaların güzelliğinden çok kafamdaki dünyanın bir merkezi olduğu için çok önemlidir. Ama hüznümün arkasında, anne baba kavgalarını, babamla amcamın sürekli iflaslarından gelen fakirleşmeyi ve aile içi büyük mal mülk çatışmalarını dolaylı, karmaşık ve çocuksu bir şekilde sezmek de vardı.
Bu duygu kafamın içindeki ikinci dünyayla ve suçluluk duygularıyla birleşirdi. Bu karmaşık hale hüzün diyelim. Tam bir saydamlık anı olmadığı ve bu yüzden de gerçekliği perdeleyen, onunla daha rahat yaşamamıza yarayan bir şey olduğu için, soğuk bir kış günü altı harıl harıl yanan bir çaydanlığın pencere camlarında biriktirdiği buğuya benzetelim bu hüznü. Parmağımla buğulu camın üzerine yaza çize hem içimdeki hüznü dağıtır, eğlenirim, hem de bütün bu çiziştirmeler, yazmalar sonunda camı temizleyip dışarıdaki manzarayı görebilirim. Ama manzara da insana hüzünlü gelir sonunda. Bütün şehrin kaderi gibi gözüken bu duyguyu biraz anlatmamız lazım.
10. Hüzün-Melankoli-Tristessé
Çıkış noktam, buğulu pencerelere bakarken bir çocuğun hissettiği duygu idi. Ama şimdi İstanbul’un melankolisinden değil, bu duyguya benzeyen ve gururla içselleştirilen ve bir cemaat olarak hep birlikte paylaşılan hüzünden söz etmeye çalışıyorum.
Bu duyguyu ve onu şehre yayan manzaraları, köşeleri, insanları iyi hissettiğimizde, onunla terbiye olduğumuzda, bir noktadan sonra şehre nereden bakarsanız bakın, tıpkı soğuk kış sabahlarında, birden güneş açıverince Boğaz sularının üzerinde ince ince kıpırdanmaya başlayan o buğu gibi hüzün duygusu manzarada ve insanlarda görülebilecek bir açıklığa kavuşur.
Bu noktada hüzün tek bir kişinin ruh halini anlatan melankoli duygusundan iyice uzaklaşır Batılının ilk başta anlamakta zorlanacağı “esrarengiz bir hava” hüzün duygusuyla Lévi-Strass’un kullandığı anlamda tristessé denilen şeyin çağrışımlarını yaklaştırır.
İki kelime ve duygu arasındaki asıl fark, İstanbul’un Delhi’den ya da Sao Paulo’dan çok daha zengin olmasından değil, İstanbul’da geçmiş zaferlerin ve medeniyetlerin tarihinin ve kalıntılarının çok yakında olmasıdır.
Ne kadar bakımsız, ilgiden yoksun ve beton yığınları arasına gömülmüş olurlarsa olsunlar şehrin yalnız büyük anıtsal camileri ve tarihi binaları değil, kenardaki köşedeki küçük kemerleri, çeşmeleri, mescitleri bile onlar arasında yaşayan milyonlarca kişiye bir büyük imparatorluktan artakalmış olduklarını acıyla duyurur.
Yıkılmış büyük imparatorluklardan geriye kalan büyük Batı şehirlerinde olduğu gibi tarihi anıtlar bir müzedeki gibi korunup, gururla övünülen ve sergilenen şeyler değildir. İstanbul’da onlar arasında yalnızca yaşanır.
Çok güçlü bir imparatorluktan geriye kalmış olmanın hüznünden kurtulmanın en kestirme yolu, tarihsel yapılarla hiç ilgilenmemek ve binaların adlarına ve onları birbirlerinden ayıran mimari özelliklere bile hiç dikkat etmemektir. Yoksulluk ve bilgisizliğin de yardımıyla İstanbullular böyle yapar.
Mesela “tarih” fikrine bütünüyle boş verip bu binalara bugün dikilmiş muamelesi yapıp şehir surlarından taş söküp kendi inşaatlarında kullanırlar ya da onları betonla onarmaya girişirler. Yakıp yıkıp yerine “Batılı, modern” bir apartman dikmek de unutmanın bir yoludur. Bütün bu ilgisizlik ve yıkım da en sonunda hüzün duygusunu, ona beyhudelik ve sefalet tınısını da ekleyerek arttırır. Yıkım, kayıp ve yoksulluğun acısının geliştirdiği hüzün duygusu, İstanbulluları yeni yenilgilere ve başka yoksulluk biçimine hazırlar.
“Klasik” Osmanlı müziği, Türk pop müziği ve 1980’lerde gelişen ve arabesk denen müzik kendine acıma ile kederlenme arasında çeşitli incelik dereceleriyle gidip gelerek hep bu duyguyu açığa vurur.
Hüzün İstanbulluyu hem tutuk yapar, hem de tutukluğuna bir mazeret olur.
İstanbul hayatında onulmaz bir hastalık gibi sinmiş olan, bir türlü yenilemeyen ve bir kader gibi yaşanan yoksulluk, akıl karışıklığı ve siyahla beyazın hâkimiyeti böylece bir başarısızlık ve beceriksizlik olarak değil, bir şeref olarak yaşanır.
11. Dört Hüzünlü Yalnız Yazar
Yahya Kemal, Reşat Ekrem Koçu, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Abdülhak Şinasi Hisar. Bu kitabı, bu hayali düşe kalka, rastlantılar, okumalar ve gezintilerle keşfeden, geliştiren bu dört hüzünlü İstanbul yazarının eserleriyle konuşa tartışa yazdım.
Büyük kaybın izlerinin yıkıntı halinde yaşandığı İstanbul, onların şehriydi. Kendilerini yıkım ve yıkıntının hüzünlü şiirine verirlerse ancak kendilerine özgü bir ses bulacaklarını anladılar.
Bütün medeniyetler de, mezardaki insanlar gibi fanidir. Ve biz ölmüşlerimizin olduğu kadar, devirlerini tamamlamış medeniyetlerin de geri dönmeyeceklerini biliriz. Bu dört yazarı birleştiren nokta, bu bilgi kadar, bu kayıp duygusunun verdiği hüznü şiirselleştirmeleridir.
12. Babaannem
“İstanbul Hatıralar ve Şehir” kitap adından da belli olduğu üzere Pamuk’un tamamen kişisel anılarını içeren bazı bölümlerini, sadece okuyucuyla paylaşmayı yeğlediğinden, bizimde bu bölümler hakkında söyleyecek herhangi bir lafımız yoktur.
13. Okulun Sıkıntıları ve Zevkleri
Okulda ilk öğrendiğim şey bazılarının aptal olduğu, ikinci öğrendiğim şey ise bazılarının daha da aptal olduğuydu.
İstanbul şehrini ve hatıralarını yazarak yayınlamadan önce, Pamuk ile okul ya da sınıf arkadaşı olanlar herhalde bundan dolayı kendilerine küçükte olsa bir kıvanç payı çıkarmaktaydılar. Bazı yerlerde “Orhan Pamuk benim sınıf arkadaşımdır.” Veya “Biz Orhan Pamuk ile aynı okulda okumuştuk.” Gibi bir şeyler söylemiş olabileceklerini düşününce, yukarıdaki satırlarda Pamuk’un okul hakkında yazdıklarını okumuş olanların neler hissedebileceklerini şimdi çok daha iyi anlıyorum
14. Ziniyemrüküt Erelrey
Okumayı yazmayı öğrendikten hemen sonra, kafamın içindeki hayal dünyasına bir de harf takımyıldızları eklendi.
Nişantaşı’nda bizim evden üç dakikalık yürüyüş uzaklığındaki Valikonağı’nın çevresindeki kaldırımları kaplayan bazı karoların üzerine yerleştirilmiş bir buyruk bunlardan biriydi. Nişantaşı’ndan Taksim-Beyoğlu yönüne doğru yürüyorsak, aralarına birer de boş karo yerleştirilmiş bu harfleri, tıpkı sek sek oynar gibi, boşlukların üzerinden atlayarak ve tersinden okurduk.
Bizlerde şu geyiği yapardık: Anastas mum satsana.
15. Ahmet Rasim ve Diğer Şehir Mektupçuları
İçindeki yaşama sevinci, mizah duygusu ve yazma zevki Ahmet Rasim’i İstanbul yazarlarının en büyüklerinden biri yaptı. Romancı Tanpınar, şair Yahya Kemal ya da hatıracı Abdülhak Şinasi Hisar’ın “yıkım” yüzünden kapıldıkları hüznü Ahmet Rasim bitip tükenmeyen enerjisiyle, iyimserliği ve neşesiyle dengelemeyi, bir kenara ölçüyle koymayı bildi. Bütün İstanbul sever yazarlar gibi, tarihle ilgilenmesine, tarih kitapları da yazmasına rağmen, kayıp ve hüzün duygusunu dengelemeyi bildiği için, geçmişte “kayıp bir altın çağ” aramadı.
