RABIA MEDIA CENTER

İstanbul Bağcılar Basın Ekspres Yolu üzerindeki bir plazadan yayın yapan Rabia TV

İstanbul Bağcılar Basın Ekspres Yolu üzerindeki bir plazadan yayın yapan Rabia TV

Mısır eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin eski Genelkurmay Başkanı ve yeni Cumhurbaşkanı Sisi tarafından devrilmesinin ardından, İstanbul’da internet üzerinden yayın yapan “Rabia TV” Mısır’a hürriyet ve demokrasinin kazandırılması gibi bir misyonu olduğu açıklaması yaptı.

Rabia TV sözcüsü Samir Al Araki’nin konu hakkındaki değerlendirmeleri ise şöyle:

“Türkiye, misafirlerini çok iyi şekilde ağırlayan, misafirperverlik duyguları yüksek olan bir ülke. Bize karşı sundukları imkânların karşısında mahcup durumdayız. Türkiye son 15 yıldır tarihi bağları dolayısıyla Arap ülkeleriyle ciddi ilişkiler içine girdi. Türkiye bulunduğu coğrafyada bir güç olarak, sadece Mısır’a değil bütün Arap ülkelerine sahip çıktı.”

Birde şu Somali’de yayın yapmak için canlarını ortaya koyanlara misafirperverliğimizi göstersek de, Radio Mogadishu binasında ölüm tehditleri altında tutsak olarak yaşayanları mahcup edebilsek

RADIO MOGADISHU

 

Radio Mogadishu Arşivi

Radio Mogadishu Arşivi

Gündemin, öne çıkan gelişmelerinde, ülkemizin Somali’de ki arayışlarının sözlerinden satır başları şöyle:

THY bugünden itibaren haftanın her günü Mogadişu´ya sefer düzenleyecek.

İlk etapta 10 bin konut yapmak suretiyle şehrin görünümünü değiştirelim.
Burada 45-65 metrekarelik, alt gelir gruplarına yönelik konutlar yapabiliriz.

İnanıyorum ki bir ila iki yıl içinde bu on bin konutu biz hazırlar ve Somali´ye kazandırırız.
İşin ikinci etabını farklı şekilde planlayıp sonrasında yola devam ederiz.

Terör grupları karşısında pes edemeyiz. İnandığımız yolda hizmet aşkımız sürecek.”

İyide, Türkiye’nin Somali’de ne işi var diyenlerin, bilmeleri ve öğrenmelerini gerektiren pek çok şeyin yanında, her zaman olmasını ölesiye istedikleri, Avrupa Liglerinde elde edilecek bir galibiyet açlığına susamış mazlum ve yoksulların yan yana geldiği, Batıya karşı yeni bir isyanın temsili ile Davos’ta ikinci “van minüt” çıkışıyla dikkat çeken ve “Türkiye AB’nin önünde kapı kulu değildir.” Söylemleriyle, Kara Kıtada kendi tarihini ve yeni geleceğini mi aramaktadır acaba?

Somali’de açlık ve 20 yıldan fazladır süren iç savaş, ülkede en büyük sorun olarak varlığını sürdürmekte. Açlık ve kuraklığın yarattığı olumsuz sonuçların en acı gerçeğiyle yüzleşildiği Somali’de, halkın büyük bir kesimi nedenleri sürekli değişiklik gösteren savaşın tüm olumsuzlarını, yaşamın her alanında hissetmekte. Sokaklarda iç savaş nedeniyle sakat kalanlara her zaman rastlamak mümkün.

İç savaş nedeniyle harabe haline gelmiş birçok yapı başkent Mogadishu’da kaderine terk edilmiş olarak durmakta. Somali halkının yaşamını, açlık ve savaş kadar salgın hastalıklarda tehdit etmekte. Hastalıklarda en çok çocuklar etkilenirken, sefaletin en üst düzeyde yaşandığı ülkede halk yaşamını yardımlar sayesinde sürdürmeye çalışmakta.

Yardım bekleyenler içerisinde, başkent Mogadishu’da iç savaşın yaşandığı en kanlı günlerde, yaşamını kurtarabilen, ancak gördükleri vahşet ve sayısız ölümün ardından, akıl sağlığını yitirenlerin barındığı ve tüm doktorların canlarını kurtarmak üzere kaçarak gittikleri hastanenin eski hastabakıcısı Habeb, yıllardır tüm hastalara sahip çıkmakta. Herkesin Doktor olarak tanıdığı Habeb, insanlık adına yaptıklarıyla büyük bir saygınlık elde ederek tüm ülkede tanınmakta. Aynı şekilde, hiçbir doktorun bulunmadığı fakat iç savaşın dehşetiyle akıl sağlığını yitiren pek çok insanın bulunduğu başkent Mogadishu’da, birkaç hastanenin de başhekimliğini yapmakta ve ülkede yaşananları, gözlerinden yaşlar süzülerek anlatmakta.

Anlattıklarıyla, bizimde gözelerimizden yaşlar gelmesine sebep olan bir başka insanda, Albay Hassan.

Hotel Uruba güzel günlerinde

Hotel Uruba güzel günlerinde

Mogadishu sahilinde, bir zamanlar insanların denize girdikleri, akşamları dans ettikleri, Hotel Uruba’nın önünde, ülkede her şeyi yasaklayan ve binlerce insanın ölümüne sebep olan zihniyet için “zevkleri yok” diyerek geçmişte yaşadığı günleri büyük bir özlemle anlatmakta.

Hotel Uruba'dan geriye kalan harabe

Hotel Uruba’dan geriye kalan harabe

Albay Hassan, hükümetin 3 bin kilometre uzunluğundaki kıyıların kontrolünü kaybettiği ülkede, korsanlıkla baş edebilmek üzere, yeni bir deniz gücü oluşturabilmenin de sorumluluğunu üstlenmiş, ancak elinde birkaç adet eski balıkçı teknesinden başka bir şey bulunmadığından işinin ne kadar zor olduğunun da bilincinde. Harabe haline gelmiş olan Hotel Urubada ülkenin üzerine çöken kâbusu, Albay Hassan kadar büyük bir hüzünle yansıtmakta.

En çok etkilenenler ise, ülkede müziği yasaklayanlara karşı direnen, Radio Mogadishu’da yayını sürdürmeye kararlı olan bir avuç insan ile radyonun baş editörü Muhammed Ahmad.

