KOFTİ İŞLER

Ülkemizin yıllardır sürdürdüğü Avrupa Birliği (AB) yolunda, yaklaşık 180 milyon Euro’luk bir kaynak tutarıyla, kapsamlı bir algı operasyonunu, yeni AB Bakanı Volkan Bozkır’ın katkılarıyla, AB kamuoyu nezdinde devreye sokacakmış.

Amaç, AB’nin Türkiye hakkında doğru resme bakmasını sağlamakmış.

Bu oluşumun adı iletişim stratejisinde algı operasyonu olup, unsurları ise şöyleymiş:

  • Türkiye’ye ilişkin olgu ile algının örtüşmesi sağlanacak.
  • Türkiye’nin AB üyeliğine mesafeli yaklaşan ülkelere yönelik faaliyetlere öncelik verilecek.
  • Kamuoylarını yönlendirici ve karşılıklı algıyı iyileştirmeye çalışan bir yaklaşımla tasarlanmış bir strateji izlenecek.

http://haber.rotahaber.com/ingiltereli-gazeteci-bakana-alo-fatihi-sordu_495874.html

  • Kısa vadede etkili iletişim kurmak ve yürütülen çalışmaların başarısını göstermek, orta vadede ise algı ve davranışları değiştirmek hedeflenecek.

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/198545.aspxAB

Kamuoyunun doğru resme bakmasını sağlayarak Türkiye’nin AB üyelik sürecine                ilişkin desteğinin artırılmasına çalışılacak.

  • “Güçlü Türkiye, Güçlü AB” vurgusuyla Türkiye’nin AB’ye sağlayacağı katkılar öne  çıkartılacak.
  •  http://sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/turkiyenin-dunyadaki-yeri-629929/
  • Ülke içinde ve AB kamuoyunda katılımcı ve proaktif bir strateji hayata geçirilecek.
  • Klasik iletişim yöntemlerinin yanı sıra sosyal medya dijital teknolojilerde en etkin biçimde kullanılacak

“İYİ Kİ KATILMAMIŞIZ”
Sosyal medya hesabından “Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanan Avusturyalıya baktıkça, “iyi ki bu yarışmaya artık katılmıyoruz” diyorum” yazan Bozkır, kazanan yarışmacı Conchita Wurst’un fotoğrafını paylaştı. Bozkır, yazdığı tweetin homofobik ve transfobik olduğu konusunda gelen tepkiler üzerine birkaç saat sonra tweet’ini sildi.

  • Sivil toplum diyalogunun güçlendirilmesi sağlanacak.

Şimdi 180 milyon Euro’luk bir kaynak aktarımıyla bu algı operasyonunun unsurlarını genel anlamıyla ele alarak nasıl ve ne kadar başarılı olunacağı hakkındaki kanaatimizi dile getirmeye çalışalım.

Türkiye’ye ilişkin olgu nedir? Bu olguya ilişkin algı nedir?

AB Nezdinde Türkiye’ye İlişkin Olgular

Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye AB üyeliğine aday ülke statüsünü resmen kazanmış ve bu güne kadar devam eden Türkiye-AB ilişkileri hayli değişim geçirmiştir. Bu süreçte Türkiye olağanüstü bir gayret göstermiş, öteki aday ülkelerle benzer konuma, hatta kiminden daha ileri konuma gelmiş, müzakere sürecine başlamak erginliğine ulaşmıştır.

Bu dönemde meydana gelen önemli gelişmeler arasında Türkiye’nin dış politika önceliklerinin yeniden değerlendirilmesi ve Kıbrıs Sorunu gibi uzun yıllardır süregelen sorunları çözme çabaları yer almaktadır.

Müzakere sürecinin başlamasından itibaren bu tabloda bir değişim meydana gelmiş ve bu dönem inişli çıkışlı bir zaman dilimi oluşturmuştur. Aslına bakılırsa bu dönemde inişlerin çıkışlardan daha fazla olduğu söylenebilir. Bu durumun çeşitli nedenleri vardır.

Türkiye’nin Helsinki Zirvesiyle başlayan süreçteki kazanımları, AB tarafından büyük ölçüde geri alınmıştır.

AB’nin 3 Ekim 2005’te Türkiye ile müzakerelere başlayacağını açıkladığı 17 Aralık 2004 günü Ankara’da gündüz vakti atılan havai fişekler altında davul zurna eşliğinde sokaklarda göbek atanlar hayal kırıklığına uğramışlardır.

Bu değişimin çok açık ve olumsuz gözükmesi, üyelik sürecinin güvenilir ve kesin, geri dönülemez olmasından geri adım atılması, adaylar arasında eşitliğin bozulması, Kıbrıs konusunun hukuki önkoşula dönüşmesi ve azınlıklar sorununun yaratılmasıdır.

Bu dönemde önceden çözümlenen sorunların ısrarla yeniden gündeme taşınması, yeni tartışmalar ve gerilimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Böylece Türkiye’ye özgü ve öteki adaylardan olumsuz yönde farklı bir müzakere süreci, müzakere çerçevesi çizilmiştir.

AB’nin yeni yaklaşımı doğrultusunda, ‘Türkiye’nin AB’ye katılım (entegrasyon / üyelik) sürecinin … ucu açık bir süreç olup, sonucunun önceden tayininin mümkün olmadığı’ beyan edilmektedir.

Son derece önemli olan bu yaklaşım, müzakerelerin kötü gelişebileceği, sonuçların yetersiz kalabileceği ya da Türkiye ile üyelik anlaşması, sonraki aşamada üye ülkelerden birinin reddiyle karşılaşabilir. Dolayısıyla bu ihtimallerin gerçekleşmesi durumunda da Türkiye’nin Avrupa kurumlarıyla bütünüyle bağlılığını sürdürecek şekilde Türkiye ile ilişkiler düzenlenmelidir. Bu şekliyle AB, Türkiye’yi bir aday ülke gibi değil, katılım süreci büyük bir olasılıkla yarı yolda kesilebilecek, kesilmese bile, üyeliği onaylanmayabilecek “farklı” bir aday olarak nitelendirmektedir.

Türkiye’nin AB üyeliğini ‘inanılır’, başka ülkeler açısından ‘güvenilir’ bir sonuç olmaktan uzaklaştıran son gelişme, bazı üye ülkelerin, Türkiye’nin –eğer olacaksa- üyelik kararını referanduma götürmek niyetinde olduğudur.

Fransa bu konudaki kararlılığını, Avusturya, niyetini açıklamıştır.

Türkiye söz konusu olduğunda, önemli bir şey daha yapılarak, ciddi demokrasi ihlalleri olması durumunda, adayın müzakere sürecinin, üye ülkelerin girişimiyle askıya alınabileceği kararı verilmiştir.