1895–1903 arasında gazetelere hızla yazdığı yazıların en güzellerini, Ahmet Rasim Şehir Mektupları adı altında kitaplaştırdı.
Ahmet Haşim’den Burhan Felek’e kadar pek çok köşe yazarının, kimi zaman bütün yirminci yüzyıl boyunca şehir mektupları başlığını kullanmadan denediği ve şehirlilere ve şehre yönelik bu yazıların İstanbul’un renklerini, kokularını, seslerini, yazarın mizahı ve mizacıyla yansıtmasından başka, bir ikinci işlevi daha olurdu: İstanbullulara sokaklarda, park ve bahçelerde, dükkân ve eğlence yerlerinde, gemilerde, köprülerde, meydanlarda, tramvaylarda yaşama adap ve terbiyesi vermek.
16. Sokaklarda Ağzı Açık Yürümeyin
Yüz kırk yıllık İstanbul gazetecilik tarihinin en eğlenceli sayfalarını yazan gizli, açık şehir mektupçularının yüz binlerce sayfalık mirasından, gelişigüzel bir öğütler, dikkatler, inciler, şikâyetler sunmaktadır bu bölümde bizlere Pamuk.
17.Resim Yapmanın Zevkleri
Resim yapmaktan nasıl bir zevk alıyordum?
Resim yapma hazzının çıkışında, bir anda bir harika yaratmanın ve bunu çevreme kabul ettirmemin zevki vardı elbette. Resmi birilerine göstereceğimi, resmin beğenileceğini, övülüp sevileceğimi biliyor, ruhumun bir yanıyla daha resmi yaparken bu zevklerin geleceğini biliyordum. Zevkleri keşfediyor olmak, övgülerin de desteğiyle özel, farklı biri olduğuma beni inandırıyordu.
Bunu başkalarına söyleyip gururlanmazdım, ama başkalarının bunu hissetmesini isterdim.
18. Reşat Ekrem Koçu’nun Bilgi ve Tuhaflık Koleksiyonu: İstanbul Ansiklopedisi
Reşat Ekrem Koçu 1944 yılında çıkarmaya başladığı, 1951’de bininci sayfada, dördüncü ciltte ve hala B harfindeyken parasızlıktan yarıda bırakmak zorunda kaldığı “Bir şehir üzerine dünyadaki ilk ansiklopedi” diye haklı bir gururla övündüğü İstanbul Ansiklopedisi’ni, yarıda kalmasından yedi yıl sonra bir kez daha, A harfinden başlayarak çıkarmaya girişti.
1958 yılında çıkmaya başlayan ve 1973 yılında 11.ciltte ve hala G harfindeyken gene yarıda kalan Reşat Ekrem Koçu’nun ikinci İstanbul Ansiklopedisi, yirminci yüzyılda İstanbul üzerine yazılmış metinlerin hem en tuhafı ve parlağıdır, hem de biçimi, metinlerinin dokusu ve havasıyla İstanbul’un ruhuna en uygun düşenidir.
Koçu’nun ölümünden sonraki yıllarda 1970’lerin ortasında, Kapalıçarşı’ya her gidişimde uğradığım Beyazıt Camii bitişiğindeki Sahaflar Çarşısı’nda İstanbul Ansiklopedisi’nin ciltlenmemiş fasiküllerinin, Koçu’nu hayatının son yıllarında kendi parasıyla bastırdığı kitaplarının, sararmış, solmuş, nemlenmiş, ucuz ve eski kitaplarla beraber sergilendiğini görürdüm. Babaannemin kütüphanesinde bulup okumaya başladığım bu ciltlere, kiloyla kâğıt fiyatına satılmalarına rağmen hiç alıcı çıkmadığını söylerdi tanıdık kitapçılar.
19. Fetih mi, Düşüş mü: Constantinople ‘un Türkleştirilmesi.
Bazı olayların nasıl adlandırıldığına bakarak dünyanın neresinde, Doğu’da mı, Batı’da mı olduğumuzu çıkarabiliriz. 29 Mayıs 1453’te olan şey, Batılılar için Constaninople’un düşüşü, Doğulular içinse İstanbul’un Fethi’dir.
20. Din
İstanbul’un Batılılaşmış burjuvazisi son kırk yılda Ankara’da yapılan bütün askeri müdahaleleri ve ordunun siyasete karışmasını, solun saldırılarına karşı değil de daha çok bir gün aşağı sınıflar ile taşralı zenginler dini bayrak edip kendi hayat tarzlarına karşı birleşebilirler korkusuyla destekledi. Yavaş yavaş din yerine, onunla sanıldığından çok daha az bir ilişkisi olan siyasal İslam’ın ve askeri darbelerin dünyasına girerek bu kitabın gizli ahengini bozmaktan korkuyorum.
Kitap, hatıralar ve şehir üzerine olduğuna göre, Pamuk’un dinin şehir üzerindeki etkilerine değinmekten, yüzyıllar boyunca güçlü ve dirayetli imparatorluğun bu şehre, neden tüm dünyanın görebileceği, kendi tarihini yansıtacak şekilde görkemli eserler bırakmamış olduğundan söz etmekten kaçınmasına şaşmamak gerekir.
Hâlbuki kitabın önceki bölümlerinde bizlere “hüznü” anlatmaya çalışırken, dünyaya, maddi çıkar ve zevklere fazla bağlanmanın sonucunda, meydana gelen kayıplardan etkilenmemenin yollarından veya hüznün Tanrı’ya yeterince yakın olamamaktan kaynaklandığı konularında uzun uzadıya söz etmektedir.
21. Zenginler
Çocukluğumun ve gençliğimin İstanbullu zenginleri yaratıcılıkları ya da ticari buluşları yüzünden para kazanmış ve aynı mantıkla da kazanmaya devam eden özgüvenli kişiler olmaktan çok, geçmiş bir zamanda, bir fırsatı devlet ve bürokrasiyle olan rüşvet ilişkisinin de yardımıyla iyi değerlendirerek bir anda zengin olmuş ve hayatlarının geri kalanını da bu zenginliğini gizlemeye korumaya ve en çok da haklı çıkarmaya çalışan kişiler görünümündeydiler. Zenginliklerinin arkasında fikri bir faaliyet olmadığı için bu kişilerin kitapla, okumakla ya da ne bileyim satranç oynama gibi şeylerle fazla ilgileri yoktu.
Geçen zaman içerisinde fikri bir faaliyetleri olmadığını gizleyebilmek maksadıyla metre ile kitaplar alınarak büyük salonlarda, dekor olarak kullanılan ve kıymetli olduklarına inanılan bir takım eşyaların sergilendiği vitrinli büfeler veya adına kitaplık diyemeyeceğim açık raflı dolaplarda teşhir edilmeye başlandı. En çok da, bir dönemde gazetelerden kuponlar kesilerek, gazete bayileri önünde kuyruklarda beklenerek alınan çeşitli ansiklopediler, evine kitap girmemiş olan bu tip insanlar tarafından çok sevilmişlerdi, çünkü hacimleri ve doldurdukları raflardaki salonlarda çok etkileyici görünmekteydiler. Bu konuda dâhiyane bir dekorasyon fikride geliştirilerek, mukavvadan yapılan kitap sırtı görünümünde, raflarda yerlerini alan çakma kitaplardan oluşan koleksiyonlarda ünlü dekorasyon mağazalarında teşhir edilerek müşterilerini beklemeye başladılar.
Tıpkı, kendilerine birer Osmanlı Paşazadesi kimliği kazandırmak isteyen parası bol ama geçmişi bulunmayan çakma soylularımızın, evlerinin en nadide köşelerinde sergileyecekleri, içeriğinde ne yazılı olduğunu bile bilmedikleri beratlar, fermanlar, tombaklar ya da benzeri bir takım eski eşyaların müzayedelerde açık artırmayla satışa çıkartılmaları gibi.
22. Boğaz’dan Geçen Gemiler, Yangınlar, Yoksulluk, Ev Değiştirme ve Diğer Felaketler.
Kendimi bildim bileli Boğaz’dan aşağı yukarı geçen gemileri sayıyorum. Romen petrol tankerlerini, Sovyet kruvazörlerini, Trabzon’dan gelen balıkçı takalarını, Bulgar yolcu gemisini, Deniz Yolları’nın Karadeniz’e çıkan gemilerini, Sovyet rasat gemisini, şık İtalyan transatlantiğini, kömür gemilerini, Varna’ya kayıtlı kosteri, boyasız bakımsız, pas içindeki yük gemilerini, bayrağı, ülkesi belirsiz, karanlık, çürük gemileri sayıyorum.
Gemileri bir çeşit endişeyle, bazen dertlenerek, kimi zaman telaşla, çoğu zaman saydığımı fark etmeden sayıyordum.
