
Harf Devrimi
Çocuklarımızı hangi okullara gönderebileceğimiz konusunda çoğumuzun kafası karışık. Yaşanılan bu kafa karışıklığının sadece günümüze has olmadığını, geçmişte yaşanan yüzyıllarında bu kafa karışıklığının bir parçası olduğunu, mirasını devralmış olduğumuz Osmanlı Devleti’nde de en yoğun şekliyle yaşanmış olduğunu görmekteyiz.
Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşanan kırılmaların, eğitim ve öğretim alanında da önemli değişimlerin habercisi olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir.
Nasıl ki, geçmiş iktidarlar döneminde Köy Enstitüleri kapatılarak Cumhuriyetin kazanımlarına darbe vurulduysa, 1961 Anayasası ile yeniden yapılanma imkânını bulan ülkenin eğitim ve öğretimi, gelecekte yaşanacak olan periyotlarda, “YÖK” gibi kurumlarla bir daha ayağa kalkamayacak şekilde sakatlanmış olmasına rağmen, alışagelmiş olduğumuz şekilde, laik bir eğitim ve öğretim sistemini de yaşatabilmeyi tüm zorluklara rağmen koruyabilmişti.
“İsteseler de, istemeseler de Osmanlıca öğrenilecek” diyerek okullarda okutulmaya başlanacak olan Osmanlıca ile yapılan eğitim ve öğretimin, bu ülkedeki geçmişi acaba nasıldı?
Okul Öncesi Eğitimi
Eğitim tarihimizde XX. Yüzyıla gelinceye değin okul öncesi eğitim kurumlarına rastlanılmamaktadır. Okul öncesi eğitim konusundaki resmi girişimler, 1911 yılında Avrupa’ya altı gayrimüslim kadının gönderilmesiyle başladı. 1913 yılında ise okul öncesi eğitim kurumlarını açma hazırlıkları başladı ve Avrupa’nın her tarafından yönetmelikler ile programlar getirildi, çevirileri yapıldı, öğretim araç ve gereçleri sağlanarak, 1914 yılı başlarında ilk resmi okul öncesi eğitim kurumları açıldı ve kısa zamanda hızla gelişti.
İlköğretim
Osmanlı döneminde genel olarak “sıbyan mektebi” adını alan ilköğretim kurumlarının yanında “medrese” adlı eğitim kurumları genellikle dini yapılara bağlı kuruluşlar olmalarına rağmen, ilköğretim kuruluşları, İslam dünyasının hemen her yerinde dini yapılardan ayrıydı. Sıbyan mektepleri dini yapı bütününden ayrılarak şehrin çeşitli yerlerine, özellikle sokak üzerlerine ve köşe başlarına taş yapılar olarak inşa ediliyorlardı. Sıbyan okulları tek dershaneli ve tek öğretmenliydiler. Öğretmenlerin kalfa denilen birde yardımcıları vardı. Sıbyan okullarında harcamalar vakıflar tarafından karşılanıyordu. Öğretmen ve diğer görevlilerin maaşlarının yanı sıra öğrencilere de bazı yardımlar yapılıyordu. Bunun yanında öğretmenler vakıf gelirlerinden başka öğrenci velilerinden “hediyeler” de alıyorlardı.
Sıbyan okullarına törenle başlanırdı. Bu merasimin belli bir zamanı yoktu. Aile istediği zaman çocuğunu okula başlatabilirdi. Yoksul çocukların okula başlayışı, öğretmenin elini öpmesiyle olurdu. Orta halli kişiler ise çocuklarını giydirir, başını süsler, boynunda cüz kesesi, akrabalarıyla beraber okula gelirler, hocaya ve oradaki çocuklara az miktarda bahşişler verirlerdi. Zengin ve kibar ailelerin çocukları ise, şaşaalı bir şekilde okula başlarlardı.
