Gözlerimi dikip baktığımda, çarpan kalbindeki sesin yeğinliği, manastırın sessizliğine zarar veriyordu. Oysa tam da şu anda sessizliği bozmak ve konuşmak, manastırın sessizliğine daha az zararlıydı.
“Sen, rahibe Letitia olmalısın yoksa karışıtıryor muyum?”
“Evet, Letitia benim, beni herkes çok iyi tanır. Öyleki, bir gören bir daha unutmaz, çoğu da bir kez daha görmek istemez.”
“Neden kendin için böyle kötücül sözler söylüyorsun?”
“Neden mi, senin gözlerinde benimkiler kadar kör galiba?”
“Göremediğim ne var ki?”
Letitia, ellerini bana doğru uzatarak;
“Ellerime, iyi bak!”
Sonrada, hiç açmadıkları başörtüsünü açarak;
“Şimdi daha iyi gördün mü?”
Karşımda, başı yarı açık duran genç bir kadının, yaşlanmadan solgunlaşmış ipek kadar ince ve beyaz saçlarına, kırpıştırarak baktığı donuk renkli gözlerine, ellerini sarmış lekelere daha fazla bakmamak için;
“Gördüm işte, gördüklerim seni bir kadından ne azı, ne de fazlası yapmaz.”
“Öyle mi dersin? Ya seninle alay etseler, aşağılasalar, sihirli güçler tarafından damgalanmış olarak görseler, arkandan cadı deseler ne yapardın? Yine aynı şeyleri mi söylerdin, benim sizden ne farkım var diye mi sorardın? Hatta bir köşe başında üzerine saldırsalar, lanetli cadı diye kovalamaya kalksalar, ya o zaman ne derdin?”
“Hadi ört başörtünü, ben göreceğimi gördüm.”
Konuşmamız sonlandığında atölyeden içeri giren iki rahibeden ilki;
“Ben, İsabella.”
“Ben de Rosetta.”
“Demek, çömlek atölyesinin sanatçıları sizlersiniz?”
“Çamur hazırlamak, yoğurmak için ve yardıma gereksinim duyduğumuzda başkaları da gelirler ama esas bizler, burada topraktan yapılan işlerin yaratıcıları sayılırız.”
“Burada bulunma nedenimi bildiğinizi sanıyorum. Yaratacağınız işlere sanatsal olarak katkıda bulunmak. Bilmediğiniz taraf ise; buraya gelerek bir rahibe olmayı hiç düşünmediğim ve Tanrı’ya ait olan tüm canlıların yaşam haklarına, kendini Tanrı yerine koymaya kalkan başka insanlar tarafından karışılmasını, kısıtlanmasını, kurallar konulmasını kabul edemediğim tarafıdır. Şimdi bunuda öğrendiniz. Sizlerinde bana neden burada olduğunuzu anlatmanızı istiyorum tabii ki, sizde isterseniz.”
Letitia;
“İstersen kaldığım yerden devam edeyim.”
“Başla bakalım, öykünü bizlere anlatmaya. Biliyorum, burada bulunan herkesin bir öyküsü vardır içinde taşıdığı, yoksa burada ne işleri olurdu?”
