11. Bölüm

Cenova’da geçirdikleri zamanda Kharon anladı ki, böyle yapısı olan bir Krallığın gözünde canlandırdığı kadarda geniş ve büyük olmadığıydı. Ancak Konstantinopolis’te nasıl olup ta bu kadar büyük bir ayrıcalık kazandığı sorusunun cevabı ise hayli anlaşılmazdı.

Zephyros, gemiye bakma zamanı geldiğini Kahorn’a hatırlattı. Birlikte limana indiler. Gemideki yükleme ve boşaltmanın bittiğini, yola çıkmak üzere son hazırlıkların yapıldığını öğrendiler. Kaptan bir sonraki gün hareket edeceklerini, yarın gecede gemide olmalarını istedi.

Ertesi geceyi de Bruno’da geçirdikten sonra, gemiye döndüler. Çıkacakları geri dönüş yolculuğunda Kharon, edindiği denizde uzun süre kalma deneyimi ile üşümemek için kalın yünlü bir giysi ve başı koruyan berelerden, Minokta içinde Fenike lavantası almıştı.

Kharon, gemide kaldığı kamaraya eşyalarını bırakarak güverteye çıktı. Limanda bağlı olan, yeni yüklenen ya da yüklerini boşaltmakta olan gemiler ile bağırış çağırış sesleri arasındaki tayfaların hareketliliğini, limanda yük taşıyan hayvanları, masaya oturmuş önlerindeki kantara konan balyaları tartarak bir yerlere yazan kâtipleri, etrafta dolaşan uzun kılıçlı ve giysili muhafızları, Korsika ve Sardinya’ya gidecek yolcuları, denizcilere bir şeyler satmaya çalışan çocukları, hırpani kılıklı dilencilerden oluşan kalabalığın yarattığı renkli görüntüleri izlemeye daldı.

Omzuna dokunan elin ürküntüsüyle geri dönüp baktığında kaptan Guido’yu gördü. Toparlanarak kaptana, limanı izlemekte olduğunu söyledi. Kaptan;

“Görüyorum, öylesine dalmıştın ki, yanına geldiğimi dahi fark edemedin.”

“Böyle kalabalıkları izlemeyi hep sevmişimdir kaptan. İnsan gözünü alamaz. Çarşılardaki, pazarlardaki insanlar, oradakilerin yaşamalarını da anlatır bize. Ne yerler ne içerler, ne giyerler… İnsanlar, zengin midir fakir midir?”

 “Kaç gündür burada kalıyordunuz, anlat bakalım neler gördün neler yedin? Zephyros sana yardımcı oldu mu?”

“Zephyros, elinden gelen ne varsa yaptı hatta onun ötesinde, bildiği veya gördüğü pek çok şeyi de benimle paylaştı. O iyi bir denizci olduğu kadar iyi bir insanda.”

“Bende severim Zephyros’u, ne de olsa onu ben eğittim. Denizleri ben öğrettim.”

“Senden hep saygı ve övgüyle söz ettiği kadar, senden ne kadarda çekindiğini gördüm ben.”

“Öyledir, bütün tayfalar öyledir. Bilirler ki, onları sevdiğim kadar, hatalarını da asla affetmem ve en ağır cezayı veririm.”

“Ölümüne kadar cezalar…”

“Evet, affetmek tanrının işidir, bizim değil. Suçu bağışlarsan, cezanın ne hükmü kalır.”

“Ama İsa Mesih, sana bir tokat atana, diğer yanağını da dön diyordu.”

“İnananların, doğru ve olumlu hareketlerde bulunmasını anlatmak istiyordu, yoksa kavgaların sonu gelmezdi.”

“Kavgaların olmadığı bir yer mi var, kaptan?”

 “Bütün, kiliseler, bütün rahipler bunu anlatmaya çalışıyorlar ama ne yazık ki dinleyen yok.”

“İnsanlar huzur içinde ve tüm zenginliklerin tadını çıkaracağı başka bir yer yaratmışlar ve öldüklerinde oraya gideceklerine inanmışlar.”

“ Oraya kimin gideceğini, kimin gidemeyeceğini bilen, yalnızca Yüce Rab’tır.”

“O zaman bize düşen, doğrudan, iyilikten ve güzellikten yana olmaktır.”

“Şimdi benimle aynı şeyi düşünmeye başladın işte. Burada ayaküstü konuşacağımıza gel de benim kamaramda konuşalım.”

“Buraya kadar gelme amacının gereğini yerine getirebildin mi bari?”

“Evet kaptan, hem de zamanında tabloyu teslim ederek. Böylece taşıdığım büyük sorumluluğu da yerine getirmiş oldum.”

“Ne büyük mutluluk değil mi? Bende gideceğim limana vardığımda aynı şeyi hissederim. Ama bizimki hep başka bir limana gitmektir. Ne yolumuz, ne sorumluluğumuz sona erer.”

“Galiba benimde öyle, bir tabloyu bitirdiğimde, bir mozaiği tamamladığımda yerine bir başkası gelir. Anlayacağın benimde yolum hiç bitmez.”

 “Haydi, hiç bitmeyen yollarımızı, biraz şarap içerek renklendirelim.”

“Konstantinopolis’e giderken aynı limanlarda mı kalacağız kaptan?”

“Ne o, özledin mi geride bıraktıklarını?”

“Özlemez miyim hiç kaptan, her gün, her an sevgilimi düşünmekten kendimi alamıyorum.”

“Bak ne de güzel renklenmeye başladı yolumuz, her sevda, her aşk yeni bir liman demektir Kharon.”

“Benim bir tek limanım vardır kaptan, onun adı da Minokta’dır.”

“Ne mutlu sana ki, Minokta’nın adı aklından hiç çıkmaz. Ne yaptı ki bu kadın sana her an onu özler, onu düşünürsün?”

“Benim yalnız kalmak istediğim zamanlarda gittiğim, surların dışındaki kıyılarda gizli bir yerim vardır. Oradan denize baktığımda karşı tarafta gördüğüm bir adacıkla üzerindeki küçük kuleyi sende bilirsin herhalde?”

“Evet, her gece üzerinde ateş yanan Leandros’u bilmeyen yoktur Konstantinopolis’te.”

“Ya hikâyesini bilir misin?”

“Bir aşk hikâyesi olduğunu duymuştum ama nasıl bir aşkın hikâyesidir bilmem.”

“Aşk için ölmeli mi kaptan, aşk o zaman mı aşk olur?”

“Âşık olan sensin, bunu sen söyleyeceksin Kharon.”

“Bir zamanlar o kulede adı Hero olan bir kız yaşardı. Leandros kızı çarşıda gördüğünde, gözlerinin derinliği, senin geçtiğin denizlerden daha derin olan kızın, mavi gözleri ile güzelliğine vurularak ne pahasına olursa olsun ona kavuşmak istedi. Bakışlarıyla mı anlaştı, yoksa konuşmalarıyla mı bilinmez ama Leandros, kuleye ulaşmak için yanıp tutuşmaktaydı. Bir gece dalgalara bakarken kulenin tepesinde bir ateşin yandığını gördü. Hero kuleye çıkarak, elindeki meşaleyi sallayıp durmakta, Leandros’u çağırmaktaydı. Deniz durgun, ay, deniz üzerine vuran ışıltılarıyla Leandros’a yol göstermekteydi. Leandros var gücüyle yüzdü, boğazın serin suları dahi yanan gönlünün ateşini dindiremiyordu. Hera’nın elindeki meşalenin yanan ateşi gitgide yakınlaşıyordu. Bir kulaç, bir kulaç daha ona kavuşacak, ince gövdesini kollarıyla saracak, dudakları dudaklarında sevgilisinin yumuşaklığını bulacaktı. Son bir kulaçla karaya ayakbastı, soluk bile almadan kuleye koştu. Kulenin kapısı açıktı, içeri daldı, merdivenleri tırmandı. İlk defa birbirlerine sarılacak bir kadınla, bir erkek nasıl duraklar, karşılarına çıkan mutluluğa nasıl şaşkınlıkla inanmadan bakarlarsa, Hera ile Leandros’ta öyle durakladılar. Meşale söndü…

Bir gece, bir gece daha, Leandros kulede sallanan meşaleye doğru yüzüyor, her gece Hero’ya kavuşuyor ve her sabah, yaz gecelerinin kısalığına üzülerek geri dönüyordu.

Yaz geçmiş, dondurucu rüzgârlar esmeye başlamıştı. Kulede meşalenin yandığını gördüğünde ne rüzgâr, ne dalga, ne soğuk durdurabiliyordu Leandros’u, denize dalar dalmaz durmadan kulaç atarak varıyordu kuleye. Hero korkmaya başlamıştı, denizden çıkan sevgilisinin bedenini saran hızla esen buz gibi rüzgârlar, meşalesini söndürecek gibi oluyordu bazı geceler. Yine de gelme diyemiyordu Leandros’a. Öpüşemeden, koklaşamadan, biri boğazın bir kıyısında öbürünün ayrı kıyısında kalması, akla sığmayan, olmayacak bir şeydi.

Bir gece fırtına daha sert esti Hero’nun elindeki meşalesini söndürdü. Yükselen dalgalar Leandros’un gövdesini döve döve kuleden uzağa götürdüler, bütün gücüyle karşı koymaya çalıştı ama kulenin tepesinde yanan meşalenin ateşini görmüyordu ki, nereye doğru yüzeceğini bilsin. Yol gösterecek olan ay ışığını da kara bulutlar kapatmıştı. Leandros’un yüreğindeki ateş henüz yanıyordu ama kollarının gücü tükenmişti. Buz gibi bir donukluk sarıyordu bedenini. Ne olduğunu bilemeden bıraktı kendini denize. Sabaha karşı deniz ölü bedenini attı kulenin olduğu adacığın kıyısına. Kurşun gibi bir sabahtı. Hero sönen meşalesini yakmış, bitkin ellerinde tutuyordu. Kıyıya çarpan Leandros’un cansız bedenini görünce, ona ölümde olsun kavuşmak için kendini azgın dalgaların arasına bıraktı.”

“Âşık olmayı bende çok istemiştim Kharon. Doğrusu bende çok zaman önce sevdalandım ama suç bendeydi. O güzel kız her gün gelip beni görüyor, aşkından ölüyordu. Ben ne yapıyordum; acele etmiyor, nazlanıyor, onu üzmekten hoşlanıyor, beğenmezlikten geliyordum. Sonra o ahlaksız çıktı ortaya, kandırdı kızcağızı. Benim olan kızla seviştikten sonra, onu unutmaya çalıştım. Biliyorum bütün suç bendeydi ama bana; sen istemedin ki dediğinde, bir daha sevdalanmak hiç içimden gelmedi. Artık her gittiğim limanda başka bir sevgilim var.”

Sabahı etmişler, geçen zamanı anlamamışlardı. Dönüş için limandan ayrılmanın vakti gelmiş, kaptan tayfalara emirlerini yağdırmaya başlamıştı. Güzel bir günün sabahında esen rüzgârla yelkenler dolmuş, denize açılmışlardı.

Güneş ışıkları altındaki denizin, gümüş parıltılar saçan köpüklü dalga tepeleriyle kesintiye uğrayan sonsuz görüntüsüne gözleri alışmış, onu hayalini kurduğu geleceğe taşıyordu.

Kharon’un günlerdir süren yolculuğunun ve yokluğunun özlemiyle geçen zaman içinde Minokta, sık sık Bayan Federica’nın yanına giderek, üzerinde çalıştığı Agora Manastırına bağışlanacak olan tabloyu tasarladığı şeklide yapmasında sorun çıkmaması için görüşmekteydi. İsa’nın çarmıhtan indirilişi sırasında yanında bulunan ve acı içinde haykıran Maria Magdalene’in, göğsünü ve sırtını geniş şekilde açık bırakan giysisi ile yapmayı tasarladığını, bu görünüşünün fahişe geçmişiyle bağlantılı olması ile günahkâr ve tövbekâr kadınların koruyuculuğunu anlatmak isteğinden söz ediyordu.

Bayan Federica, buna karar verecek olan kişinin kendisi olduğu düşüncesini her ne kadar önceden söylediyse de, manastıra giderek görmesini ve oradaki rahiplerinde yaşadığı ruhu içinde hissettikten sonra yapmasını salık verdi.

Kharon’un yokluğu sırasında Bayan Federica’ya yaptığı ziyaretlerde “Kız Kardeşler” topluluğuna da ilgisi artmıştı. Bu ilginin odağında olan rahiplerin (Fréres Minours) ve manastırın yaşatacağı duyguları da iyice içinde hissedebilmek isteğiyle oraya gitmek için birkaç gün daha bekledi. Belki bu sürede Kahron’da geri dönmüş olur, birlikte gidebilirlerdi.

Cenevizli tacirlerin, gemileri ile uzun zamandır yürüttükleri deniz ticaretinin güvenli limanı Konstantinopolis’e dönmek üzere Cenova’da yelkenlerine dolan rüzgârın gücüyle yola çıkan Elettra gemisi, giderken izlediği rotayı takip ederek denizleri aşıyordu. Yol boyunca uğradıkları limanlar değişmemişti. Giderken uzaktan görerek yanından geçtikleri Lemnos adası, bu defa rotayı değiştirerek girdikleri tek liman olmuştu. Adada uzun zaman öncesinden beri elde edilen ve pek çok hastalığa ilaç olduğu kadar, muska olarak ta kullanılan kutsal tozdan almak üzere Pournika körfezine girerek demir atmışlardı.

Kharon, Terra Lemnia olarak bildiği, pembe renkli ve oldukça değerli tozu, özel olarak bazı mozaiklerin yapımında kullandığını anımsayarak, üretildiği yerleri görmek üzere yanına Zephyros’u da alarak birlikte karaya çıktılar.

Yüklemenin yapılacağı kısa süre içerisinde, Moskhylos tepesine tırmanarak bu toprağa atfedilen erdemlerin çıkarıldığı alanı gördüler. Kharon buradan kendisi için, her türlü kötülüklerden koruyan beyaz renkli Lemnia Sphragis toprağından bir kese aldı.

Adadan, çanak çömlek yapımında kullanılan toprağın yüklemesi bitmeden de geri döndüler. Artık Konstantinopolis’e kadar uğrayacaakları başka bir yer kalmamıştı. Bir fırtına ile karşılaşmazlar, boğuşacakları dalgalar olmazsa ertesi gün oradaydılar. Bu kadar azgın denizleri geçtikten sonra, kaptan Guido’nun avucunun içi gibi bildiği Propontis denizini de herhalde aşarlardı, hem yanlarında iblislerin şerrinden, her türlü kötülükten koruyan kutsal tozdan da bol miktarda bulunmaktaydı.