Somali’nin yazılı bir kültürü yok. Ülkede yazı, General Muhammed Siad Barre tarafından ulusal kültürün devamını sağlamak üzere okullarda öğretilmeye başlanmış.

General Muhammed Siad Barre, 1969 yılında, Başkan Abdirashid Ali Shermarke’nin bir suikast sonucu öldürülmesini takiben kabilesi Marehan ve SSCB’nin de desteğini alarak askeri darbe ile yönetimi ele geçirmiş ve sosyalizmi ülkenin ulusal rejimi olarak kabul etmiş, kabileliği yasaklamış ve ulusu, kendi vizyonu olan Bilimsel Sosyalizm doğrultusunda eğitme girişimini başlatmıştır.

1991 yılında kabile temelli milis kuvvetleri eşliğinde, Muhammed Farrah Aidid tarafından iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra, Somali, kısa sürede terörün acımasızlığı ve ölümlerin kol gezdiği bir ülke haline gelmiştir.

Soamli

Somali’ye ait yakın tarihin ayrıntıları ile ülkenin, nasıl iç savaşa sürüklendiğine dair pek çok spekülasyonun var olduğu internet sitelerine rağmen, bugün Suriye’de Esad rejiminin varlığını koruma yönündeki çabalarının karşısında hangi güçlerin bulunduğunu göz önüne alırsak, çok büyük bir benzerlikle karşı karşıya olduğumuzun da farkına varacağız.

Ülke tarihinin yazılı olan bir kaynağı bulunmamasına rağmen, nesilden nesile aktarılan söylemleri ile müzik, ülke tarihini oluşturmaktadır.

Bu anlamda, müzik, sözlü tarihin en önemli materyali olarak, ülke kültürünün gelecek kuşaklara aktarılmasının da bir parçası olmaktadır. Radio Mogadishu, eski tekniklere kayıt altına alınmış bulunan çok zengin bir arşive sahip. Ülkenin, kültür birikiminin gelecek kuşaklara geçmesini istemeyen terör örgütü El Shabab, Radio Mogadishu’nun elindeki bu zengin arşivi de yakıp yok etmenin yollarını aramakta, radyoda çalışanları ölümle tehdit etmekte. Mogadishu kentinin bir bölümü, kurtarılmış bölge olarak yaşama devam etmeye çalışmakta. Ancak radyonun bulunduğu binanın çevresine yerleşmiş keskin nişancılar, sürekli olarak verici antene ateş ederek radyonun yayını durdurmaya kararlı, radyoda çalışanların can güvenliği yine kendileri tarafından sağlanmakta, akşamları binada kalanlar nöbet tutmakta.

Radio Mogadishu’nun arşivindeki zengin kültür birikiminin yok edilmesine engel olmaya çalışan bir avuç insana, BBC sahip çıkarak tüm kayıtların digital ortama aktarılmasını sağlamış.

Mogadishu’da yaşam zor koşullarda devam etmekte, akrabalıkları bulunmayan kadın ve erkeklerin el sıkışması, beraber yürümesi ve sohbet etmesi yine El Shabab örgütü tarafından yasaklanmış durumda. BM arka planlı hükümet ise sadece başkent Mogadishu ve birkaç bölgeyi kontrol altında tutabilmekte.

Acaba, bu kadar ayrımın yaşandığı başkentin sokaklarında, keskin nişancıların damlarda konuşlandığı, insanların ölüm tehditleriyle dışarı çıkamadıkları ancak kurtarılmış bölgelerde yaşamlarını açlık ve sefalet içerisinde sürdürebildikleri ortamda kime karşı ve kiminle ne yapılmak istenildiğini de anlamak mümkün değil. Ancak anlaşılan o ki, terör örgütü olarak tanımlanmış örgütler listesinde yer alan isimleri tehdit unsuru olarak görmekte zorlanmak, gelecekte ne kazandırabilecektir?

Çok değil, 35- 40 yıl öncesinde, ülkemizde nelerin yaşandığını anımsamak yeterli olacaktır.

TÜBİTAK

200px-TUBITAK-Logo

 Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu

Ülkemizin kendi alanında tek olan Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu resmi web sitesinde, kurumun dünyaya tanıtımı “Biz Kimiz” başlığı altında şöyle yapılmakta:

Toplumumuzun yaşam kalitesinin artmasına ve ülkemizin sürdürülebilir gelişmesine hizmet eden, bilim ve teknoloji alanlarında yenilikçi, yönlendirici, katılımcı ve paylaşımcı bir kurum olma vizyonunu benimseyen TÜBİTAK, akademik ve endüstriyel araştırma geliştirme çalışmalarını ve yenilikleri desteklemek, ulusal öncelikler doğrultusunda Araştırma-Teknoloji-Geliştirme çalışması yürüten Ar-Ge enstitülerini işletme işlevlerinin yanı sıra, ülkemizin Bilim ve Teknoloji politikalarını belirlemekte ve toplumun her kesiminde bu farkındalığı artırmak üzere kitaplar ve dergiler yayınlamaktadır. Bilim insanlarının yurt içi ve yurt dışı akademik faaliyetleri burs ve ödüller ile desteklenmekte, özendirilmekte, üniversitelerimizin, kamu kurumlarımızın ve sanayimizin projeleri fonlanarak, ülkemizin rekabet gücünün artırılması hedeflenmektedir.

Kurum, 1963 yılında, Türkiye’de planlı ekonomi döneminin başlangıcında kurulmuştur. Kuruluş aşamasında en temel görevleri, özellikle doğa bilimlerinde temel ve uygulamalı akademik araştırmaları desteklemek ve genç araştırmacıları teşvik etmek ve özendirmek olmuştur.

Yetişen genç kuşaklara rehberlik ettiği ve bilimsel düşüncenin popüler yaygınlık kazanmasında “Bilim ve Teknik” dergisinin sağladığı katkı tartışmasız bir başarının ürünüdür.

Dergi, akademik makalelerin yayınladığı ve bilim çevrelerinin ilgilendiği ciddiyete sahip ve bir o kadarda popüler anlayışla yayınını 1967 yılından beri sürdürmekte olmasına rağmen, günümüzde rekabet edebileceği çok sayıdaki yayınların ve bilgiye erişimde sınırsız seçeneğin var olduğu ortamda kısıtlı sayıda okuyucu kitlesine hitap etmesi çok normaldir.