Osmanlı Devleti’nin Batı’yla ve Rusya ile tutuştuğu savaşlar sonucu eriye tükene, yavaş yavaş yok olarak yıkıntılar içinde, yoksul ve hüzünlü yerlere dönüşmesi, İstanbulluları, dışarıdan, uzak yerlerden, Batılılardan ve aslında her şeyden sürekli kuşkulanan, içe dönük ve milliyetçi bir kalabalık yaptı. Ayrıca bu nedenle, İstanbullular tıpkı benim çocukluğumda hissettiğim gibi, şehirlerinde her an her türlü felaketin yaşanabileceği, yeni yenilgi ve yıkımların gelebileceği korkusunu da içlerinden yüz elli yıl atamadılar.
Sadece korkuyu içlerinden atamadıklarıyla kalmadılar, doğdukları, yaşadıkları ve yetiştikleri tüm dünyaları ile kişiliklerini meydana getiren İstanbul şehrindeki müstesna alanların en büyük otorite tarafından denetimsizce ve hoyratça iş makineleriyle yerli yeksan edilmesini de defalarca yaşadılar.
Geriye sadece eski fotoğraflardaki anıları kaldı.
Hüzün, bütün hayatını benim yaşadığım yıllarda İstanbul’da geçiren biri için kaçınılmaz bir kaderdir belki. Ama hüzne karşı bir şey yapma azmi, pencereden bakıp Boğaz’ı aylak aylak seyretme işine bir görev duygusu verdiği için de önemlidir.
Fenerbahçe’de veya Moda’da çay bahçelerinden birisine oturarak, Adaları seyretmenin verdiği duyguları hissetmekle aynı şey olsa gerek.
Bütün şehir tarafından sürekli hatırlanan, kuşkuyla beklenen felaketlerin başında tabii ki Boğaz’daki gemi kazaları geliyordu. Bunlar bütün şehri birleştiren bir büyük cemaat duygusuyla yaşanırdı.
Bir sonbahar gecesi sabaha karşı üzerlerinde gecelikleri, pijamaları, alelacele giyilmiş pantolonları ve ayaklarında terlikleri, kucaklarında bebekleri, ellerinde çantaları ve torbaları sokaklara dökülen meraklı İstanbulluların kalabalığı arasından Boğaz’ın yanışını seyredebilir, o muhteşem deniz, yalı, gemi yangınlarının temaşasında da gördüğüm gibi, kısa süre içerisinde nereden peydah olduklarını hiç anlayamayacağım kâğıt helvacılar, simitçiler, sucular, çekirdekçiler, köfteciler, şerbetçiler kalabalık arasında gezinip satışa başlamış olurlardı bile.
Bütün bu cemaatsel temaşa zevkinin ardında İstanbul’da Batı uygarlığının ikinci sınıf, solgun ve yoksul bir taklidini yapabilmek için hakkıyla mirasçısı olmadığımız bir büyük kültürün ve uygarlığın son izlerinin de bir an önce yok olmasını suçluluk, eziklik ve kıskançlık duygularıyla istemek olarak görmektedir Pamuk.
Birde iskele batırma kazalarımız var ki, birkaç kez yaşandığından kaza olmaktan çıkıp kadere dönüşmüş olmasını bir Türk-Müslüman özelliği şeklinde düşünüyor insan.
Öyle ya Boğaz’da yaşanan ve bir türlü engellenemeyen deniz kazalarına önlem olarak, kuzeyden güneye İstanbul’ u yarıp, ikinci bir Boğaz yaparak dünya tarihine geçmeyi düşünebildiğimiz gibi.
23. Nerval İstanbul’da: Beyoğlu’nda Yürüyüşler
Melling’in resimlerini yapmasından yarım yüzyıl sonra, 1843’te İstanbul’a gelen Fransız şair Gérard de Nerval Doğu’ya Yolculuk adlı kitabının bir yerinde, elli yıl sonra Tünel olacak yerden, Galata Mevlevihanesi’nden bugün Taksim dediğimiz yere kadar yürüyüşünü anlatır.
Çocukluğumdan beri çevresinde yaşadığım benim dünyamın merkezi en büyük meydanını Nerval, at arabalarının ve köfte, karpuz ve balık satıcılarının oyalandığı boş bir yer olarak anlatır. Düzlüğün manzarasından ve kenarından köşesinden meydana ve şehre katılarak yüz yılda yok olacak mezarlıklardan söz eder. Ama Nerval’ın aklımdan hiç çıkmayan cümlesi, şehrin daha sonra benim bütün hayatımı geçireceğim ve bana hep “çok eski apartmanlarla kaplı” gibi gelecek düzlükler hakkındadır: “Çam ve ceviz ağaçlarının gölgelediği kocaman ve sonsuz bir yayla!”
Nerval İstanbul’u anlattığı kitabında, şehri “Dış görünüşü dünyanın en güzel manzaralarını veren, bazı mahallelerinin sefaleti, bazılarının pisliğiyle, kulislerine girilmeden salondan seyredilmesi gereken bir tiyatro dekoruna benzetir.
Şehrin güzel görüntülerinden çok, yoksullaşma ve tarihin dokusuyla yapılmış bu İstanbul imgesini anlayabilmek için İstanbul’a Nerval’den sonra gelen başka bir yazarın kitaplarına da bakmamız lazım.
24. Gautier’nin Kenar Mahallelerde Melankolik Yürüyüşü
Yazar, gazeteci, şair, eleştirmen ve romancı Théophile Gautier, 1852 yılında İstanbul’a gelerek yetmiş gün kaldı ve izlenimlerini önce çalıştığı gazetede tefrika etti, hemen sonra da Constantinople adlı bir kitapta topladı.
İstanbul üzerine yazdığı bu kitabı her zamanki padişah-kadınlar-mezarlıklar gibi basmakalıp konuları bir yana bırakırsak bir büyük şehir röportajı olarak değerlendirmek gerekir.
Gautier bir yandan becerikli bir gazeteci gibi davranırken, bir yandan da arkadaşı Nerval’in öğüdünü tutup şehrin “kulislerine1 girmesi, kenar mahallelere, yıkıntılara, karanlık ve pis sokaklara sokulması, yoksul ve ücra İstanbul’un turistik manzaraları kadar önemli olduğunu okura ilk defa hissettirmesidir.
Gautier İstanbul’a gelince daha rahat gezebilmek için “Müslüman kılığına” girer.
Şehrin kenar mahallelerinde, yoksul ve ücra semtlerinde Bizans’tan kalan surların arasında yaptığı bu uzun yürüyüşün sonunda Gautier, “Dünyanın başka herhangi bir yerinde, bir yanı yıkıntılarla, diğer yanı mezarlıklarla kaplı bu yollar kadar melankolik hiçbir yürüyüş güzergâhı yoktur.” Demiş.
İstanbul’un hüzünlü bir şehir olduğunu başkalarından işitmek, bütün hayatımı geçirdiğim şehrimin bana verdiği duygunun hüzün olduğunu okura iyice anlatmak için neden bu kadar gayret ediyorum? Diye sormaktadır Pamuk kendisine bu bölümün sonunda.
Hepimize mal etmeye çalıştığı, doğduğu ve büyüdüğü İstanbul şehrinin içinde barındırdığı bu hüznü, bizlere yansıtmakta yardımcı olması içinde neredeyse kitabın her sayfasında sergilediği Ara Güler gibi bir ustanın gerçektende içi hüzün dolu olan o muazzam İstanbul fotoğrafları ile kendisine ait olanlar ve diğerleriyle de benzeri az bulunacak şekilde görsel bir malzeme sunmuştur da acaba İstanbul denilen, dünyada içinden koca bir Boğaz geçen bu canım şehre hüznü veren, tabiat mıdır, insanlar mıdır? Yoksa anlatmaya çalıştığı, geçmişi ile bağları kesilen, bugün ancak meraklısı tarafından bilinebilen bir uzmanlık dalı haline gelmiş bu kültürün yerine daha mükemmelini yaratarak koyacakları yerde, önüne gelen ve bu kültürü anımsatacak her türlü kalıtı yakıp yıkarak yok eden bir zihniyet ve onun nasıl gelişip bu hale gelebildiği midir?
Acaba her şeye düşman ve her şeye karşı olan bu zihniyet nereden ve nasıl bulaşmıştır bizlere? Neyi yıkıp neyi yok etmeye çalışıyor ve yerine neyi koymaya uğraşmaktayız dünyanın bu anlaşılması ve asırlardır imparatorluklara başkentlik etmiş şehrinde. Hala silemediğimiz, yok edemediğimiz bir türlü üzerini örtemediğimiz, hesaplaşamadığımız ne vardır acaba bu şehirde?
Pamuk’un söylemeye çalıştığı batmış bir imparatorluğun hüznünü mü örtmeye, silmeye, onunla hesaplaşmaya mı çalışmaktayız yoksa başka bir şeyler de var mıdır bu çabanın bu uğraşın yanında?
Elbette bütün bu çabanın, uğraşın ve hesaplaşmanın günümüzde de süren izlerini tarihsel bir süreçte İstanbul (Constantinople) şehrinin tüm dünyaca bilinen ve tanınan en önemli eserlerinden biri olan Ayasofya’da (Saint Sophia- Hagia Sophia) bulabilirsiniz.