Minokta, yüzünde beliren bir gülümsemeyle, nefes kesecek kadar güzelliğiyle ilgi çeken ve ölümüyle bile unutulmayacak olan İskenderiyeli matematikçi kadın, Agora’nın adını daha öncede duymuş olduğunu anımsadı. Bunu bir işaret olarak kabul edip, tek başına Sikai kıyısındaki manastıra giderek Fréres Minours olarak bilinen rahipleri görecekti. O günde Kharon’un gelemeyeceğini anladıktan sonra, yapacağı mozaik tablo için çizdiği örnekleri göstermek üzere; giriş kapısının ortasında, Latin haçı etrafında çapraz şekilde duran iki kolun yer aldığı armasıyla (İnsignia) Fransisken tarikatına ait olduğu belli olan simgenin altından geçerek içeri girdi.

Soğuk ve karanlık olan manastırdan içeri girdiğinde, beyaz renkli kalın bir iple belini bağladığı toprak renkli cüppe giyen bir rahip karşısına çıkarak Minokta’yı içeri aldı. Adının Angelo olduğunu söyleyen rahip ona yol gösteriyordu.

Girişteki holün sağ tarafında bir çarmıh tablosu ile sol tarafında adını bilemediği bir azize ait resim bulunmaktaydı. İç kısma geçmek için iterek açılan iki giriş kapısından biri üzerinde on iki yıldızın çevrelediği Maria’in sıfatlarından “Mater Ave” yi simgeleyen M ve A harfleri, diğer kapının üzerinde ise İsa sembolü olan X ve P harfleri işlenmişti.

İç kısımda ana sunağa doğru yürürlerken, sol tarafta başları üzerinde dolaşan meleğin altında karşılıklı duran iki Fransisken rahibin resmedildiği bir tabloyu gören Minokta, Rahip Angelo’ya;

“Peder, buraya Bayan Federica’nın isteği üzerine yapacağım bir mozaik hakkında görüşmek için geldim, burada da kimseyi tanımıyorum, acaba sizinle konuşabilir miyim?”

“Bayan Federica mı dediniz? Bayan Federica bizim için çok saygın ve önemli birisidir, hatta bakın, ana sunaktaki Maria tablosu da onun manastırımıza bağışıdır.”

“”Evet, kendisi tanıdığım en iyiliksever insanlardan biridir.”

“Yalnız iyiliksever değil, aynı zamanda bizim hamimizdir de; tarikatımız kendisini Konstantinopolis’teki tüm kız kardeşlerin başkanı olarak tanımıştır. Ne için gelmiştiniz buraya?”

“Bir mozaik tablo üzerinde konuşmaya”

“Nedir söylemek istediğiniz?”

“Söylemekten çok, size yaptığım taslakları gösterebilirim?”

“Pekâlâ, alttaki trapezaya ineriz o zaman ama önce Bayan Federica’nın bağışı, Acı Çeken Maria tablosunu göstermek isterim.”

Ana sunağa doğru ilerlerlerken, daha küçük olan sağ yandaki sunakta, arkasındaki haçın önünde, ellerini havaya kaldırmış duran İsa ile alt tarafa işlenmiş dört adet değişik figürün bulunduğu tablo vardı.

“Peder Angelo, bu figürler neyi temsil etmektedirler?”

“Melek Aziz Matta’yı, Aslan Aziz Markos’u, Boğa Aziz Luca’yı ve Kartalda Aziz Yuhanna’yı.”

“Biz daha çok Aziz Yuhanna’yı biliriz.”

Karşı taraftaki yan sunakta ise elleri yaralı Aziz Francesco’nun bir tablosu durmaktaydı.

Ana sunağı önüne geldiklerinde de, göğsüne saplanmış yedi adet hançerin simgelediği Acı Çeken Maria tablosunda İsa’nın cansız bedeni, beyaz kefenin üzerinde Maria’in kucağındadır. Göğsündeki yara izinden kan sızmakta olduğu halde yüzünde huzur dolu bir ifade ile resmedildiği tabloda, Maria’in göğsüne saplamış yedi hançer, çektiği acıları ifade etmektedir.

Minokta, kendi bildikleriyle karşılaştırmak adına;

“Peder Ancelo, Maria’in göğsüne saplanmış bu hançerlerin anlamı nedir?”

“İsa’nın çarmıha gerilmesini görmekle kehanetlerin doğrulanması, Maria’in acılarını anlatmaya yeter sanırım.”

Minokta, gözlerinden sızan yaşlara mani olmadı. Başındaki mapharionun ucuyla gözyaşlarını silerek;

“Bu tabloda, Maria’in olduğu kadar tüm kadınların da acılarını gördüm peder!”

“Ah kızım, şimdi anlıyor musun Aziz Francesco’nun, kadınları yücelterek çektiği acılara ortak etmesini?”

“Bu acıların bir sonu yok mudur peder?”

“İsa, bütün insanları ilk günahtan kurtarmak için haça gerildi. İnanç kutsal kitaptan, akıl ise düzenlenmiş ve yorumlanmış duyulardan beslenir ve her ikisinden ortaya çıkan bilginin dayanağı Tanrı’dır. Bu iki bilginin uyumlu olması gerekir, yani; inanç, akıl ile bağdaşır.”

“Bunu duymak beni çok rahatlattı peder.”

“O zaman yemekhaneye inebiliriz.”

Sade yaşamlarında olduğu gibi düzenlenen yemekhanede, Minokta, yapacağı tablo için hazırladığı taslakları, Peder Angelo’ya gösterdi. Uzun uzadıya taslakları inceledikten sonra;

“Maria Magdalene’yı mı yapacaksın?”

“Evet Peder, gördüğünüz gibi yapmak istiyorum onu. Günahkârların en açık örneği; Mesih’i en iyi ve en doğru anlayan Magdalene’yı, açık olan göğsü üzerine dökülen uzun saçlarının kapatamadığı çıplaklığını, sarındığı örtünün altından dahi belli olan vücut hatlarıyla, bakışlarını yukarıdaki uçan iki meleğe doğru çevirmiş, bir haçın önünde duran kayanın üzerine oturur şekilde. Bir elini, hayatın geçişini anlatan kafatasının üzerine koymuş, oturduğu yerde duran kök demeti de sıra dışı olarak, orucu hatırlatacak şekilde tasarladım bu tabloyu.”

“Bu, bu resim inanılmaz bir şey. Bunu tasarlayabilmek dahi sanatının gücünü göstermekte ve tamda Aziz Francesco’nun söylediklerini işaret etmekte;

Issız yerlerde yaşamak isteyenlere açıkça belirttiği gibi; hayattan çekilip, dindar ve gözlerden uzak yaşamak isteyenler üç veya en fazla dörder kişi olsunlar, ikisi annelik yapsın, diğer bir veya iki din adamı da onların evlatları gibi olsunlar. İlk adı geçen Marta gibi, diğer ikisi de Maria Magdalene gibi yaşasınlar. Maria’in örneğini takip edecek kişilerin bir küçük avlusu olsun ve her kişinin içinde yatacağı ve yaşadığı bir hücresi bulunsun. Öyle ki beraber yaşamasınlar. Her gün güneş battığında günün son duasını söylesinler ve sessiz durmaya gayret etsinler. Belirli zamanlarda dualarını söylesinler ve sabah duası için şafakta kalksınlar. Dualarında her şeyden önce Tanrının hükümdarlığını ve onun adaletini dilesinler.

Manastırımıza nadide bir eser bağışlayacak olduğunu Bayan Federica’ya iletebilirsin.”

“Peder Angelo, buraya gelirken duyduğum en büyük kuşku, kadınları dışlamayan, aksine onları birleştiren, Aziz Francesco’nun, yolunda olanların yapacağım tabloyu kabul etmeyecek olmaları düşüncesiydi. Ben basit bir sanatçıyım peder ve kardeşliği yeni tanıyorum. Benim yaşadığım yerde kadınlar görülmez ve işitilmez, hatta onların adları dahi bilinmez.”

“Varlığımız ve birliğimizle, bulunduğumuz yerlerdeki kadınların inancını kazanmak istiyor. Onları sığınacakları ve korunacakları dayanışmaya çağırıyoruz.”

“Beni aydınlattınız Peder, yapacağım tabloyu tamamlamak biraz zaman alacaktır ama sakın merak etmeyin, bitirdiğimde getireceğimi bilmenizi isterim.”

“Yolun açık olsun evladım. Kapılarımız herkese ve her zaman açıktır.”

12. Bölüm

Minokta, Bayan Federica’ya gitmek üzere hazırlandığı sırada, kapıya hızlıca vurulduğu duydu, içinden bir ses Kharon’nun döndüğünü haber veriyordu. Koşarak gidip kapıyı açtığında karşısında Kharon’un durduğunu gördü. Sevinç ve hasretle sarıldı. Kharon onu kuvvetli kollarının arasına alarak kapıdan içeri girdiler. Günlerdir yaşadıkları özlemle doyumsuzca öpüştüler. Kharon onu kollarının arasından uzaklaştırarak;

“Seni ne kadar özledim Minokta, bütün yolculuğumun her anı benimle birlikteydin. Denizleri birlikte aştık, birlikte gezip gördük bütün limanları.”

“Ya ben Kharon, ya ben! Bende en az senin kadar özledim. Her an güçlü bedeninle yanımdaydın. Bir daha sakın ayrılmayalım Kharon.”

“Söz veriyorum. Bir daha asla seni yalnız bırakmayacağım.”

“Her an ve her yerde birlikte olalım Kharon.”

“Elbette sevgilim, her an yan yana olacağız.”

“Anlat bana neler yaptın, neler gördün?”

“Hepsini sana anlatacağım, tüm yaşadıklarımı ve hissettiklerimi anlatacağım ama şimdi o kadar yorgunum ki; yol boyu günlerdir doğru dürüst uyumadım ve seni görebilme heyecanıyla buraya kadar gelebildim ve seni gördüm.”

“Yokluğumda sen neler yaptın? Sende bana anlat.”

“Hiç anlatmaz olur muyum, aslında çok heyecanlıyım ama anlatacaklarımı sonraya saklıyorum. Sen bugün yat ve dinlen, ben de bugün Bayan Federica’ya gideyim. Geldiğimde seni kaldırırım. Anlaştık mı sevgilim?”

“Anlaştık ama gitmeden önce sarılmanı ve özlediğim sıcaklığını hissetmek istiyorum.”

Minokta, gittiği Agora manastırından Peder Angelo’nun saygılarını Bayan Federica’ya ileterek;

“Dün gitmiş olduğum manastırda Peder Angelo’ya yapacağım tablonun taslaklarını gösterdim ve büyük bir beğeni ile karşıladı.”

“Çok güzel, kız kardeşlerimiz Tanrı’nın sevgi dolu bilgisinde büyümeye çalışıyor. Kardeşliğimizin saygınlığı ve itibarı buna bağlıdır. Sevgi ve bilgi ile çalışacak olan her kadın bizim kardeşimizdir. ”

“Ama ben sadece sizin için bir tablo yapmaya geldim. Sonrası ne olacaktır ki beni de bir kız kardeş olarak kabul etmektesiniz.”

“Sen bir aday (postulant) oldun bile. Bundan böyle kendi yeteneklerin doğrultusunda,  bir fazilete yönelerek sanatınla yapacağın çalışmalar cemaatimiz adına olacaktır. Sadece bir tablo değil, bütün yapacağınız eserlerin tamamını cemaatimiz sahiplenecektir.”

“Şimdi ben bir kız kardeş miyim?”

“Manastırda yaşayanlar ile bizlerin arasındaki farklılık bunu başka bir şekilde kabul etmektedir. Ama sonunda hepimiz aynı amaç doğrultusunda yaşam sürmekteyiz. Sanatın ve bilginin en kıymetli hazine olduğunu kabul ederek, geri kalan hiçbir şeyde değer aramayız.”

“Mesih’in ilk havarileri arasında dahi pek çok kadının yer almasına rağmen, zamanla bu kadınlar yok sayılarak önce din, sonrada yaşamın her alanından çıkartılarak evlere kapatılmış, yalnızca aile, annelik ve bekâretleri kutsanarak karanlığa boğulmuşlar, görülmez hale getirilmişlerdir. İncili yayma gibi ulvi görevi üstenen kız kardeşliğin yanında, benim de amacım; kadını görünür hale getirerek, erkeğin yanında ve değerinin aynı olduğunu anlatmaktır.”

“Tamda bu nedenle, ikinizin de yapacağı, yani kadın ve erkeğin birlikte yapacağı eserleri cemaatimiz adına sahiplenmek; erkek hâkimiyetin yapısını ters çevirerek, kadınlığı yeniden oluşturmak, kadın ile erkeğin yaratılış olarak tamamen eşit olduğunu söyleyen İncil’in dediğini yerine getirmektir.”

Minokta önünde açılan bu alanı değerlendirerek, yeni çalışmalarına hız verecekti ama onun esas isteği tamamen ve kendi bildiğince özgür olarak yaratabilmekti. Oysa şimdi kız kardeşler ve bağlı olduğu cemaat için çalışacaktı. Bunu da yeni alanlara açılabilmenin bir basamağı olarak kullanabilme düşüncesiyle Bayan Federica’nın yanından ayrıldı. Başlangıçta var olan düşüncelerini böylelikle hayata geçirebilecekti. Ancak unutmaması gereken bir başka noktada Ortodoks bir inanç içinde yaşadığıydı. Katolik dünyasında dahi farklı bir inancı temsil eden cemaat adına yapacakları işlerin sonucu nasıl olacaktı? Bu sorunun cevabıysa kendi kafası kadar karışıktı. 

Minokta eve döndüğü zaman, Kharon’u göremeyenince, doğruca yatağının yanına gitti. Kharon hala yataktaydı. Kendi kendine; canım ne kadarda yorgunmuş hala yatıyor diye düşünerek, eğilip dudaklarına bir öpücük kondurdu. Dudaklarında Kharon’un sıcaklığını hissetti. Sanki her zamankinden daha sıcaktı dudakları. Birde, elini alnına koyarak kontrol etmeye çalıştı, Kharon kıpırdanmaya başlayınca sessizce dışarı çıktı.