Bu süreçte Türkiye’nin adaylığı kuşku duyulan bir adaylık sürecine dönüştürülmüştür. Bu ikinci sınıf konumun ve belirsizliğin, Türkiye’yi siyaseten ya da ekonomik olarak tartacak bütün ülkelere, çevrelere, yatırımcılara güven vermeyeceği açıktır.

Açıkça ortaya çıkmıştır ki, AB Türkiye’nin müzakere sürecine başlamasını, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimini ‘dolaylı’ ve ‘fiilen’ tanımasına bağlamıştır.

AB, azınlıklar üzerine yeni bir yaklaşımı, yeni bir terminolojiyi, ırk temelinde tanımlamaları getirmekte, Türkiye’de hak ve özgürlükleri, yurttaşlık temelinde değil öncelikle ‘ırklar-etnik gruplar’ temelinde tanımlayarak en açık şekliyle Türkiye’yi sürekli zorlayan bu konuları gündemde tutarak kontrol ve etki aracı olarak kullanmaktadır.

Bu dönemle ilgili olarak sıklıkla dile getirilen eleştirilerden biri de Türkiye’nin 2006’dan bu yana fazla bir çaba göstermediğidir. Esasında reform sürecinin oldukça yavaşladığı, hatta bazı zamanlarda tümüyle durduğu iddia edilmektedir. Avrupa Birliği tarafından Türkiye’nin reform sürecinde ilerleme olmayışı, müzakerelerdeki yavaşlama için önemli bir neden olarak gösterilmektedir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ve tarafların tümü için yaratacağı fırsat ve zorluklar yaygın bir biçimde tartışılmakta ise de farklı ülkelerdeki aktörlerin pozisyon ve argümanlarını bir araya getiren kapsamlı bir analize rastlamak nispeten güçtür. Esasında genele bakıldığında Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığının hem AB hükümetleri, hem de üye ülke vatandaşları arasında tartışmalı ve toplumda bölünmelere yol açan konulardan biri olarak ortaya çıktığı aşikârdır.

Türkiye’nin, AB adaylığının, AB üyesi ülkelerde ne şekilde algılandığı sorunsalını ele almakta olan bu bölümde, Avrupa Birliği’nin bir bütün olarak bu algıyı ortaya koyması ve üye ülkelerin homojen bir bütün olarak bu sorunsal hakkında görüşünün ortaya çıkması elbette ki mümkün değildir.

AB, entegrasyon sürecinde, Türkiye’nin adaylığının çeşitli boyutlarıyla anlaşılması için farklı aktörlerin algılarının göz önünde bulundurması gereklidir.

Bu bağlamda Fransa, son yıllarda Türkiye’nin AB üyeliği konusunun kamuoyunda yoğun, hatta çoğu zaman ateşli, bir tartışmanın fitilini ateşlediği Avrupa ülkelerinden biridir.

Kasım 2002’de, Avrupa’nın Geleceği Konvansiyonu’nun başkanlığını yürütmekte olan Valéry Giscard d’Estaing, Fransa’da Türkiye’nin “Avrupalılığı” konusundaki tartışmayı başlatmış ve Türkiye’nin Avrupa’da yer almadığını belirterek, üyeliğinin AB’nin sonu olacağını dile getirmiştir.

Çoğu kamuoyu yoklamasında da aynı sonuca varılmaktadır:

Avrupa düzeyinde Fransa, Almanya, Avusturya ve Yunanistan ile birlikte Türkiye’nin AB üyeliğine en kuvvetli muhalefetin bulunduğu ülkeler arasındadır.

Fransa’da çoğunluğun Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkışını açıklayan ana etkenler nelerdir? Türkiye-Avrupa ilişkilerinin siyasi, iktisadi, kültürel ve göçle ilişkili boyutları, Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki Fransız bakış açısının şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. İktisadi ve siyasi koşulların, özellikle de insan hakları meselesine ilişkin olan endişeler, Fransızlar arasında yaygındır. Türkiye’nin “Avrupalılığı” konusundaki tartışmalarda sıklıkla duyulan kültürel uyumsuzluk savı da Fransızların başlıca endişeleri arasında yer almaktadır.

Türkiye’nin AB üyeliğine itirazın nedenleri arasında şunlar da sayılmaktadır: Türkiye coğrafi ya da kültürel açıdan bir Avrupa ülkesi olarak düşünülmemektedir. Kamuoyu nezdinde Türkiye hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir ülke veya gerçek bir demokrasi olamayacaktır.

Son olarak Fransızların Türkiye’nin AB üyeliğine bakışı kamuoyu yoklamalarında düzenli olarak araştırılmayan bazı ek etkenlerle de açıklanabilir. Laikliğin Fransız toplumunda oynadığı rol mutlaka değerlendirilmeye alınması gereken bir etken olup özellikle geçmişte İslami başörtüsünün kamuya açık alanlarda giyilmesi konusundaki tartışmaların etkisi önemli bir rol oynamaktadır. 2004 yılında “Stasi komisyonunun” önerileri doğrultusunda çıkarılan bir kanunla Fransız devlet okullarında dini semboller yasaklanmıştır. Bu tür tartışmaların Fransız kamuoyunun laiklik ve kamusal alanda din konularının sıklıkla tartışıldığı Müslüman bir ülke olarak algılanan Türkiye’nin başvurusu konusundaki görüşü üzerinde bir etkisi olması beklenmelidir. Kolonyal (özellikle Kuzey Afrika’daki) geçmişi nedeniyle Fransa’nın İslam dini algısının yanı sıra 2001’de Fransa’nın resmen Ermeni soykırımını tanıması sonucunu doğuran “devoir de mémoire” (hatırlama vazifesi) konusuna verilen önem de Fransızların Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki görüşlerini açıklayabilecek önemli etkenler arasındadır.

Türkiye’nin AB üyeliği konusuna Fransızların bakışı, çoğunluğun istikrarlı bir karşı duruşu olarak görülmektedir. Yine de yakın tarihte yapılan bazı kamuoyu yoklamalarında daha fazla vatandaş Türkiye’nin gerekli kriterleri yerine getirmesi halinde AB üyeliğine olumlu baktıklarını belirtmektedirler. Bu noktadan hareketle, Fransızların bakışına daha iyimser bir görüşün hâkim olmaya başladığı işaret edilebilir. Buna paralel olarak Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Fransızların perspektifi AB üyesi ülkeler arasında da bir ayrışmayı ortaya çıkarmıştır. Sarkozy’nin 2009’daki Avrupa Parlamentosu seçimleri kampanyasındaki duruşu AB üyesi diğer devletlerin hükümetlerinin önemli bir bölümünce paylaşılmamıştır. Bu bağlamda gelecek yıllarda Fransızların bu konuya bakışının evrimi Fransa’nın Avrupa’daki yeri ve etkisi ile de ilintili olacaktır. Paris’te, 2013 yılı başında meydana gelen silahlı bir saldırıda aralarında PKK’nın kurucularından olan Sakine Cansız’ın da bulunduğu 3 kişinin öldürülmesiyle ilgili İçişleri Bakanı Manuel Valls’in “İşlenen cinayetlerin kabul edilmesi mümkün değildir” açıklamasıyla devam etmekte olan AB sürecinin zorlu bir dönemece girdiği de yadsınamaz.