1453 yılında başlayan ve bizlere öğretildiği üzere başlayan yeni bir çağdır bu, hesaplaşılamayan, izleri silinemeyen, yakıp yıkmakla da yok edilemeyen ve siz tarihin arka sokaklarında, izbe köşelerinde, üzerlerine Ali Ayşe’yi seviyor yazan eski saray kalıntılarında, sur diplerinde, eski mahallelerinde, müzelerinde yapayalnız, elleriniz ceplerinizde gezip dolaşırsanız, hüzünden başka bir şey bulamazsınız.
Karşılaşacağınız yok olup giden bir imparatorluk değil, tarih boyunca sürmüş olan imparatorluklara başkentlik eden bu şehrin yok edilişidir hüznü yaşatan.
Yüzyıllar öncesinin İstanbul’unu görsel olarak canlandırmaya çalışarak müzelerde sergilemenin altında da acaba böyle bir hüzün mü vardır?
(İstanbul Arkeoloji Müzeleri: İstanbul’daki Bizans Sarayları sergisi.)
Yoksa, ne olduğuna, ne olacağına bir türlü karar veremeyen, dünya üzerindeki coğrafi yeri bakımından, üzerinde fazla durulmayan ya da durulmaması için özellikle gözden uzak tutulmaya çalışılan ama hava ulaştırma sektöründe çok önemli bir noktada bulunan, İstanbul şehrinin Atatürk Hava Limanı VIP salonunda terlikleriyle dolaşan bir genel müdür ile apronda deve kurban eden bir zihniyeti mi görmek gerekir hüznün kaynağı olarak?
25. Batılı Gözler Altında
Hem kişi olarak, hem de cemaat olarak hepimiz yabancıların, tanımadıklarımızın hakkımızda ne düşündüğü ile bir dereceye kadar dertleniriz.
Batılı gözlerin şehrimde gördükleriyle benim ilişkim– pek çok İstanbullu gibi– sorunludur ve şehrin bir gözünü Batı’ya dikmiş bütün yazarları gibi benim de bu konularda kafam zaman zaman karışır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp gidince ve Türkiye Cumhuriyeti ne olduğuna da karar veremediği kendi Türklüğünden başka bir şey göremeyip dünyadan kopunca İstanbul eski çok dilli, muzaffer ve tantanalı günlerini kaybedip her şeyin kendi yerinde ağır ağır yıllandığı, tenhalaştığı, boş, siyah-beyaz ve tek sesli, tek dilli bir yere dönüştü.
Benim çocukluğum ve gençliğimin İstanbul’u şehrin kozmopolit yapısının hızla kaybolduğu bir yerdi. Pek çok Batılı gezginin yaptığı gözlem gibi benim doğumumdan yüz yıl önce İstanbul sokaklarında aynı anda Türkçe, Rumca, Ermenice, İtalyanca, Fransızca ve İngilizce ya da bu dillerin birkaçının birden konuşulduğu bir şehirdi.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra fethin sürmesi, İstanbul’un Türkleştirilmesinin şiddetlenmesi ve şehirde devletin yaptığı bir çeşit etnik temizlik bütün bu dilleri kuruttu.
İstanbullular İstanbul hakkında pek az şey yazmışlardı, şehrin sokaklarının, atmosferinin, havasının, günlük hayat ayrıntılarının bir bütün olarak tasviri, günün her anında şehrin nasıl soluk alıp verdiğinin, nasıl koktuğunun kayda geçirilmesi, ancak edebiyatla yapılabilecek bu iş yüzyıllar boyunca hep Batılı gezginler tarafından yapıldı.
Yine Batılı ünlü bir film yönetmeni olan Claude Lelouch’un 1973 yılında ülkemize gelerek çektiği on beş dakikalık tanıtım filmi için Galata Köprüsünün üzerinde kamerasıyla dolaştıktan sonra, gördükleri hakkında söyledikleriyle bizleri ne kadar da güzel tanımlamaktadır.
“Siz iki çağı bir arada yaşamakta olan ülkesiniz.”
Acaba bizleri tanımlamak için söylenmiş olan bu sözler Pamuk’un da dediği gibi dünü ve bugünü bir arada yaşamakta olan bizlerin beceremediği, eskinin üzerine bir türlü yeniyi koyamayışımızla birebir bağlı olan, arada bir fay kırığı gibi duran, ayrı ayrı katmanlardan oluşan Osmanlılık ve Türklük müdür?
26. Yıkıntıların Hüznü: Tanpınar ile Yahya Kemal Kenar Mahallelerde
Tanpınar il Yahya Kemal İstanbul’un ücra, uzak ve fakir semtlerine birlikte uzun yürüyüşlere çıkarlardı.
Buralar İstanbul’a gelen önceki yazarlarında dolaştıkları, gezdikleri yerlerdi. Bu yazarların eserlerini hayranlıkla bilerek çok dikkatle okumuş bu en büyük iki Türk yazarının bu uzak mahallelerde yürüyüşleri arasındaki yetmiş yılda, Osmanlı Devleti bütün Balkan ülkelerindeki ve Ortadoğu’daki topraklarını kaybede kaybede, küçüle küçüle, yok olmuş, İstanbul’u besleyen gelir kaynakları kurumuş, özellikle Balkanlar’da kurulan yeni devletlerin uyguladığı etnik temizlikten kaçan Müslüman göçmenlerin İstanbul’a akın akın gelmesine karşın yüz binlerce kişi Birinci Dünya Savaşı’nda öldüğü için şehrin nüfusu ve zenginliği artmamıştı hiç. Tam tersi, bu yetmiş yılda Avrupa ve Batı çok büyük bir teknolojik ilerleme ve zenginleşme yaşarken İstanbul fakirleşmiş, dünyadaki gücünü ve çekimini kaybettiği için işsiz ve ücra bir kent olmaya başlamıştı. Ben çocukluğumu bir büyük dünya şehrinde değil, büyük ve yoksul bir taşra şehrinde yaşadığımı hissederek geçirdim.
Tanpınar’ın Yahya Kemal’le beraber yaptıklarından söz ettiği yürüyüşler, yalnızca fakir ve ücra İstanbul’da, kenar mahallelere gitmek değil, Türkiye ve İstanbul’un dünyada fakir ve ücra bir kenar mahalle olmasıyla da ilgilidir.
Yahya Kemal ve Tanpınar gibi milliyetçi İstanbulluların yenik, ezik, yoksul İstanbul’un Müslüman nüfusunu vurgulayacak, onun varlığını ve hala kimliğini hiç kaybetmeden yaşadığını kanıtlayacak ve kayıp ve yenilgi duygusunu ifade edecek bir güzelliğe ihtiyaçları vardı. Bu yüzden kenar mahallelere yürüyüşe çıktılar, şehirde yaşayan insanla eksinini yıkıntının, geçmişin hüzünle buluştuğu güzel görüntüleri aradılar.
İlk olarak pitoresk manzarada bir güzellik olarak keşfedilen hüzün, İstanbulluların kayıp ve yoksullaşma yüzünden daha yüzyıl yaşayacağı hüzne denk düşüyordu.
27. Kenar Mahallede Pitoresk
İstanbul’u, bir Batılılaşma gayreti içinde olsa da, geleneksel hayatın sürdüğü eski ile yeninin bir yıpranma, yoksulluk ve alçakgönüllülük müziğiyle birleştiği ve manzaraları gibi insanlarının yüzü de aşırı hüzünlü bir yer olarak gösteren Ara Güler’in siyah-beyaz fotoğrafları; özellikle 1950’ler ve 60’larda, geçmişin şaşaası ve Osmanlı Batılılaşmasının banka, han ve devlet yapıları artık iyice yıpranıp kabuk kabuk dökülürken ortaya çıkan özel dokuyu çok şiirsel bir duyarlılıkla saklamıştır.
Manzarayı güzel kılan şey, mimarinin korunması değil korunamaması, yıkıntı halinde bulunmasıdır. Bütün İstanbullularca benimsenmiş, sevilmiş, yaygınlaşmış “güzel İstanbul” imgesi, hüzünlü bir yıkıntının havasından çok şey taşımak zorundadır. İstanbullularının son yüzyılda severek ya da nefret ederek benimsedikleri şehir imgesi yoksulluk, yenilgi ve yıkımdan çok şey taşır.
28. İstanbul’u Resmetmem
On beş yaşımdan itibaren takıntılı bir şekilde İstanbul manzaraları resmetmeye başladım. Özel bir İstanbul sevgisi yüzünden yapmıyordum bu resimleri. Natürmort ya da insan vücudu resmetmeyi bilmiyor, sevmiyordum. Dünyanın geri kalanı, yani sokağa çıktığımda, pencereden baktığımda gördüğüm her şey İstanbul’du zaten.
Cihangir’deki evin, apartmanlar arasından gözüken Boğaz, Kızkulesi, Fındıklı ve Üsküdar manzarası ve daha sonra taşındığımız Beşiktaş Serencebey’deki, Boğaz’a tepeden bakan dairenin ve Boğaz’ın girişi, Sarayburnu, Topkapı Sarayı ve eski şehrin siluetinden oluşan manzarası, bu resimleri evden çıkmadan yapmam için yeterliydi.