Uyandığında yemesi için bir şeyler hazırlayarak, yapacağı yeni tablosuna bir ad bulmaya çalıştı fakat içi hiç rahat değildi. Kharon, günlerce çalışmaya ve yorgunluğa alışık bir insandı. Zamanında yetiştirilmesi gereken bir mozaik için atölyede kaldığı zamanlar ne kadar yorulursa yorulsun ertesi gün uykusundan her zamanki gibi erkenden kalkardı. Demek ki bu sefer hiç birine benzemiyordu. Keşke gitmemiş olsaydı bu yolculuğa. Yüreğinde duyduğu kuşkular, kafasındaki karmaşık düşüncelere eklenmiş hiçbir şey düşünemez olmuştu.

Kollarını açarak yere diz çöktü;

“Baba’ya, Oğul’a ve Kutsal Ruh’a şan olsun.

Kurtarıcımız Tanrı, şimdi sana sığınıp bütün aklım ve yüreğimle sana yöneliyorum, beni esareti altına alan tüm kuşkulardan ve kötü düşüncelerimden kurtar.

 Şimdi, her zaman ve sonsuzluklar boyunca… Âmin.”

Kharon yataktan kalmış ve yanına gelmişti. Ayağa kalkan Minokta onun karşısında durduğunu görünce gözyaşlarını tutamadı. Minokta’yı kollarıyla kavrayarak göğsüne yaslayan Khron;

“Neden ağlıyorsun? Biliyorum, bunca zaman ayrı kalmak seni çok mahzunlaştırdı ama artık döndüm, ağlamalı değil gülmelisin.”

“Evet Kahron evet, bende biliyorum ama elimde değil işte. Bunca zamandır yataktan çıkmayınca kuşkulanıp durdum, iyisin değil mi? Yorgunluğun geçti mi?”

“Oh, çok iyiyim ama çokta açım. Hem de her şeye!”

“Tamam, tamam doğru söylediğine şimdi inadım. Kalktığında yemen için bir şeyler hazırlamıştım.”

“Hadi o zaman daha fazla dayanamayacağım. Gel bir testide şarap açalım ve sana yolculuğumu anlatayım.”

Karşılıklı oturdular ve bir testi şarabı bitirinceye kadar konuştular, Kharon uğradıkları bütün limanları, gördüğü yerleri ve fırtınalı denizleri anlatıp durdu.

Aldığı hediyelerin tümünü Minokta’ya verdi. En sonunda Limnos’ta aldığı pembe renkli Terra Lemnia tozunu eşyalarının arasında buldu.

“Bak Minokta, bu toz, pek çok hastalığa ilaç olduğu kadar, muska olarak ta kullanılan kutsal bir toz. Bu tozdan, yapacağın mozaiklerin harcına katarsan, onları gören gözlerin bir daha unutmayacaklarından emin olabilirsin.”

“Herhalde sende kullandın ki biliyorsun. Yoksa senin sırrın bunda mıdır?”

“Bu bir sır değil Minokta, maharet ve ustalık.”

“Ve de çok çalışmak…”

 “Elbette, çalışmadan bir şey kazanmak mümkün değil. Ne beğeni, ne takdir ne de unutulmazlık, sanatçılar eserleriyle ve ustalıklarıyla yaşarlar. Eskilerden gelen heykellere, mozaiklere, yapılara bak, hepside varlıklarını koruyorlar, takdir ve beğeni ile karşılanıp bizden sonra geleceklerde aynı değerde kalıyorlar, hatta onlardan sonra geleceklere de… Hep ben anlattım, birazda sen anlat bakalım.”

“Her şey çok iyi ve çok güzel, her şeyden önce yapmayı arzu ettiğim Magdalene Maria tablosunu, Bayan Federica’nın, kız kardeşler cemaati adına ve konulacağı yer olan Agora Manastırı’nın da oluruyla kabul edilmesini sağladım.”

“Ya, peki nasıl yaptın bunu?”

“Yalnızca bunu değil Bayan Federica bundan sonra birlikte yapacaklarımızın da tamamını Azize Clara’nın, kız kardeşler topluluğu için yapmamızı istiyor. Bana da yol gösterdiği inançlarının doğrultusunda hareket etmek, amacımızın gerçekleşmesi uğruna fazlasıyla etkileyici geliyor. Sen ne dersin bu düşünceme, sende Bayan Federica’yı tanıdın ve daha önemlisi Cenova’da Azize Clara kilisesi ile manastırını gördün, tanıdın ve oradaki rahiplerle konuşarak yeni fikirler kazandın. Önümüze açılan bu kapıdan geçerek malın, mülkün, paranın hiçbir kıymetinin olmadığı yepyeni bir yaşam şekli mi oluşturalım?”

“Aslına bakacak olursan ne, sen ne de ben bunlara önem verir, peşinden koşarız. Beni karar vermekten alıkoyan, ikili bir yaşamın içine girecek olmamızdır. Bir yanda Azize Clara, öte yanda Ortodoksluk. Yaptığım yolculuğun bana kattıklarından biriside orada daha başka inançlarında olduğunu görmek. Aziz Francesco’nun yanında, Aziz Dominicus’un da rahiplerini görmek oldu.”

“Aziz Francesco’nun yolunda olan rahipleri bende gördüm ve az çok tanıdım. Onlarda en az papazlar kadar saygıdeğer. Aziz Dominicus rahiplerini bilmiyorum ama onlarında diğerleri kadar saygıdeğer olduklarından kuşkum yoktur.”

“İki görüşünde aynı amaca hizmet etmek olduğunu biliyorum ama değerler konusundaki yaklaşımları farklı. Uzun yol boyunca kaptanla birlikte geçirdiğimiz gecelerde anlattıklarına göre;

Fransisken rahipler, İsa’nın yoksul bir yaşam sürmesine dayanarak, kiliselerinin insanların mal mülk edinmeyi terk ederek, bütün varlığını ihtiyaç sahiplerine dağıtması gerektiğini öngörmekteler.

Dominikenler ise kiliselerinin varlık içinde olmasının Tanrıyı onurlandırmak olduğunu, insanların gelirini ve varlığını Tanrıya olan borçlarını ödeyebilmek için kiliseyle paylaşması, aksi yönde davranışın Tanrıyı aşağılamak olacağını söylemekteler.”

“Kiliseler hayranlık uyandıran şeylere sahip olmak isterler. Filozof ve sanatçıların yetişmesine katkıda bulunan Fransiskenler, aklın bir ürünü olarak sanatı ve sanatçıları destekler. Kilisenin görsellik kazanması sanatçılar tarafından sağlanır. Ticarette zenginleşen aileler sanatçıları korumaya alarak çeşitli eserler yaptırırlar. İsa’nın üzerindeki kıyafetler kimindi? Evet, onun değildi, bir mal varlığı edinmemişti, dolayısıyla kilisenin bünyesindeki kıymetli eserlerinde bir parasal değeri olmaz.”

 “Bu inançla yolumuza devam etmeliyiz Minokta. Yaşam şeklimizin bir rahip gibi olması gerekmiyor, önemli olan hizmet edeceğimiz amaçtır.”

 “Kharon, beni yaşadığım kafa karışıklığından kurtardın. Amacımız kadını evden dışarı çıkartmak ve görünür kılmak için çalışmaktır. İlk günah üstünde o kadar çok duruldu ki, ilk masumiyeti unuttuk!”

“O zaman çok daha net ve tek noktaya odaklanmış halde çalışmaya başlayabiliriz.”

“Sanatımızı icra ederken her ne kadar isteklere uymak zorunda kalsak da, Bayan Fedrica’nın hizmetinde ve kız kardeşler topluluğu adına çalışmaya başlamadan önce Bizantion’un sanatını yaratanlarla aynı koşullarda çalışan sanatçıları tanımak ve onların neler yaptıklarını görmek istiyorum.”

“Haklısın Minokta, isteklere uyarak, sınırları belirlenmiş bir sanatı icra etmek,  amacımızdan uzaklaşmaya neden olacak kadar baskın ve belirleyici olacaksa, o zaman bu yola hiç girmemeliyiz.”

“Diğerlerinin neler yaptığını görmek ve onların, kadınlar adına ne söylediklerini anlamak için kız kardeşleri tanımam gerek. Bayan Federica her ne kadar beni şimdiden postulant yaptıysa da bu süreçte göreceklerim, amacımı belirleyecektir.”

Minokta, Kız kardeşler cemaati içinde resim yapan, şiir yazan, kitap kopyalayan, fresk yapan ve müzik yapan kadınlarla tanıştı. Cemaate bağlı rahibelerin dışında ve manastır kurallarına bağlı olmaksızın ama onlarla aynı görüşleri paylaşan Bayan Federica’nın yanında, yüksek sınıfa mensup kadınların da edebiyatın değişik türlerinde eserler verdiğini görmek, Minokta’nın kendine güvenini bir kat daha artırdı.

Müzikle uğraşan kadınların kâfirlik yaydığını söyleyen kiliyse karşın, kadınlar yaptıkları bestelerle kendi kadınlıklarını tanımlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktaydılar. Çarpıcı sesleriyle yaptıkları besteleri seslendiren kadınların müziğe katkılarını duymak ve Maria Magdalene adına bestelenerek “Düşen Kadın” adlı ilahiyi dinlemekte yalnız olmadığının kanıtı gibiydi. İlahiden o kadar çok etkilenmişti ki sözleri adeta beynine çakıldı;

Tanrım, pek çok günaha giren o kadın

Senin sonsuzluğunu anladı.

Ve mür konan kadınların yürüyüşüne katıldı

Haykırıyor, size mür getirir, gömülmeden önce siz

“Ah” diye ağlıyor, “gece nasıl da çöktü üzerime,

Karanlık ve aysız bir delilik,

Günaha bu açlık.

Gözyaşlarımı al

Sen ki bulutlardan su çeken,

Eğil de gör yüreğimin iç çekişini,

Gizemli doğumunla cennete kavuşan sen

Lekesiz ayaklarından öpeceğim

Kurulayacağım onları

Saçlarımla

Ne zaman ki Cennetteki Havva tan vaktinde

Ayak sesini duyacak senin, korkuyla saklanacak.

Günahlarımın izini kim sürecek,

Ya da büyük gazabının, ey ruhumun kurtarıcısı!

Bırakma beni, kölenim

Sonsuz merhametinin.”

Kadın sanatçıların tüm kısıtlamalara rağmen eserlerini üreterek, kadınları evlerine hapseden anlayışa karşı çıkmaları, kendilerine karşı ön yargılar ile savaşmak zorunda kalmaları, Minokta’yı iyice güçlendirmişti.

Soylu, varlıklı ve iyi eğitim almış kadınlarla paylaştığı düşünceleri Minokta’yı Kız kardeşler cemaati adına çalışabileceği kararlılığına ulaştırdı.

Şimdi tamda tasarlayıp, Peder Angelo’ya tarif ettiği gibi; günahkârların en açık örneği Magdalene’yi, Mesih’i en iyi ve en doğru anlayan kadını, açık olan göğsü üzerine dökülen uzun saçlarının kapatamadığı çıplaklığını, sarındığı örtünün altından dahi belli olan vücut hatlarıyla, bakışlarını yukarıdaki uçan iki meleğe doğru çevirmiş, bir haçın önünde duran kayanın üzerine oturur şekilde, bir elini hayatın geçişini anlatan kafatasının üzerine koymuş, oturduğu yerde duran kök demetini de sıra dışı olarak, orucu çağrıştıracak biçimde yaptığı tabloya “Innocent Victim adını verdi.

Mozaik tabloda, görüneni değil görünmeyeni anlam iletecek bir araç olarak kullanan Minokta, sanatının gücünü ortaya koyduğu eseriyle beğeni ve takdir kazandı. Bunda Terra Lemnia tozunun etkisi olup olmadığını bilemedi ama bundan sonra yapacağı mozaiklere aynı sihirli tozdan katacağına emindi.

Artık yaşamına kız kardeşler topluluğu içinde devam edeceğinden, Bayan Federica tarafından (postulant) aday olarak kabul edildiği dönemden çırak (novitiate) olarak görüldüğü diğer bir alana geçmişti. Önceden olduğu gibi bu alanda da insan bedeninin doğuştan gelen haysiyetini ve Tanrı tarafından verilen cinsel armağanının ilişki kapasitelerini ve onların tamamlayıcılığına yönelik çalışmaları ağırlıklıydı.

Minokta, gördüğü beğeniler ve topladığı takdirlerle, Kharon’un da özveriyle hazırladığı statumen, rudus ve nucleus katmanlarını döküldükten sonra saf kireç ile hazırladığı harcın içine Terra Lemnia tozunu karıştırmayı da unutmadan, oluşturduğu son üst katmana. tesseraları yerleştirilerek peş peşe mozaik işlemeli tablolarını tamamlamaktaydı.

Kadınları tüm kötülükleri kaynağı olarak gören ve “en iyi kadın, hiç konuşmayan kadındır” diyen anlayışa karşı öylesine büyük bir tutkuyla çalışıyordu ki, kız kardeşler cemaati içerinde olduğu kadar eserlerini gören diğer insanların da dikkatini çekiyor ve kafalarında var olanın dışında başka düşüncelere yol açıyordu.

Bu kez yaptığı tabloda aynı anlayışı yansıtacak, Oedipus’un karşısına çıkan, göğüsleri kadın, gövdesi aslan ve kanatları olan şeytanı andıran kadını, SPIHNX’e benzer biçimde; bir mermer kaide üzerinde yüzüstü uzanmış, göğüslerinin ezilmemesi için dirseklerinden destek alarak vücudunu kaldırmış, çıplak ve başı dik şekilde duran çizgilerle resmetti. Ayrıca tablonun alt kısmına; Sphinx’in karşısına çıkanlara sorduğu ve cevabını bilemeyenleri yediği, iki bilmecenin cevaplarını da gösteren kısmı ekledi.

Doğan ve batmakta olan güneşin çizdiği bir yayın altında, insan ömrünü temsil eden, emekleyen bir bebek, dimdik yürüyen genç bir insan ve elinde bastonu ile yürümeye çalışan bir ihtiyarı, yaşamın üç aşamasını gösterir biçimiyle yaptı.

Minokta’nın işlediği mozaik tabloları ile Kahron’un yaptığı freskler ve temperaları, Konstantinopolis‘in dışında, Alexandria, Adania, Marida gibi başka şehirlere hatta Persia, Syria ülkelerinde bulunan manastırlara kadar yer almaktaydı.

