İSTANBUL SENDROMU

Gazetede gördüğüm bir soru kafamı kurcalamaya başladı. Soru şöyleydi: Siz nasıl tanımlarsınız İstanbul Sendromunu?

Daha önceden duyduklarım vardı. Stockholm Sendromu gibi, ama bir de baktım ki, pek çok şehrin sendromu varmış. Oslo, Kudüs, Paris, Floransa sendromları için farklı söylemler mevcut.

Öncelikle sendromun tanımından başlarsak, Sendrom ya da belirgi, birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini gösteren bulgular bütünüdür. Bu, kalıtsal olabilir ya da edinsel nedenlerle de oluşabilir. Genellikle tıbbi bir terim olarak kullanıldığından sendromun özelliklerine göre tabloyu tanımlayan doktorun adını (Down Sendromu) aldığı gibi, diğer alanlarda genellikle coğrafyaya göre ad oluşmakta.

Demek ki, bir olgular bütünü olarak ele alabileceğimiz İstanbul Sendromunu daha önceden tanımlayabilmek üzere çeşitli görüşler ortaya konmuş.

  • Hem şikâyet edilen hem de bırakıp gidilemeyen şehir.
  • Sado-Mazo bir ilişki.
  • Öfkeli insanların şehri.
  • Köşe dönülecek bir rüyaya gebe olmak, yıllarca doğum anını beklemek.
  • Pek çoğuna gülen talihin, bizim bacamızdan içeriye düşmesini beklemek.
  • Kayacak yıldızları bekleyip, dilek dilemeyi gözü açık beklemek.
  • Sürekli değişen oyunun kurallarını takip etmek gibi, çeşitli olguları sıralamak mümkün.

Buna benzer en güzellerinden biriside ünlü şair Tevfik Fikret’in “Bin kocadan artan bakir dul kadın”  tanımlamasıdır.

Okumaya devam et

ŞEERLİ ÇİÇEK ÇOCUKLAR

 

Peace

Kilyos’ta açılan bir “beach” artık parti mekânı olmaktan çıkıp “İstanbul’un modern hippileri” ne ev sahipliği yapmaya başlamış.

Sanırsın ki hepsi o günlerin ardından kopup gelmiş, saçlar, sakallar, VW minibüsleri, Barış İşaretleri filan tamamda, o ruh nerede? Onu da “Gezi” ye yüklemişler. Hani Gezi Ruhu var ya, bir de kurtarılmış bölge ilan etmişler beach’larını. Hemen ardına eklemeyi de unutmamışlar, her yerde ve her zaman öykünmecilik yapacağız ya, Kopenhagen’in Christiania  ‘sı varsa bizimde Suma Beach’imiz var diyerek işe birde uluslararası boyut katmışlar.

Amaçlarını şöyle açıklıyorlar: Kapitalist komün hayatı kurmak!!!

Müzikle, sanatla süslü ‘festival’ ruhu, bir binaya, bir partiye sığmayınca Kilyos’taki bir yaşam alanı fikrinin doğmasıymış.

Buradaki yaşam tarzına modern hippilik deniyormuş. Bunu da doğaya saygı, doğaya dönüş akımı olarak açıklamaktalar.

Suma’nın modern hippileri, aynı zamanda ‘straight’ yani heteroseksüeller ile eşcinsel kitle arasındaki eşitliği ve barışı sağlamakta olduklarını da ifade etmekteler.

Günümüz dünyasında toz şeker gibi darmadağın edilen pek çok anlayışta olduğu gibi, önüne geçebilmek adına darbelerin yapıldığı, kendine “hippie” diyenlerin sadece simgesel birkaç özelliğinin ön plana çıkartıldığı ve gerçeğinle yakından uzaktan hiçbir benzerliği olmayan, plajlarda, çadırlarda yaşayan, dekoratif sanat yapan, bu çiçek çocukların acaba kaç tanesi vakti zamanında Vietnam Savaşına karşı koyan ağabeyleri ablaları gibi, günümüzde, sınırlarımızda yaşanan kanlı savaşların kaçına dur demişler, kaçına karşı bildiri yayınlamışlar, kaçına karşı meydanlara çıkmışlardır.