Bir resim yapmak için gerekli olan kendimden kaçma ya da kendimi arkada bırakma isteğimi şimdi daha karmaşık ve daha kurnazca bir ruhsal sıçramayla, bir zamanlar Paris’te buna benzer resimler yapmış Utrillo diye biriyle kendimi özdeşleştirerek gerçekleştiriyordum. Tabii ki tam bir özdeşleştirme değildi bu; tıpkı Boğaz manzaraları resmederken yaptığım gibi, resmettiğim dünyanın bir parçası olduğuma nasıl aklımın yalnızca bir parçasıyla inanıyorsam, Utrillo olduğuma da gene ruhumun sadece küçük bir yanıyla inanırdım.
Ne Utrillo ne de bir başkasıydım; Utrillo’nunkilere benzer bir esim yapmış biriydim.
Hafta sonları bazen okuldan çıktıktan sonra Cihangir’deki soğuk ve boş daireye girer, sobayı yakıp iyice ısındıktan sonra kendi çektiğim İstanbul fotoğraflarından bir iki tanesini seçer, onlardan bir ilhamla bir hamlede iki tane kocaman resim yapıp yorgun argın ve tuhaf bir hüzünle eve dönerdim.
İşte Pamuk ve kendisini tanıyabilmemizi sağlayacak ipuçlarını bizlerin gözleri önüne çıkarttığı samimi itirafları, psikolojisinin tüm ayrıntılarını kökenlerinin nerelerde ve ne şekilde oluştuğunu adeta bir puzzle gibi tek tek parçalarının arkası arkasına sıralandığı bölümlerden birisidir bu bölümde söyledikleri.
Resim yapmanın hazzını tatmış olanlar bilirler ki, kendilerini, dünyadaki pek çok sanatçıyla özdeşleştirmeyi ve onlar gibi resim yapabilmeyi yaşamış olmak, onların yaşam öykülerinde kendilerinden bir şeyleri bulabilmenin tek yoludur.
Kısaca ressam olabilmek için, bir ressam gibi yaşamak gerekir. Bunu daha sonra Pamuk’ta, kıyısından köşesinden döndüğü ressamlığı, kendince bahsettiği sebeplerden dolayı beceremediğini hayal kırıklıkları, ailenin beklentileri ve başka nedenlerle bir ressam gibi yaşamasının mümkün olamadığını söyler ancak seçtiği yoldan dönmeyecek ve yaşamı bir başka şekilde karşılayarak kelimelerle resimler yapacaktır.
Dikkat ediniz ki bazı kitaplarının isimleri de renklidir.
Beyaz Kale, Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı, Öteki Renkler.
29. Resim ve Aile Mutluluğu
İyi ısıtılmamış, toz ve küf kokan eski eşyalarla dolu hüzünlü bir dairede İstanbul’un manzaralarını yapmak beni daha da hüzünlendiriyordu.
Çoğunluğu kayıp olan resimlerim arasında evde on altı, on yedi yaşlarındayken yaptığım ve Tolstoy’un seveceği kelimelerle söylersembir “aile mutluluğunu” anlatan bazı resimleri bugün bulabilmeyi çok isterdim. “Mutlu aile” taklidi yapmak bazen bana çok zor geldiğinden bu resimlerin benim için olağanüstü bir önemi var.
Bunlar İstanbul’un arka sokaklarının yada Boğaz manzaralarının değil, bizlerin, annemle babamın sıradan günlük hayat içerisinde, evin içinde yaşarken yapılmış resimleriydi.
Bir şehri yapan şeyin onun dış görünüşü kadar ev içlerinin ve iç mekânların manzarası olduğunu, yabancı gezginler, en çok İstanbul’da unutmak zorunda kalırlar.
30. Boğaz’da Gemi Dumanları
İlk adı Şirket-i Hayriye olan, daha sonra halkın deyişiyle Şehir Hatları adını alan şirketin kurulup, bütün küçük Boğaz köylerine tek tek iskeleler yapılıp, Boğaz’da buharlı gemilerin aşağı yukarı işlemeye başlamasıyla birlikte aslında yalnız Boğaz değil, bütün İstanbul’un manzarası değişti. Boğaz’da aşağı yukarı yolcu taşımalarıyla birlikte bu gemilerin her biri tıpkı Kızkulesi, Ayasofya, Rumelihisarı, Galata Köprüsü gibi bütün şehirde tanınmaya başladılar ve günlük hayatın içine de fazlasıyla girdikleri için İstanbullulara bir büyük şehirde hep birlikte yaşadıklarını duyuran birer bayrağa simgeye dönüştüler. İstanbullular da dünyanın başka şehirlerindeki insanların yaşamlarının bir yanlarını bağladıkları denizler gibi şehir hatları vapurlarına tek tek bağlanıp sevgi duyarlar. Ne de olsa İstanbul demek deniz demektir farkında olmasak ya da bazıları için ne anlama geldiğini kavramakta güçlük çeksek bile İstanbul denizdir. Turan Emeksiz, Fenerbahçe, Paşabahçe, Dolmabahçe, Kalamış, Moda ve diğerleriyle.
31. Faubert İstanbul’da: Doğu, Batı ve Frengi
Gustave Flaubert, İstanbul’a Nerval’den yedi yıl sonra, 1850 Ekim’inde, Beyrut’ta yeni kaptığı frengi ve fotoğrafçı yazar arkadaşı Maxime Du Camp ile birlikte geldi ve beş haftaya yakın kaldı.
İstanbul’a gelerek kalan yabancıların en çok rastlandığı zamanlar olan 1970’li seneleri anımsayanların bileceği üzere Sultanahmet ve çevresindeki publar ve cafelerde kimler vardı kimler yoktu, bunun İstanbul gibi bir şehrin tarihindeki yok oluşun, eriyişin ve hatta başka bir şekilde söylersek bir türlü kıramadığımız o makûs talihimiz değişebilmesinin en uygun olabileceği zamanları nasıl ıskaladığımızı bir görebilseydi Pamuk, biraz da arka sokaklarda dolaşmaktan öte gidebilseydi, oralarda karşılaşacağı insanlarla, doğu ile batının kesiştiği bu harika şehirdeki zamanın nasıl bizim lehimize dönebileceği görseydi, İstanbul hüznünü bir keyfe, bir neşeye, bir coşkuya dönüştürebilecekti, tıpkı bizim baktığımız camdan gördüğümüz Çamlıca tepesindeki Eiffel kulesi gibi.
32. Ağabey-Kardeş: İtiş-Kakış
Altı ile on altı yaşlarım arasında ağabeyimle sürekli kavga ettik ve ondan gittikçe artan bir şiddetle dayaklar yedim.
Bu ilk dönemin kavgaları tıpkı oynadığımız oyunlar gibi, hayatın kurallarını onları taklit ederek öğrenmemizi sağlıyordu.
Daha sonraları ise, yaşımız ilerleyip şiddet, dayak ve yenilgi ruhumda izler bırakmaya başladığında hayatın kurallarının bizimle oyamaya başladığını hissettim.
33.Yabancı Okul, Okulda Yabancı
Robert Kolej’de İngilizce öğrendiğim bir hazırlık yılıyla birlikte dört yıl lise okudum ve çocukluğumun sona erdiğini, dünyanın benim çocukken sandığımdan daha karmaşık, yetişmesi zor ve sınırsızlığıyla insana acı veren bir yer olduğunu anladım.
Aklımda o yılların hatıralarıyla birleşen, suçluk ve yalnızlık duygusuyla yaptığım ve daha sonra Teknik Üniversite’de mimarlık okurken devam ettiğim bir başka şey de, okuldan kaçmaktı.
Okulun kendisiyle ilgisiz nedenlerle okuldan kaçtım: Annemle babam kavga ettiği için ya da düpedüz tembellik ve sorumsuzluktan ya da uzun süren ve evde el bebek gül bebek ihtimamla bakıldığım hastalıklardan sonra okula gitme alışkanlığımı kaybettiğim için. Hüzün iç sıkıntısı ya da egzistansiyalist bunalım da okuldan kaçmak için bir bahaneydi. Bazen bir ev kedisi oldum içinde okuldan kaçardım. Ağabeyim okuldayken annemle yalnız kaldığım, odada kendi başıma dilediğim şeyleri daha yaptığım, zaten ağabeyim kadar iyi bir öğrenci olamayacağımı da çoktan anladığım için kaçardım. Ama asıl neden daha arkalarda, hüzünle ilgili bir yerdeydi.
Babamın, dedemden kalan bütün paraları bitirmesinden, bir iş bulduğu Cenevre’ye annemle gitmesinden sonraki kış, bize bakan babaannemin gücü bana yetmediği için okuldan kaçmaya başladım.