Osmanlı sıbyan okullarında özellikle Kuran’ı okutmak, eğitimin esas amacı olmakta devam ediyordu. Bunun yanında namaz biçimleri ve namazda okunacak ayet ve duaları okumak ve öğretmek de eğitimde önemli bir yer tutuyordu. Bir de yazı yazmayı öğretmek, “mürekkep yalatmak” esas amaçlardandı. Bunu dışındaki hesap, tarih, coğrafya, Türkçe gibi dersler öğretmenlerin isteğine bırakılmıştı.
Sıbyan okullarında yazı öğretimi çok başarısız oluyordu. 1862 yılından itibaren İstanbul’daki 36 sıbyan okulunda yeni bir harf öğretme biçimi denenmeye başlandı. Devlet bu okullara parasız taş tahtalar, taş kalemler ve divitler dağıttı. Daha sonra aynı amaca yönelik “numune iptidaileri” kuruldu. Selanikli öğretmenlerden bir ekol ortaya çıkıp yeni bir yazı öğretme ve alfabe biçimi ortaya çıkardı. Çok sert tepkiler gören bu akım, ilköğretim ıslahatını bir “Elifba” ıslahatı haline dönüştürdü. “Hakiki” siyle, “Tecrübi” siyle binlerce kolay Elifba yazıldı. Daha sonra çok geniş boyutlarda tartışılmaya başlanan harf ve yazı meselesi ancak 1928’de çözümlenebildi.
XIX. Yüzyılın son çeyreğinde ilköğretim kurumları çeşitlenmeye başladı. “Sıbyan mektebi” terimi yenilikleri reddeden vakıf ilkokulları tarafından kullanılmaya başlandı. Bunun yanında “İptidai mektepler” ortaya çıktı. Bunlar Eğitim Bakanlığı veya özel dernek ve kişiler tarafından kurulmuş ilkokullardı. II.Abdülhamit döneminden itibaren Osmanlı ilkokullarında eski ve yeni usul eğitim metotları tartışılır oldu. Bize göre yeni olan, Avrupa’nın çoktan terk ettiği eski metotlar idi.
Bu tartışmanın ana başlıkları şöyleydi:
İlkokul, medreseden ayrılacaktı.
İlkokulların kendine özgü öğretmenleri olacak mahalle imamı ve karısının öğretiminden kurtarılacaktı.
Öğretmen sadece “hediye” değil “aylık” (maaş) alacaktı.
Okuma-yazma öğretiminde “heceleme” usulü terk edilecek ve “usul-u saftiye” veya “meddiye” denilen yeni usul okuma getirilecekti. Bu usul, her harfi ayrı ayrı değerlendirerek harf üzerinden okuma öğretmek demekti.
Eskiden yalnız okuma öğretimine önem veriliyor, yazma hünerine pek önem verilmiyordu. Özellikle kızlara okuma yazma öğretilmiyordu. Yeni usul, yazıya ve kızlara da yazı öğretilmesine önem verilmesini istiyordu. Ayrıca kız çocukları için ayrı ilkokullar açılması isteniyordu. II. Meşrutiyet döneminde politik zorlamalar dolayısıyla da devletin ilköğretim programı etkinleştirildi. Genel bir ilköğretim yasası çıkarma çalışmalarına girişildi. İlköğretimin zorunlu ve parasız olma ilkeleri herkesçe kabul edilmeye başlanıldı.
Osmanlı ilköğretim sistemi son şeklini I. Dünya Savaşının patlayacağı yıllarda oluşturdu. Öğretim süresi altı yıl olarak belirlenmişti. 1913-14 öğretim yılında Osmanlı yönetiminin dört bin ilkokul, on beş bin ilkokul öğretmeni ve altı yüz bin civarında ilkokul öğrencisi vardı. Bu ise Avrupa ülkelerine göre gülünç denebilecek bir durumdu.
Ortaöğretim
“Rüşdiye” diye adlandırılan eğitim kurumu, Türk eğitim tarihinde önce ortaöğretim kademesinde ortaya çıkmış, lise ve ortaokul fonksiyonlarını gördükten sonra, öğretim seviyesi düşerek ilköğretim kademesine geçmiştir. Bir süre de “yüksek ilkokul” denebilecek bir düzeyde kaldıktan sonra, 1913 yılından itibaren ilkokulların içinde erimiştir.