“İsbella ile Rosetta, benimkini biliyorlar, senin de bilmende beis yok. Öykümün başını dinledin, devamı ise şöyle; Cinque Terre’de yaşayan küçük bir çocukken, babam bana sayı saymayı öğretti. Çocuktum ve eve her gün bir çakıl taşı getirerek bahçede açtığı çukurun içine atmamı söyledi. Her gün sabah kalktığımda bir çakıl taşı bularak çukura atıyordum, bir zaman sonra çakıl taşları çoğaldı, babam şimdi bunları birlikte sayacağız dedi. İlk taşı aldı, uno, diğerini aldı due, tre, quattro, cinque, sei, sette, otto, nove, davanti, undici, dedici… Böyle devam etti ve trenta dediği zaman durdu. Sonra hepsini tekrar çukura attı, çukurun yanınada büyükçe bir taş koydu. Şimdi, dedi çukura attığım taşların bir tanesini her gün geri çıkartacak, bittiğinde yeniden çukura atacaksın ve her seferinde şuradaki büyük taşın yanına bir tane daha koyacaksın, anlaşıldı mı? Çok iyi anlamıştım. Kış oldu, yaz oldu ben yine, her gün otuz tane taşla çukuru doldurup boşalttım ama her seferinde bir büyük taşı daha ötekilerin yanına koydum. Bir gün babam yine bahçeye yanıma geldi. Say bakalım kaç tane büyük taşın oldu. Saydım, dodici dedim. Güzel, işte şimdi bir yaş daha aldın dedi ve kaç olduğunu gösterdi. Bir büyük taşın yanına otuz tane küçük taş koydu, gennaio dedi, büyük taşın yanına bir tane daha koydu, febbraio, bir tane daha ve büyük taşlar bitene kadar geri kalanlarıda saydı ve işte bir yıl böyle meydana geliyor dedi. Ve ben her günü saymaya başladım ve tam yirmi yılı tamamladığımda, sahildeki vadinin iki yamacında yükselen kayalıklardan kendimi denize atmak istiyordum. Yaptığımın doğru olacağına inanıyordum, karar vermediğim şey ise; kutsal olanın, insanda kişisel olmayan yanı olmasıydı. İnsanda kişisel olmayan her şey kutsaldı ve tek kutsal buydu. İşte yoldan geçen biri; uzun kolları, mavi gözleri, bihaber olduğum ama belki de basmakalıp düşüncelerin geçtiği bir zihni var. Benim için bütünüyle kutsal olsa da her bakımdan ve her açıdan kutsal değildi. Kollarının uzun, gözlerinin mavi, düşüncelerinin belki de sıradan olması itibariyle kutsal değildi benim için. Peki, insanı kutsal yapan şey kişilik değilse, neydi? Bebeklikten mezara kadar, her insan evladının yüreğinin derinliklerinde, işlenen, maruz kalınan ve tanık olunan cürümün deneyimine rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti vardır. Her insanda kutsal olan, her şeyden önce, işte bu beklentiydi. Gördüğüm bunca kötüğün ardından yine de bu beklentim olduğuna inancımı yitirmedim. Bir süre sonra ailemle birlikte, babamın işleri için önce Smyrni’ye gittik, oradan da, Konstantinopolis’e. Bir süre burada kaldık, iyilik beklentim hiç dinmemişti. Burada yönetici sınıfından Alexios Doukas’ın Selymbria’da inşa ettirdiği bir manastırdan söz edildiğini duydum ve aklıma düşen ilk şeyi, aileminde izniyle yaptım. Gördüğün gibi şimdi de burdayım.”
“Kötülüğe karşı çığlık atan tek parçamız, kalbimizdir. Kutsal olan yanımız, ifade özgürlüğüne ihtiyaç duyan yanımızdır fakat meramını anlatmayı beceremediğinden, özgürlük onun için anlamlı değildir. Yaşantımızda konuşması gereken tek yanımıza, susmak öğretilmiştir. Tek sorun ifade özgürlüğü de değildir, bu “zayıf ve beceriksiz çığlığın” duyulması için sessizliğe yer veren bir rejim gerekir. Gerçek hayatta ise, tek derdi hükmetmek ve iktidarlarını muhafaza etme isteyenler, bu çığlıkta gürültüden başka bir şey duymaz.”
“Letitia’yı dinledik, şimdi sen anlatacak mısın İsabella?”
“Letitia ve Rosetta ile aynı yerlerden geldik biz, Manorola’da uçurumun üzerinde kurulu Riomaggiore köyünden geldim bende. Evdeki saflığı ve ahlakı savunuyorum, ancak insanların “günah” üzerine koyduğu değerlerle suçlandığı o kadar çok şey var ki, kendi yarattığı değerler üzerinden kurbanlarına bulduğu çare, sürgünler ve zindanlardan başka bir şey değil. İnsanların tavırlarını değiştirmesi için “O” nun zamanında olduğundan daha fazla neden yok mu? Günahı haklı çıkarmak istediğimden değil, adaleti yerine yerine getirmek istediğimden ve sonunda kötülüklerle daha çok ve kadınla daha az savaşmayı öğrendiğimizden.”