Almanya’da ise, Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki algıda, medya, hükümet ve muhalefet partileri ile sivil toplum kuruluşları arasında farklı duruşlar görülmektedir. Bu farklı duruşlar genellikle üç konuda birbirine zıt ve aktörden aktöre değişen derecelerde önem atfedilen bakış açılarında ifadesini bulur. Bu konulardan ilki kimlik sorunudur. Burada iki zıt görüş şöyle özetlenebilir: Bir yanda Hıristiyan Avrupa Birliği ile Müslüman Türkiye arasındaki ilişkinin Medeniyetler Çatışması kapsamında değerlendirilebileceği argümanı dile getirilmekte, diğer yanda ise insancı bakış açısı hem referans noktası teşkil etmekte, hem de savunulmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliği algılamasında belirleyici olan ikinci konu kurumsal istikrar(sızlık) olarak göze çarpmaktadır. Bu bağlamda AB’nin arkaik içyapısı ya da Türk siyasi sistemi tartışma konusu edilmektedir. Bazıları Türkiye’nin üyelik için hazır olmadığını ifade ederken diğerleri Türkiye’nin gerekli kriterleri yerine getirmeden zaten AB’ye giremeyeceği gerçeğinin altını çizmektedir. Bu bağlamda öne çıkan üçüncü konu ise stratejik jeopolitik ve güvenlik alanıyla ilintilidir. Bu kapsamda bir kesim Türkiye’nin AB üyeliğinin Irak, İran ve Suriye’deki ihtilafları, AB’nin (ziyadesiyle) yakınına getireceğini ifade ederken diğer kesim Türkiye’yi Avrupa ile Arap dünyası arasında bir tampon, hatta bir köprü olarak görmektedir. İslam konusunda yayınlanan çoğunlukla olumsuz haberlerle birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde başarılı olacağı konusunda fazla bir iyimserlik görüldüğü söylenemez. Süreci askıya almanın “sağduyulu bir dış politikanın sonu” olacağı ancak yine de üyeliğin kısa vadede gerçekleşeceğini beklememektedirler. Üzerinde dikkatle durulan bir diğer nokta ise Türkiye’deki reformlardır: Türkiye hukukun egemenliği toplum, demokrasi ve ekonomi alanlarında doğru yolda olduğunu göstermelidir.

Katolik ve Protestan kiliseleri ise AB’nin Türkiye’yi içine alacak şekilde genişlemesine Türkiye’nin iç durumundan dem vurarak kuşkuyla yaklaşmaktadırlar. Bu kiliselerin önem verdikleri başlıca konular Türkiye’de din özgürlüğü, azınlıklara karşı ayrımcılık yapılmaması ve insan haklarıdır.

Sonuç olarak, Alman kamuoyunun Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığı konusunda, farklı tavır ve söylemler arasında bölünmüş olduğunu ifade etmek mümkündür.

Belçika ise AB’nin kurucu üyelerinden biri olup en başından beri Avrupa siyasetinin şekillendirilmesinde aktif bir rol oynamıştır. AB’nin küçük bir üyesi olarak Belçika için Avrupa bütünleşmesi hep dünyada oynadığı rolü artırmanın bir yolu olagelmiştir. Dolayısıyla Belçika, Avrupa Birliğinin derinleşmesinden yana, bütünleşmeyi destekler kuvvetli bir tutum takınmıştır.

Belçika’da Türkiye’nin üyeliği konusunda tartışmalar önemli bir yer tutmamaktadır. Çoğunlukla bu konudaki tartışmalar ülke içinde Belçikalıların Türkiye algısını etkileyebilecek olaylar üzerine yoğunlaşmaktadır

Genelde Belçika medyası Türkiye’nin AB üyeliği konusunda özgün tartışmalara yer vermekten ziyade başka yerlerdeki tartışmaları aktarmakta ve onlara atıfta bulunmaktadır.

Bunların yanında Belçika’da faaliyet gösteren Kürt ve Ermeni dernekleri gibi “tek konuya odaklanan STK’lar” da bu tartışmalarda yer almaktadır. Yine de Belçika’daki sivil toplum Avrupa Birliği’nin genişlemesi konusunda büyük ölçüde sessiz kalan bir kesim olarak değerlendirilebilir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin üyeliğinin gündemde önemli bir kalem haline gelmesi halinde Belçika’nın süreci yavaşlatmaktan ziyade üyeliği destekler bir tavır sergilemesi olasıdır. Yine de çok sayıda dış etkenin belirleyici olacağı beklenmeyen gelişmeler için hazırlıklı olmakta yarar vardır.

İtalyanlar ise daha az karşı dursalar da Türkiye’nin AB üyeliği konusuna yine de şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Bu konuda halen bölünmüş bir görüntü çizmesine rağmen ileride karşıt bir görüşü benimseyebilecek olan taraf ‘Hıristiyan kamuoyudur’.

İtalya’da kimlik politikalarının net bir dini tınısı mevcuttur ve İslamofobi etkeni küçümsenmemelidir. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı duruşun çeşitli özel nedenlerini (insan hakları konusundaki sorunlar, Ermeni soykırımının reddedilmesi, azınlık hakları ihlalleri, yetersiz dini özgürlükler, Türkiye’nin Ortadoğu’daki askeri varlığı, Kıbrıs sorunu ) ikinci plana atmaksızın hem coğrafi, hem de kültürel ve sosyal açılardan Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olmadığı ve dolayısıyla Avrupa Birliğine alınamayacağı açıkça ifade edilmektedir.

Özellikle yakın geçmişte Türkiye’den haberler genellikle ülkenin laik bir demokrasi olarak geleceğine ilişkin belirsizliklere odaklanmakta idi (Örneğin, 16 Aralık 2007 tarihinde İzmir’de Saint Antoine Kilisesi’nin rahibi Adriano Francini’ye 19 yaşında bir genç tarafından bıçaklı saldırıda bulunuldu, karnından yaralanan rahip saldırıdan ölümcül bir yara almadan kurtuldu. Bu saldırı ülkede azınlıklara karşı ardı ardına düzenlenen ve yaşı küçük gençlerin kullanıldığı dördüncü saldırıydı. Trabzon’da 5 Şubat 2006’da 16 yaşında bir gencin saldırısına uğrayan Rahip Santoro yaşamını yitirmişti. Hrant Dink, 19 Ocak 2007’de Yayın Yönetmeni olduğu Agos gazetesinin İstanbul, Şişli’deki binası önünde 17 yaşında bir genç tarafından uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirmişti.  Üç ay sonrasındaysa Zirve Yayınevindeki katliam yaşandı). Öncelikle Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen siyasi partilere yakın gazeteler dahi son zamanlarda Türkiye’deki iç gelişmelere ilişkin endişeleri dile getiren makaleler yayınlamakta ve bazen de bu gelişmeleri süre giden bir dini radikalleşmenin işareti olarak sunmaktadırlar. İkincisi, Türkiye’deki iç gelişmeler konusundaki endişeler henüz Türkiye’nin üyeliği ve Avrupa’daki geleceği konusuna sistematik biçimde yansıtılmamıştır.