Günümüzde, herhangi bir AVM girişlerinde, gazete ve dergi reyonlarında, çok sayıda yerli ve yabancı yayına rastlamak ne kadar olağansa, geçmişte, yayınlanan yabancı dergileri bulmak, piyango talihlisi olmaktan hallice olsa da, yerli yayınlarda parmakla sayılacak kadar azdı.

Böylesine zavallı bir ortamın varlığını açıklamak çok fazla argümanı gerektirse de, o yıllarda “Bilim ve Teknik” dergisi çok sayıda insanın takip ettiği oldukça popüler bir dergiydi.

Ülkemiz bankacılık sektöründe, elektronik düzenleme döneminin yaşandığı günlerin yıllar öncesinde, dergide “Elektronik Para” adlı yazılar yayınlanmaktaydı. Bir fantezi olmanın ötesinde başka bir şey düşünebilmekten kendimizi alamadığımız zamanlar öylesine hızla geçmişti ki, “Kredi Kartları” hepimizin cüzdanlarında iskambil kâğıdı gibi deste deste yerlerini almışlardı.

Böylesine vizyonu olan bir dergiyi yayınlayan kurumun, ülke gerçeklerine yaptığı katkıları anlatabilmek için çok fazla söze de gerek olmadığını varsayarak günümüze dönersek, ne kadarda içler acısı bir durumla karşı karşı olduğumuzu üzülerek göreceğiz.

Ülkemizde tek olan, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumunun, yıllar öncesinden süregelen vizyonu, ayaklar altına alınmıştır. Büyük bir rezalete imza atılmış ve dünya gözünde küçük düşürülmüştür.

Hangi konuyu ele alırsanız karşılaşacağınız benzeri durumlara bir örnek olması sebebiyle, basında çıkan şu haberler ne yazık ki, yine ülkemiz adına yüz kızartıcı ve bir o kadar da utanç duyulacak seviyededir. Kurumun saygınlığına ve vizyonuna gölge düşüren son dönem olguları nelerdi acaba?

Rezalet: 1

ODTÜ’den alınmış gibi düzenlenen sahte diploma ile TÜBİTAK’ta işe giren ve 3 gün önce tutuklanan Hasan Başaran’ın ev ve işyerinde, TÜBİTAK’tan dışarı çıkarılması yasak olan flaş bellek ile 295 adet CD – DVD ele geçirildi. Türkiye’deki tüm kamu kurumlarında kullanılan e-imzaların hazırlandığı Kamu Sertifikasyon Merkezi’nin başında görev yapan Başaran’ın evinde ele geçirilen flaş bellekte, e-imzaların veri tabanı ile kritik ulusal proje verilerinin yer alma ihtimali üzerinde duruluyor.

Temmuz 2012’de, Kamu Sertifikasyon Merkezi bünyesinde işe başlayıp 4 ay sonra aynı birimin başına geçen Başaran’ın sorgusunda, “Bana bağlı 65 kişi çalışmaktaydı. 5 bölümden oluşan merkezde kamu kurumlarından gelen talebe göre elektronik imza çalışması, bu imzaların SİM kartlarına sertifika basılması, ihtiyaç duyulan yazılımların gerçekleştirilmesi, bilgi güvenliği sağlanıyordu” dediği bildirildi.
Kurumdan 7 bin TL maaş aldığı öğrenilen Başaran, “Diplomamın sahte olduğunu anlayan olmadığı için askerliğimi de kısa dönem yaptım” dedi. Başaran, işe giriş esnasında sunduğu diplomayı da, 2005’te bilgisayarında photoshopla kendisinin yaptığını ve ailesinin dahi gerçek sandığını söyledi. Başaran’ın işe girişteki mülakat sınavı hakkında da “Bana genellikle kriptografi üzerine sorular sordular. Sürekli makaleler okuduğum için rahatlıkla cevapladım” diye konuştu.

Rezalet 2:

TÜBİTAK’a bağlı Kamu Sertifikasyon Merkezi eski Başkanı Hasan Başaran’ın tutuklanmasının yankıları sürerken, kuruma sahte diploma ile uzman olarak alındığı anlaşılan Cevdet Aydın’ın da tutuklandığı ortaya çıktı.

TÜBİTAK’a 2012’de alınan Aydın’ın sorgusunda lisans diplomasının sahte olduğunu kabul ettiği ve 25 Aralık 2014’de cezaevine gönderildiği bildirildi. Aydın’ı Bursa Uludağ Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nden ‘mezun gibi’ gösteren diplomasının Ankara 3. Noteri tarafından onaylandığı da saptandı. İfadesi alınan noterin ise konu hakkında bilgisi bulunmadığını söylediği aktarıldı.

Acaba ülkemizin saygın kurumlarında görev alan sahte diplomalı daha kaç kişi vardır? Tahmin edebilmek mümkün değil elbette, ancak kayıtlara erişmenin mümkün olmadığı, geçmişle bağların koptuğu böylesine bir ortamda, sahte diplomalılara azami dikkat edilmesi gerekmektedir ki, bir tarafından aldığı diploma ile okumuş olduğu okul anlaşılabilsin. Bununda yöntemi çok basit, hani bilenler bilir.

Örnek: Üzerinde vesikalık resim olmayan çıkış belgesi olur mu?

UCUBE NEDİR, NASIL OLUR?

Ucube = Şaşılacak denli çirkin olan.

Türkiye’de korunacak en önemli şeylerden biri İstanbul siluetidir. Dünya mimarlık tarihinin en iyi korunan siluetlerinden biridir. 16/9 Kuleleri dikildi silueti mahveden. Bizde, muhafazakârım diyen, apış arası muhafazakârıdır.