Eserlerinin, Anatolia ve ondan da ötedeki ülkelerde dahi beğeni kazanarak talep görme kanısını oluşturan; aşırı büyüklük endişesinde olmayan ve antik eserlere karşı duyulan hayranlığı birleştiren bir yapının ihtiyaçlarına cevap veren ve gelişen bir sanat örneği olmasındandı. Mozaiklerin taşıdıkları asil zarafet, yumuşak çizgiler, tazelik ve canlılık ile şekillenişlerindeki incelik ile eski heykel ve kabartmalarda olduğu gibi, antik modellerin yerini tutabilmesi, freskler ile temperalarınsa, bilerek yapılmış genişliği, ışıkların kuvveti, hassas bir şekillendirme ile insan vücutlarına Bizantion sanatının kaybettiği hacim ve ağırlığı yeniden kazandırmasındandı.

Seljuklar ile anlaşmaların gereği, serbest ticaret yapmalarına izin verilen Latin tüccarları, Doğu’nun emtiasına ulaşmak için Anatolia güzergâhını kullanmışlardı. Değerli malların ticareti, özellikle siyasi birlik ve emniyet sağladıktan sonra artmıştı.

Sultanlar, tüccarların hakkını çok iyi bir şekilde koruyorlardı. Büyük Mongol hakimiyetinin ardından, Seljuklar, yerlerini Beyliklere bırakmış olsalar da, kendilerini onların varisi sayan anlayış aynı düzeni korumuştu.

Kent halklarının zenginliği, ticaretin gelişkinliğinin de göstergesiydi. Hıristiyan nüfusun yaşamına devam etmekte olduğu Seljuklar ile iyi ilişkiler içinde olan Bizantion’un ortak yaşam kültürü, bu dönemde de devam etmekte, halklar arasındaki ilişkilerde sanat eserleri, günlük yaşamda birbirlerini daha iyi tanımalarına da sebep olmaktaydı.

Özellikle Ermeni, Gürcü, ve Latinler ile olan siyasi, coğrafi ve kültürel ilişkilerin devam ettiği yerlerden gelerek, ustalık isteyen mimari, resim, el yazması, seramik ve madencilik v.b alanlarda faaliyet gösteren gezgin sanatkârlar; Seljuklardan önceki zamanlarda var olan sanatsal birikimleri ve estetiği, yeni oluşan bu yapıya aktarımını sağlayan bir gruptu.

Egemen oldukları topraklarda kalıcı eserler bırakmak isteyen Sultanların saraylarında yaşayan akrabaları arasında Hıristiyan inancı taşıyan kişiler vasıtasıyla, mimari yapılar ve sanat eserleri için gezgin sanatkârlardan yararlanıyorlardı.

Seljuk egemenliğindeki Hıristiyan topluluklarda, bu yapı içerisinde onları çevreleyen kurumlar olmadığından hızlı bir kültürel sürece girmişlerdi. Kendi inançları doğrultusunda yeni kilise ve manastırların yapımı veya mevcutların onarımları ile süslenmeleri için gezgin sanatçıları kullanıyorlardı.

Baskıların olmadığı ve inançlarını yaymak adına gelen rahipler ve keşişlerde kendilerini mevcut yapı içerisindeki toplumun tam ortasına yerleştirerek, ihmal edilmiş alanlarda İncil’in mesajlarını vermek amacıyla misyonerlik faaliyetlerinde bulunuyorlardı.

Misyonerlik çalışmalarında bulunanlar, başarılı olabilmek için gittikleri bölgeleri iyi tanıyarak, dil ve kültürlerine yabancı kalmazlardı.

Konstantinopolis’te olduğu kadar, değişik bölge ve şehirlerde de tanınan Minokta’nın M’si ile Kharon’un Kh’si anlamını ifade eden, MX sembolü taşıyan eserler, Anatolia’da yeni yapılanan Hıristiyan unsurlar tarafından da aranır olmuştu.

13. Bölüm

Kız kardeşler cemaati için çalışan Minokta’ya, sanatı konusunda yetkinleşen başarısının karşılığı olarak, Bayan Federica yeni bir teklifte bulundu.

“Yaptığınız çalışmaların ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Bunca zahmet ve emeğin karşılığı, Kharon’a bir istekten söz edeceğim .”

“Bayan Federica, Kharon’a haber vereyim derhal gelsin.”

“O kadarda acil değil, yarın veya sonraki bir günde olabilir.”

“Ben söylerim, yarın sizi görmeye gelir Bayan Federica.”

“Kharon’a yarın beklediğimi söylersin.”

Kharon, Bayan Federica’nın isteği üzerine ertesi gün yanına giderek;

“Sizin için ne yapabilirim Sayın Bayan?”

“Benim için değil Kharon, Aziz Bonaventure için. Onun adını taşıyan Kilisede yapılmasını istedikleri resimler var. Anatolia’da yeni bir yolculuğa çıkmak ister misin?”

“Neden olmasın? Anatolia’da yollara düşmüş pek çok sanatkâr var. Bende onlar gibi istenilen yerlere gidebilirim.”

Kharon, Bayan Fedrica’yı kırmamak üzere böyle söylemişti ama bir yandan da Minokta’ya vermiş olduğu söz vardı. Ne yapacağı konusunda kararsızdı, galiba Bayan Federica’nın isteğini geri çevirmek çok yanlış olacaktı.

“Güzel, o halde Caesarea’ya gitmek üzere hazırlan. Peder Pietro, Kiliseyi resimlemek istiyor ve senin en iyisi olduğunu biliyor.”

“Nereden duymuş benim adımı?”

“Konstantinopolis’te görmüş eserlerinizi ve hayranlıkla izlemiş. Şimdi kendi Kilisesinde de görmek istiyor, sanatını görenlerin hayranlık duyacağı resimlerini.”

“Bu kadar çok büyütmeyin Sayın Bayan, ben basit bir sanatçıyım alt tarafı, elimden gelen tek iş budur.”

“Gereğinden fazla mütevazılıkta bulunma Kharon.”

Kharon’un yeniden yollara düşeceğini öğrenen Minokta endişelenir, zira tekin olmayan bir yolculuğa çıkacaktır. Neyle karşılaşacağı belli değildir. Gitmesini istemez ama bir anlamda da Bayan Federica’yı kıramayacağını bilmektedir.

“Nasıl gideceksin oralara kadar Kharon?”

“Endişelenme Minokta, karşılaşacağım tehlikelerin farkındayım ve ben de bu yolculuğa tek başıma çıkmayacağım. Ticarette bulunanlar, can ve mal emniyetleri için koruma altında seyahat etmekte, bende onlara katılacağım, onlarla birlikte gideceğim. İkonia’ya giden bir kervanı ayarladım bile.”

“Sen oraya gitmiyorsun ama?”

“Orada yollar ayrılıyormuş, Kuzeye gidenler ile güneye gidenler bölünerek yollarına devam ediyorlarmış ben de kuzey yönüne gidenlerine katılıp yola devam edeceğim, Caesarea’da Aziz Bonaventure kilisesini bulacağım. Peder Pietro, kilisesisini fresklerle donatmak istiyormuş.”

“Bu çok iyi olacak, Anatolia’nın merkezinde olan bir kilisede resimlerinin bulunması iyi bir itibar kazandıracaktır sana.”

“Beni bu yolculukta göreceğim yerler meraklandırıyor. Bu sefer, başka bir inancın, İslamiyet denen inancın yaygın olduğu yerleri, şehirleri, insanları görmek ve onları tanımakta önemli. Ben buralara giden gezginleri görür, duyar ve anlattıklarını dinlerdim. Kara yolculuğu yorucu olsa da, kalabalık bir grupla seyahat etmenin farkını yaşayacağım.”

“Git, gez ve tanı bakalım oraları. Çok yaşayan değil, çok gezen bilirmiş.”

“Deniz yolculuğunu ve Batıyı gördüm. Şimdi sıra kara yolculuğu ve Doğuyu görmekte. Fazlada bir zaman kalmadı, İkonia’ya gidecek olan kervan çok yakında hareket edecektir.”

Khalkedon limanına yakın bir yerde, Doğuya gidecek olan kafilelerin toplandığı geniş bir çayırlık alanda hareket eden insanlar, hayvanlar, yük arabaları ve yolculuğa çıkacak olanlara bir şeyler satmaya çalışanlar, gün doğmadan yola çıkacakların gece kalacakları çadırlar ve rüzgârların yerden kaldırdığı tozlardan oluşan hareketli bir tablonun arasına katılan Kharon, yanına aldığı boyaları, fırçaları ve taşıyabileceği malzemeleri ile boynuna astığı Minokta’nın fildişi firketesi ve metal haçıyla gezgin sanatkârlar gibi yollara koyulmaya hazırdı. 

Aynı yola gidecek olan, iki keşiş ve bir taş ustası olduğunu öğrendiği üç kişiyle birlikte kafileye katılan Kharon, son hazırlıklar tamamlandığında, gün doğumuyla birlikte hareket ettiler.

Latin tacirlerin yanında, geldikleri yerlere geri dönen, Suriyeli ve İranlı tacirler ile yanlarında koruyucu olarak seyahat eden adamları da vardı. Katırlara binerek seyahat eden Doğulu tacirlere eşlik edenler ise yayandı. Kharon ile birlikte yolculuğa çıkan diğer üçü ise, yük arabalarının arkasına binmişlerdi. Geçecekleri yerlerde kendi içlerinde yolları tek bilen kişi Ermeni taş ustası Zakaryan’dı. Önceden de Anatolia’da bir sanatkâr olarak bulunmuş ve mimari eserlerin inşasında görev yapmıştı. Diğer iki keşiş ise Kharon gibi ilk defa, görevleri olduklarına inandıkları İncil’i yaymak adına seyahat ediyorlardı.

Kharon, Zakaryan’la aynı arabada yolculuk ediyordu;

“Zakaryan usta, sen yolları bildiğini söyledin Caesarea’ya varana kadar geçeceğimiz, göreceğimiz yerleri bana da anlatır mısın?”

“Belli ki sende benim gibi bir gezginsin, ilk defa mı düştün bu yollara?”

“Öyle sayılır, Caesarea’da Aziz Bonaventure kilisesine gitmekteyim.”

“Ne yapacaksın orada?”

“Kiliseye freskler yapmak üzere çağrıldım. Ben aslında bir mozaik ustasıyım ama mozaik yapmayı bıraktım. Şimdi fresk yapmaktayım.”

“Kharon’du değil mi ismin?”

“Evet, Kharon.”

“Bu adı ben daha önce Konstantinopolis’te duydum. Sen şu, eserlerinde MX sembolü görülen Kharon olmayasın sakın.”

“Ta Kendisi, ben o Kharon’um, M harfi de karım Minokta’nın adıdır.”

“Onu da bilirim, onunda çok güzel mozaikleri vardır.”

“Elimizden gelen budur işte Zakaryan usta, tıpkı senin gibi. Benim babamda inşaat ustasıydı, ne bilirsem bana da ilk öğreten oydu.”

“Yollara düştük yine, geçeceğimiz yerlerin başında, Nikomedia vardır ardından Nicea ile Prusa gelir. Prusa’ya girmeden yola devam ederiz herhalde. Bazen tüccarlar Prusa’ya da girerler ama nasılsa göreceğiz. Sonra Dorylaion, ile Philomelium gelir. Seljukların en önemli ve en büyük kenti ise İkonia’dır. Oraya vardıktan sonra, Nagda ve son durak Caeserea gelir. Uzun bir yol olacak değil mi?”

“Gezip görmek iyi şeydir, ben önceden de gemiyle, Konstantinopolis’ten Cenova’ya gittim Zakaryan usta. Ama karayolu başka türlü bir şey işte”

“Hem de bu zamanda! Sende göreceksin buraları. Artık Seljuklar hakim değildir Anatolia’da. Önce onların bölgelerinden geçeceğiz, ardından Mongol bir valinin yönettiği topraklarda ilerleyerek Caeserea’ya kadar gideceğiz.”

“Bizlere benziyormuş onlarda, hadi seni işin içine katmayalım ama Bizantion’un gördüğü Latin işgalinin ardından yaşadıklarımız neyse, herhalde Seljuklarda şimdi benzerlerini yaşamaktalar.”

“Altın devirlerinde yaptıkları eserleri sende göreceksin, Bizantion’dan ele geçirdikleri topraklarda ve ondan çok daha eski Roma’dan kalanları kullanarak pek çok yer inşa etmişler. Yani yoktan var etmemiş, hem onu taklit etmişler hem de onun mirasından yararlanmışlar. Ayrıca Mongollar da her yeri yakıp yıkmamış, hatta halkın yaşantısına müdahale etmeden, yalnızca vergi toplamak ve kendi yasalarına uymak koşuluyla serbest bırakmışlar. Senin anlayacağın aranızdaki benzerlik çokta fazla sayılmaz.”

“Bir günde ne kadar yol gidebilir bu kafile?”

“Nikomedia’ya gideceğimiz yolun yarısından az gidebiliriz bir günde.”

“Eh fena sayılmaz doğrusu.”

“Her zaman böyle olmaz, kötü yollarda ilerlemek daha zordur. Eğer geceyi geçireceğimiz yerlere ulaşamazsak, ağaçlık ya da kuytu bir yerlere sığınırız. Yollardan çok, yağmur ve çamur keser hızımızı, sen dua etki yolda yağmurla karşılaşmayalım.”

“Bizantion’dan öteye, ne kadar zamanda varırız sence?”

“Bir an önce varmayı istersin herhalde Caeserea’ya.”

“Hem öyle hem de merak ederim bu İslam dünyasını, duydum, işittim de hiç görmedim.”

“İşte şimdi sende göreceksin, mademki bizler aynı topraklarda yaşamaktayız o halde inancımız farklıda olsa birbirimize karşı saygılı olmaya mecburuz. Yoksa ortak bir yaşam kültürü yaratılamazdı. Geçeceğimiz yerlerin çoğunda, yaşamlarını sürdürmekte, inançlarını yerine getirmekte olan Hıristiyanlar bulunmakta. Biz ve bizim gibi sanatkârlar, tacirler ve din adamları sayesinde, İslamlar ile Hıristiyanlar arasında ortak bir yaşam kültürü yaratılabilmiş düşmanlıkların önüne geçilebilmiştir. Elbette bunların başında barışsever yöneticiler gelmekte. Seljuklar, Bizantion’u simgeleyen çift başlı kartalı alarak nasıl kendilerine mal etmişlerse, sanatlarındaki mimari anlayışı ve süsleme sanatlarının örneklerinin de Bizantion Sarayında bulunuyor olması, iki saray arasında karşılıklı kültürel zevk ve etkileşimlerin en önemli göstergesi olmakta, sence de öyle değil mi?”