“Çocuklara tabii ki akıllıca ve doğru şekilde kötülüğün ne olduğunu öğretmemiz gerektiğine ben de inanıyorum. Bende burada bulunma nedenimi anlatmak isterim; babam La Spezia’ın kuzeyinde yaşayan, orada bulunan üzüm bağlarında çalışan bir köylü olduğunu ve oradaki üzümlerin tadının hiçbir yerde olmadığını anlatıp dururdu. Nasılsa bir gemici olmaya karar vermiş ve buralara kadar gelmiş. Geldiğindeyse kendi yaşadığı yere çok benzediğini ve üzümlerininde hemen hemen aynı tada sahip olduklarını görünce burada kalarak gemiciliği bırakmış. Deniz kıyısına giderken bazen benide yanında götürüdü, esen rüzgârı koklar bana; bu rüzgârı iyice içine çek Rosetta, bu rüzgârın kokusunda, La Spezia’nın kokusu var, derdi.
Deniz kenarına ne zaman gelsem, babamın dediğini yaparak rüzgârın kokusunu içine çekerim ve kadının yaşamda hak ettiğiği yere kavuşabilmesinin yolunun, kadına ayrımcılık içeren mevcut dini öğretilere kadının da dâhil edildiği bakış açısıyla yeniden yorumlanmasından ve geleneksel önyargıların kırılmasından geçtiğinin kokusunu alırım. La Spezia’daki ve heryerdeki önyargıları kırmanın kokusunu duymak.”
“Sözleriniz beni hayrete düşürdü! Buradaki rahibelere, sanatın diliyle kadının yerinin yeniden tanımlanmasın, dini öğretilere kadınında dâhil edildiği bakış açısından yeniden yorumlanmasının yollarını anlatabilmek için geldiğimi sanıyordum oysa görüyorum ki; benim size değil, sizin bana öğretecekleriniz var.”
“Kardeşlerim adına konuşabilim miyim?”
“Bir itirazları yoksa Letitia.”
“Kardeşlerimle üstesinden gelmeye çalıştığımız şey yeni bir maneviyat anlayışını ortaya koymaktır. Bunu yapabilmenin yolunun da kutsal metinlerin yeniden sorgulanması ve kadın bakış açısı getirilerek yeniden düzenlenmesi neticesinde olacağına inancımızdır. Bunun için bir manastırdan daha uygun bir yer olabilir mi?”
“Bunu nasıl yapabilmektesiniz, diğer rahibeler sizi nasıl görmekte?”
“Kardeşlerimle, birbirimizi tamamlıyoruz. Bizim için en uygun yerin çömlekhane olduğuna karar verdik ve burada göstermelik bir şekilde çömlekler yapıyoruz. Tabi sonuçlar korkunç oluyor; işte bunu daha iyi yapabileceğimizi göstermek, sanki ustaca çömlekler yapmak gibi bir isteğimizin olduğunu başrahibeye bildirdik ve sonunda buraya gelebildiniz.”
“Yani amacınız çömlek falan yapmak değil. Bir şeylerin, olması gibi olmadığını fark ettim ve bunu da manastırın düzeninde aradım. Bu kadar düzenli ve tertipli bir atölye zaten olamazdı.”
“Haydi, Minokta’ya gösterelim nasıl çömlek yaptığımızı!”
Gerçekten de çömlek yapmak için kollarını sıvayacaklarını sandım. İsabella, içinde çeştili malzemerin bulunduğu bir dolaptan çıkarttığı parşömenleri bana verdi. Bunları okumanı istiyorum dedikten sonra, diğerleride çömlek hamurunun bulunduğu tekneden aldıkları çamurları çalışma tezgâhının üzerine bıraktılar. Önce, şekil veriyormuş gibi çamuru mıncıklamaya başladılar, sonrada etrafı biraz karıştırıp içerisinin tertipli görünümünü biraz dağıttılar. İçeri biri girecek olsa, göreceği şey çömlek yapmaya çalışan rahibelerden başka bir şey olmayacaktı. İsabella’nın elime tutuşturduğu parşömenleri aceleyle okurken kendimi sanki suç işliyormuşum gibi hissettim. Oysa bir manastırda kutsal metinleri okumaktan başka, daha doğal ne olabilirdi ki?