Suçluluk duygusu, şehrin sokaklarında attığım her adımı hem bedeli ödendiği için daha kıymetli kılar, hem de aklımda okulu kırmaktan başka bir amaç olmadığı için, sokaklarda gezintim sırasında gerçek bir amaçsızın, bir aylağın, bir serserinin görebileceği şeylere takılırdım.
Lise yıllarımda derslerden kaçarak Bebek’i, Ortaköy’ün arka sokaklarını, Rumelihisarı tepelerini, çoğu zamanlar hala işleyen Rumelihisarı, Emirgan, İstinye vapur iskelelerini ve çevrelerindeki balıkçı kahvelerini, sandal çekme yerlerini, oralardan binilen vapurlarla gidilebilecek yerleri, Boğaz vapurlarına binmenin zevklerini, Boğaz köylerini, pencerede uyuklayan yaşlı teyzeleri, mutlu kedileri ve sabah kapıları kilitlenmeyen eski Rum evlerinin hala görüldüğü arka sokakları keşfettim.
Beyoğlu’nda o yıllarda tek tek açılan yeni sandviççi-hamburgerci büfelerinden birinde bir kenara oturmuş, cumartesi akşamı eğlencesi olarak sinemada film seyrettikten sonra ayran içip sosisli sandviç yerken, bir anda karşımdaki aynada gördüğüm kendi görüntüm bana fazla gerçek, fazla ham ve fazla dayanılmaz gelirdi. O ana dayanamadığım için ölmek isterdim, ama bir acı çekme iştahıyla elimdeki sandviçi yerken kendimi seyretmeye devam ederdim.
Az önce seyrettiğim Hollywood filmindeki gibi güzel ve anlamlı asıl hayatları, Amerika’nın ya da Avrupa’nın mutlu insanları yaşayabilirdi; dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan ve benim de dâhil olduğum geri kalan kalabalığı ise kırık dökük, özelliksiz, iyi boyanmamış, eskimiş, yıpranmış ve ucuz yerlerde, kimsenin öyle fazla dikkat etmeyeceği ikincil, önemsiz ve özensiz hayatlar bekliyordu ve ben böyle bir hayata hazırlandığım fikrine yavaş yavaş alışıyordum. Batı tarzı bir hayat İstanbul’da ancak zenginler çevresinde yaşanabileceği ve bu çevreler de bana dayanılmayacak kadar yapmacıklı ve ruhsuz geldiği için yavaş yavaş şehrin arka sokaklarını ve hüzünlü görüntülerini daha çok seviyor, tek başıma geçirdiğim Cuma ve cumartesi akşamları buralarda ve sinemalarda kendi kendime oyalanıyordum.
İstanbul’un arka sokaklarını, ruhunun derinliklerindeki karanlık dehlizleri keşfeden lise yıllarının aylak, serseri ve özgür olan ya da olmaya çalışan bu genç insanının yaşamı karşılamaya hazırlandığı günlerinde yanında olmayan arkadaşlarının eksikliği, onlarla birlikte okul çıkışlarında hep birlikte yürüyüşleri, çay bahçelerine, sinemalara, tiyatrolara, cafelere, meyhanelere gittikleri veya herhangi birisinin evinde verilen, zamanın diliyle partilerinde bir arada bulunmayı, dans etmeyi, müzik dinlemeyi kısacası yapayalnız elleri ceplerinde sokaklarda dolaşmaktan öteye, yaşamı hüznün önüne çıkarabilmeyi sağlayacaktı. Oysa Pamuk’un kocaman bir İstanbul hatıraları ve şehrini anlattığı kitabında arkadaşlarının hiç mi hiç yeri yoktu.
34. Mutsuzluk Kendinden ve Şehirden Nefret Etmektir
Bazen şehir bambaşka bir yere dönüşür. İstanbul’da her şeyin bir yenilgiyle yarıda kalmış olması şehri eksik bir yere çevirmiştir. Duvarlardaki ilanların, pek çoğu İngilizce ve Fransızca’dan alınmış dükkân, dergi, şirket adlarının ima ettiği Batılılaşmayı, şehir konuştuğu kadar yaşamaz hiç. Camilerin, minare kalabalığının, ezanların ve tarihin ima ettiği geleneği de yaşamaz şehir. Her şey yarım, yetersiz ve kusurludur.
Liseye başladığım yıllarda yalnızlığı geçici bir durum olarak görürdüm, henüz onu bir kader olarak benimseyecek olgunlukta değildim. Bir gün sinemaya gideceğim iyi bir arkadaşımın olacağını hayal ederdim. Bir gün okuduğum kitapları ya da yaptığım resimleri, yapmacıklı bir duruma düşmeden tadını çıkararak konuşacağım insanları tanıyacağımı düşlerdim.
Sorunum belki de çocukluğuma rengârenk bir mutluluk ve hakiki bir derinlik veren “ikinci dünya”nın taleplerini on beş yaşımdan sonra karşılayamamaktı. Resim yapmak, haklarında kitaplar okuduğum Fransız ressamları gibi yaşamak istiyordum, ama ne o dünyayı İstanbul’da kuracak gücüm, ne de İstanbul’un o dünyaya benzetilebilecek bir yanı vardı.
İstanbul’un büyüsünde yaşamın sunduğu imkânları, görebilmek, hissedebilmek ve dünyanın bu güzel kentindeki ayrıcalığı tadabilmenin yollarını bulmak için elleri cebinde yapayalnız karanlık ve kuytu arka sokakları gezmek yerine, Kalpazankaya’da şarap içebilseydi, martılarla arkadaşlık edebilseydi, Sivriada’da denizden çıkardığı midyeleri pis bir tenekenin üzerinde pişirerek tadına bakabilseydi, arkadaşları ile birlikte müzik dinleyebilseydi, ya da arkadaşlarının yaptığı müziği dinleyebilseydi, tütsüler yakarak hayaller kurabilseydi, Şile’de palamutun tadına bakabilseydi, belki de Kalamış’a gelebilseydi, İstanbul’un o dünyaya benzetilebilecek o kadar çok yanı olduğunu belki de o dünyanın çok daha ötesinde olduğunu anlayabilecekti.
Yaşamı politikacılarımız ve politikalarımız sayesinde ıskalamış olmamızın, bizleri dünyanın gelişmişlik çizgisinin iki yüz yıl ötesinde bırakmış olmasına rağmen, yaşadıklarımızın ve yaşayabileceklerimizin önüne çıkmamaları için İstanbul’un soğuk ve karanlık sokaklarında değil, içerisinde renklerin, sevginin ve aşkın olduğu, kıyılarında çakıl taşlarına dokunduğumuz, bir başka İstanbul’u yaşayabilmek, dünyadaki başka hiçbir şehre benzemeyen bu güzelliğini duyabilmenin karşımıza çıkan kapılarından içeri girebilmek için Nişantaşı’nda değil de, arkadaşlarının her birisinin çevrende olduğu, okuduğun okulda, yaşadığın mahallede, evlerinde bulunduğun, annelerine teyze, babalarına amca dediğin, kardeşleri de senin kardeşlerin ya da ağabeyleri ablaları seninde ağabeyin ablalarının olduğu, hep birlikte oyunların oynandığı, pikniklere, yaz akşamları açık hava sinemalarına gidildiği, biraz büyüyünce duvarların üzerine oturulup şarap içildiği, ilk sigaraların yakıldığı, apartmanların bodrum katlarında yahut garajlarında poker partilerinin yapıldığı, arka bahçelerdeki arsalarında top oynandığı, plajlara gidildiği, çarşaflarla yelken yapılan teknelerle denizde dolaşıldığı, sonraları da ilk aşkların yaşandığı mahallelerde, çocukluğunu ve gençliğini karşılayabilseydi Pamuk, İstanbul’da sözünü ettiği hüznün her zaman var olmasına rağmen, diğer şehirler kadar aydınlık ve neşeli yanlarının da olabileceğini görecekti.
Zaman zaman, ölmekte olan yaralı bir hayvan gibi bir köşeye saklanıp tek başına kalma isteğim, her geçen gün daha da sıklaşan bu istek dışarıdan değil, doğruca içimden geliyordu belki de. Kaybettiğim için onca hüzünlendiğim şey neydi o zaman? Neden, kimden ayrı düştüğüm için kederliydim?
35. İlk Aşk
Adı Farsça karagül anlamına geliyordu.
Çocukluk yıllarında parktaki karşılamalardan sekiz yıl sonra, onu bu sefer dönemin yeni zenginleri arasında, 1960 ve 70’lerde bir süre moda olan ve bizim de bir ev aldığımız İstanbul’un doğusundaki Bayramoğlu Mahallesi’nde bisiklete binerken görmeye başladım.
Yaz boyunca ve arkadaşlarımı daha çok gördüğüm önceki yazlarda ikimiz de birbirimizi fark etmemiştik. Arkadaşlarıma takıldığım zamanlarda, hep birlikte yapılan eğlenceler arasında, birbirimizle ilgilenmemiştik hiç.