“Benim ve Minokta’nın misyonu, ortak yaşam kültürünü oluşturmak adına atılan bir adım değildir Zakaryan usta. İslamiyet inancında da kadınlar ancak, iyi bir eş ve iyi bir anne oldukları zaman kıymet görür ve kutsanırlar, onun dışında her yerde erkeklerin gerisinde ve toplumun dışında bırakılırlar. Duyduklarım bu yöndedir de, gerçeğini şimdi görüp öğreneceğim.”

“Merak etme Kharon, din her yerde aynı şeyi vaaz eder. Ben çok yerler gezdim ve gördüm. Biri, diğerinden çokta farklı değildir, kadın her yerde aynı kadındır.”

“Sen nereye gitmektesin Zakaryan usta?”

“Konstantinopolis’te çok çalışmışlığım vardır. Güzel bir ülken var ama Latinler çok zarar vermişler, Bir zamanlar Anatolia’nın hâkimi olan koca Bizantion’un yerini alan Seljuklar da, ellerinde olan toprakların Mongollardan uzakta kalan bölgelerini, Otman, Germiyan, Sahib Ata, Eshref, Karaman adlı topluluklara bırakmışlar. Bende kendi evime Ermenia’ya gitmekteyim. Yolumuz İkonia’da ayrılacak sen kuzeye, ben güneye gideceğiz.”

“Bu Anatolia’nın kaderi hep böyle galiba, birçok medeniyetler kurulmuş ama hepside yok olup gitmişler. Buralara, gel geç topraklar demek yakışır doğrusu”

 “Yakışıp yakışmayacağını bilmem ama yerinde duramayan Otmanlar, yakında bu toprakların yeni sahibi olacak gibi duruyor.”

Günbatımı yaklaşırken, çıktıkları yolun deniz kıyısında olan ilk durağına ulaştılar. Geceyi küçük bir kasaba olan Nikeiata’da geçirerek, ertesi sabah yeniden yola koyulacaklardı.

“Yolumuz çok uzun süreceğe benziyor Zakaryan usta, yoksa yanılıyor muyum?”

“Öyle, Kharon. Denizde yol almak kolay, dağ yok, tepe yok, rüzgârların önünde gider durursun.

“Her yolculukta olduğu kadar denizinde de fırtınalara ya da korsanlara yakalanma tehlikesi yok mu?”

“Bakma sen, daha bu ilk durak. Sonra daha hızlı yol kat edeceğiz. 20-25 gün sürecektir İkonia’ya varmamız. Gideceğimiz yollarda aynı tehlikelerle dolu. Gezginlik zor zanaat anlayacağın”

Zakaryan ustanın dediği gibi, Bizantion topraklarını birkaç gün içinde geçerek, Dorylaion kapılarına geldiler. Bundan sonrası Bizantion’un sınırları dışında olan yerlerdi.

Farklı yerlerden gelen, tacirlerin, seyyahların konakladığı kervansaray denilen yerlerde kalıyorlardı. Buralarda kalanlardan, üç gün için para alınmıyordu. 

Büyük bir şehre ulaştıklarını, şehri çevreleyen surlardan anlıyorlardı. Bizantion’un görkemli yapıları kadar olmasa da ibadet yerleri, eğitim ve öğretim için kullanılan alanlar ile hanlar hamamlar ve ölen saygın kişiler adına yapılan mimari eserler, kent halkının zenginliğini ifade ediyordu.

Seljuklar, Anatolia’da, Roma ve Bizantion’dan kalan köprü, yol ve konaklama yerlerini daha çok geliştirerek, Doğudan gelen yollar üzerinde olan ülkelerinde, ticaretin güvenli ve kesintisiz sürdürülebilmesini sağlayacak bir sistemi de kurmuşlardı. Bu sistemin bir parçası da her yöndeki anayollar üzerine kervanların güvenle konaklamaları için inşa ettikleri kervansaraylardı. Seljukların yaratıları olan bu yapılar, saraylarda olduğu gibi, diğer mimari yapılarda da Anatolia iklimine uygun mekân ve hacimler kazandırmışlardı. İran kökenli olan Seljukların, kendi sanatlarında oluşturdukları özgünlükle, bezedikleri yapılara hayranlık duymamak mümkün değildi.

Zakaryan usta, Kharon’a, burada bulunan ve adını çevresindeki kayalık tepelerden alan Sivrihisar’da, Ulu Camii adlı bir ibadet yerini gösterdi.

Burası, Kharon’un ilk defa yakından gördüğü kutsal bir yapıydı. Dörtgen bir şekilde, ağaç direkler üzerine düz bir çatıyla inşa edilen yapının, dört tanede kapısı bulunuyordu. 

Yapı, taşıdığı sadelik ve yalınlıkla, İslam inancını temsil etmekteydi.

“Zakaryan usta, sözünü ettiğin yerlerin hepsi böyle basit ve sade midir? Bakıyorum da hayranlık uyandıracak bir yanı yok burasının.”  

“Bu seni yanıltmasın Kharon, hiçbiri Bizantion’da olduğu kadar ihtişamlı değildir. Ancak bu ülkede taşın ve düş gücünün yarattığı üstünlük ile girift ve her yöne açılan bezemelerle inşa edilen yapılarda, göreceğin ortak özellik; açık ve çok merkezli geometrik desenlerin taşıdığı derin anlamdır. Tanrının yaratıcılığını ve sonsuzluğunu ifade eden eserlerde,  bizim onların yalnızca bir kısmını gördüğümüzü söyleyen inancın gereği, hangi bölgede yapılmış olursa olsun, Seljuk ve İslam sanatının vazgeçilmez ve değişmez bir öğesidir. Bakacağın ve göreceğin bütün yapılarda aynı anlamı bulacaksın.”

Yolları üzerinde kaldıkları, İkonia’ya ulaşmadan önce geçtikleri, çok önceden beri Philomelium adı ile bilinen yerde gördükleri ibadethanede önceki ile aynı adı taşıdığı gibi, aynı şeklide kesme taşlar ve Roma ile Bizantion’dan kalma malzemelerle inşa edilmiş basit ve sade bir yapıydı. 

Kharon İkona’da da aynı manzara ile karşılaşacağını düşünmeye başladı. Zakaryan ustanın dediği şekilde görmeye zorladı kendisini ama içinde böylesi bir duygu uyanmadı. Bizanton idaresinde olduğu dönemden sonra ele geçirilen yerlerden getirilen, kesme taşlar, mermerler,  sütunlar v.b malzemenin çokluğu ile birbirlerinle benzemezliği; buralarda çok daha yaygın ve gelişkin bir yaşamın varlığını işaret ediyordu. Kharon çevresine bakındı ve şimdiyse sahipsiz kalmış bir varlığın hüznüyle, başını öne eğmiş, sessiz sedasız bir bekleyiş içerisinde ki yerleri aynı hüzünle seyre daldı. Arkalarında toprak yol üzerinde bıraktıkları at arabası tekerleklerinin oluşturduğu izler, sarp kayalık bir dağ yamacından inen dar yolla birleşiyordu.

Uzak bir mesafeden seçilmeye başlayan İkona’ya yaklaştıkça heybetli bir surun karşılarında dikildiğini gördüler. Konstantinopolis’i hatırlatan surlar İkonia’yı çepeçevre sarıyordu. Yol üzerindeki büyük kapıdan geçmeden önce, askerler kafileyi ve yolcuları kontrol ettiler, nerden gelip, nereye gittiğimi öğrendikten sonra içeri girmelerine izin verdiler. İlk defa bu büyüklükte bir yere gelmişlerdi.

Surun kapısı üzerinde “Bu kale, ilahi ve semavi afattan başka, şahlanan atların, ani ve şiddetle gelen sellerin yolunu keser” yazısı okunuyordu.

Kapıların üzeri aslan ve insan heykelleri ile süslenmişti. Bu heykellerin varlığı dinler hakkındaki hoşgörüyü yansıtmaktaydı.

İkonia, Seljuklara başkentlik etmiş Anatolia’nın büyük bir şehri olup, şimdiyse Mongolların kurduğu yeni ve karmaşık bir düzenle idare edilmekteydi. Önemli olansa öncekiler ile sonradan yapılan mimari eserlerin ayakta kalmış olmaları ve Seljukların, yaşamlarına kesintisiz olarak devam etmeleriydi. Tabi ki bunun karşılığı olarakta, ağır vergiler ödemek zorunda kalmalarıydı.

Kharon, Caeserea yoluna, buraya kadar birlikte geldikleri kafileden ayrılarak, tek başına devam edecekti. Ondan önce yolları ve çevreyi iyi bilen Zakaryan usta ile kalacakları birkaç gün içinde gidecekleri yola devam edecek başka kervanları bulacak ve şehri göreceklerdi.

Şehre hâkim olan yılgın hava, Mongol idaresinin baskısı altında yaşamakta olan halkın üzerine sinmiş, neşesiz, keyifsiz ve suskun bir kalabalık haline gelmişlerdi. Dışarıda gördüklerinin çoğu, kendileri gibi buradan gelip geçen yolculardı.  Kervan ticareti hayli genişti. Çarşı pazarda kumaş, ipek, halı, kilim, pamuk, susam, balmumu, nohut, safran, kereste, bakır, gümüş, mermer ve baharat gibi çok çeşitli mallar bulunmaktaydı, Halkın yaşamı ve kazancı ticarete dayalıydı. Gerçi kazançlarının büyük bir kısmını Mongollara vergi olarak verseler de canlı bir ticaret sürmekteydi.

Kharon’u ilgilendiren şeyse göreceği yerlerdi. İkonia büyük bir kentti ve gördüğü yerlerden sonra, bir başkente yakışacak azametteki yapılar onu fazlasıyla cezp ediyordu.

Zakaryan ustayla birlikte gidip gördükleri ilk yer, Sultan Alâeddin adını taşıyan ve bir ibadet yeri olarak yığma tepenin üzerinde, geçmişte inşa edilen Camii idi.

Camiin cephesi ve giriş kapısı üzerindeki Bizantion’dan kalma iki beyaz mermer sütun kemerli ve bütünlüklü bir görüntü oluşturuyordu. Açık ve koyu tonları iç içe geçmiş bir düğümle birleştiren geometrik desenli kemer, kapı çerçevesinin üzerinde yer almaktaydı. İki renkli dış kapının, Şamlı bir ustanın elinden çıkmış olması Suriye izlerini yansıtmaktaydı.

İçerisi, Roma ve Bizantion yapılarından alınmış çubuk düğümlü mermer sütun ve sütun başlıkları ile dolu bir ormanı andırmaktaydı. Düzgün olmayan yapısıyla antik kalıntıların üzerinde yükseldiği düşünülebilirdi.

Camiin diğer bölümü üzeri kubbeyle örtülü kare planlı bir mekândı. Camiin yüksek duvarları ise bir kaleyi andırıyordu.

İslam inancında ibadet daima Kutsal Kâbe yönünü işaret eden ve mihrap denilen yere doğru dönülerek yapılmaktaydı. Bu camideki mihrabın üzerini kaplayan mavi yeşil rengin karşımı olarak ilk defa burada gördüğü türkuaz renkli çiniler ile kare plandan, daire şeklindeki kubbeye geçişi sağlayan üçgenler üzerinde yer alan aynı renkli çiniler, Kharon’da büyük bir hayranlık uyandırmıştı.

Ermeni bir taş ustasının yanında olması Kharon’un en büyük şansıydı, bütün bilgileri ondan öğreniyordu. Çinilere duyduğu hayranlığı gören Zakaryan usta bu sefer Kharon’u, Medrese denilen eğitim ve öğretim verilen bir yere götürdü.

Dışarıdan bakıldığında medrese ile kervansarayların görünümleri çokta farklı değildi. Fakat burası eğitim ve öğretim yapılan yerden çok, bir tarikata bağlı olanların yaşadığı ve ibadet ettiği bir medreseydi.

Adı, Karatay Medresesi olan yerin giriş kapısı tam ortada değil de sağa doğru kaymış haliyle, Anatolia’da yayılan bir tür Hıristiyan inancını ifade eden Süryani tarzındaydı. Ön cephedeki kapının iki yanında bulunan burmalı sütunları, yanlarında yer alan geometrik desenli panolar tamamlamaktaydı. Kapının üst kısmı çift renkli taşlar kullanılarak yapılan bir kemer ile yine aynı renkler kullanılarak dörtgen benzeri geçme hatlarla oluşturulan bir desen işlenmişti. Kemerin dışınada üç adet aslan başı heykeli eklenmişti.

İç kısım ise ölçülü ve oldukça yalındı, ortada aydınlıklı bir kubbe ve iki yanında sıralanan odalar bulunmaktaydı. Kubbe ile onu tamamlayan dört köşede yer alan üçgen panoların üzerinde, Muhammad, Jesus, Moses ve David peygamberlerin adları işlenmişti.  Kubbenin tamamı incelikli türkuaz ve siyah renkli çini mozaiklerle bezenmiş, ışınsal olarak merkezden dışarı açılan büyük yuvarlak madalyonlar tüm kubbeyi kaplamaktaydı. Madalyonlar sonsuza doğru uzanan ışınları andırmakta, tam da Zakaryan ustanın dediği gibi, Tanrının yaratıcılığını ve sonsuzluğunu ifade etmekteydi.

Kharon bu medreseyi gördükten sonra, eski bir mozaik ustası olarak, Bizantion sınırları dışında ki, Anatolia’ya özgü çini mozaiklerin, geometrik ve bitkisel süslemelerle, simetri esasına dayanarak sonsuzluğu yansıtan yapılarından fazlasıyla etkilenmiş, bir anda ufku açılmıştı. Sanatına büyük bir katkı sağlayacak olan çini mozaik tekniğini öğrenmek için, Zakaryan ustayla birlikte yapıldığı atölyeleri aramaya başladılar.

Mongol akınlarından kaçan, doğulu çini ustalarının Anatolia’ya gelmeleriyle ortaya çıkan bir sanattı bu.

Çini mozaikler, istenilen desene göre kesilip hazırlanan küçük çini parçaların bir araya getirilmesiyle yapılmaktaydı. Sırlı yüzeylerin arkalarına beyaz harç dökülerek, konulacağı yapının yüzeyine yapıştırılmak suretiyle uygulanmaktaydı.

İki yöntem kullanılıyordu; büyük parçalar sırlanarak, istenilen motiflere göre düzgün bir şeklide kesilmeleri ile veya belli bir kalınlıkta hazırlanan yarı yaş çamurun motiflere göre kesilmesi suretiyle yapılmaktaydı. Önce çamur hazırlanmakta, motiflere göre kesilerek rötuşlanıp ilk pişirim yapılmakta, daha sonra renkli sır hazırlanarak sırlanmakta ve parçalar bir araya getirilerek montajları tamamlanmaktaydı.

