UÇUK PROCELER

Yaşamakta olduğumuz ülkenin gündemindeki gelişmeler öyle sanıyorum ki dünyadaki gelişmiş birçok ülkenin gündemlerinde hiçbir zaman olamayacak bir çizgidedir.

Birçok uluslararası iletişim araçlarındaki gelişmeleri izlemekteyseniz çoğundaki haberler bildik ve alışıldık haberlerin ötesinde eğer terörizm, doğal afet ya da benzeri bir gelişme yoksa çoğunlukla birbirinin benzeri gelişmeleri içeren şekildeki haberlerden oluşmaktadır.

Elbette İtalya’da Silivio Berlusconi haberleri hariç.

Ülkemizin gündemi ise neredeyse her gün bizlerin dudaklarını uçuklatacak şekilde farklı gelişmelerin haber ve yorumlarıyla dolup taşmakta ardından yetişmeye imkan bile kalmamaktadır.

İzleyeler ve takip edenlerin artık büyük bir yorgunluk ve bıkkınlık duyduğu gündemdeki gelişmelerin en son ve en sıcak bombası olarak hepimizin bir anda öğrendiği ve büyük bir atılımın erken habercisi olduğunu idrak ettiği bu güne kadar duyulmamış ve işitilmemiş en cesur ve en çılgın proje olarak açıklanan “İKİNCİ İSTANBUL BOĞAZI” projesi bizlerin beyinlerine kazınmak üzerine demokrasi tarihimize 24.dönem milletvekili seçimi olarak geçecek günler öncesinde aniden gündeme taşınıverdi.

Gündemi bu kadar hızlı şekilde etkilemek üzere ortalığa adeta at pisliği gibi atılıveren olağanüstü ve çılgın olarak nitelenen bu projenin isim babasının da bir başrol yalakası olduğunu öğrendiğim Hıncal Uluç, sıfatlarının ise saymakla bitiremeyeceğim vatandaşımızın adı da bu aralarda bir yerlerde bizlerin kulaklarına fısıldanmış oluverdi.

Bu sayede ne kadar çok proje destekçisi ne kadar yalaka olmanın avantajı ve yararlarından istifade etmeye mütemayil olup da bir türlü bu girişimde bulunmaya tevessül edemeyen isim varsa bir anda ortalığa dökülüverdi, büyük projeler ve büyük öngörüler tarihin oluşumu etkilemiştir demeye başlayıverdiler.

Hele bir kısmı var ki onların öngörüleri daha da ötelerde İstanbul’u ya da Constantinopolis’i New York ve Manhattan ile birleştirebilme, özdeşleştirebilme gayretlerinin ne anlama geldiğini kavrayabilmek için çook uzaklara giderek kimlere ne mesajlar iletildiğini görebilmek gerekir.

(*)Jean Baudrillard, Amerika izlenimlerinde New York’ta delilerin serbest bırakıldığını yazar. Şehre serbestçe salındıklarını, diğer punk’lardan, junkie’lerden, bağımlılardan, fakir fukaradan kolay kolay ayrılmadıkları vurgular: ‘Ancak New York gibi çılgın bir şehir delilerini gölgede saklar, ama aslında bu deliler şehri ele geçirmişlerdir.’
New York’u dünyanın merkezi yapan, hayatımıza yön veren hemen hemen ne varsa bu şehirden çıkmasına neden olan bu deli enerjisi olsa gerek.
Yıllar içinde Manhattan adası her türlü deli fanteziye de ev sahipliği yaptı. Dev bir gorilin gökdelenin tepesine tırmanıp kendi eline sığan bir kıza aşık olduğu şehir burası. Peter Parker isimli genç bir gazetecinin bir örümcek ısırığı sonrası kendini binalardan sarkıtarak özgürleştiği yer de.
Amerika’nın gizli bir el tarafından havaya kaldırılıp şöyle yana doğru sallandığı, bütün ‘sapmaların’ Manhattan’da hapsolduğu konuşulur. Manhattan’ın dev bir hapishane olduğu da.
Hakkında sınırsız efsane üretilmesi özünde Manhattan’ın bir özgürler adası olmasından gelir. ‘Her çeşit insan’ klişesi var ya, bu adanın sokakların o insanların kendilerini bulması, kendilerini ifade etmesinin alanıdır. Bu yüzden de Manhattan’dan büyük sanatçılar, büyük düşünürler çıkar.
Epey bir zamandır Türkiye’de yaşayan milyonlarca insanın bir ‘ada’ özlemi olduğunu düşünüyorum. Küçük olsun, bizim olsun diyebileceğimiz bir ada… Bu ütopya bir özgürlük adası, kimsenin kimseye karışmadığı, ilerici, modern, çağdaş bir yaşam alanı özlemidir.
Türkiye geleneksel olarak delilerine yaşam alanı vermeyen, onları kapatan bir ülke ne yazık ki. ‘Sürüden ayrılanı kurt yer’ inancıyla yetiştirilmiş çocukların doğduğu bir yer. Hizaya gelmeyenin zorla hizaya getirildiği, hoyratça sıradan olmaya zorlandığı ve giderek de bu hizaya getirme merakının daha baskın olduğu…
Dün, ‘Çılgın Proje’yi dinlerken kendi kendime hayallere daldım.
Oturduğum ev durup dururken bir anda yalı dairesi olacak!
Acaba İstanbul’da oluşacak o yapay ada tıpkı Manhattan gibi bizim kendi ‘Deliler Ülkemiz’ olabilir mi?
Bu küçücük adada baskıdan, yargılanmaktan, başkaları ne düşünür korkularından sıyrılıp yaşamamız mümkün olabilir mi?
Herkesin kabul gördüğü, sıradışı olmanın sapkınlıkla eşdeğer görülmediği, hizaya gelinmediği, düşüncelere kilit vurulmadığı bir ada.
Otobüslerinde, metrolarında insanların özgürce öpüşebildiği bir ada.
Sokaklarında içki içilen, galerilerde hayal gücünün zorlandığı eserlerin sergilenip infiale yol açmadığı, çocukların muhafazakar standartlarla terbiye edilmediği, beyinlerdeki sansürün yok olduğu…
Kendi kendine konuşanlara da yaşam alanı tanıyan, onların da evim diyebilecekleri bir yer…
Sürüden ayrılanlar, ayrılmaya niyetli olanlar için bir ada… Bir ütopya işte… Heykelleriyle, insanlarıyla, sokaklarıyla, ruhuyla hep hayalini kurduğumuz bir yeni İstanbul. İsterlerse etrafımıza kafes örsünler, fark etmez.
Üstelik, ‘ada hayatı’ rahattır, güzeldir. Biraz rahat nefes alırız.
Doğrusu bu ‘Çılgın Proje’ benim hoşuma gitti… İyi ki düşünmüşler