Bilseler ki, bir zamanlar Sultanahmet Meydanından kimler geldi kimler geçti, bırakın modern hippiliği işte o zaman modern Türkiye kurulacak belki de şimdi Suma Beach falan değil bizimde gerçek bir Christiania’mız olacaktı.

Yaşanmışlık olmadan, yaşamaya çalışmanın adı ancak öykünmek olabilir.

BAKSI MÜZESİNE VERİLEN ÖDÜL

Baksı Müzesi genel görünümü

Baksı Müzesi genel görünümü

Bayburt’tun Bayraktar köyünde Prof. Dr. Hüsamettin Koçan tarafından kurulan Baksı Müzesi’ne, 2014 Avrupa Konseyi Müze Ödülü verildi. Koçan, ödülü AKPM Başkanı Anne Brasseur’in elinden aldı. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) tarafından verilen ödüle daha önce de İstanbul Arkeoloji Müzesi layık görülmüştü.

Baksı Müzesinin öyküsünü kurucusu olan Prof. Dr. Hüsamettin Koçan http://baksi.org/ sitesinde şöyle açıklamaktadır.

Baksı Müzesi Doğu Karadeniz’de, Bayburt’un 45 km. dışında, Çoruh Vadisi’ne bakan bir tepenin üzerinde kuruludur. Eski adıyla Baksı, bugünkü adıyla Bayraktar köyünde yükselen bu sıra dışı Müze, çağdaş sanat ve geleneksel el sanatlarına aynı çatı altında yan yana, iç içe yer vermektedir.

Sergi salonları, depo müze, atölyeler, konferans salonu, kütüphane ve konukevi ile 40 dönümlük bir araziye yayılan Baksı Müzesi, Bayburt doğumlu sanatçı ve akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın bireysel düşü olarak 2000 yılında filizlendi. Bu proje Hüsamettin Koçan’ın doğduğu topraklara yaşam birikimini taşıma çabasının bir sonucudur. Bu fikri hayata geçirmek amacıyla 2005 yılında bir Baksı Kültür Sanat Vakfı kuruldu. Müze, başta sanatçılar olmak üzere çok sayıda gönüllünün katkısıyla yıllar içinde gerçek bir toplumsal projeye dönüştü.

Müzenin ana binası, 2010 yılında zorlu bir serüvenin sonunda, devletten hiçbir maddi yardım almadan, tamamlandı, 2010 yılı Haziran ayında İstanbul Modern Tanıtımı, Temmuz ayında ise müzenin açılışı yapıldı. 2012 yılında Müze’nin yeni sergi salonu olan Depo Müze sanatseverlerle buluştu.

Misyon ve Hedefleri

Baksı Müzesi, yoğun göç veren ilimiz Bayburt’tun Bayraktar köyünde; gurbetin, kaybolan geleneklerin, unutulan değerlerin neden olduğu sorunlara ve sonuçlara bir çözüm arayışıdır.

Tersine göçü başlatacak çalışmaları; gelenek-gelecek ve süreklilik bağlantılarını kuran, bu bağları istihdam-beklenti ve moral unsurları ile güçlendiren bir anlayışa sahiptir.

Geleneksel kültürü koruyarak, gelecek kuşaklara aktarmak için araştırmalar yapan, bu zeminden hareketle özellikle kadın istihdamı projelerini uygulamaya koyan bir müzedir.

Bulunduğu bölgede özel yetenekli çocukları tespit edip, burslarla eğitimlerine katkıda bulunarak, özellikle tasarım, sanat ve kültür alanlarında gelişmeleri için projeler uygulamaktadır.

Kültür turizmi aracılığıyla bulunduğu bölgeye istihdam sağlayan Baksı Müzesi, Baksı köyünü uzmanların önerileri doğrultusunda geleneksel yapısını koruyarak örnek bir köy olarak yeniden tasarlamayı planlamaktadır.