Eğer bu ikinci durum gerçekleşirse “Türkiye sorunu” dinle ilgili konuların yukarıda da ifade edildiği için daha dikkat çekici bir konuma geldiği ve göç gibi tartışmalı konulara da dini bir perspektiften yaklaşıldığı daha geniş bir iç tartışmanın parçası haline gelebilir. İtalyanların çoğunluğu “Müslüman göçünün” İtalya’da diğer grupların göçlerinden daha fazla sorun yarattığını düşünmektedir.

Bir diğer etkende Vatikan’ın Türkiye’nin üyeliğine muhalefetidir. Daha önce de belirtildiği üzere son dönemde Papa’nın bu konudaki tutumu daha olumlu hale gelmiştir.

Ancak Papa’nın arzuladığı şey, Türkiye’de Hıristiyan kilisesinin resmi statüsünün tanınmasıdır ki bu halen gerçekleşmemiş ve dolayısıyla Türkiye’nin AB üyeliği müzakereleri bağlamında pazarlık konusu olan bir mevzudur.

Türkiye’nin mevcut durumunun halen AB standartlarına ulaşmaktan uzak olduğunu vurgulamakta, insan haklarının korunması alanında çocukların ve etnik azınlıkların durumları ile kadınlara yönelik şiddet hakkında endişeler dile getirilmektedir. Çevre sorunları da bir endişe kaynağı olarak sıklıkla dile getirilmektedir.

Sonuç olarak, İtalya Türkiye’nin AB üyeliği konusunda başlıca destekçileri arasında olmasına rağmen Türkiye’nin üyeliğinin getireceği iktisadi ve jeopolitik faydaları kabule hazır siyasi taraflar arasında dahi bu konuya şüpheyle yaklaşanlar artış göstermektedir. Kamuoyu Türkiye’nin AB üyeliğine gittikçe daha fazla karşı çıkar bir çizgi izlemektedir. Problemin kökeninde din ve kimlik konularının yattığı görülmektedir. İş dünyası üyeliği desteklemekle birlikte bazı sektörler rekabet güçlerinde yaşayacakları muhtemel bir gerileme konusundaki endişelerini saklamamaktadırlar.

İspanya’da ise, Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki algıda sol partiler, doksanlı yıllarda, hatta daha da öncesinde Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve Kürt nüfusun durumu konularında en sert eleştirileri yönelten gruplar olarak öne çıkmışlardır. Ancak 2002’den, özellikle de 2004’ten beri bu partiler AB’nin Türkiye’deki demokratik reformlar için gereken çerçeveyi sağladığı konusunda uzlaşmaya varmışlar ve Türkiye’yi bazı tartışmalı konulardaki politikalarını değiştirmeye davet etmişlerdir. Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonunda dile getirildiği gibi bu Ermeni soykırımının tanınması ve Kıbrıs’taki askeri varlık konularındaki talepleri de kapsamaktadır.

İspanyol toplumu Türkiye’nin AB üyeliğine Avrupa’da en olumlu bakan toplumlardan bir olmakla birlikte aynı zamanda bu konuyu en az umursayanlardan biridir de. Hem yüksek oranda verilen destek, hem de İspanyol toplumunun konuya umarsız bakışı öncelikle Avrupa Birliği konularında, hem de genişleme hakkında genel bir bilgi eksikliği ile ilgilidir. İkinci bir husus ise İspanya’da yerleşmiş Türk nüfusun 1000 kişiyi aşmaması, dolayısıyla da Türkiye’nin AB üyeliğinin büyük bir Türk nüfus seline neden olacağı korkusunun diğer Avrupa ülkelerine nazaran çok daha düşük düzeyde kalmasıdır.

Türkiye’deki insan hakları durumuna ve Kürt sorununa eğilen örgütler bulmak mümkündür. Çeşitli bilgi ve dokümantasyon merkezleri Kürt halkıyla ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak ve mevcut tabloyu kınamak amacını gütmektedir. Bu yaklaşımın örnekleri olarak Madrid’teki bilgilendirme ve Kürdistan’la işbirliği merkezi veya Katalan STK’sı Sodepau’da göze çarpmaktadır. Ayrıca Bask örgütleri de kendileriyle özdeşleştirdikleri Kürt hareketlerinin kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesine kuvvetli bir vurgu yapmaktadırlar. Aynı zamanda, daha sessiz ve derinden bir akım olarak Ermeni soykırımının tanınmasını talep eden grupların sesi de duyulmaya başlanmaktadır.

Her ne kadar İspanyol düşünce kuruluşları Amerika Birleşik Devletleri veya Birleşik Krallıktaki örnekleri kadar büyük ya da etkili olmasalar da son on yıllık dönemde önemli ölçüde büyüme kaydetmişlerdir.

Sonuç olarak, İspanya’nın Türkiye’nin AB’ye üyeliğinden yana olan duruşu, diğer Avrupa ülkelerindeki gelişmelerin aksine, bu konu siyasi tartışmalarda önemli yer tutmamakta ve kamuoyunun gündeminde ön sıralarda bulunmamaktadır. Yine de son yıllarda bu konuya daha kuşkuyla yaklaşan bakış açıları dillendirilmeye başlanmıştır. Muhafazakâr siyasetçiler Türkiye’nin AB üyeliğine verilen koşulsuz desteği sorgulamaya başlamakta, AB’nin üye kabul etme kapasitesinin sınırlı olduğunda ısrar etmekte, Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda şüpheleri dile getirmekte ve imtiyazlı ortaklık gibi alternatifleri öne sürmektedirler.

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği AB’nin karşı karşıya olduğu en tartışmalı ve ihtilaflı konulardan birisidir. Hem AB üyesi ülkelerin hükümetleri, hem de vatandaşları Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olması ya da olmaması konusunda şiddetli bir bölünmüşlük sergilemektedir.