Eser Karakaş

16/9 Kuleleri

16/9 Kuleleri

2015 yılının ilk günlerinde, iş ve siyaset dünyasının önde gelen isimlerinin, Mimar Sinan’ın anlayış ve idealini gelecek nesillere aktarmak, ‘Ustalık dönemi eserim’ dediği Selimiye Camii koruma altına almak için el ele verildiğine dair çıkan bir haberde, Türk – İslam mimarisinin, dünya mimarisinde hak ettiği yeri alması için, görsel, basılı ve tüm teknik unsurlarıyla gerekli tanıtım çalışmalarının yapılması ve yapanlara katkı sağlanması yönünde destek verileceğinin altı çizilmekteydi. Okumaya devam et

ÇİZGİLİ DEFTER

Harf Devrimi

Harf Devrimi

Çocuklarımızı hangi okullara gönderebileceğimiz konusunda çoğumuzun kafası karışık. Yaşanılan bu kafa karışıklığının sadece günümüze has olmadığını, geçmişte yaşanan yüzyıllarında bu kafa karışıklığının bir parçası olduğunu, mirasını devralmış olduğumuz Osmanlı Devleti’nde de en yoğun şekliyle yaşanmış olduğunu görmekteyiz.

Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşanan kırılmaların, eğitim ve öğretim alanında da önemli değişimlerin habercisi olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir.

Nasıl ki, geçmiş iktidarlar döneminde Köy Enstitüleri kapatılarak Cumhuriyetin kazanımlarına darbe vurulduysa, 1961 Anayasası ile yeniden yapılanma imkânını bulan ülkenin eğitim ve öğretimi, gelecekte yaşanacak olan periyotlarda, “YÖK” gibi kurumlarla bir daha ayağa kalkamayacak şekilde sakatlanmış olmasına rağmen, alışagelmiş olduğumuz şekilde, laik bir eğitim ve öğretim sistemini de yaşatabilmeyi tüm zorluklara rağmen koruyabilmişti.

“İsteseler de, istemeseler de Osmanlıca öğrenilecek” diyerek okullarda okutulmaya başlanacak olan Osmanlıca ile yapılan eğitim ve öğretimin, bu ülkedeki geçmişi acaba nasıldı?

Okul Öncesi Eğitimi

Eğitim tarihimizde XX. Yüzyıla gelinceye değin okul öncesi eğitim kurumlarına rastlanılmamaktadır. Okul öncesi eğitim konusundaki resmi girişimler, 1911 yılında Avrupa’ya altı gayrimüslim kadının gönderilmesiyle başladı. 1913 yılında ise okul öncesi eğitim kurumlarını açma hazırlıkları başladı ve Avrupa’nın her tarafından yönetmelikler ile programlar getirildi, çevirileri yapıldı, öğretim araç ve gereçleri sağlanarak, 1914 yılı başlarında ilk resmi okul öncesi eğitim kurumları açıldı ve kısa zamanda hızla gelişti.

İlköğretim

Osmanlı döneminde genel olarak “sıbyan mektebi” adını alan ilköğretim kurumlarının yanında “medrese” adlı eğitim kurumları genellikle dini yapılara bağlı kuruluşlar olmalarına rağmen, ilköğretim kuruluşları, İslam dünyasının hemen her yerinde dini yapılardan ayrıydı. Sıbyan mektepleri dini yapı bütününden ayrılarak şehrin çeşitli yerlerine, özellikle sokak üzerlerine ve köşe başlarına taş yapılar olarak inşa ediliyorlardı. Sıbyan okulları tek dershaneli ve tek öğretmenliydiler. Öğretmenlerin kalfa denilen birde yardımcıları vardı. Sıbyan okullarında harcamalar vakıflar tarafından karşılanıyordu. Öğretmen ve diğer görevlilerin maaşlarının yanı sıra öğrencilere de bazı yardımlar yapılıyordu. Bunun yanında öğretmenler vakıf gelirlerinden başka öğrenci velilerinden “hediyeler” de alıyorlardı.

Sıbyan okullarına törenle başlanırdı. Bu merasimin belli bir zamanı yoktu. Aile istediği zaman çocuğunu okula başlatabilirdi. Yoksul çocukların okula başlayışı, öğretmenin elini öpmesiyle olurdu. Orta halli kişiler ise çocuklarını giydirir, başını süsler, boynunda cüz kesesi, akrabalarıyla beraber okula gelirler, hocaya ve oradaki çocuklara az miktarda bahşişler verirlerdi. Zengin ve kibar ailelerin çocukları ise, şaşaalı bir şekilde okula başlarlardı.

Osmanlı sıbyan okullarında özellikle Kuran’ı okutmak, eğitimin esas amacı olmakta devam ediyordu. Bunun yanında namaz biçimleri ve namazda okunacak ayet ve duaları okumak ve öğretmek de eğitimde önemli bir yer tutuyordu. Bir de yazı yazmayı öğretmek, “mürekkep yalatmak” esas amaçlardandı. Bunu dışındaki hesap, tarih, coğrafya, Türkçe gibi dersler öğretmenlerin isteğine bırakılmıştı.

Sıbyan okullarında yazı öğretimi çok başarısız oluyordu. 1862 yılından itibaren İstanbul’daki 36 sıbyan okulunda yeni bir harf öğretme biçimi denenmeye başlandı. Devlet bu okullara parasız taş tahtalar, taş kalemler ve divitler dağıttı. Daha sonra aynı amaca yönelik “numune iptidaileri” kuruldu. Selanikli öğretmenlerden bir ekol ortaya çıkıp yeni bir yazı öğretme ve alfabe biçimi ortaya çıkardı. Çok sert tepkiler gören bu akım, ilköğretim ıslahatını bir “Elifba” ıslahatı haline dönüştürdü. “Hakiki” siyle, “Tecrübi” siyle binlerce kolay Elifba yazıldı. Daha sonra çok geniş boyutlarda tartışılmaya başlanan harf ve yazı meselesi ancak 1928’de çözümlenebildi.

XIX. Yüzyılın son çeyreğinde ilköğretim kurumları çeşitlenmeye başladı. “Sıbyan mektebi” terimi yenilikleri reddeden vakıf ilkokulları tarafından kullanılmaya başlandı. Bunun yanında “İptidai mektepler” ortaya çıktı. Bunlar Eğitim Bakanlığı veya özel dernek ve kişiler tarafından kurulmuş ilkokullardı. II.Abdülhamit döneminden itibaren Osmanlı ilkokullarında eski ve yeni usul eğitim metotları tartışılır oldu. Bize göre yeni olan, Avrupa’nın çoktan terk ettiği eski metotlar idi.

Bu tartışmanın ana başlıkları şöyleydi:

İlkokul, medreseden ayrılacaktı.