Baksı Müzesi, kendisini sadece seyirlik bir müze olarak sınırlamayan, o bölgede yaşayan insanlara imkânlar sağlayan, eğitim veren, o topraklarda yaşamayı bir sevinç haline getirmek isteyen bir müzedir.

Baksı Müzesi, diğer müzelerden farklı olarak gelenekselle sadece bir yöne ve döneme ait olmadan gelenekselle çağdaşı aynı zeminde buluşturan, bünyesinde kurduğu üretim birimleriyle, ekonomik hedefler oluşturan özel bir kimliğe sahiptir.

Müzeye Verilen Ödül

Müzeye verilen ödül töreninde davetliler, yapılan sinevizyon gösterimi ve konuşmalarla Baksı Müzesi ve Bayburt’u yakından tanıma fırsatı buldu. Törende Baksı Müzesi’nin kurucusu Prof. Dr. Hüsamettin Koçan yoğun ilgi gördü. 2014 Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nü AKPM Başkanı Anne Brasseur’in elinden alan Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, Baksı Müzesi’nin seyirlik olmadığını belirterek, “Anadolu’nun ücra köşesinde yapılan Baksı Müzesi’nin, o bölgeye kültür turizmini artıracağına inanıyorum. Salonda herkes şimdiden müzeyi merak ediyor. Görmek istiyor. Sadece seyirlik müze değiliz. Hayatla ilgili bir müzeyiz. Güncelle yakından ilgiliyiz. Müzede hem sanat, hem zanaat ayrı platformlarda telaffuz ediliyor. Ödül bizi dünya standartlarında bir yerde olduğumuzu gösteriyor. İç ve dış kamuoyunda son derece önemli. Müze çalışmalarıyla bölgede kadın istihdamı ve çocukların eğitimini sağlamak istiyoruz” dedi.

Hürriyet Gazetesi kültür, sanat, edebiyat yazarı Doğan Hızlan’da, Baksı Müzesi’nin örnek alınması gerektiği belirtti. Anadolu’da olan müzenin başka işlevi vardır. Yerel özellikleri, yerel sanat ve coğrafyası bu müzede yapılan çalışmaları gösterir. Bu çalışmalar Anadolu’dan büyük kentlere gider ve bir çalışma köprüsü kurar. Baksı Müzesi büyük bir örnek, diğer ilçe ve köyler Baksı müzesini örnek alsınlar” şeklinde konuştu.
Baksı Müzesi’ne ayrıca 5 bin Euro da para ödülü verildi.

Anadolu’nun bir köyünde kurulan sanat müzesi, türünün ülkemizdeki nadir örneklerindendir. Bazı kasaba ve şehirlerimizde bulunan özel müzelerde arkeolojik ve etnografik eserler, bir kısmında ise geçmişte yaşanmış tarihi olaylar ile savaşlardan kalan görsel öğeler sergilenmektedir.

Baksı Müzesi kuruluş ve işleyişiyle de, kendine özgü bir yapı ortaya koymakta ve bu özellikleriyle de diğerlerinden ayrılmaktadır.

Femme aux Beaux Seins

Femme aux Beaux Seins

2014 Yılı Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nün sembolü olan Joan Miro’nun “Femme aux Beaux Seins” adlı bronz heykeli, yeni dönem sergisine de ilham kaynağı oldu. Açılışı yapılan ve Nisan 2015 tarihine kadar gezilebilecek olan “Miro’ya Açılan Heykelli Yol” sergisi, bu ödülü merkeze alarak hazırlandı.

Müzenin temelinin atıldığı günden itibaren çıkan söylentiler, müzenin önemli bir bölümünün yer altına inşa edildiği ve altın arama çalışmaları yapılacağına dairdi. Bazıları ise gizli mabet olduğu yönündeydi. Bir gün Baksı Müzesine giden ilçe jandarma komutanı, müzenin her noktasını inceler ve burada altın çıkarıldığı, kara para aklandığına dair ihbar var der.

Köylüler burada altın çıkarıldığı ve kara para aklandığını iddia ederek ihbarda bulunmuşlardır.