Bu tartışmalı ve ihtilaflı konuda komşumuz Yunanistan Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak girişini, Türkiye’nin belirlenen koşul ve kriterleri tam olarak yerine getirmesi kaydıyla, desteklemektedir. Bu bağlamda Yunanistan Türkiye’den “siyasi reform sürecinin ve tatbikinin, özellikle de, Patrikhane’nin ekümeniklik meselesi ve Rum azınlık konularını kapsayan temel özgürlükler ve insan haklarına tam saygı konularındaki ilerlemelerin geri dönülemez kılınmasının teminini” ve ayrıca da “mevcut sınır anlaşmazlıklarının barışçı yollardan çözümünü” istemektedir. Yunan kamuoyunda Türkiye’nin üyeliğine verilen destek ise sadece düşük bir düzeyde olmakla kalmayıp, aynı zamanda daha da azalma trendi içindedir. Yunanistan’da Türkiye’nin üyeliğine kamuoyunda destek verilmemesi şu nedenlere bağlanabilir: (a) kamuoyu Türkiye’nin AB’ye muhtemel üyeliğinin sağlayacağı faydaları kabullenmemektedir, (b) Türkiye’nin üyelik niteliklerini taşımadığını düşünmektedir (Yunan kamuoyunda yaygın görüş Türkiye’nin ekonomisini geliştirmesi, demokratikleşme sürecine ivme kazandırması ve Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunması gerektiğidir), (c) Türkiye tarihsel nedenlerle Avrupa’nın bir parçası değildir ve (d) Yunanlılar Türkiye’den sürekli bir göç dalgası beklemektedirler.

Sonuçta Türkiye’nin adaylığı ihtimaline destek verme konusuna sıcak bakmayan kamuoyu eğiliminin sürdüğü ve Yunan medyasının da aynı eğilimi paylaştığı göz önünde bulundurulduğunda, bu konuda Yunan kamuoyunda bir görüş birliğine varmanın zor olacağı ortadadır.

İsveç ise, Türkiye’nin Avrupa’ya önemli katkılarda bulunabileceğini ve Türkiye’nin kendisinin de Avrupa’ya ihtiyacı olduğunu düşünerek Türkiye’yi AB üyeliği hedefine yaklaştırma adına önemli çabalarda bulunmuştur. “Türkiye Programı” bunlardan biri olup Türkiye’de ihtiyaç duyulan reformlara odaklanmaktadır. Bu alanda gelişme kaydedilmeden AB üyeliği gerçekleşemeyecektir. İsveç Dönem Başkanlığı müzakerelerde umulan ileri adımları atma konusunda başarılı olamayacaksa da İsveç açıkça bu konuyu dönem başkanlığı sırasında ve sonrasında desteklemeye devam edecektir. Kuvvetle muhtemeldir ki, zamanla Avrupa ülkeleri Türkiye’nin üyeliğini kabul edeceklerdir. Yine de Türkiye’nin çeşitli alanlarda büyük çabalar sarf etmesi gerekmektedir.

Almanya ve Fransa’nın yanı sıra Avusturya, Türkiye’nin Avrupa Birliği Üyeliğinin en kararlı muhalifleri arasında sayılabilir. Konu ülkede ateşli tartışmalara sahne olmaktadır. Türkiye’nin üyeliği konusunda Avusturya’da Türkiye’nin Avrupalı olmamasından hareketle ortaya konan kültürel argümanların güçlü tesiri altındadır. Türkiye’yi ve Avusturya’daki en büyük Müslüman göçmen topluluğu olan Türkleri, Hıristiyan ve Avrupa medeniyeti ile eş sayılan Avusturya kültürüne önemli bir tehdit ve İslam’ın temsilcileri olarak lanse etmiş İslam ve Türklüğün Avusturya ve Avrupa ile görünürdeki uyumsuzluğuna işaret etmiştir.

“Kıbrıs”  Türkiye ve Kıbrıslı Türkler (KT) ya da Kıbrıslı Rumlar (KR) ve Avrupa Birliği (AB) de dâhil olmak üzere uluslararası toplum bakış açılarından farklı şeyler ifade etmektedir. Kıbrıs Cumhuriyeti uluslararası tanınmaya mazhar bir devlet ve 1 Mayıs 2004’ten itibaren AB üyesi bir ülke olmasına rağmen Türkiye bu devleti tanımayı reddetmektedir. Buna karşın Türkiye ülkeden kopan ve dünyada başka hiçbir ülke tarafından tanınmayan “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini (KKTC)” tanımaktadır. Türkiye’nin AB üyeliği ihtimaline yapılan atıflar çok kullanılan alışılmış bir ifade olan “Türkiye’nin AB yolu Lefkoşa’dan geçer” yaklaşımı ile sınırlı tutulurken “Avrupalılaşma varsayımı” nın zımnen geçerliliğini koruduğu anlaşılmaktadır. Ne yazık ki toplumlar arası ilişkiler, Kuzey Kıbrıs topraklarında ev ve otel inşa edilmesinin bir türlü durmak bilmeyişi ve binlerce yerleşimcinin adaya gelişi nedeniyle daha da gerilimli bir hal almıştır. 2001’de yerleşimcilerin sayısı 120.000 kadardı. 2004’teki referandumdan bu yana sayıları 200.000’i aşarken adanın yerlisi KT nüfusunun 85.000’in altında kaldığı bildirilmektedir. Dolayısıyla KR’nın sinirleri zorlanmakta ve Ankara’nın  “iki devletli, iki hükümetli ve iki halklı” Kıbrıs söylemi ile birlikte dünyanın ve AB’nin hukuki ve etik konsensüsü hiçe sayılmaktadır.

AB üyesi önemli ülkelerin bakış açıları ile Türkiye algılarında, yukarıda yer verdiklerimiz birer örnek teşkil etmek üzere ele alınmıştır. Genellikle olumsuz örnek olarak (Türkiye’nin AB’ne girmesini istemeyen) görülebilecek Fransa, Almanya, Avusturya ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yanında, olumlu (Türkiye’nin AB girmesine karşı olmayan) örnek olarak değerlendirilebilecek İspanya, İtalya, Belçika ile İsveç gibi ülkelerden sonra diğer AB üyesi ülkeler genellikle bu ülkelerin kamuoyları ile siyasal örgütleri ve STK’ları benzer görüşleri ortaya koyarak, Türkiye ve Türkiye’nin AB’ne üyeliği hakkında algılarını oluşturmuşlar ve oluşturmaya devam etmektedirler.

Çünkü yaşam koşullarının hızla değiştiği ve dünya gündeminde yeri ile iç ve dış siyasal politikaları açmazlar içerisinde cereyan eden bir Türkiye algısının AB üyesi ülkelere nasıl yansıdığını görebilmek üzere bakılması gerekli en önemli unsurun her yıl yayınlanmakta olan adaylık statüsü kazanılmasıyla beraber hazırlanmaya başlanan bir belge olan “İlerleme Raporu” olduğudur.