İlkokulların kendine özgü öğretmenleri olacak mahalle imamı ve karısının öğretiminden kurtarılacaktı.

Öğretmen sadece “hediye” değil “aylık” (maaş) alacaktı.

Okuma-yazma öğretiminde “heceleme” usulü terk edilecek ve “usul-u saftiye” veya “meddiye” denilen yeni usul okuma getirilecekti. Bu usul, her harfi ayrı ayrı değerlendirerek harf üzerinden okuma öğretmek demekti.

Eskiden yalnız okuma öğretimine önem veriliyor, yazma hünerine pek önem verilmiyordu. Özellikle kızlara okuma yazma öğretilmiyordu. Yeni usul, yazıya ve kızlara da yazı öğretilmesine önem verilmesini istiyordu. Ayrıca kız çocukları için ayrı ilkokullar açılması isteniyordu. II. Meşrutiyet döneminde politik zorlamalar dolayısıyla da devletin ilköğretim programı etkinleştirildi. Genel bir ilköğretim yasası çıkarma çalışmalarına girişildi. İlköğretimin zorunlu ve parasız olma ilkeleri herkesçe kabul edilmeye başlanıldı.

Osmanlı ilköğretim sistemi son şeklini I. Dünya Savaşının patlayacağı yıllarda oluşturdu. Öğretim süresi altı yıl olarak belirlenmişti. 1913-14 öğretim yılında Osmanlı yönetiminin dört bin ilkokul, on beş bin ilkokul öğretmeni ve altı yüz bin civarında ilkokul öğrencisi vardı. Bu ise Avrupa ülkelerine göre gülünç denebilecek bir durumdu.

Ortaöğretim

Rüşdiye” diye adlandırılan eğitim kurumu, Türk eğitim tarihinde önce ortaöğretim kademesinde ortaya çıkmış, lise ve ortaokul fonksiyonlarını gördükten sonra, öğretim seviyesi düşerek ilköğretim kademesine geçmiştir. Bir süre de “yüksek ilkokul” denebilecek bir düzeyde kaldıktan sonra, 1913 yılından itibaren ilkokulların içinde erimiştir.

Sıbyan okullarının üstünde bir ara öğretim kademesi kurulmak istenmiş, hazırlanan tasarıya göre, sıbyan okullarına “sınıf-ı evvel” denilmiş, bu yeni kurulacak okullara da “sınıf-ı sani” denilmesi düşünülmüştü. Ancak II. Mahmut bu adı beğenmemiş, bu okullara “rüşdiye” denilmesini istemişti. Çocuklar “rüşt çağı” olan 14-15 yaşına kadar bu okullarda kalacaklar, ondan sonra yüksek okullara ve memuriyetlere girebileceklerdi. Bu arada 1838 yılında açılan iki sivil memur yetiştirme okulunun üzerinde de kısaca durulmalıdır.

Mekteb-i Maarif-i Adliye, 1838’de hükümet dairelerine girmiş olan genç memurları ve memuriyete girmek için başvuranları okutmak ve yetiştirmek amacıyla Sultan Ahmet Külliyesinde açılmıştır. Buradaki “adliye” kelimesinin adaletle ilgisi yoktur. Padişahın mahlası “adli” olduğundan dolayı bu ad takılmıştır.

Mekteb-i Ulüm-u Ebediyye, devlet dairelerine güzel, anlaşılır, doğru yazı yazmayı bilen kâtipler yetiştirmek üzere Süleymaniye külliyesinde açılmıştır.

Rüşdiyelerin öğretim süresi, ilk açıklandıklarında iki yıldı, daha sonra dört yıla, 1859 yılından itibaren altı yıla çıkarılmıştır. Sonra tekrar beş, dört ve üç yıla indirilmiştir. Öğretim süresindeki düşüşte en büyük etken, şüphesiz idadilerin açılmasındaki erkek rüşdiyeleri 19. Yüzyılın ikinci yarısında normal gelişimlerini sürdürürken, aynı öğretim düzeyinde iki rüşdiye tipinin daha ortaya çıkmasıdır.

Bunlardan birisi kız rüşdiyeleri idi. İlk defa 1859 yılında açılmış, 1869 yılında ülke çapında açılması kararlaştırılmış, ayrıca 1870 yılında kız rüştiyelerine öğretmen yetiştirmek amacıyla ilk kız öğretmen okulu olan “Darülmuallimat” açılmıştır. 19. yüzyıldaki eğitimin gelişmesinde askeri eğitim, orta dereceli öğretimin başlarından itibaren sivil okullardan ayrı olan gelişimini sürdürmüştür. 1875 tarihinden itibaren askeri rüşdiyeler açılmaya başlanmıştır.

Rüşdiye okulları, II. Abdülhamit döneminde, yalnız yerel hükümet dairelerine kâtip yetiştirmek amacına yönelmiş; ders programlarının esasını da yazı öğretimi teşkil etmişti. II. Meşrutiyet dönemi ise, rüşdiyelerin yıkılış dönemi olmuştur. Bu dönemde rüşdiye ilkokul çıkışlıların bilgilerini tamamlayan ve onları orta öğretime hazırlayan bir yüksek ilkokul durumuna getirildi. 1913 yılı “rüşdiye” adlı kurumun sonu oldu. “Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u Muvakatı” yayınlandı ve rüşdiyeler iptidailer içinde eritildi. 1910 yılında 458 erkek ve 80 kız rüşdiyesi vardı.

İdadiler

“İdad” hazırlamak anlamında olup, “İdadi” de genel olarak kendisinden üstün okula öğrenci hazırlayan okul demektir. Öğrencileri bir yere hazırlayan öğretim kurumlarına ad olarak daha sonra “Mahrec”, “İzhari”, “İhtiyat” gibi adlar kullanılmıştır. Hazırlık okulları oldukları için idadilerin eğitim tarihindeki rolleri sürekli olarak değişmiştir.

İdadi adlı okullar, 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre Müslüman olan veya olmayan Osmanlı vatandaşlarını birbirine kaynaştırmak ve ortak bir kültür içerisinde yetiştirmek düşüncesiyle, Sancak merkezlerinde rüşdiye çıkışlı öğrencileri Sultanilere hazırlamak için üç yıllık okullar olarak kurulacaktı.