Oysa biz, özelliklerini ve sanatsal işlevini ortaya koymaya çalıştığımız müzenin, hedefleri ile amaçlarının çok ötesinde yer aldığına dair bu haberle, yapılmak istenilenle, gerçekleşen arasındaki uçurumun ne kadar derin olduğunu görerek ne yazık ki, daha çok fırın ekmek yememiz gerektiğini anladık.

Prof. Dr. Hüsamettin Koçan kimdir?

1946 yılında Bayburt’ta doğdu. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Resim Bölümü’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde uzun yıllar öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1997-2005 yılları arasında fakültenin dekanlığını üstlendi.

Uluslararası Plastik Sanatçılar Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. 1990-95 yılları arasında derneği yönetti. 1991’de İstanbul Sanat Fuarı’nı kurdu. Aynı yıl II. Asya-Avrupa Bienali’nde Türkiye Komiseri oldu. Avusturya Salzburg Şehri Onur Ödülü ve Asya Sanat Bienali, Resim Büyük Ödülü’ne sahip oldu. Çeşitli resmi davetlerle İngiltere, Fransa ve Avustralya’da araştırmalar yaptı. Pek çok yarışmanın seçici kurulunda yer aldı. Sayısız kişisel sergi gerçekleştirdi ve karma sergilere katıldı.

2005 yılında kurduğu vakıfla Baksı Müzesi’ne hayat verdi. Kişisel sanat çalışmalarının yanı sıra halen müze çalışmalarını yürütüyor. Okan Üniversitesi’nde ders veriyor.

GERİYE SARAN TARİH : UKRAYNA

Dünya Tarihinde Bir Kitabın Sayfalarını Karıştırmak, başlıklı yazımdan birkaç gün sonrasında Ukrayna’da yaşananlara hepimiz tanık olduk ancak bu arada yayınlanan görüntülerin arka planında pek de dikkat çekmeyen dini içerikli olduğu anlaşılan bir arma ile iki yanında yer alan ikona benzeri resimlerin varlığı fazlasıyla ilgimizi çekmişti. Yaşanan büyük kargaşa ve ölümlerin ardından, muhaliflerin üstüne ateş açtıran Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç kayıplara karıştı.

Bundan sonra Ukrayna’da yaşanacak olanları hep birlikte izleyeceğiz ancak bu arada Mine G. Kırıkkanat’ın 26.02.2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan yazısından yaptığım alıntıyı da paylaşmadan geçemeyeceğim.

Geriye Saran Tarih : Ukrayna

Ukrayna halkını ikiye bölen ve SSCB çöktüğünden beri AB’ciler ile Rusya’cılar arasında süregelen çekişme, kökü çok eskilere uzanan bir din savaşıdır, sevgili okurlarım. Bu savaşta dil de din ayrışmasının bir parçasıdır.
Yüzölçümüyle Avrupa kıtasının ikinci büyük ülkesi olan Ukrayna, tarihte Hıristiyanlığı oldukça geç, 988 yılında kabul eden ilk Slav devleti. O çağda Hıristiyan âlemi mezheplere bölünmüş değildi ve yönderlik merkezi Roma başkenti Konstantinopolis’ti. Ülkenin Hıristiyan olmasıyla birlikte kurulan Kiev Patrikliği de doğal olarak Fener Rum Patrikhanesi’nin “ekümenik”liğini kabul etti, hükmüne bağlandı. Hatta Kiev’de temeli 1037 yılında atılan katedral, adını büyük Ayasofya’dan almakla kalmadı. İç mimari malzemesinin büyük bölümü, mozaikler, çiniler ve bunları döşeyecek zanaatkâr ve fresk ustaları da Konstantinopolis’ten gitti, büyük Ayasofya’daki önemli sanat eserlerini Kiev’deki katedrale kopyaladılar.