Sıbyan okullarının üstünde bir ara öğretim kademesi kurulmak istenmiş, hazırlanan tasarıya göre, sıbyan okullarına “sınıf-ı evvel” denilmiş, bu yeni kurulacak okullara da “sınıf-ı sani” denilmesi düşünülmüştü. Ancak II. Mahmut bu adı beğenmemiş, bu okullara “rüşdiye” denilmesini istemişti. Çocuklar “rüşt çağı” olan 14-15 yaşına kadar bu okullarda kalacaklar, ondan sonra yüksek okullara ve memuriyetlere girebileceklerdi. Bu arada 1838 yılında açılan iki sivil memur yetiştirme okulunun üzerinde de kısaca durulmalıdır.
Mekteb-i Maarif-i Adliye, 1838’de hükümet dairelerine girmiş olan genç memurları ve memuriyete girmek için başvuranları okutmak ve yetiştirmek amacıyla Sultan Ahmet Külliyesinde açılmıştır. Buradaki “adliye” kelimesinin adaletle ilgisi yoktur. Padişahın mahlası “adli” olduğundan dolayı bu ad takılmıştır.
Mekteb-i Ulüm-u Ebediyye, devlet dairelerine güzel, anlaşılır, doğru yazı yazmayı bilen kâtipler yetiştirmek üzere Süleymaniye külliyesinde açılmıştır.
Rüşdiyelerin öğretim süresi, ilk açıklandıklarında iki yıldı, daha sonra dört yıla, 1859 yılından itibaren altı yıla çıkarılmıştır. Sonra tekrar beş, dört ve üç yıla indirilmiştir. Öğretim süresindeki düşüşte en büyük etken, şüphesiz idadilerin açılmasındaki erkek rüşdiyeleri 19. Yüzyılın ikinci yarısında normal gelişimlerini sürdürürken, aynı öğretim düzeyinde iki rüşdiye tipinin daha ortaya çıkmasıdır.
Bunlardan birisi kız rüşdiyeleri idi. İlk defa 1859 yılında açılmış, 1869 yılında ülke çapında açılması kararlaştırılmış, ayrıca 1870 yılında kız rüştiyelerine öğretmen yetiştirmek amacıyla ilk kız öğretmen okulu olan “Darülmuallimat” açılmıştır. 19. yüzyıldaki eğitimin gelişmesinde askeri eğitim, orta dereceli öğretimin başlarından itibaren sivil okullardan ayrı olan gelişimini sürdürmüştür. 1875 tarihinden itibaren askeri rüşdiyeler açılmaya başlanmıştır.
Rüşdiye okulları, II. Abdülhamit döneminde, yalnız yerel hükümet dairelerine kâtip yetiştirmek amacına yönelmiş; ders programlarının esasını da yazı öğretimi teşkil etmişti. II. Meşrutiyet dönemi ise, rüşdiyelerin yıkılış dönemi olmuştur. Bu dönemde rüşdiye ilkokul çıkışlıların bilgilerini tamamlayan ve onları orta öğretime hazırlayan bir yüksek ilkokul durumuna getirildi. 1913 yılı “rüşdiye” adlı kurumun sonu oldu. “Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u Muvakatı” yayınlandı ve rüşdiyeler iptidailer içinde eritildi. 1910 yılında 458 erkek ve 80 kız rüşdiyesi vardı.
İdadiler
“İdad” hazırlamak anlamında olup, “İdadi” de genel olarak kendisinden üstün okula öğrenci hazırlayan okul demektir. Öğrencileri bir yere hazırlayan öğretim kurumlarına ad olarak daha sonra “Mahrec”, “İzhari”, “İhtiyat” gibi adlar kullanılmıştır. Hazırlık okulları oldukları için idadilerin eğitim tarihindeki rolleri sürekli olarak değişmiştir.
İdadi adlı okullar, 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne göre Müslüman olan veya olmayan Osmanlı vatandaşlarını birbirine kaynaştırmak ve ortak bir kültür içerisinde yetiştirmek düşüncesiyle, Sancak merkezlerinde rüşdiye çıkışlı öğrencileri Sultanilere hazırlamak için üç yıllık okullar olarak kurulacaktı.