Bu yıl Ekim 2014 tarihinde yayınlanan AB İlerleme Raporuna göre; Türkiye, AB’ye katılım konusundaki kararlığını ifade etmeye devam etmiştir. O tarihte Başbakan olan şimdiki Cumhurbaşkanı, 2014 yılını “Avrupa Birliği Yılı” ilan etmiştir. Başbakan, Ocak ayında Brüksel’e giderek Avrupa Birliği Zirvesi, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu Başkanlarıyla görüşmüştür. Türkiye, Eylül ayında katılım sürecini yeniden canlandırmayı amaçlayan “Avrupa Birliği Stratejisi”ni kabul etmiştir

Bu doğrultuda izlenmesi gereken, AB üyesi ülkeler ile Türkiye’nin ulusal ve uluslar arası olarak ortaya koyacağı stratejiler ile dünya kamuoyunun bakışını yakından etkileyecek olan ABD ile AB’nin yanında diğer ülkelerin birlikte oluşturduğu “Koalisyon Güçleri” nin yanı sıra, Kuzey Irak ile Suriye sınırlarında yaşanmakta olan süreçte, Kürt güçlerinin ve radikal İslamcıların mücadelesinde Türkiye’nin takındığı tavırdır. Bu sürecin devamı, Türkiye’nin iç ve dış politikalarının belirleyici olacak ana unsurudur.

Yıllardır süregelen ve AB üyeliğinde önemli bir aşama olarak yer alan azınlıklar meselesinin çözümü de bu kilide bağlıdır. Türkiye elindeki anahtarı kullanarak bu kilidi açabilirse, AB üyeliği konusunda önemli bir adım atmış olacaktır.

Türkiye’nin AB yolunda ihtiyacı olan şey bir marka imajı ya da pazarlama stratejisi değil, atacağı adımlarla Ortadoğu’da geçmişte olduğu gibi komşu ülkelerin toprak bütünlüğüne saygılı bir strateji ortaya koyarak Avrupa kamuoyunu düzgün bir şekilde bilgilendirmekten geçmektedir.

Türkiye’nin asıl sıkıntısının Müslüman ya da büyük bir ülke değil AB’nin temellerini oluşturan değerlerin, Türk Devletinin temellerini oluşturan değerlerden farklı olmasıdır. O halde AB’yi oluşturan temel değerlere uygun olarak iç ve dış politikalarını şekillendirmesinde yarar vardır.

Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıkların korunması ve saygı görmesini güvence altına alan istikrarlı kurumları gerektiren Kopenhag siyasi kriterlerinin karşılanmasına yönelik olarak, Türkiye’nin kaydettiği ilerlemenin incelendiği, 2014 yılı İlerleme Raporu “Demokrasi ve hukukun üstünlüğü” başlıklı bölümle başlamaktadır.

Bu başlangıç bölümünün dahi ifade ettiği anlamsallık, ilerlemenin nereden başlaması gerektiği ve AB konusunda izlenecek iç ve dış politikalar hakkında önemli ipuçlarını ortaya koymaktadır.

2014 yılı İlerleme Raporu dikkatle okunduğu takdirde ısrarla üzerinde durulmakta olan konu başlıklarının hiç değişmediği görülecektir.

Bu başlıklardan ilki, İnsan hakları ve azınlıkların korunması, diğeri ise Bölgesel konular ve uluslararası yükümlülükler (Kıbrıs) konusudur.

Bir diğeri ise Türkiye ile Yunanistan arasında süregelen kıta sahanlığı sorununun Sınır anlaşmazlıklarının barışçıl çözümü’ne dair öngörülerin yer aldığı bölümlerdir.

Diğerleri ise 23 fasıl halinde sunulan alt başlıklardan oluşan bölümleridir.

 http://www.ab.gov.tr/index.php?p=46224&l=1

AVRUPA BİRLİĞİ’NE KATILIM VE AVRUPA 2020 STRATEJİSİ

Avrupa Birliğine katılma Paris ve Roma anlaşmaları ile 1950’li yılların başından itibaren Avrupa’da gerçekleştirilmeye çalışılan ekonomik ve siyasi birleşmeye dâhil olmaktır. Ekonomik birleşme, Topluluk anlaşmaları ile öngörülen yükümlülüklerin yerine getirilmesi ile bu anlaşmaların uygulanması sırasında oluşmuş Topluluk mevzuatının da üstlenilmesidir. Diğer bir deyişle AB’ye katılan ülke, Birliğin bütün mevzuatını, avantaj ve yükümlülükleriyle kabul etmektedir. Siyasi birleşme ise Avrupa ülkelerinin çeşitli dünya sorunları karşısında ortak bir tutum oluşturmasıdır. Ekonomik ve siyasi birleşme konularında üyeler arasında çıkan sorunlar AB zirvesinde çözümlenmektedir.

AB’ye üye olan bir ülke, Birliği kuran anlaşmaların oluşturduğu hukuk düzenini aynen benimsemekte ve egemenlik yetkilerinin bir kısmının, Birlik kurum ve organlarınca kullanılmasını kabul etmektedir. Bu organların tasarrufları arasında tüzük, yönetmelik, karar, tavsiye ve görüşler yer alır. Bunların üye ülkelerin tümünde yürürlüğe girmesi için Birlik resmi gazetesinde yayınlanması yeterlidir. Yayınlanan mevzuatlar, tüzük ve yönetmelik ise ilgilileri doğrudan bağlayıcı nitelik taşır, ayrıca bir yasa ile iç hukuka aktarılmasına gerek yoktur. AB müktesebatı anayasa dâhil iç hukukun üstündedir. 

Aday ülkeler için müktesebat uyumu, AB müktesebatının kendi iç hukuklarına dâhil edilmesi anlamına gelmemektedir. AB müktesebatı, büyük ölçüde üye ülkelerin istişarede bulunma ve karar alma mekanizmalarının üzerinde yükselen bir yapıyı tanımlar. Tam üye olmaksızın Komisyon tarafından hazırlanan ve denetlenen, AB Konseyi tarafından kabul edilen mevzuata tam anlamıyla katılmak, tam üye olmaksızın mümkün değildir.

Yeni bir devletin AB’ye tam üyeliğe kabulü iki temel şarta bağlanmıştır. Bunlardan birincisi, üye devletin Avrupalı olmasıdır. (Avrupa Kıtasında toprağı bulunmalıdır) Ancak daha sonraki bazı metinlerde Avrupa Birliği’nin temel değerlerini onaylan ülkelere açık olduğu vurgulanmakta ise de Avrupa Kıtasında olmayıp değerleri benimseyen ve uygulayan devletlerin AB içinde yer almaları söz konusu değildir. AB’nin ortak değerlerini benimseyip uygulayan ülkelerin Avrupa’dan dışlanmaması gerektiği de belirtilmektedir.

İkincisi ise, üye devletlerin oybirliği ile aday devleti kabul etmeleridir. Bu iki temel şartın yanı sıra, üye devletin siyasi kurumlarının demokratik ve çoğulcu bir tarzda çalışması, AB müktesebatının tümünü kabul edecek kapasiteye sahip olması, kurucu Anlaşmaların temel hedeflerini benimsemesi gibi ikincil şartlarında önemli olduğunu belirtmek lazımdır. 