Yaz sonunda yavaş yavaş dağılan gürültücü kalabalık, her sene eylül ayında mutlaka bir iki sandalı parçalayan, yatları, sürat motorlarını tehlikeye atan lodos fırtınası arkasından yağmur getirerek dinmişti ki, on yedi yaşındaki karagül benim kendimi fazla ciddiye alarak resim yapıp kitap okuduğum evimizin alt katındaki “atölyeye” gelip gitmeye başlamıştı.
İlk başlarda, arkada kalan yazın dedikodularından çok da iyi takip edemediğim şeylerden konuştuğumuzu hatırlıyorum. Ellerim pis olduğu için bir boya tüpünün kapağını açmak ya da çay hazırlamak gibi şeylerde bana yardım eder, sonra gene köşedeki yerine geçer, ayakkabılarını çıkarır, elinin birini yastık edip başının arkasına koyarak divana uzanırdı.
Bir akşamüstü, yağmurdan sonra pırıl pırıl olan manzaraya ve bir süre beliren gökkuşağına yarımadanın öteki ucundan bakmak bahanesiyle, benim karanlık atölyemden çıkıp mahallenin sokaklarında ilk defa birlikte uzun uzun yürüdük.
Ekim ayında İstanbul’da onu aramak hiç yoktu aklımda.
Ama kaloriferlerin yanmaya başladığı soğuk bir kasım akşamı evlerine telefon ettim. Telefonu annesi açınca hiç konuşmadan ahizeyi kapadım ve hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam ettim. Ertesi gün o saçma telefonu neden ettiğimi sordum kendime. Âşık olduğumu anlamadığım gibi, ilerideki bütün aşk maceralarımda yerlerde sürünecek kadar takıntılı biri olduğumu da henüz keşfetmemiştim.
Bir hafta sonra, gene soğuk ve karanlık bir akşamüstü telefon ettim. O açtı. Aklımın bir köşesinde daha önceden dikkatle hazırladığım cümleleri, kendime bile fark ettirmeden şimdi aklıma gelivermiş gibi söyledim.
Böylece bir aşk ilişkisi şeklini almadan, on dokuz yaşındaki genç ressam ile daha da genç modeli şeklinde yeniden başlayan ilişkimiz sanki notalarını kendimizin de anlayamadığı tuhaf bir müziğin ahengiyle sürdü.
Haftada bir öğleden sonra Cihangir’deki tozlu daireye geldiği günlerden birinde, fırçayı boyayı bıraktım ve yanına gidip, divanın kenarına oturup, son birkaç haftadır hayalini kurduğum gibi onu cesaretle öpmeye başladım.
Sessice resim yaptığım ve sessizce seviştiğimiz çarşambalardan sonra mutlu ressamla modeli arasına annem girdi ve modelimi yaptığım resimlerinden tanıyarak annesine telefon ederek çocuklar arasındaki yakınlıktan mutlulukla söz etmesi ikimizde korkuttu. Çünkü karagülün annesi çarşamba öğleden sonraları kızının tiyatro kurslarına gittiğini zannediyordu. Öfkeli babasından ise hiç bahsetmeyeyim.
Hemen çarşamba buluşmalarını durdurduk. Kısa bir aradan sonra başka günlerde, okuldan erken çıktığı öğleden sonraları ya da benim için okulu kırdığı kimi sabahlar buluşmaya başladık. Cihangir’deki daireye gitmiyorduk hiç. İstanbul’un sokaklarına çıkıyor, bir otobüse binip şehrin uzak köşelerine gidiyorduk.
Ellerini benim gibi paltosunun ceplerine sokup, benim gibi hızlı hızlı yürümeyi seven yol arkadaşımdan memnundum ve bu yerleri benim ilk defa iki-üç yıl önce kendi kendime keşfederken gösterdiğim dikkatleri gösteriyor olması beni modelime daha aşk acısı olduğunu tam keşfedemediğim tuhaf bir karın ağrısıyla bağlıyordu.
Yoksul ve yıkıntı kenar mahallelerini birlikte dolaştığımız İstanbul’un hüznü ikimize de çoktan geçmişti zaten. Ben bu hüzne iyice kapıldığım zamanlarda koşa koşa Cihangir’e gidip gördüğüm İstanbul görüntülerine koşut bir resim yapmak isterdim, o resmin nasıl bir şey olacağını bilmeden. Bana katılmayı reddeden güzel modelimin ise hüzne karşı bambaşka bir ilaç istemesi ilk öğrendiğimde beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
“Bu gün moralim çok bozuk,” demişti Taksim’de bir buluşmamızda. “Hilton Oteline gidip çay içelim mi lütfen? Bütün o fakir mahalleler benim moralimi daha da bozacak. Zaten vaktimiz yok.”
“Babam beni hemen okuldan alıp İsviçre’ye yollamak istiyor,” dedi daha sonra güzel sevgilimin iri gözlerinin her birinden iri birer damla elindeki çay fincanına doğru hızla inerken.
Beni sandığımdan çok daha fazla sevdiğini, sevişirken titrediğini ve ikide bir akan gözyaşlarını gördükçe karnımdaki ağrı daha artıyor ve bana yaklaşmakta olan acının şiddetini kestirip kendimi daha da çaresiz hissediyordum. Çünkü her buluşmamızda babasının Şubat tatilinde kendisini kayak bahanesiyle İsviçre’ye gönderip orada lüks bir okula yazdıracağını telaş ve ısrarla anlatıyordu ki, ona inanıyordum.
Şubat ayının başında, tatilden önceki yaklaşan felaketi kafamızdan çıkarmak için son buluşmamızın ardından eve dönüş yolunda arabanın arkasında sessizce el ele oturduk.
Arabadan inip apartmanın kapısına çocuk adımlarıyla koşuşu onu son görüşüm oldu.
Yarıyıl tatili bitip dersler başlayınca, öğleden sonraları okulun önüne gidip biraz uzaktan kapıdan çıkanları seyretmeye, onu beklemeye başladım. On gün sonra yaptığım işin boşuna olduğunu anlamıştım ama yinede kendiliğinden lisenin kapısına kadar gidip kalabalık dağılana kadar beklerdim. Bir gün kalabalığın arasından erkek kardeşlerinden birisi belirdi ve ablasının İsviçre’den çok selamı olduğunu söyleyip bir zarf uzattı bana. Bir muhallebicide sigara içerken açtığım mektupta yeni okulundan çok memnun olduğunu, ama beni ve İstanbul’u da çok özlediğini yazıyordu.
Ben de ona, dokuz uzun mektup yazdım, yedisini bitirip zarfa koydum ve beşini postaladım.
Hiç cevap alamadım.
36. Haliç Vapuru
1972 Şubat’ında Mimarlık Fakültesinin ikinci yılındayken derslere gittikçe daha az girmeye başladım. Güzel modelimi kaybetmemin, gittikçe içine girdiğim yalnızlığın ve hüznün ne kadar pay vardı bunda?
Karagülün yokluğundan sonra da “atölyeme” gidip resim yapma heyecanım tuhaf bir şekilde azalmaya devam ediyordu. Mutlu bir çocukluk eğlencesi olarak başlayan resim yapma zevkimi nedenini tam kavrayamadan kaybetmeye başladığım, yerine de ne yapacağımı için, güçlü bir huzursuzluk dalgası bütün ruhumu yavaş yavaş ele geçiriyordu.
Vaktin hızla aktığı ve hayatımın şimdiden boşu boşuna geçtiği duygusu bazen öylesine yoğunlaşırdı ki, bütün bir günümü geçirmek için geldiğim Taşkışla’daki Mimarlık Fakültesi binasından içeri girişimden bir saat sonra canımı kurtarmak ister gibi koşa koşa kendimi dışarı atar, İstanbul sokaklarında gelişigüzel kaybolurdum.
Şehrin manzaralarına bakmak, sokaklarda yürüyerek, gemiyle gezinerek, İstanbul’un verdiği duyguları görüntülerle birleştirmektir, ama gezinerek şehrin manzaralarını seyretmek bu değildir yalnızca, bir de içinde bulunduğunuz ruh halini şehrin size verdiği görüntülerle birleştirebilmektir. Bunu hünerle ve içtenlikle yapmak, insanın hafızasında şehrin görüntülerini en derin ve içten duygularla, acıyla, kederle, hüzünle ve zaman zaman mutluluk, yaşama sevinci ve iyimserlikle birleştirmektir.
Bir şehre böyle bakmayı öğrenmişsek ve en hakiki ve en derin duygularımızla manzaraları yeterince birleştirme fırsatı bulacak kadar uzun bir süre aynı şehirde yaşamışsak, bir süre sonra tıpkı bazı şarkıların bize bazı aşkları, sevgilileri, umut kırıklıklarını hemen hatırlatması gibi bize tek tek bazı duyguları, ruh hallerini hatırlatan şeylere dönüşür. Belki de pek çok mahallesini, arka sokağını ya da ancak bir tepeden gözüken çok özel manzarasını badem kokulu sevgilimi kaybettiğim ve okuldan kaçtığım günlerde ilk gördüğüm için İstanbul bana o kadar hüzünlü bir yermiş gibi görünür.