***

Ukrayna o kadar bağlıydı ki başkenti Konstantinopolis olan Doğu Roma’ya, 1453’ten sonra bile Fener Rum Patrikhanesi’nin “ekümenik” yönderliğinden ayrılmadı.
Ne var ki Rusya, 1686 yılında Ukrayna’nın Doğu’sunu yuttu ve Kiev Patrikliği’ni, Moskova Patrikhanesi’ne ilhak etti. Ülkenin Batı’sını da Polonya ve Litvanya işgal edince, zaman içinde Batı Ukrayna halkı Katolik mezhebi ve türevlerine geçip Papa’nın hükmüne bağlanırken; Doğu Ukrayna, Moskova Patrikliği’ne sadık Ortodoks kaldı. Batı’dakiler özgün Ukrayna dilini konuşurken, Doğu’dakiler Rusçayı benimsedi.
Sadece 60 yıl süren “dinsiz” Sovyet dönemi, tarihin derin izlerini elbette törpüleyemedi, hatta ayrışmayı besledi. SSCB’nin yıkılması ve Ukrayna’nın -sözde- bağımsızlaşması sonucu ülkenin iki yakası arasındaki dinsel ve dilsel aidiyet gerilimi, yeniden hortladı.

***

İşte bu yüzdendir ki Ukrayna’nın yüzyıllar boyunca Polonya’nın etkisinde ve Katolik olan Batı’sı, kültürel anlamda benimsediği Batı Avrupa’ya dâhil ve AB üyesi olmak istiyor. Aynı yüzyıllar boyunca Rusya’nın etkisinde ve Ortodoks kalan Doğu’su ise Rusya’ya bağlı kalmak…
Rastlantıya bakın ki, Ukrayna’ya dair anlattığım din ve dil bölünmesi, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan son kitabım Bir Hıristiyan Masalı’nda da yer aldı. Kitap çıktıktan iki hafta sonra, muhaliflerin üstüne ateş açtıran Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç kayıplara karıştı. Yolsuzluktan falan önce, toplu cinayet suçundan aranıyor.
Peki, şimdi ne olacak? Rusya, tarihi tekrarlar ve silah gücüyle Ukrayna’ya girer mi? Yoksa ülke, Batı ve Doğu olarak bölünür mü?
Keza, 1,5 milyon nüfusunun çoğunluğu Müslüman ve Ukrayna’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Kırım da sorun… Hangi yakaya özerk takılır ya da bağımsızlık mı ilan eder?
Bilmiyorum. Sanırım Ukrayna’da tarih yazanlar da henüz bilmiyor, yazılanı bozacak olanlar da…

THE COMPANY

  •  Her 10 kişiden dördü (%41), özel ilgi alanları ile ilgili kampanyaları, kendilerine özel gelen mesajlardan takip ettiklerini söylüyor.
  • Kadınların %45′i isimlerine ya da kendi ilgi alanlarına göre gönderilmiş kişiselleştirilmiş ilanları okuyor, saklıyor ve bu ilanlara geri dönüş yapıyor. Kadınların geçmiş satın almalarına göndermede bulunan benzeri teklifler yeni satın alımları arttırıyor.
  • ABD’li tüketicilerin %61’i, pazarlama mesajları daha kişisel olduğunda markaya daha çok sempati duyuyor.
  • %44 oranında tüketiciler, kişiselleştirilmemiş “kitlesel pazarlama” mesajlarına karşı daha az duyarlı.
  • %53 oranında, yarıdan fazla tüketiciler dijital iletişimlerini kişiselleştiren markaları almaya daha yatkın.
  • Kişiselleştirilmiş dijital iletişimler 18-34 yaş arası tüketicilerde daha pozitif bir etkiye sahip.

Yukarıdaki istatistikler kişiselleştirmenin markalar açısından ne denli bir öneme sahip olduğunun kanıtı. Günümüz tüketicilerin kişiselleştirmeye olan bakışının olumlu olmasının en büyük nedeni günlük karşılaştıkları reklam sayısının fazlalığı. İstatistiklere göre ortalama bir tüketici günde yaklaşık 3.000 reklam ile karşı karşıya geliyor. Haliyle bu reklamlara olan ilgisini minimum seviyeye düşüren tüketicinin bilinçaltında yer eden şey ise kişiselleştirilmiş iletiler oluyor.

Peki nedir bu kişiselleştirme?

Okumaya devam et