Avrupa Birliği Kimliğinin Temelleri

Avrupa Kıtasının üzerinde Türkiye ve Rusya Federasyonu dâhil 50 ülke vardır. Bunların 47 Avrupa Konseyi üyesidir. Avrupa Konseyi’ne Avrupa Kıtasında bulunmayan Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan üyedir. Oysa Avrupa Birliği’nin 27 üyesi vardır. Avrupa Birliğine katılmak içim öncelikle Kopenhag kriterlerini yerine getirmek gerekir. Bu kapsamda da üye olacak devletin Avrupa içindeki coğrafi konumu ile ortak kültür mirasına ve Avrupa kimliği ruhuna sahip olması gerekir. Avrupa Birliği üye olacak ülkenin öncelikle coğrafi konumuna ve Avrupalılık kavramına sahip olup olmadığına önem vermektedir. Avrupa Birliği sınırlarını coğrafi konumuyla eş tutmaktadır ama coğrafi sınırların Avrupa’da nerede başladığı bellidir de nerede bittiği tartışma konusudur.

AB Anlaşması’nın 49’uncu maddesi kapsamında bir devletin Avrupalı olması demek, Avrupa tarih ve kültürüne ait olmak anlamına gelmektedir. Bu kapsamda bir devletin Avrupalı olması, kültürel olarak Avrupa değerlerini benimsemesidir. Son dört yüz yılda oluşan Avrupa kültürü, Grek-Antik (Yunan), Roma ve Hıristiyan-Yahudi ayakları üzerine oturmaktadır. Bu kültürel değerleri paylaşan devletler Avrupalıdır. Dolayısıyla, AB Anlaşması’nın 49.maddesinde yer alan bir devletin Avrupalı olduğunun belirlenmesindeki kriter, Avrupa’ya tarihi ve kültürü bağlılık ve aidiyettir. Eğer AB üyeleri bu ortak değerleri paylaşmada sıkıntılarla karşılaşırlarsa, AB’nin derinleşmesi mümkün olmaz, ortak bir Avrupalı kimliği yaratılamaz ve ortak politikaların yürütülmesi zorlaşır.

Avrupa kimliği konusunda taraflar arasında bir uzlaşı olmamakla beraber Avrupa kimliğinin ortaya çıkmasında üç temel şart vardır. Bunlar;

-Politika: Bütün seviyelerde, özellikle AB seviyesinde demokratik katılımın arttırılması.

-Eğitim ve Kültür: Belli konularda Avrupa boyutunun güçlendirilmesi. Özellikle tarih, dil öğrenimine daha fazla odaklanma.

-Sosyal ve ekonomik bütünlük: Sosyal ve ekonomik farklılıklarla mücadele.

AB kimliği ile Avrupa kimliği tam olarak örtüşmemektedir. Aynı zamanda AB üyeliği kimliği ile ulusal kimlik de örtüşmemektedir. Çünkü AB Temel Haklar Şartı’nda dil, din, kültür çeşitliliğinden söz edilirken, bir kısım AB yöneticileri ve Avrupalı devlet adamları AB’nin Hıristiyan kimliğini ön plana çıkartmaktadırlar.

Ulusal kimlik, asırlar boyu devam eden birikimler sonucu oluşmaktadır. Bunda savaşlar, din, milliyet, gelenekler, ortak duygular rol oynamaktadır. Şimdiye kadar AB’nin kimliği çoğunlukla siyasi olarak tanımlanmıştır. Anlaşmalara göre AB, “özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygı ve temel haklar ile hukukun üstünlüğü” ilkeleri üzerine kurulmuştur. Birlik, “ortak kültürel mirasını öne çıkarırken” sahip olduğu kültür çeşitliliğini de teşvik etmektedir. Avrupa kimliği AB mevzuatında Hıristiyanlık ile örtüşmemekle beraber, bu kimlik ile Müslümanlık AB’deki bazı politikacılar tarafından bağdaştırılmamaktadır.

Avrupa’da Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkılmasındaki asıl neden ülkenin Müslüman nüfusa sahip olmasıdır. Genç ve büyük bir nüfusa sahip olan Türkiye’nin AB’ne girmesi halinde büyüklük (nüfus) açısından Almanya’dan sonra ikinci olacağı ve dinin Avrupa’da eskisi gibi etkin bir güç olmamasına rağmen çoğunluğu (%99) Müslüman olan bir ülkenin AB’nin niteliğini büyük ölçüde değiştireceği yönünde yaygın bir inanışın bulunmasıdır.

Müzakerelerin başlamasından kısa bir süre sonra AB tarafından bu iddialara Türkiye’nin tam üyeliğine alternatiflerden yana söylemler de eklenmiştir. Bu durum önce Almanya’da, sonra da Fransa’da iktidar değişimlerinde yansımasını bulmuştur. Kasım 2005’te Almanya’da iktidara gelen Şansölye Angela Merkel Türkiye için tam üyelikten ziyade imtiyazlı bir ortaklığın önde gelen savunucuları arasında yer almıştır. Bu yaklaşım Mayıs 2007’de Fransa’da Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy tarafından da önce seçim kampanyası sırasında, sonra da Cumhurbaşkanlığı görevinde sergilenmiştir. Türkiye’nin üyeliğine sert bir biçimde karşı çıkan Sarkozy’nin seçilmesi Fransa’nın Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine resmi bakışı konusunda bir dönüm noktası teşkil etmekte ve bunu Türkiye’de tam üyeliğe bir alternatif olarak algılanan Akdeniz Birliği önerisi izlemektedir.

Türkiye’de tablo biraz daha karışıktır. Öncelikle hem Avrupa Birliği kurumları hem de Merkel ve Sarkozy de dâhil olmak üzere bazı AB üye ülkeleri liderlerince Türkiye’ye verilen mesajlarda gittikçe artan bir muğlâklık olduğu inancı hâkim konuma gelmektedir. Üyeliğe alternatif önerileri ile Türkiye’nin hassas iç ve dış politika sorunları konusunda yapılan siyasi açıklama ve yorumlar bu muğlâklık hissini güçlendirmektedir. Bu durumda AB üyesi ülkelerin bazı liderlerinin Türkiye’yi Birliğin dışında bırakmak için müzakere sürecinin resmen bir parçası olmayan yeni koşul ve engeller çıkardığı yönünde yaygın bir inanışın doğmasına neden olmuştur. Nitekim Türkiye’de üyelik sürecinin Kıbrıs Sorunu’nun çözümsüzlüğünün başlıca sorumlusu olarak Türkiye’yi gören vatandaşların çoğunlukta olduğu ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ AB üyesi olmasından sonra kolay olmayacağı yönünde bir kanı vardı. Bu endişelerin yersiz olmadığı Kıbrıslı Rumların müzakere sürecinde bazı başlıkları resmen olmasa da engellemesi ve Aralık 2006’da bir “tren kazası” yaşanması ihtimali ile ortaya çıkmıştır. Nitekim Türkiye’nin müzakere süreci tahmin edilenden daha da zor bir yolda ilerlemekte olup beklenenden daha fazla engellerle karşılaşılacağı görülmektedir. İmtiyazlı ortaklık çağrıları, Akdeniz Birliği önerisi, Ankara Anlaşması protokolünün