Parşomenlerin bir kısmını okumuştum ki;
“Sorella Minokta, kızkardeşlerim ve ben kutsal inançların kadın karşıtı öğretilerini değil, kadın gözü ile yeniden yazılan öğretilerini oluşturmaya çalışmaktayız. Bir diğer ifadeyle, bunu yapmak istememizdeli temel nokta, kutsal kitaplarda yer alan kuralları yok saymak yerine, onları erkek bakış açısıyla yapılan yorumlardan arındırarak, asıl kaynaktan doğru bakış açısıyla yeniden yazmaktır. Böylelikle, Tanrı’ya dair erkeksi dilin kullanılması gibi, erkek egemenliği ile kadının ikinci plana atılmasını, erkeklerin kadınlardan daha çok Tanrı’ya benzediği düşüncesini, toplum ve kiliselerde sadece erkeklerin Tanrı’yı temsil edebileceği görüşünü, kadınların Tanrı tarafindan erkeklere tabi olmaları için yaratıldığını, dolayısıyla da tabi olmayı reddetmenin günah olduğu düşüncesi gibi teolojideki bazı yaygın inançları sorgulamaktır. Kadınların kutsal karşısında kendi ıstıraplarını, mağduriyetlerini, hayat mücadeleleri, salahiyetlerini ve yaşam tecrübelerini yansıtan yeni hikâyeler yazabilmeleri gerekmekte. Sonuçta; Hristiyanlık ile ilgili yeni bir yorumun ortaya çıkma veya çıkarılması ihtimalidir. Geleneksel ve kurtuluş merkezli bir yaklaşımdan ziyade, yaşam merkezli bir yaklaşım, daha adil bir toplumun oluşturulmasına zemin hazırlayacaktır.”
“Leitita, bunun adını “Kadın İncil” koydu.”
“Konstantinopoliste, sahip olduğum çini atöleyesini duydunuz mu, bilmiyorum? Eğer duyduysanız, başıma nasıl geçirildiğini de biliyorsunuzdur. Eğer bilmiyorsanız da o halde bilin ki; bir “Kadın İsa” adlı mozaikten ötürüdür. Bu onların taşıyamayacağı kadar ağır bir yüktü ve heryeri kırıp döktüler. Dikkat edin “Kadın İncil” adı çok cüretkâr bir seçim, çömlekhaneyi bir daha göremeyebilirsiniz.”
“Sorella Minokta, biz bunun üzerinde uzun zamandır uğraşıyoruz. Burada kalabileceğiniz belli olan süre sonuna kadar yazımı tamamlamaya çalışacağız. Şunu açıklamak durumundayım, yazdığımız “Kadın İncil” i manastırdan dışarı çıkaracak ve kardeşlerimize ulaştıracak kişinin siz olmasını istiyoruz. Sizinle varmak istediğimiz yer aynı, gittiğimiz yolların farklı olmasının bir önemi yok. “Kadın İsa” ne diyorsa “Kadın İncil” de aynı şeyi söylemiyor mu?”
“Yazımı, burada bulunacağım süre içinde tamamlamanız için size her türlü yardımı yapmaya hazırım. Zaman kazanmak için belki başka yollarda bulabiliriz. “Kadın İncil” in manastırın dışına çıkacağına dair size söz veririm.”
Çan sesi duyulunca, çömlekhanenin dağınıklığı hızla ortadan kaldırıldı, malzemeler dolaba yerleştirildi, parşömenler iyice gizlendi. Etrafa şöyle bir baktıktan sonra sırayla dışarı çıktık. Çan sesini duyan Sergio’da çömlekhaneye doğru geliyordu.
Rosetta’yı takip ederek yürürken, başını arkaya doğru dikkatlice çevirip alçak bir sesle; Sergio bizim adamımızdır, ona güvenebilirsin, dedi. Buradaki havaya yavaş yavaş alışmaya başlıyordum.
İçeriye biri girecek olsa, beni bir gölge sanabilirdi. Üçüncü saat sonrası çömlekhaneden içeri sessice giren Sergio, malzemelerin durduğu dolabın kapağını açarak, uzaktan fark edebildiğim kadarıyla üzerinde gizlediği bir tomar parşomeni bıraktıktan sonra yine geldiği gibi sessizce dışarı çıktı. İçimde bir kötülük olmaksızın, dikkat çekmeden onu izlerken, ortaya çıkıpta kendimi göstermek istemedim.
Biraz sonra rahibeler geldiler, gördüğüm şeyi onlarada söyledim. Meraklanmamamı, haberleri olduğunu, Segio’nun bu gibi işlerde yardım ettiğini, onsuz bu işi yürütmelerinin imkânsız olduğunu anlattılar.