Kâğıt üzerindeki bu maddelerin tamamen gerçekleştirilmesi hemen mümkün olmadı. Ancak 1873’de “Darülmaarif” adlı okul mülki idadi şekline dönüştürüldü. İdadilerin ülke çapında yaygınlaşması II. Abdülhamit döneminde olmuştur. Bu okulların bir kısmında dersleri okutacak yetenekte öğretmenler bulunamadığından ziraat, ticari ve sanayi amaçlı olanlardan vazgeçildi. Bir kısmı ise bulundukları yörenin işlerini idare edecek, imarını sağlayacak kişilerin eğitimine yönelmişlerdi.

Bu okullara başlangıçta yalnız ilkokul mezunları alınırken, 1913’de girişilen bir düzenlemeyle rüşdiye mezunları da alınmaya başlandı. Sürekli savaşlar dolayısıyla pek uygulanma imkânı kalmayan rüşdiyelerin kapatılmasıyla beş yıllık idadiler ortaöğretimin ilk basamağını oluşturdular ve Cumhuriyet döneminde “Ortaokul” a dönüştüler.

Yüksek okullara öğrenci hazırlayan ortaöğretim kurumları olarak tüm ülkeye yayılmış olan yedi yıllık İdadiler de 1910-1913 arasında önce “Sultani“ye daha sonra da “Lise” ye çevrilerek tarihe karıştılar. Bu çevirmelerden amaç, bütün Osmanlı vatandaşlarına hiç olmazsa bu düzeyde bir eğitim vermek ve iyi bir yabancı dil öğretmek idi. 1914 yılı başlarında ülkede 59 İdadi, 7.000 bin civarında öğrenci ve 600 kadar öğretmen vardı.

Sultaniler

XIX. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı Devletinin ilköğretim ile yüksek öğretim arasında bir eğitim kademesi kurma çalışmaları ile doludur. Bir yandan ilk ve yüksek öğretim kademeleri arasında bir köprü kurmaya çalışılırken, bir yandan da Müslüman ve Hıristiyan bütün Osmanlı yurttaşlarına, ortaöğretim düzeyinde ortak bir kültür ve eğitim verilmek isteniyordu.

Bazı Avrupa Devletleri, Osmanlı Devletine ıslahat notaları vermekteydiler. Bunlardan biride 1867 tarihinde Fransa’nın öğretim dili Fransızca olan bir ortaöğretim kurumunun açılması yönündeydi. 1868 yılında çok görkemli bir törenle açılan bu kurum kısaca “Sultani” olarak adlandırıldı.

Galatasarayı’nda açılan bu sultani okulu, ilk ve ortaöğretim kademelerini içeriyordu. Hatta bir ara “Darülfünun-u Sultani” adıyla yüksek kurumlar da açılarak tam bir külliye haline getirilmişse de, bu uygulamadan çabuk vazgeçilmiştir. Galatasaray Sultanisinin bir ortaöğretim kurumu olmasına rağmen hem dili hem de program ve öğretim sistemi diğer ortaöğretim kurumlarından ayrı ve üstündü.

Galatasaray Sultani’sinin açılışından bir yıl sonra yayınlanan “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi” n de vilayet merkezlerinde “Mekteb-i Sultani” adlı altı yıllık eğitim kurumlarının açılması öngörülüyordu. Bütün Osmanlı yurttaşlarına açık olacak bu okullar, rüşdiye çıkışlıları alacaktı ve son üç yıllık dönemde “Edebiyat” ve “Ulum” kollarına ayrılacaktı. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmediyse de, siyasi olaylar nedeniyle büyük bir önem kazanan Girit’in merkezine “Mekteb-i Kebir” adıyla bir Sultani okul kurulmuştu. Bunun dışında II. Meşrutiyet dönemine kadar hiçbir sultani açılmadı.

İnas Sultanisi (Kız Lisesi)

II. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar Osmanlı Devletinde kızlara orta ve yüksek öğretim düzeyinde eğitim veren hiçbir kurum yoktu. Meşrutiyet ilan edilince, Meclis Başkanı Ahmet Ali Rıza Bey’in önderliğini yaptığı bir kız sultanisi kurma girişimleri Balkan Savaşının başlamasıyla hiçbir sonuca ulaşamadan sona erdi.

Özel Ortaöğretim Kurumları

Özel okulların ortaya çıkışı XIX. yüzyılın ikinci yarısındadır. Eğitim tarihinde “Özel Okul” denilince resmi okulların dışında yabancı devletlerin, Osmanlı uyruğunda olmayan kişilerin, Müslüman olamayan dini toplumların ve Hıristiyan Osmanlıların açtıkları okulların anlaşılması ve önceden aldıkları ayrıcalıkların anlaşılması gerektiğidir.

Azınlık ve yabancı okulların özel okul statüsüne alınmaları ancak Cumhuriyet’ten hemen sonra mümkün olmuştur.

Eğitim tarihimizde özel okulların kesin bilgileri kayıtlara geçmemiş olduğundan bu okullar hakkında bilgiler ve sayılar bölük pörçüktür.

Osmanlı döneminde okuma ve yazma

XX. Yüzyıla değin Osmanlı’da uygulanan ya da uygulanmaya çalışılan, yüksek eğitim ve Darülfünun adı verilen üniversiteler ile askeri okulların dışında kalan, temel eğitiminin verildiği sıbyan okullarında, okumaya geçilmeden önce devrin padişahı için dualar ve ilahiler öğretilmekteydi. Daha sonra ise; Kur’an Cüzü denilen bir alfabe kitabından okumaya başlanmakta ve bu alfabe kitaplarına Elifba kitapları denilmekteydi.

Sıbyan okulları, Kur’an okutmak, namaz usullerini ve namazda okunacak ayetleri ve duaları öğretmek ve biraz da yazı yazdırmak gibi gayeler ile kurulmuştu. Buna mukabil gerçek yaşamın ayrılmaz parçaları olan, tarih, coğrafya, matematik gibi derslerin olmadığı, Türkçeye ise hiç yer verilmediği görülür.

Yazı derslerinde ise, Türkçenin imlası öğretilmez, Arap yazıları ve Arapça metinler üzerinden nakkaşlık ve kopyacılık yaptırılırdı. Bunun sebebi ise Osmanlıca denilen o zaman ki Türkçenin iyi yazılmasının ancak Arapça ve Farsça öğrenmeye bağlı olmasıyla ilişkilendirilmesiydi.