‘Kıbrıs’ı da içerecek şekilde genişletilmesi yönünde yapılan çağrılar ve hava ve deniz limanlarının ‘Kıbrıs’ uçak ve gemilerine açılması talepleri Türkiye’de yeni engeller çıkarma ya da tam üyeliğe alternatif bir yolu öne çıkarma yönünde girişimler olarak değerlendirilmektedir. Dahası AB’de Türkiye’nin ‘Avrupalılığı’ konusunda süregelen tartışmalar ve Türkiye’nin adaylığının tekrar tekrar sorgulanışı Türkiye’de AB hakkındaki mit ve önyargıları güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Sözlerimize son vermeden önce, Avrupa Birliği yolunda o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na “ortak üyelik” için başvurduğu 1959 yılından beri devam eden süreçte, Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesi, adaylık statüsünün kazanılması ve müzakerelere başlanması aşamalarının ardından 55 yıl geçmiş olmasına rağmen, AB genişleme süreci içinde hiçbir aday ülke yarım yüzyıl AB kapısının önünde bekletilmemiştir. Demek ki sorun, AB’nin Türkiye hakkında doğru resme bakmasını sağlamak üzere 180 milyon Euro’luk kaynak aktarımıyla yapılacak algı operasyonu değil, içi doldurulması gerekli Avrupalı kimliğinin yaratılması sorunudur.

Ülkemizi, bir dönem Dışişleri Bakanı olarak temsil etmiş olan İsmail Cem’in, Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB üyeliğine aday ülke statüsünü resmen kazanmış olmasındaki başarısını burada kısaca hatırlattıktan sonra, bu süreçte küçük adımlarla da olsa nasıl yol alınması gerektiği ve önceki AB Bakanımızın da kürsüden yaptığı konuşmasındaki bayağılın, “Avrupalı kimliği” yaratılması konusundaki fikrin oluşturulması bakımından altını çizmek gerektiğini sanıyorum.

Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine’e ilişkin bir anısını şöyle anlatmakta İsmail Cem:

Göcek, benim en sevdiğim bir beldedir; Göcek Körfezi’nden Fethiye’ye doğru uzanan adacıklar, adeta birer doğa harikasıdır. Vedrine, ikili görüşmeler için Ankara’ya geliyordu. “. . . Resmi ziyaretine bir gün eklersen, çok seveceğin bir ortama seni götürmek istiyorum” dedim. Kendimden de biliyorum, dışişleri bakanlarının öyle keyiflerine ayıracak zamanı bulunmaz. Ama bir imkân yaratabilirdik, benim için de değişiklik olurdu. Nitekim öyle de oldu: resmi görüşmelerin ertesi günü Vedrine, özel bir uçakla Ankara’dan, Dalaman’a geldi. Ben önceden giderek onu havaalanında karşıladım. Birlikte Göcek limanına, bizi bekleyen ‘Bodrum yapımı’ tekneye ulaştık. Ve denize açıldık.

İnanılmaz güzellikte bir gündü. Pırıl pırıldı ama çok sıcak değildi. Deniz harikaydı. Çamlarla kaplı Göcek adaları ve koyları birer rüya gibi tek tek önümüze çıkıyordu. Ben, teknede birlikte olduğumuz Bakanlık mensuplarına daha önce söylemiştim, teknede çok fazla siyaset, Türk-Fransız ilişkileri konuşmayalım, zaten Ankara’da bunları yeterince görüştük, bırakalım, Vedrine gönlünce denize girsin, dinlensin, kitap okusun, ne isterse onu yapsın. Bu nedenle, bakanlığın müsteşar yardımcıları düzeyinden kimseyi çağırmamıştım. Vedrine’nin yanında, müşaviri ve birkaç genç hariciyeci vardı. Ben de, bir Fransa ve AB uzmanı olan müşavirim ile protokolün genç kuşağından birkaç kişiyi beraberimde götürmüştüm. Gezinti tam öngördüğüm gibi başladı. Resmiyet, protokol yoktu. En başta Vedrine, herkes kendi havasındaydı. Koylarda bir süre duruyorduk, isteyen denize giriyordu, sonra bir başka adaya yöneliyorduk. Bu arada, hoş bir olay Vedrine’nin Göcek gezisini daha ilginç kıldı: Birlikte olduğumuz Engin Soysal, Fransa’yı gerçekten çok iyi bilen bir dipolamattır. Fransız kültürünü her yönüyle izler ve Fransız edebiyatından çeviriler yapar. Elinden düşmeyen kitaplarının önemli bir bölümü Fransa’ya ilişkindir. Göcek’teki teknede de, böyle bir kitap okumaktaydı, ‘avangard’ bir Fransız filozofunun kitabıymış. Arka kapağındaki tanıtım yazılarına baktım, ‘…kendi kişilik türüne özgü (eskilerin deyişiyle, nevi şahsına münhasır) bir düşünür.’

Bu arada, Vedrine, tek başına bir masaya oturmuş, elindeki kitaba dalmıştı. Birden fark ettim, okuduğu Soysal’ın okuduğu kitabın eşiydi… Göcek gezimizin geri kalan bir kesimi de, Vedrine ile Soysal’ın bu kitaba ilişkin felsefi tartışmalarıyla geçti. Nefis bir gün oldu; Fransa dışişleri bakanıyla Türkiye’mizin bu en güzel görüntülerini, mekânlarını paylaştık, Vedrine ile ‘muhteşem’ tanımında birleştik.

Bu da bir başka AB bakanımızın konuşmasından alınmıştır:

“Mesleki Eğitimde Yeni Fırsatlar: Leonardo da Vinci Programı’nın Mesleki Hareketliliğe Katkısı” konulu izleme toplantısına katılan Avrupa Birliği Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış, “Hani bir espri vardır, espri sınırlarını biraz zorlayan bir şeydir, ama halkımızın diline işlemiştir, ‘Geçen gün kamyon sürdüm, Leonardo da vinci’ diye.

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. Avrupa Birliği (Kuruluşu, Gelişmesi, Genişlemesi, Kurumlar) Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk
  2. Avrupa’nın “Birliği” ve Türkiye İsmail Cem
  3. Avrupa Birliği Ülkelerinden Türkiye’nin Üyeliğine Bakış Sait Akşit-Özgehan Şenyuva-Çiğdem Üstün
  4. Avrupa Komisyonu Türkiye 2014 İlerleme Raporu