Mozaikler, geometrik motiflerin birbirini kestiği veya bağlandığı girift örgülü açık ve kapalı sistemler halinde kullanılmaktaydı. Bütün sistemlerde sonsuzluk prensibi hâkimdi. Geometrik mozaik tekniğiyle yapılan çinilerin örgülü geçmelerinin oluşturduğu yıldız, tek merkezden idare edilen kâinat fikrini temsil etmekteydi.

Kompozisyonların mimariye göre şekillendirilmiş olmaları, yapının mimari bütünlüğünü korumakta ve desteklemekteydi. Bütün gövdeyi saran geometrik şekiller, yivler, bilezikler, diyagonaller ve estetikli yazılarla süslenmekteydi.

Uygulamada, düz duvarlara olduğu kadar yuvarlak içbükey yüzeylere de kolaylıkla tatbik edilebildiğinden kubbe ve kasnaklarda, kemerlerde yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı.

Ayrıca, sabit ve net renkleriyle, boş olan iç mekânlarda yarattığı atmosfere canlılık veren nitelikleriyle, ibadet yerlerinin kasvetli yapılarının havasını değiştirmekteydi.

Kharon’un ilk kez gördüğü, çini mozaikler ile bezeli bir ibadet alanından edindiği izlenim ve çıkarımla, sanatında yararlanabileceği önemli ipuçları elde etti. Öncelikle, sonsuzluğa uzanan desenleri ve onları oluşturan çizgiler ile renkleri kafasına yerleştirdi. Ayrıca dik, sert ve köşeli çizgileri olan bir tür yazı şekli ile kullanılan renk örneklerini, çini yapımını öğrenmek üzere gittiği atölyelerin birinin ustasından aldı. Yazı örneği mozaik yapısına da çok uygundu.

Çini mozaik tekniğiyle ilgili öğrendiği her türlü bilgiyi, Konstantinopolis’e döndüğünde Minokta’ya aktararak, uygulayabilecekleri yerleri bulup yepyeni bir mozaik türünü Bizantion’da yapmayı deneyecekti.

Bu alandaki en büyük zorluk, pişirme fırınları ile renklerin elde edilmesiydi. Eski dostu Boyacı Philonides geldi aklına, elbet bir sonuç elde edebilir, renkleri yaratabilirdi. Ayrıca, seramik yapımında kullanılan boyalar ile pişirme fırınları ne güne duruyordu.

14. Bölüm

Artık yola devam etme vakti gelmişti. İkonia’da göreceğini görmüş, alacağını almıştı. Kendileri için yeni birer kervan bularak, yola koyulacakları zamanı beklemek üzere, Zakaryan ustayla şehirde kurulan Alameddin Pazarı adını taşıyan yere gittiler.

Pazarlar, sadece çeşitli malların alınıp satıldığı yerler değil, aynı zamanda Doğu’dan ve Batı’dan gelen kıymetli ürünlerin önemli rol oynadığı, her şeyin kolaylıkla değişime uğradığı bir dönemde, pazarlara gelen tüccarların buralara, daha doğrusu kendilerine uygun olan yerlere yerleşmek istemesi, büyüyen ve çok kültürlü hale gelen kent yapısının ortaya çıkmasına da neden olmuşlardı.

Arap, Acem, Tatar, Yahudi ve Latin gibi farklı milletlerin tüccarları, güvenliklerinin temini ile çok milletli olarak hareket ederek katıldıkları pazarlarda, devletin himayesi ve koruması karşılığında, alınan ve satılan mallar üzerinden yüklü vergiler toplanırdı.

Pazarlara getirilen çeşitli mallar, satıcılarının kendi aralarında oluşturdukları bir nevi tüccar birlikleri vasıtasıyla kontrol edilmekte, yapılan ticaret mali yönden düzenlenerek güvenilirlikleri sağlanmaktaydı.

Geniş bir alana yayılan pazara girdiklerinde, alış verişe gelenler, sattıkları malları alıcılarına beğendirmek için dil döken satıcılar, yük taşıyan arabalar ve hamalların hareketli görüntüleri eşliğinde etrafı dolaşarak vakit geçirdiler. Çok dilli ve çok kültürlü pazarda hiçte yabancılık çekmeden satıcıların nereden geldikleri ve geldikleri yerler hakkında bilgiler topladılar. Her birinden öğrenecekleri çok şey vardı ve onlar için her bilgi çok değerliydi. Çünkü onlar, zamanın ötesinde yaşayan sanatçılar olduklarını yarattıkları eserleriyle göstermekteydiler.

İkonia’da yolları ayrılacak olan Zakaryan usta ile Kharon’un gidecekleri yerler belliydi. Zakaryan usta gibi bilgili ve kültürlü bir insanla yolculuk yapması Kharon’a çok şey katmıştı. Özellikle gördüğü ve yapımı hakkında bilgiler topladığı çini mozaik sanatından çok etkilenmişti. Belki de orada gördüğü çizgileri ve desenleri yapacağı fresklere yansıtmalıydı.

Bu arzu ve istekle yola çıktı. İkonia’a gelerek mallarını satan Caeserea’lı tüccarların geriye döndüğü küçük bir konvoydu, yolcular arasında kendisinden başka, birde papaz bulunmaktaydı. Papaz Damien’i, Caeserea’ya gidecek bir konvoy ararken tanımıştı. Bundan sonra geçecekleri yollar, çevredeki en güçlü yapıya sahip, Karaman denilen bölgedeydi. Papaz Damien bölgeyi ve bölgede yaşayanları iyi tanımaktaydı. Kendi ailesi de, geçmişte olduğu gibi bu bölgede, Bizantion zamanından beri yaşamakta olan Hıristiyanlardı.

Bundan önceki yerleşim yerlerinde de gördükleri gibi, Ortodoks Hıristiyan, Müslüman ve Latin Katolik toplumlarının, Anatolia’nın ortasında beraber yaşamakta olduğu, çok kültürlü bir bölgeydi.

Uzun yolda konuşarak ilerliyorlardı. Kharon, yanında oturan Papaz Damien’in manastırlarda okumuş yazmış biri gibi yetkin bir dille konuşmadığı için, onu anlamakta güçlük çekiyordu. Onun, bölgede yaşayanların dillerini konuştuğu halde hiçbirini tam olarak bilmediğinden, kendine göre bambaşka bir dil oluşturmuş olmasına karşın yinede onu anlayabiliyordu.

Küçük katırlar sırtında ve hayvanların çektiği arabalarıyla giden köylülerle karşılaştıklarında,  Damilen onlarla hemen kendi lisanıyla bir şeyler soruyor, sonrada, Kharon’a dönerek bilgiler veriyordu. Bölgeden geçen yollar kuzeyde Pontus’a, güneyde ise Mare’ye kadar devam ediyordu. Aslında zenginliğin kaynağı da bundan kaynaklanmakta, liman kentleri sayesinde uzak ülkelerden getirilen mallar ile bulundukları yerlerden toplanan çeşitli mallar yine bu liman kentlerinden, uzak ülkelere gönderilmekteydi. Bu kentlere erişerek, malların konvoylarla taşınması geniş bir ticari ağ dokusunu meydana getirdiği gibi, işini iyi bilen tüccarlarında yetişmesine neden olmuştu.

Damien’in yolda gördüğü köylülerin bazılarının Kayseriyye’den geldiklerini söylemesi üzerine Kharon, Caeserea diyerek düzletmek istediğinde; Damien, şehrin adı değil pazarın adı diyerek cevaplamıştı. Yol üzerinde bulunan Yabanlı Pazarından gelmekte olan köylüleri geçerek ilerlediklerinde ise aynı yöne gitmekte olan başka köylüler ise kendilerine katılarak onları takip etmeye başlamışlardı.

Kharon, aralarında çoğunlukla kadınların bulunduğu bu topluluğu gördüğünde hayli ilgisini çekti. Neredeyse buraya kadar hiç kadına rastlamamıştı, Sadece önceden gittikleri Pazar yerinde erkeğin bir adım gerisinde yürüyen örtülü kadınları görmüştü. O sırada yanında bulunan Zakaryan ustaya sorduğunda; yerli kadınların ya kocalarıyla ya da onların izniyle evden dışarı çıkabildiklerini söylemişti.

Oysa bu kadınlar, toplu halde ve yanlarında bulunan daha az sayıdaki erkeklerle birlikte yol alıyorlardı. Başlarındaki uzun boylu başlıkları, parlak renkli ve desenli giysileriyle, önce gördüklerine hiç benzemiyorlardı.

Damien’e sorduğunda;

“Bu kadınlar Türkmen kadınlarıdır. Bunlara “Fakiregan” denmektedir. Buralarda tüccarların kurduğu, yönetimlerinde desteklediği birliklerin kadın kollarıdır. Kendi aralarında oluşturdukları birlikle, ticari faaliyetlere katılırlar, kendilerine katılan başka kadınlara sanat öğreterek, onlarında ticari hayata katılmalarına yardımcı olur, halı ve kilim dokuma başta olmak üzere, kumaş dokumacılığı ve boyacılığı, nakışçılık, örgücülük gibi değişik alanlarda iş yapmalarını sağlarlar.

Yetim ve kimsesiz kız çocuklarını himayelerine alarak, eğitimlerini üstlenir, ihtiyar kadınların bakımlarını sağlar, genç kızların aile kurmalarına yardım ederler.”

“Şu işe bak Damien, bende onlar gibi olan bir cemaat adına buralara geldim.”

“Duymuştum galiba, buralara gelmiş ve kendi manastırlarını kurmuş bulunanlar çoktur.”

“Fransiskenleri bilir misin?”

“Pek bildiğimi söyleyemem, bizim inancımıza yabancıdırlar.”

“Onların malları, mülkleri yoktur, aldıkları yardımlarla geçinirler. Bizi takip etmekte olan kadınların olduğu gibi Fransiskenlerin de kadın rahibeleri vardır, bazıları doğrudan manastıra bağlı evlenmelerine izin verilmeyen kadınların, bazıları da evli kadınların oluşturduğu topluluklardır.”

“Birbirlerine benzerlermiş doğrusu, “Fakiregan” zaten bakire kızların topluluğuna denmekte.”

“Ben bu işi daha derinden öğrenmek isterim. Bütün sanatımı, kadınları erkeğin peşinde gitmelerinden kurtarabilmek adına kullanmaktayım.”

“Kadınları günahından kurtaracak bir sanat, nasıl bir sanattır bu?”

“Ben bir papaz değilim ama en kısa yoldan sana anlatmaya çalışayım; eğer Tanrıya olan inancın erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı olmadığını kabul edersen, onları şeytan olarak görmekten de vazgeçersin. Tanrının bütün meleklerinin aynı Tanrıya hizmet ettikleri gibi.”

“Şimdi kafamı karıştırdın, sana hemen cevap vermem zor.”

“Cevap vermeni istemiyorum doğrusu ama sende bir düşün bakalım söylediğimi”

“Neyse, mademki sende Caeserea’ya gitmektesin, o zaman Aziz Bonaventure kilisesinin nerede olduğunu bilirsin.”

“Bu adı hiç duymadım, öyle bir yerde bilmem, en iyisi sen gittiğinde başkalarına sorarsın.”

Damien’in bu adı duymamış olmasının bir nedeni olmalıydı. Kharon fazlada bunun üzerimde durmadı. Elbette bilen birileri olacaktı. Birkaç gündür devam eden yolcukları önlerinde yükselen bir dağa doğru devam ediyordu.

“Daha ne kadar yolumuz kaldı Damien?”

“Sivri tepesi karlarla kaplı Arkeos, karşımızda dikildiğine göre az bir yolumuz daha kaldı. Akşama kadar şehre girmiş oluruz.”

Bölgenin elverişli koşulları,  geniş otlaklara ve verimli topraklara sahip, sulak bir alan olması, buraya, hayvancılık, bağcılık ve meyve tarımına uygun, özel bir yerleşim yeri niteliği kazandırmıştı; Heybetli dağın etekleri, Hıristiyanların ve Müslimlerin birlikte yaşadıkları ya da yalnızca Hıristiyanların yaşadığı köylerin yoğun olduğu bölgeydi. Bizantion’dan beri burada yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar ve Ermeniler ile bölgeye yerleşen Seljukların oluşturduğu, Kuzeye ve Doğuya giden yolların kesişme noktasındaki şehirde, han, hamam, kilise, manastırların yanı sıra Seljuklar tarafından inşa edilmiş, medrese, külliye ve camiiler bulunmaktaydı.  

Bizantion’dan kalma, şehri çevreleyen yüksek duvarlı surları geçerek, iç kalenin önünden şehre girdiklerinde, büyük ve görkemli taş konaklar, bulunduğu mahallelerde yaşayanların sahip oldukları zenginliğini gösteren yapılardı. Statülerine uygun kiliselerin varlığı da şehrin değerini ortaya koyuyordu.

Kharon, geçtiği yerlerde azizler veya azizelerin isimlerini taşıyan kiliseler, manastırlar gibi kutsal yerlerden sonra, sultanların eşleri, kızları ya da anneleri adına inşa edilen dinsel ve eğitim amaçlı yapıları gördüğünde hayli şaşırdı. Hele bir sağlık kuruluşu olarak hizmet ve eğitim veren yapıların varlığı, kadının adını yüceltmekte ve halka mal etmekteydi.

Kharon, Seljukların kadına verdiği değeri gördüğünde onları daha çok benimsedi ve daha fazla tanımak istedi. Her ne kadar onlar Mongol baskılarıyla şekil değiştirerek bölünseler de özleri değişmemişti. Nasıl ki, kendileri de bu topraklara gelip yerleştiklerinde, burada yaşayanların özünü değiştirmeye çalışmadılar hatta onlara uyum sağladılarsa, ondan sonrakilerde devraldıkları toprakların kıymetini bildiler. Ancak Müslimler için aynı şeyi söylemek kolay değildi. Belki onlar bütün halklara egemen olduklarında ortaya çıkacak tabloda, bu topraklarda İsa’dan önce yaşamış tüm medeniyetlerde olduğu gibi, kadının adı ve statüsü, kuracakları medeniyetin özünü belirleyecekti.

Kadın, bir medeniyetin en önemli ölçütü olarak, görünürlüğü ve adının bilinmesiyle etkinleşerek topluma ilerlemesi gereken yolu gösterebilirdi. Kadının sanata yansıması ya da kadının sanatı yansıtması, bir at arabasının toprak yolda bıraktığı izler gibi medeniyetin izlerini oluşturabilirdi.