İlköğretimin zorunlu hale getirilmesi II. Mahmut zamanında, okuma yazma konusunu geniş olarak ele alan bir fermanla sağlanmıştır. Bu fermanda yeni nesilleri hayati ve dünyevi bilgiyle donatmak amaçlanmamış, dinini ve ahretini bildirmek hedeflenmiştir. Hiçbir ciddi teşkilata dayandırılmadan, eğitim araç ve gereçleri ve öğretmenler düşünülmeden yayınlanan bu fermandaki emirler sadece kâğıt üstünde kalmıştır. II. Mahmut’un ilköğretimde “her şeyden evvel dini zaruretlerin öğretilmesini” tavsiye etmesi o dönem Avrupa’sındaki eğitimcilerin katkısıyla gelişen pedagojiden, eğitimin karakter geliştirme esasına doğru gitmesinden, Osmanlı âleminin ne kadar habersiz olduğunu göstermektedir. II. Mahmut döneminde halkın okuma yazmaya olan ilgisi çok azdı. Sıbyan okullarından çıkanlar doğru dürüst okuma yazma becerisi kazanamamakta, zengin ve aydın aileler çocuklarına özel dersler yoluyla Farsça, Arapça, dil, edebiyat v.b dersler aldırmaktaydılar.

1845’ten sonra yaygınlaşan Rüşdiyeler için hazırlanan yönetmelikte; “Müslüman çocuklarının beş yaşlarına doğru velisi tarafından hocaya teslim edilmesine, hocanın da çocuklara heceleri, harfleri gösterip onların hayallerini işlemesini daha sonra, Kuran’a başlaması…” öngörülmüştü.

Tanzimat dönemimde ilköğretimde yapılan yenilik ve yaşanan gelişmelere bakıldığında, sıbyan mekteplerinde okumanın yanında, yazmaya da önem verilmeye başlanmıştır. Hocaların çocukları yazmaya özendirmelerinin gerekliliği ve yazmanın öğrenmeyi kolaylaştırdığı kabul edilmektedir. Bu sebeple de, siyah taş tahtaların, padişah tarafından yeterli sayıda okullara gönderileceği Kur’an ayetleri dışında üzerinde yazma çalışmalarının yapılması istenmekteydi. Öğrencilerin yanlarında divit, kamış kalem, mürekkep hokkası taşıması gerektiği belirtilmekteydi.

Tanzimat döneminde erkek ve kız rüşdiyelerinin programlarında yer alan imla ve yazı dersleri yazıya verilen önemi göstermektedir. Yine aynı dönemde okuma yazma öğretimine ilişkin güçlüklerin giderilmesi için alfabe değişikliğine gidilmesi gerekliliği üzerinde çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Ancak herkesin temel dini bilgilere ve Kur’an okumaya olan ihtiyacı ve yıllarca biriken kıymetli eserlerin yeni alfabeye göre çevrilmesinin doğuracağı külfet gibi sebeplerle alfabe değişikliğine çok sıcak bakılmamıştır. Ayrıca Fransızca ve İngilizce gibi pek çok dilin imlasının tüm zorluklara rağmen okuma yazma oranının bu ülkelerde yüksek oluşu örnek alınarak eksikliği kendi öğrenimimizde aramamız gerekliliği üzerinde durulmuştur. Meşrutiyet döneminde ilköğretimde yapılan en önemli değişiklik, parasız öğretimin kabulüdür.

Cumhuriyet dönemine kadar özellikle ilköğretimde okuma yazma öğretimini etkileyen gelişmelere, Osmanlı eğitim tarihi açısından bakılmaya çalışıldığında Türkçe eğitim ve öğretim olarak okuma yazma öğretimi, kuşkusuz bu uygulamanın ilk ve en önemli parçası olarak karşımıza çıkar.

Türk dili için, Arap harflerinin yetersizliği ve ıslah edilmesi gerekliliğini işaret eden isimlerin yanında, Arap harflerinin bırakılarak tamamen Latin harflerinin kabul edilmesini savunanların çatıştığı en önemli nokta, kutsallığın korunması adına Arap harflerinin kullanılmasının gerekliliği ile Latin harflerine geçişle kutsallığın ilişkilendirilemeyeceğini söyleyenlerin, er ya da geç Latin harflerine geçileceğini öngörmeleriydi.

Araf’ta, bir okuma yazma öyküsü

Bu öykü, Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından önce, bütün diğer Türk çocuklarının yaşamına benzer bir şekilde yaşamına başlayan Kıbrıslı bir çocuğun öyküsüdür.

Türkiye, Kıbrıs’ı her ne kadar 1974’ten sonra tanısa da, Kıbrıs’ta yaşamın öyküsü, Osmanlıya uzanmaktadır. Girit’ten Selanik’e, İskenderiye’den Musul’a uzanan coğrafyanın ortasında Akdeniz’in kucakladığı bu adada, Osmanlıca alfabeden Latin alfabesine geçişi yaşamış, Atatürk’ün cenaze töreni için yapılan yayını radyodan dinlemiş, Mümtaz Güran’ın anısına saygıyla…

Kıbrıs’ta Türk okullarında 1929 yılına kadar Osmanlıca alfabe kullanılıyordu. Yazması da, okuması da zordu. Atatürk Türkiye’si 1928’de Latin Alfabesi’ne geçmişti. Türkiye ve Atatürk devrimlerini yakından takip eden Kıbrıslı Türk aydınlarının çabaları ile Türkiye’de başlayan bu yeni süreç hiçbir zorlama olmadan çok kısa bir süre içerisinde Kıbrıs’ta da uygulanmaya başlandı. Osmanlıca zordu ve bu zorluk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