1972 Mart’ında bir öğleüstü Taksim’den bindiğim dolmuştan Galata Köprüsü’nün üzerinde indim. Basık, karanlık, grimsi mor bir gök vardı yukarıda. Kar yağdı yağacak gibiydi ve köprünün kaldırımları bomboştu. Köprün Haliç yanında ahşap merdivenler gördüm, aşağı indim.
Burada kalkmakta olan küçük bir şehir hattı vapuru gördüm, gemiye binen tek tük yolcularla birlikte ben de içe girdim. Küçük geminin ilk katındaki arka salonun titreyen pencerelerinden Haliç’in iskeleleri, eski İstanbul’un ahşap yapılarla kaplı tepeleri, servilerle kaplı mezarlıklar, yavaş yavaş akmaya başladı.
Köprünün bir rastlantıyla gördüğüm Haliç iskelesine açılan basamaklarını inerken sanki otuz yıl geriye, İstanbul’un dünyadan daha kopuk, daha yoksul ve daha hüzünlü olduğu günlere geri gitmiştim.
Büyük tarihinin yanında yaşayan yoksulluğu, dış etkilere o kadar açık olmasına karşın içine dönük mahalle ve cemaat hayatını bir sır gibi sürdürüyor oluşu, dışa dönük anıtsal ve doğal güzelliğinin arkasında günlük hayatın kırık dökük, kırılgan ilişkilerden kurulması mıdır İstanbul’un sırrı? Ama bir şehrin genel nitelikleri, ruhu ya da özüne ilişkin her söz kendi hayatımız hakkında, daha çok kendi ruhsal durumumuz hakkında dolaylı olarak konuşmaya dönüşür. Şehrin bizim kendimizden başka bir merkezi yoktur.
Kendimden çok daha yenik, ezik ve kederli olan İstanbul’a bakarak kendi acımı unutmak istiyordum da denilebilir.
Bu gezintilerde gittiğim yerlerde hep bir şeyle yer, şimdiki normal dünyaya, yani eve, elimde hep bir şeylerle dönerdim. Bin yıllık duvardan alınmış bir tuğla parçası, batmış bir şirketin mührü, mahalle satıcısının terazi ağırlıkları, o zamanlar İstanbul’un eskicilerinde bolca bulunan çarlık banknotları, gezintilerimin sonunda çoğu zaman ayaklarımın beni kendiliğinden götürdüğü sahaflarda alınmış ucuz ve eski kitaplar…
İstanbul’u yıkıntıları, hüznü ve bir zamanlar sahip olduğu şeyleri kaybettiği için sevdiğimi yavaş yavaş anlıyordum.
37. Annemle Bir Konuşma: Sabır, İhtiyat, Sanat
O günlerde annemle konuşmalarımızın ve tartışmalarımızın, söz açıkça oraya gelsin ya da gelmesin tek bir konusu vardı: 1972 kışında, Mimarlık Fakültesi’nin ikinci yılının ortasında, birden derslere girmemeye başlamıştım. Kaydımın silinmemesi, okuldan atılmamam için gerekli birkaç derse gitmek dışında Taşkışla’daki Mimarlık Fakülte’sine hiç uğramıyordum artık.
Mimar olamayacağımı derinden bir şekilde biliyordum. Daha kötüsü, resim yapma zevkimin, içimde daha acı verici bir boşluk bırakarak öldüğünü de görüyordum. İkinci bir dünyaya kaçma dürtümü sabahlara kadar kitaplar, romanlar okuyarak, geceleri Taksim-Beyoğlu sokaklarında, Beşiktaş’ta yürüyerek de geçiştiremeyeceğimi bildiğim için kararsızlığım zaman zaman bir telaşa dönüşüyor, o zaman birdenbire masamdan kalkıyor, durumumu anneme kabul ettirmeye çalışıyordum. Bunu neden yaptığım ve dahası ona kabul ettirmeye çalıştığım şeyin ne olduğunu da tam bilmediğim için konuşmalarımız bir çeşit kör dövüşüne dönüşüyordu.
Resim, sanat, yaratıcılık filan gibi şeyleri fazla ciddiye almak Avrupalıların hak ettiği bir şey der gibiydi annem.
Babamın eve dönüşünü beklediği o akşamlarda odamdan çıkıp annemle tartışmaya her başlayışımda İstanbul’un bana sunduğu kırık dökük, hüzünlü ve alçakgönüllü hayat kadar, annemin benim için öngördüğü sıradan hayat hikâyesine direndiğimi de bilirdim.
Birden hırsla “Bir daha Mimarlık Fakültesi’ne gitmeyeceğim.” Dedim.
“Burası Paris değil, İstanbul.” Dedi annem, neredeyse mutlulukla. “Dünyanın en iyi ressamı olsan da kimse iplemez seni. Yapayalnız kalırsın. Önünde güzel bir hayat varken her şeyi bırakıp ressam olmak istemeni de kimse anlamaz. Sanata resme kıymet veren bir toplum olsak, hadi neyse.”
“Mimar olmazsan, başka bir iş kurup para kazanmazsan zenginlerin, güçlülerin eline bakarak yaşayan o zavallı Türk sanatçıları gibi kompleksli, huzursuz biri olursun anlıyor musun oğlum. Sende biliyorsun ki, hiç kimse bu ülkede yaptığı resimlere geçinemez. Sürünürsün, küçümsenirsin, aşağılanırsın ve bütün hayatın kompleksler, huzursuzluklar ve alınganlıklarla geçer. Yakışır mı bunlar sana?”
Beyoğlu’nun arka sokakları, karanlık köşeleri, kaçma isteği ve suçluluk duygularıyla kafamın içinde, neon lambaları gibi yanıp sönüyordu.
Bazı öfke ve aşırı duyarlık anlarımda hissettiğim gibi, şehrin bütün o sevdiğim yarı karanlık, yarı çekici, kirli ve kötücül sokakları içindeki kaçılacak ikinci dünyanın yerini çoktan almışlardı. Annemle o akşam aramızda bir kavga çıkmayacağını, az sonra kapıyı açıp beni teselli edecek sokaklara kaçacağımı ve uzun uzun yürüdükten sonra gece yarısı eve dönüp bu sokakların havasından ve kimyasından bir şeyler çıkarmak için masama oturacağımı biliyordum.
“Ressam olmayacağım,” dedim. “Yazar olacağım ben.
Hiç kimsenin yaşamış olduğu özel ilişkilerine eğri ya da doğru diyebilmek için bizlere verilmiş bulunan bir vekâlet olmadığı halde, bir kitap hakkındaki düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışıyorsak eğer, o zaman söylenecek birkaç sözümüz olacaktır.
Yaşamın ilk ivmesini almaya başladığı yıllarda, en güzel ve en delidolu zamanların yaşanmaya başladığı, hiç akıldan çıkmayacak ve her şeyi belirleyecek olan günlerin en güzellerinin sıraya girdiği zamanlarda karşınıza çıkan o güzel ya da yakışıklı her kimse aklınızı başından almaya yeter, ayaklarız yerden kesilir ve bulutların üzerinde dolaşmaya başlarsınız. Belki ilk öpüşmeler, belki de ilk sevişmelerin yaşandığı günlerdir onlar, aklınızdan hiç çıkmayacak ve tüm yaşamınızı yönlendirecektir bu günler. Yaşayacaklarınızın izleri derinden tüm dünyanızın gerilerinde çalışan bir bilgisayar programı gibi, aklınızın, ruhunuzun, kalbinizin ritmini belirleyecektir.
Hiçbir zaman mutlu sonla bitmemiş ve bitmeyecek olan bu günler –ki bitmiş olsa dünyada parmakla gösterilecek kadar mutlu birisi olabilirsiniz- yaşantınızda daima bırakacağı buruk bir tadında menşeidir.
Bu buruk tadın bireylerin üzerindeki etkisinin ne olabileceğini önceden tahmin edebilmek ne yazık ki mümkün olamadığından, geçen zaman içerisinde kimisi unutup gider, kimside o günleri ve o tadı hiçbir zaman unutamaz ruhunun ve belleğinin derinliklerinde hayatı boyunca saklar, saklamakla kalmaz tüm dünyasının merkezinde her gün, her saat yaşar.
Açıktan koyuya dizilmiş bir renk skalasında yer alan çeşitli tonlardaki renkler misali, her türlü rengin etkisini farklı bir biçimde görebilir, hissedebilir ve yaşabilirsiniz, bu renklerin en başta geleni beyaz, en sonuncusu ise siyahtır, arada bulunan sonsuz sayıdaki renkleri yok edebilecek kadar tutkulu olanına ne demeli acaba? Onun adı Pamuk sözlüğünde herhalde “Karagül” olmaktadır. İstanbul Hatıralar ve Şehir adlı kitabı siyah-beyaz olduğu gibi koca bir dünyada siyah-beyaz olmaktadır bu saplantılı tutkunun geride bıraktıklarından.
Dünyanın en mutlu insanı olabilmek kolay değil.