Damien’den etrafı göstermesi için kendisine yardımcı olmasını istedi.

“Sen bu halkın lisanından anlıyorsun, bana adını dahi bilmediğim yerleri vaktin varsa gösterebilir misin?”

“Buralarda en bol olan şey vakittir Kharon. İstediğin yere gidebiliriz.”

“Eğer yolun bir gün Konstantinopolis’e düşerse ben de seni istediğin yerlere götürebilirim.”

“En çok görmek istediğim yer Azize Sofia Kilisesi. Belki bir gün gelip seni oralarda bulurum.”

“Khora Manastırı yakınlarındaki Patriyarkos’un mozaik atölyesine sorarak beni bulabilirsin Damien, aklının bir köşesine yaz bunu.”

“Seni bulacağım Kharon ve o muazzam Azize Sofia Kilisesi’ni göreceğim. Sen ki Konstantinopolis’in bir evladı olmakla ne kadar öğünsen azdır. O şehri gören biri ile görmemiş biri hiç aynı olur mu?”

“Tanrı her zaman yanında olsun Damien. Önce bir kadının adını taşıyan yere gidelim mi? ”

“Orası Seljuk Sultanının kızı Gevher Nesibe’nin adını taşıyan bir medrese ile şifahane olarak hizmet gören bir yer, madem oraya gitmek istiyorsun, biraz yürüyelim o halde.”

“Yani eğitim görülen bir yer ile hastalara bakılan bir yer değil mi?”

“Sen benim lisanımdan anla işte. Birbirine bitişik iki medrese ile bir kümbetten oluşan yapının doğu batı yönünde uzanan dikdörtgen planlı açık avlulu iki bölümünden birisi, batı kanadında hastalara bakılan şifahane, diğeriyse doğu kanadında, eğitim yapılan medresedir. Burada yapılan eğitim daha çok sağlık alanındadır. Birbiri ile irtibatlı olan yapının iki ayrı giriş kapısı bulunur. Ortadaki kare planlı avlunun kuzey doğu köşesinde sekizgen olarak yapılan kümbetin üzeri piramit şeklinde bir külahla örülmüştür. Sekizgen, her dörtgenin mükemmellik sayısı; dört, İncillerin sayısı; beş, dünyadaki karaların sayısı; yedi, Kutsal Ruh’un kayralarının sayısıdır.

Batı kanadındaki şifahanenin kapısı da, dışarı taşan prizmal bir kitle halinde yükselir. Kapının sağ tarafı bir aslan, sol tarafı ise bir boğa kabartması ile süslenmiştir. İçeri girmemize izin verilmediğinden sana ancak bu şekilde anlatabiliyorum.”

 “Keşke girebilseydik.”

“Aslında bir önlem amacıyla izin verilmemekte, bilirsin hastalıklar her zaman tehlikelidir.”

“Galiba bir isim daha söylemiştin?”

“Mahperi Hatun Camii. Seljuklu Sultanının annesi adına yapılmıştır. İç kaleye yakındır, ibadet zamanları dışında, içine girip görebiliriz.”

Camiin iki kapısı bulunuyordu. Birisi geometrik bir desenle çerçevelenmiş, birer sütun üzerinde yükselen sivri kemerliydi. Diğer kapısı ise, yapının yüksekliğini aşacak şekilde dışa taşan bir şekilde inşa edilmişti. 

Camii kuzey batı köşesindeki bir iç avluya yerleştirilen türbe yapısıyla dikkat çekiyordu.

Şehirde Seljuklar tarafından inşa edilenler ile Bizantion’dan kalma çok sayıda yapı bulunmaktaydı. Zamanları yettiğince görebildikleri aşırı gösterişli olmayan şekilde, ancak inanç ve ibadete verilen önemin göstergesi olarak taşıdıkları değeri koruyacak şekilde inşa edilen yapıların birbirlerine benzerlikleri nedeniyle kendi yollarına devam etmek üzere, Damien ile vedalaştılar.

Kharon, gideceği yerin yürüyerek gidebileceği mesafede Mutalaski adlı bir kasaba olduğunu öğrendi.

Geceyi bir handa geçirdikten sonra, erkenden yola koyuldu. Arkeon dağını dolaşarak güney yönüne doğru dar bir toprak yolda yürüyen Kharon, geniş arazide doğaya fazla karışmadan mümkün olduğunca verimli ürün almaya çalışan köylülerin yakınlarından geçen yolda, yetiştirdikleri buğdayın üzerine vuran rüzgârın deniz gibi dalgalandırdığı tarlaları, yol kenarında durup seyre daldı.

Üşüdüğünü hissetti, sıcak ve güneşli günler geride kalmış hava serinlemeye başlamıştı. Hasat zamanı yakındı, yeni şenlikler yapılacak, bolluk ve bereket duaları edilecekti.

Uzun yolda yürümekle bitmiyordu ki, uzaklarda görülen yer, herhalde gideceği Mutalaski kasabası olmalıydı. Adımlarını sıklaştırdı, nihayet kasabaya ulaştığında, büyük ve görkemli, kiliselerin varlığını gördüğünde, büyüklüğü açısından Ayia Triada adlı kilisenin, konuk odalarıyla, geniş bir konaklama kapasitesine sahip yapısıyla, büyük harcamalar karşılığında inşa edildiğine kanaat getirdi. Buranın halkı herhalde gösterişli törenlerden hoşlanıyor olmalı diye düşündü Kharon.

Yoldan uzakta olan bir köydeki Aziz Bonaventure kilisesi, arkasındaki tepeye dayanmış ve görülmesi hayli güç bir konumdaydı, Damien’in burayı bilememesini daha iyi anlamıştı şimdi.

Etrafı duvarlarla çevrilmiş dikdörtgen planlı kilise, yalın dış görünüşüyle dar bir yamaca inşa edilmişti. Sırtını dayadığı duvarları yamacın içinden çıkıyormuş gibiydi. Vakit öğleyi geçtiğinde soluk güneş ışıklarının vurduğu sütunlu narteksten içeriye giren Kharon, kilisenin naos ve sunaktan oluşan üç ana bölümü olduğunu gördü.

Kilisenin dar penceresinden içeri sızan ışığın vurduğu, yüzünde anlatılmaz gülümseyişi ile bebeği kucağında, ince bedenli zarif bir giysiye bürünmüş olan Maria Ana tablosunun dibinde bir rahip dua ediyordu.

Ayak seslerini duyunca yüzünü kaldırdı, kendinden geçtiği bir anda onu rahatsız eden anın ortasındaki adamın yüzüne baktı ve ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak, sevinçle Kharon diye bağırdı.

“Sen Kharon olmalısın, ne kadar zamandır senin gelmeni bekliyordum.”

“İşte geldim peder, çok uzun bir yoldu, Konstantinopolis’ten buraya gelmek hiçte kolay olmadı. Yolda çok yerler gördüm ve çok şeyler öğrendim.”

“Yollar insana çok şey katar Kharon, dostunu da düşmanını da yolda tanırsın.”

“Saygıdeğer Peder, buraya gelme sebebim belli, bana çalışacağım yerleri gösterirsen sevinirim.”

“Bu ne acele Kharon, o kadar uzun yolları aşarak buraya geldin, önce bir dinlen sonra ne zaman istersen çalışmaya başlarsın.”

“Önce kiliseni ve seni tanımak isterim ki, en verimli şekilde isteklerini yerine getirebileyim. Elbette hemen işe koyulacak değilim.”

“Haklısın, ben düşünemedim, ama benim özel bir isteğim yok, sorumluluk sanatında ve sendedir. Ama bunu yapacağın resimlerde yanlış yorumlara yol açmayacak şekilde yerine getirmeni arzu ederim. Her ne kadar gözlerden uzak kalsak da bildiğin gibi burası bir Fransisken kilise ve manastırıdır. Bizim çalışma ve duanın buyruğunda gelişen tarikatımız, dünyanın ışığı; bilgi hazinesi, yangınlar, yağmalar, depremler içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan eski öğretinin kurtuluşu; yeni yazının ocağı ve eskisinin artışı oldu…”

“Bende ilk başta bunu söylemek istemiştim.  Bu gün bile dilimin güçlükle betimleyebildiği öğretinin, okuması yazması olmayan insanlara anlatılmasının en kısa yolu resimlerdir. Yolda öğrendiğim Seljukların geliştirdiği çini mozaiklerin, desenlerini ve renklerini gördüğümde çok etkilendim, aslında bir mozaik ustası olduğumdan, kilisenin bulunduğu yerin yapı tarzına uygulanabilirliğine henüz karar veremedim. Ama önceden size gösterip onay isteyeceğimi de bilmenizi isterim.”

“Doğrusu bu konu üzerinde hassasiyetle durarak bir fikir yürütmem zor. Düşüncenin ne olduğunu ve uygulamasının nasıl olacağını bana gösterirsen, senine ve kilisedeki diğer rahiplerle de tartışarak karar verebilirim.”

 “Bende böyle olmasını isterim. ”

“O halde sana etrafı göstereyim, zaten burası öyle gösterişli ve süslü yerlerden değil, kendi halinde, bölgedeki yapıya uygun sade bir kilise.”

“Sanırım bu civarda başka Fransisken Kilisesi yok.”

“Öyle Kharon, çoğunlukla Ermenilerin ve Ortodoksların yaşadıkları yerler, Latin kilisesi olarak bir yapılanmanın az sayıda örneği bulunmakta.”

“Bakıyorum da, hayalimde canlandırdığım kadar fresklerle donatılacak kadar büyük ve boş duvarlar yok.”

“Neden öyle düşündün burayı? Biraz hayal kırklığı yarattı galiba sende.”

“ Öyle demeyelim de, diğerleri gibi düşünmüştüm.”

“Haklısın ama biliyorsun bizim cemaatimizde öyle kalabalık değildir. Amaçlarımız doğrultusunda hareket etmekteyiz.”

“Yolda gördüğüm kadınların, rahibeliğe benzer şekilde Fakiregan adlı yapılanmaları, kadınlar hakkındaki düşüncelerinizle örtüşmekte.”

“Biliyorum, buralara gelerek kilise kurmamızın amacı Hıristiyan kadınlara da aynı şekilde yaşabileceklerini anlatmaktır. Senin gelmeni aslında bunun için istedim, çünkü sanatınla kadını göstermek isteğin kulaktan kulağa yayılarak buralara kadar ulaşmış, hatta daha da ötelere gitmiştir.”

 “Peder bu söylediklerin beni fazlasıyla mutlu etti, demek ki emeklerim boşa gitmemiş.”

“Eğer bir amacın olursa bir gün mutlaka başaracağına inanman gerekir.”

“Büyük bir mücadele bu, tek başına ancak bu kadar yapabiliyorum.”

“Fikirleri ve inançları değiştirmek, tarlaya tohum atmak gibidir. Büyür, gelişir ve yararlı hale gelir.”

“Sanatın amacı da aynı değil mi peder? Görünmeyeni, görünür kılmak.”

“Amaçsız yaşamak hayvanlara mahsustur, onları daima insanlar yönlendirir, inançları olmadığı gibi fikirleri de yoktur.”

“İnancı ve fikri birleştiren tek şey sanat, yoksa mağaralarda yaşıyor olacaktık.”

“Bazen vahşetten kaçmak için mağaralar da gerekebilir.”

“Öyle demek istemedim, barbarlıktan kurtulmuş olmayı kastetmiştim.”

“Tabii, eşi benzeri olmayan Kapadokia denilen yakınlarda bir bölge vardır buralarda, adını belki duydun, belki duymadın ama mutlaka görmen gerekir. Dönüş yolunda oraya gidebilirsin.”

“İsterim elbette, Hıristiyanların yaşamlarını görmek ve anlamak için gitmek isterim.”

“Git ve gör, insanın inancı uğruna nelere katlandığını, akınlar, yağmalar ve değişen egemenlikler kavşağının koşullarına karşı nasıl direndiğini gör.”

“Peder sorabilir miyim, bana hala adını neden söylemediğini?”

“Böyle bir densizliği nasıl yapmışım Kharon, herhalde karşımda seni gördüğümde kapıldığım heyecandandır, beni mazur gör, artık yaşlanıyorum. Adım Armando, Armando Gattenio.”

“Hayret bana Pietro demişlerdi, demek ki değilmiş.”

“Pietro benden önceydi, şimdi o kutsal Jerusalim’e gitti.”

“Sen şimdi bu kilisenin adını da yanlış biliyorsundur; aslında Bonaventure ama biz bir Aziz olarak kabul ettiğimizden Aziz Bonaventure kilisesi olarak adlandırdık burasını.”

“Yalnızca adınla hitap etmek istediğimden, yoksa mazur görecek bir şey yok Peder Armando. Sormak istediğim bir başka şeyde, buradaki çalışmama devam edebilmek için nereden boya bulabilirim? ”

“Bak bu biraz zor iş. Şehre gitmen gerekecek, boyacılar çarşısını bularak orada sorabilirsin ancak.”

“Pekâlâ, yarın gider ve gerekli olanı boyaları bulmaya çalışırım.”

“Artık sana kalacağın yeri göstereyim de biraz dinlen, sonrada soframıza konuk ol.”

“Çok iyi olur, hayli yorgunum, belki de sabaha kadar uyuyup kalabilirim, eğer yemekte konuğumuz olamazsam beni affedin Peder Armando.”

“Bu seferlik affederim ama bilesin bir daha olmaz. Kurallarımız katıdır Kharon.”

“O zaman izninizle Peder, ben dinlenmeye çekiliyorum.”

15. Bölüm

Kharon taze samanla dolu, duvarın içine oyulmuş yatağa uzandığında, söylediği gibi yorgunluktan bitap halde uyuyakaldı ve ancak sabahleyin uyanabildi. Yattığı odanın, aslında kilisenin yaslandığı yamaca oyularak yapılan odalardan biri olduğunu fark etti. Düzgün olmayan duvarlarından bunu anlamak mümkündü, yattığı yerden duvara dokunarak tırnağını sürttüğünde kayacın ne kadarda yumuşak olduğu anladı. Herhalde bölgedeki doğal yapının bir özelliği olsa diye düşündü. Kilisenin diğer yerlerinin de aynı taşlardan olduğunu varsayarak kilisenin uzun ömürlü bir yapı olamayacağından şüphe etti. Biraz daha dikkatle baktı, duvarların yüzeyine sıva dahi sürülmemişti. Bu durum işini hayli zorlaştıracağa benziyordu. Merakla yataktan kalkıp odadan dışarı çıktı.