“Yaş ganunu yoğudu o zaman. Sonra ganun oldu, altı yaşında gidilirdi okula. Ama bizim zamanımızda yoğudu. Zannederim daha güçüğüdüm. İlk hatırlarım bir gomşumuz varıdı, bu dondurmacı Mehmet. Aldı beni elinde böyle da, götürdü okula. Okula başlarken pilaka denen gara bir daş, böyle çerçevenin içinde, tahda çerçevenin içinde gara yassı bir daş varıdı. (yakın geçmişte okullarımızda dağıtılan tablet bilgisayarların atası) Onun üstünde yazardıg. Gondilli denilen bir galeminan, onun üstünde yazardıg. Bir pilaka, birkaç dane defter hem gitapları satın alırdıg. Ha atalarımız işde, sıkıla büküle, tedarik ederdi artık öyle birkaç şilin parayı ve alırdı bize. Okulda tedrisat eski harflerle olurdu. Eski Türkçeydi. Bu şimdiki harfler ile değil ama hatırlamam kaç sene okuduk esgi Türkçe ile. Yani ben tabiri caizse, onnar herkesin başına belaydı. Yazı değildi onlar. Yani okurkan biz, verdiler bize bir Arapça kitap, hatırlarım bazı Arapça kelimeler içinden, Guran’ın temeliymiş onnar. E çalış derdi öğretmen bize. Alırdı dizerdi bizi garşısına. Beş on gişiydik, galiba sınıfda. Ha dizerdi bizi okurdu o şeyin bir sayfasını mesela. Gidin çalışın, yarın bileceksiniz da diyneycem sizi derdi. Bilmezsanız dayak. Dayakdır ceza. Çalışmadın dayak. Öğretmen okurdu ama Arapça kelimeler. Ne annardıg, ne ne olduğunu bilirdig. Çalış! Ma neyi çalışacan? Şimdi senin elinde bir Alamanca, bir Rusca kitap goysalar da deseler… Zerre kadar kelimesini harfını bile bilmem… Okudu bilen garşında da, dedi sana al çalış, yarın lazım bilesin. Bu sayfayı okuyacan, bu sayfayı annadacan. Neyi okuyacan? Götürdüm eve o kitabı. Evde Rusça bilen yok. Okuma yazma bilen bile yok. Çalış! Nasıl çalışacan? Haa, biz o durumdaydık. Götürürüg eve. Çalış. Neyi çalışacan? Açarım genni, ertesi gün. Giderig o dün okuduğundan aklında galırsaydı bişey, yani öğretmenin söylediğinden, güya okurum gibi yaparak onu söylerdim. Amma, tabi olmaz. Yannış. Ondan sora bir cetvel varıdı. Bir tarafı delikliydi. Öyle güçük bir delicik vardı. Zaten bu Arapça kelimeler kısadır. Gordu kitabın içine cetveli, Bir kelimeyi alırdı ortaya. Sanki açık olsa bilecen! Bir kelimeyi gösterirdi bana, cetvel ötekileri kapatırdı ki, başdan geleyim orda bileyim. Okuyarak bileyimmiş. Zaten açıkta olsa bilmem, kapalıda olsa bilmem. Annamadım hiçbir şey. E söyle! Ne söyleycen genne? Gorgudun da bizi. Gorgardık öğretmenden çokkk. Gorkduğumuz için, yaşımızda müsait değildi, bunları söyleyemezdik öğretmene ki, bişey anlamadım ben. Zaten, nasıl çalışacam bilmem, nasıl okuyacam da. Açık da dutsan bilmem, kapalı da dutsan bilmem. Ne söyleyim? İşte o söylediği kelimelerden bişey hatırımda galırsa söylerim gendine güya odur ama hiç rasgelir? Golay değil rasgelsin. Rasgelmez, sopa. Al tokadı, al dayağı. Yannış, çalışmadın, tembelsin, okumadın çalışmadın. Ma giderim eve, evde biri yoğudu bana öyle gösdersin, tarif edsin ne yapacağımı. Gardeşimin, biraz okuması yazması vardı onun ama cüzi, dar, çok dar. Bişey o da bilmezdi. Babam bişey bilmez, annem bilmez. Velhasıl işde berikat geldi yeni harflar, gurtardı bizi o belaların elinden. Onnar belaydı, yazı değildi. Hiç bişey alışamadık, öğrenemedik. Sora hatırlarım, zannederim, öyle sene ortasındaydık, geldi bu yeni harfler. Yeni harfler geldiğinde, öğretmen verdi bize kitap. Üstünde yazılıydı iki üç harf. ABC. Tarif etti bizde işde bu A’dır, bu B’dir, bu C’dir. C’nin önüne A’yı gorsan CA olur; B’nin önüne gorsan BA olur. AB_BA. İşde o üç harfle olan kelimeleri öğrendik. Vallahi bilin, gerçekden sanki garanlıktaydım ve böyle bir pencere açıldı da aydınlık oldu ortalık. Güneş oldu da nefes aldım böyle. Öyle geldi bana. Öyle iftihar ettim. Öğretmen, öğreneceğiniz artık bunlardır dedi. Öğreneceksiniz bunnarı da o eski harfler gitdi yoktur artık onnar. Bilin ne gadar sevindik! Anamızdan doğmuş gibi böyle, çok hoşumuza gitdi. Velhasıl, ilkokulu bitirdik işte sonra.”

Herhalde, okumanın ve yazmanın en korkulu rüya olduğu yıllarda, 1 Kasım 1928 tarihi, aynı yaşlardaki tüm öğrenciler için geleceğe açılan kapının anahtarı olmuştu.

Kıbrıslı, Mümtaz Güran’ın kişiliğinde somutlaşan anılarda, Osmanlıca okumanın ve yazmanın ne kadar korkutucu olduğu ve yeni harflerin kabulü ile okuma ve yazma öğrenip başarısız olma duygusunu yenerek, okuma sevgisiyle yaşamı boyunca hep okuyan ve okumaktan hiç vazgeçmeyen, yaktığı ışıkla yolumuzu aydınlatarak, kuşaklar boyu o ışığı bir bayrak gibi taşıyacak olanların, karanlıklarda yaşayan kör yarasalarla mücadelesi, sonsuza kadar sürecektir.

Çizgili defterlere yazılan, harfler, hecelerle, heceler kelimelerle, kelimeler cümlelerle, cümleler paragraflarla, paragraflar sayfalarla, sayfalar kitaplarla, kitaplar sonsuzluklarla buluşacaklar ve insanlığın önünde hep yol gösteren bir ışık olacaklardır.

Not: Mümtaz Güran’a ait anlatı, “Kıbrıs’ta Anıları Sırtlamak” adlı kitaptan yapılmıştır.