“Sizler bu işi nasıl yürütüyosunuz bakalım, bana bütün bunların ne anlam taşıdığını açıklayacaksınız değil mi?”
Birisi sözü alıyor ve sonra diğeri devam ediyordu;
“Hem de en baştan itibaren. Sorunun kaynağı, erkek merkezli görüşle geçmişte yazılmış dini metinlerde yatmaktadır. Bu noktada en önemli mesele, aslında dinin kadın hakkında ne öğrettiği değil, kadının henüz kendini anlaması ve tanımasına fırsat verilmeden, din tarafından eş ya da annelik ile vasıflandırılmasıdır.”
“Devam edin, benimde yeni fikirlere ihtiyacım var.”
“Yaradılışın getirdiği farklılıklardan kaynaklanan önyargılar kadın ve erkeğin rolleri etkilemekte, bu faklılıklara atfedilen değerler kadını zayıf, aşağılanan ve yetersiz olarak tanımlarken erkeği koruyucu, üstün meziyetli ve lider olarak tanımlamakta. Doğurganlık özelliklerinden ve yapılarından dolayı kadınlar dayanıksız, güvenilmez, değişken olarak tanımlanmışlar. Ayrıca günahkâr, şeytani, baştan çıkarıcı olarak görülmekteler. Dahası, erkek ya da din otoritesi altında bulunmuyorlarsa, zapt edilemeyen olarak addedilmişler. Kadınlar, erkeklere boyun eğdikleri sürece işe yarar olarak düşünülmüşler ve saygı görmüşler. Burası tamda işin özü sayılır; Yahudiler, sabah dualarında: “Beni kadın yaratmayan Ulu Tanrı’ya, bizlerin ve bütün dünyanın Yüce Efendisi’ne şükürler olsun!” derler; eşleri ise aynı anda, boyun eğişle: “Beni dilediği gibi yaratan Rabbime şükürler olsun” demektedir.”
“Yasaları yapıp bir araya toplayanlar erkekler olduğundan, kendi cinslerini gözetmiş, böylece hukukçular yasaları değişmez ilkeler haline getirmişlerdir. Yasa koyucular, din adamları, felsefeciler, yazarlar, bilginler kadının bağımlılığının kabul görmesi için bu durumun Tanrı’nın hoşuna gittiği ve yeryüzünde çok yararlı olduğu fikrini benimsetmek ile canla başla uğraşmışlar, kendi hazırladıkları dinlerde de kendi egemenlik isteklerini yansıtmışlardır.”
“Din, bilindiği üzere insan yaşamını düzenleyen temel olguların başında gelmektedir. Önyargılar, kadın-erkek arasındaki uçurumu açarak bir arada olan yaşamın sorunlu yürümesine neden olmakta, kadın-erkek arasındaki ilişkiyi bir iktidar ilişkisine dönüştürmektedir. Yaşamdaki hiyerarşik yapının kutsallık katılarak meşrulaştırması için dinsel öğretiler kullanılmaktadır.”
“Hıristiyanlık ve Yahudilik erkekler dünyasını yansıtan dinler olup, Tanrı erkek olarak temsil edilmektedir. Eski Ahitte erkekler Tanrı’nın oğullarıdır, İncil’de ise Teslis inancı (baba, oğul, kutsal ruh) dinin ana sembolü olup, kadına bu noktalarda hiçbir rol biçilmemektedir.”
“Teoloji, erkeklerin toplumu içinde yaşayan, erkeklerin oluşturdukları eserlerdir. Eğer kadınlar da bu eserlerin oluşumuna katkıda bulunursa, teoloji farklı bir şekil alacak ve kadınların önündeki geleneksel yargılar zamanla kırılacaktır.”
“Anlaşılan, tahrifata uğrayan dini öğretilerde kadınlara dönük düzenlemeler yapılması gerekliliğidir. Artık inanç sistemlerinde kadın ayrımcılığını işleyen dini öğretilere de el atma zamanının geldiğini işaret etmektesiniz.”
“Tamda söylediğin gibi, Sorella Minokta; kadınların birbirlerini ezmeden kendi varlıklarını ortaya koymaları ve “kız kardeşliği” güçlü kılmaları, başarıya ulaşabilmelerinin ilk adımıdır.”