Peder Armando ile dolaştığı yerlere biraz daha yakından incelediği zaman korktuğu gibi olmadığını anladı. Kullanılan malzeme, oyularak yapılan odalardakinden farklıydı. Yine de duvarları eliyle yokladığında bundan iyice emin oldu. Çünkü alacağı boya ile uygulayacağı yüzeyi iyi tanıması gerekiyordu.

En başta karar vermesi gereken şeyse fresklerde, ıslak yüzeye uygulanan Al Fresko tekniğini mi ya da kuru yüzeye uygulanan Secco denilen tekniği mi kullanacağıydı. Sonrada, tercihe göre belirlenecek olan duvarın hazırlanmasıydı.

Birde isteğine uygun boya bulabilecek miydi? Bunu şehre gittiğinde göreceğinden biran önce Peder Armando’yu bulması gerekti.

Etrafa bakındığında onunda dışarı çıktığını görerek yanına gitti.

“Günaydın Peder Armando, iyi uyudunuz mu?”

“Sana da günaydın Kharon, ben yaşlı bir adamım, doğru dürüst uyku tutmuyor artık beni. Ya sen, yemeğe gelemediğinden yorgunluktan deliksiz uyduğun belli oluyor.”

“Evet, öylece yatıp kalmışım, beni yemeğe bekledinizse üzülürüm doğrusu.”

“Üzülmene gerek yok, gelemeyeceğini tahmin etmiştim zaten.”

“Peder ben şehre inerek, freskler için gerekli malzemeleri temin etmeye çalışacağım. Alacağım şeylerin bir listesini size göstermek isterim.”

 “Sen şimdi iyice acıkmışsındır hadi gel sana sabah sabah bir Caeseria tavası yedireyim önce.”

“Buna hayır demek mümkün değil Peder.”

Gerçektende buradan başka yerde bulmanın hayli zor olduğu taze etten baharatlarla yapılan sucuk, bir tavada kızartılarak üzerine kırılan yumurtayla doyumsuz bir tada ulaşıyordu. Yanında da fırından yeni çıkmış sıcak ekmekle yenildiğinde, sanki yatakta bir eşle geçirilen gecenin hazzına ulaşmanın başka şekli gibi oluyordu.

“Peder ben hayatımda bu kadar lezzetli bir şey yemedim. Bu nasıl bir şeydir?”

“Dur, dur bundan daha ötesi de var! Buralarda hayvancılık ve etçilik önemli bir kültürdür. Zaman içerisinde uzaklardan gelip de buralara yerleşen kavimlerin yanlarında taşıdığı bir lezzettin adı da bastırmadır. Başka bir sabahta sana ondan ikram edeyim de bir tat bakalım, ona ne diyeceksin?

“Beni şımartıyorsunuz Peder.”

“E ne yapalım, bizim paramız yok, pulumuz yok. Ama güzel yemeklerimiz var işte.”

“Buna güzel demek az bence Peder, bu sanki bir patlama, ağızda bir lezzet patlaması.”

“Senin işin uzundur, istersen artık yola çık sen. Akşama ancak dönersin.”

“Peder ikramınız beni öylesine doyurdu ki, şehre koşarak gidebilirim.”

“Yorma kendini o kadar.”

“Alacağım freskler için gerekli olan malzemelerin listesini yapmıştım isterseniz bir bakın?”

“Ben ne anlarım onlardan, bu senin işin ne lazımsa alırsın, gerisini düşünme; oda bizim işimiz.”

“O halde ben gidiyorum Peder. Malzemeleri temin edince dönerim artık.”

Kharon Mutalaski’nin dar sokaklarından yürüyerek şehir merkezine doğru yola çıktı. Yalnız başına geçeceği yolları adımlarken aynı yöne doğru gitmekte olan bir adam gördü. Adımlarını sıklaştırarak arkasından yetiştiği adamın yanına geldiğinde ona ne tarafa gittiğini işaret diliyle sormaya çalıştı.

“Giyimine bakılırsa sen yabancısın buralara”

Adamın konuştuğu dili anlayan Kharon hayretle;

“Sende kimsin, benim dilimden konuşursun?”

“Giyiminden buralara yabancı olduğunu ve bir Hıristiyan olduğunu anlamak hiçte zor değil. Adım Garabet, Endürlük’den şehre inerim. Etlikçi esnafındanım, ya sen kimsin?”

“Benim adımda Kharon, Mutalaski’de Aziz Bonaventure kilisesinden şehre, boya satılan çarşıyı bulmaya gidiyorum.”

“Boyacı esnafından mısın?”

“Öylede denebilir, işim boyalarladır.”

“Benim dükkânımda çarşıdadır. Şehir merkezinde Katırcı Han çarşısında, başka kurulu çarşılarda vardır. Birinden birinde aradığını bulursun. Kavurucu sıcaklar olduğunda şehrin içinde yaşamak dayanılmaz hale gelir. İmkânı olanlar yüksek tepelere çıkarlar. Bu nedenle dükkân sahipleri sabahları şehre iner, akşamları evlerine dönerler.”

Şehre geldiklerinde Garabet çarşı içindeki dükkânına gitmeden önce Khron’un da yanında gelmesini istedi. Dükkânın kapısı önündeki genç bir çocuk ikisini de karşıladı.

“Aferin Kirkor, dükkânı temizlemiş ve hazırlamışsın. Yanımdaki bu adam Kharon’dur, onu burada veya öteki çarşıdaki boyacılara götüreceksin, anladın mı?”

 “Evet usta, Kharon’u boyacı esnafına götüreceğim.”

“Çokta zekiymişsin Kirkor.”

“Bir an önce bulun bakalım boyacıları, hadi bakalım sana da kolay gelsin Kharon.”

“Bu iyiliğini unutmayacağım Garabet.”

Kirkor, çekirge misali hızlı adımlarla yürürken, Kahron ona yetişmekte zorluk çekiyordu. Bir iki yere sorduktan sonra boyacı esnafının olduğu çarşıyı buldular ve gözüne kestirdiği bir dükkândan, Kirkor ile birlikte içeri girdiler.

Burası, halı ve kilim yapılan iplik boyaları ile kumaş boyalarının satıldığı bir dükkândı.

Bir kaç dükkâna daha baktıktan sonra aradıklarını buldular. Kapadokia toprağından elde edilen kırmızı, en çok bulunan renkti. Sarı aşı boyası, yeşil toprak renkleri ve Egypt mavisi ve kireçtaşından elde edilen beyaz boyalardan yeteri kadar aldıktan sonra, fresk yapımı için gerekli olan başka malzemelerinde siparişini verdiler. Kharon bütün malzemenin, Mutalaski’deki Aziz Bonaventure kilisesine teslim edilmesini istedikten sonra, istediği malzemeleri bulmuş olmanın mutluluğuyla fazla oyalanmadan yola çıkmadan önce Kirkor’a iyi bir bahşiş bıraktı.

Kaldığı kiliseye dönen Kharon, siparişleri olan malzemeler gelene kadar geçecek olan birkaç günün, dinlenmesi için iyi bir fırsat olacağını düşündü.

Fransisken ve mistik bir yazar olan Bonaventure,  İsa’yı yücelten, yapılandırılmış ve yenilenmiş bir düzeninde kurucusuydu. İsa ve Kiliseye olan Fransisken sevgisiyle, kalpleri yakalamıştı.

Fresklere yansıyacak olan görüntülerde, Bonaventure’nin öne çıkardığı, İsa’nın yaşamının destanını anlatacak şekilde olmalıydı. Yapacağı tablolar Biznation’lu bir mozaik ustası ile Seljuklu çinilerini yapan bir ustanın resimlerinde birleşmeliydi. Bunun üzerinde düşünmek ve örneklerini yapabilmek için birkaç günlük aradan yararlanmalı ve seçimlerini yapmalıydı.

Kilisenin yapımında kullanılan taşlar, fresk yapımına son derece elverişli olan tüf adı verilen volkanik bir taş türüydü. Gözenekli yapısıyla rutubet tutmaması ve kolay işlenmesiyle yörede tercih edilen bir yapı malzemesi ve ufalanmasıyla harç yapımında kullanılması, fresk için gerekli altyapının da kolayca hazırlanmasını sağlıyordu.

Kilisenin üç yöndeki duvarlarında yapacağı fresklerin konusu Doğum, Çarmıha Gerilme ve Göğe Yükselişin canlandırıldığı resimler olacaktı.

Bu sahnelerin betimlenmesinde Seljuklu çini mozaik sanatının izlerini görmekte mümkün olacaktı. Freskleri bir mozaik şeklinde çerçeveleyerek, Seljuklu halı ve kilimlerde görülen desenleri de andıracak şekilde yapacağı geometrik motifler, çinilerdeki sonsuzluk duygusunu çağrıştıracak ama bir bütünlükte sağlayacaktı.

Uyumluğu yakalamak ve bütünlüğü bozmamak adına belirgin çizgiler kullanmayacak, renkleri öne çıkarmak suretiyle bunu sağlayacaktı.

İlk yapacağı, Doğum sahnesini betimleyen fresk batı yönünde narteksin duvarında, ikonastasis için ayrılan yerden önce, Çarmıha Gerilme kuzey ve Göğe Yükseliş, doğu duvarında olmalıydı.

Duvarlara bakarak hayalinde canlandırdığı fresklerin görüntülerini belirlemişti ancak boyamaya başlamadan önce, taslaklarını artık fırça sürmeye hazır hale gelen duvara çizerek Peder Armando’ya gösterecekti.

Bir katırın çektiği araba, Kharon’nun beklediği malzemeleri birkaç gün sonra Kiliyse getirdi. İstediği boyalar ile harç yapımında kullanacağı malzemelerin tamamını teslim alan Kharon, artık hiç vakit kaybetmeden çalışmaya başlamalıydı.

İşe önce duvarları Secco tekniğinde kuru fresk yapımına uygun hale getirerek başlayan Kharon, duvarların kurumasını beklemek zorundaydı. İşin en zor taraflarından biriside buydu. Bir yandan işin tamamlanması için zaman kaybetmemesi gerekiyor, diğer yandan zorunlu olarak günlerce beklemesi gerekiyordu. 

Bütün yorgunluğuna rağmen freskleri yapacağı duvar yüzeylerini tek başına hazırladı.

Kilisenin içindeki çalışmaları devam ederken kendisini izleyenlerden aşırı derecede rahatsızlık duyan Kharon, şikâyetini Peder Armanando’ya söyledikten sonra, duvarların önünde bulunan sütunlar arasına dokuma kumaştan perdeler çekerek çalışmaya devam edebildi.

Sonsuzluğu yansıtan yıldızların geometrisinin oluşturduğu göksel desenlerin çerçeveleyeceği fresklerin taslaklarını duvarlara işleyen Khron, kendisi ile Minokta adının ilk harfleri olan MX simgesini, duvarın göze batmayan bir bölümüne “Pinxit et torpens ad manum coeunt frescoes MX”  (Eli bilekten uyuşmuş boyadı freskleri MX) şeklinde yazdıktan sonra, Peder Armando ile Kilisede bulunan diğer rahipleri davet ederek sordu;

“Değiştirmemi istediğiniz bir taslak var mıdır Peder?”

Her bir freskin taslağı önünde durarak uzun uzadıya bakan rahipler aralarında fısıldanarak kendi görüşlerini Rahip Armando’ya ilettiler. Anlaşılan oydu ki, ittifakla, yapılacak olan freskleri onaylamışlardı.

“Seni buraya kadar boşuna yormamışız Kharon, bu eserler Kilisemizin onuru olacaktır. Adınızın yılların ötesinde anılacağından emin olun. Benim ve Kilisenin söz sahibi diğer Rahiplerinin ittifakla onayladığı fresklerin tamamlanmasını sabırsızlıkla bekliyoruz.”

“Benimde buraya kadar yaptığım zahmetli yolculuğumun sonunda takdirlerinize mazhar olmak benim için büyük bir onur. Fresklerimi gören gözlerde, İsa’nın ışığı, yollarını aydınlatsın.”

Kharon fresklerde kullanacak olduğu tüm renkleri önceden belirlediği gibi hazırladı ve dikkatle taslakları boyamaya başladı. Her fırça darbesiyle biraz daha belirgileşen freskler, kilise içinde yanan mumlardan dağılan dumanlar ile her pencereden ayrı ayrı süzülen güneş ışığı demetlerinin havada asılı kaldığı uhrevi bir tablo oluşturuyordu. 

Kharon’un çalışmasını uzaktan ama dikkatle izleyen Peder Armando’nun beğenisi, yüzüne yansıyan ifadeden belli oluyordu ve kilisenin duvarlarının Kharon’un fresklerine yetersiz kaldığına üzülüyordu. Belki bir başkasında çalışma imkânı olursa o zaman arzuladığı şekilde freskleri görebilecekti ama artık bunun için ikisi de yeteri kadar yaşlı ve yorgundu, en azından kendisi için böyle düşünüyordu Peder Armando.

Kharon’un freskleri, bölgedeki insanların yaşamlarına uyan sakinlikte, görenlerin düşüncelere dalarak kiliseye tekrar tekrar gelerek dua etmeyi isteyeceği ulvilikte, belleklerinden çıkaramayacakları şekilde, Bizantion ile Seljuk ilişkisinin kurulduğu, soyluluk, ölçülülük ve zarafet içerisindeydi. 

Kilisedeki işini tamamlayan Kharon, birkaç gün içerisinde ayrılarak artık Konstantinopolis’e dönme zamanının geldiğini Peder Armando’ya ilettikten sonra hazırlıklarını yaptı.

Önce Kapadokia’yı görecek oradan tekrar yollara düşecekti. Soğuklar gelmeden, karlar yağmaya başlamadan Konstantinopolis’e ulaşmalıydı, yollar kapanırsa günlerce beklemek zorunda kalacak, belki de ulaşabileceği bir köy ya da sığınabileceği bir yer bulmak için hayli zorlanacaktı.

Peder Armando, Bayan Federica’ya hitaben yazdığı bir mektubu Kharon’a teslim ederek;

“Bayan Federica’ya sonsuz saygılarımı ilet, onun varlığı sayesinde bir araya geldik ve bu güzelliği yarattık. Ne mutlu bize ki, Anatolia’nın ortasında kurduğumuz kilisenin freskleri senin ellerinle duvarlara işlendi. Kilisemiz ve eserlerin sonsuzluğa kadar yaşasın.”