(*)Bu alıntı Oray Eğin’e aittir, siz ne düşünüyorsunuz,

yapılan açıklamalarda şöyle bir ifade de mevcuttu iki boğaz bir ada(!)

Ada’da Manhattan adası oluyor bu arada.

Eline her kağıt kalem geçiren, artık kimsede kağıt ve kalemle yazı yazmamakta ama bir şekilde bu imkana sahip olabilen ancak dünyadan bi haber olanlar işte bu şekilde İstanbul demenin aslında deniz demek olduğunu düşünemeyecek kadar New York sevdalısı olanların tarihin ve doğanın katliamı olan bu uçuk projeye nasılda iltifatlar edeceklerini bilememektedirler.

Oray Eğin kardeşime sesleniyorum ve bahsetmekte olduğun Manhattan adasındaki özgürlüklerin senin yaşın elvermediği için bilemediğinden dolayı yıllar öncesinde bizlerin fazlasıyla yaşamakta olduğu eski resimlerinin taş gibi birer kanıt olarak durmakta olduğu ve beğeni ile takip etmekte olduğun kitle iletişim aracı olarak bizlerin önüne konulan bir takım internet sitelerinde bulabileceğin ve gözlerinle görebileceklerinin nereden nerelere geldiğimizin, daha doğrusu nasıl ve ne şekilde uçurumdan aşağılara itildiğimizin canlı tanıkları olarak bizlerin ne Manhattan adasına ne de uçuk kaçık procelere ihtiyacımızın olmadığını, sahip olduğumuz yüreğimizdeki enerjimiz ile yılların içerisinde oluşturduğumuz yaşam felsefemizin bunu fazlasıyla başarabileceğimizin hatta Manhattan adasındakilerin bile bizlere gıpta ile bakabileceği bir tarih yazabileceğimizi yaşayarak bilen bir Kalamış’lı olmakla da gurur duymaktayım.

Ne yazık ki senin bilemediğin ama bilenlerin bilebildiği İstanbul Sultanahmet meydanındaki “Pudding Shop” ve 70’li yılların ülkemizin önünün açık olduğu günlerindeki yaşamın bizleri nerelerden alıp nerelere götürebilecekken nasıl hayallerimizin iğdiş edildiği ve nasıl bu günlere gelinerek bizlere itelenmeye çalışılan adına proje bile denemeyecek kadar deli saçması olan safsatalara ihtiyacımızın olmadığını olamayacağını görebilmek gerekir.

En çok da şu benzetme benim dikkatimi çekti, bazı gazetelerin köşe yazarları hemen, İstanbul’un artık bir Büyük Ada’sı olmayacak çünkü artık Büyük Ada bir başka yerin ismi olacak diye inciler döktürüverdiler bu nasıl bir öngörüdür, nasıl bir bakıştır açıklayabilmek için ancak bir psikolog olmak gerekir, bence bu yaşadıkları bir ruh travmasıdır, hayatında denizi cıvık bir yeryüzü biçimi olarak görmekten başka hiçbir şekilde denizle tanışmamış olan bir insanın Büyük Ada’ya gittiği zaman yeryüzünde böylesine harikulade yerlerde yaşayanlarda varmış diye düşünerek bir anda bu lafı edebilmesi İ.Tatlıses gibi mağaradan çıktığının bilincine varabilen birisinin bakış açısından başka bir şeyi nedense akla getirmemektedir.

Bu bakış değil midir ki Büyük Ada’ya şehir hatları vapurlarını bile seferden men edenler, yazın en güzel günlerinde başka zaman yokmuşçasına Kabataş İskelesini tamir ediyoruz diye adalar seferlerini yapacak olan vapurlara binmek isteyen insanlara mani olmak, tıpkı yasaklamadan vergileri artırmak suretiyle tüketimi kısmak düşüncesi gibi.

Bu uçuk kaçık düşüncenin mimarları Çevre Mühendisleri Odası Başkanı’nın söylediği gibi kuzey ülkelerinin petrollerine kapı açmanın peşinde değil, neden ve nasılsa peşinde koştukları Prens Adaları’nı her ne kadar onlar Prenses Adaları deseler de yok etmenin bir başka procesidir.

Procenin en uçuk kısmıysa açılacak olan İstanbul Kanalından çıkacak olan hafriyat ile İstanbul Boğazı’nın doldurulması ve yeni inşaat alanlarının kazanılması olacaktır herhalde.