Kâğıt üzerindeki bu maddelerin tamamen gerçekleştirilmesi hemen mümkün olmadı. Ancak 1873’de “Darülmaarif” adlı okul mülki idadi şekline dönüştürüldü. İdadilerin ülke çapında yaygınlaşması II. Abdülhamit döneminde olmuştur. Bu okulların bir kısmında dersleri okutacak yetenekte öğretmenler bulunamadığından ziraat, ticari ve sanayi amaçlı olanlardan vazgeçildi. Bir kısmı ise bulundukları yörenin işlerini idare edecek, imarını sağlayacak kişilerin eğitimine yönelmişlerdi.
Bu okullara başlangıçta yalnız ilkokul mezunları alınırken, 1913’de girişilen bir düzenlemeyle rüşdiye mezunları da alınmaya başlandı. Sürekli savaşlar dolayısıyla pek uygulanma imkânı kalmayan rüşdiyelerin kapatılmasıyla beş yıllık idadiler ortaöğretimin ilk basamağını oluşturdular ve Cumhuriyet döneminde “Ortaokul” a dönüştüler.
Yüksek okullara öğrenci hazırlayan ortaöğretim kurumları olarak tüm ülkeye yayılmış olan yedi yıllık İdadiler de 1910-1913 arasında önce “Sultani“ye daha sonra da “Lise” ye çevrilerek tarihe karıştılar. Bu çevirmelerden amaç, bütün Osmanlı vatandaşlarına hiç olmazsa bu düzeyde bir eğitim vermek ve iyi bir yabancı dil öğretmek idi. 1914 yılı başlarında ülkede 59 İdadi, 7.000 bin civarında öğrenci ve 600 kadar öğretmen vardı.
Sultaniler
XIX. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı Devletinin ilköğretim ile yüksek öğretim arasında bir eğitim kademesi kurma çalışmaları ile doludur. Bir yandan ilk ve yüksek öğretim kademeleri arasında bir köprü kurmaya çalışılırken, bir yandan da Müslüman ve Hıristiyan bütün Osmanlı yurttaşlarına, ortaöğretim düzeyinde ortak bir kültür ve eğitim verilmek isteniyordu.
Bazı Avrupa Devletleri, Osmanlı Devletine ıslahat notaları vermekteydiler. Bunlardan biride 1867 tarihinde Fransa’nın öğretim dili Fransızca olan bir ortaöğretim kurumunun açılması yönündeydi. 1868 yılında çok görkemli bir törenle açılan bu kurum kısaca “Sultani” olarak adlandırıldı.
Galatasarayı’nda açılan bu sultani okulu, ilk ve ortaöğretim kademelerini içeriyordu. Hatta bir ara “Darülfünun-u Sultani” adıyla yüksek kurumlar da açılarak tam bir külliye haline getirilmişse de, bu uygulamadan çabuk vazgeçilmiştir. Galatasaray Sultanisinin bir ortaöğretim kurumu olmasına rağmen hem dili hem de program ve öğretim sistemi diğer ortaöğretim kurumlarından ayrı ve üstündü.
Galatasaray Sultani’sinin açılışından bir yıl sonra yayınlanan “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi” n de vilayet merkezlerinde “Mekteb-i Sultani” adlı altı yıllık eğitim kurumlarının açılması öngörülüyordu. Bütün Osmanlı yurttaşlarına açık olacak bu okullar, rüşdiye çıkışlıları alacaktı ve son üç yıllık dönemde “Edebiyat” ve “Ulum” kollarına ayrılacaktı. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmediyse de, siyasi olaylar nedeniyle büyük bir önem kazanan Girit’in merkezine “Mekteb-i Kebir” adıyla bir Sultani okul kurulmuştu. Bunun dışında II. Meşrutiyet dönemine kadar hiçbir sultani açılmadı.
İnas Sultanisi (Kız Lisesi)
II. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar Osmanlı Devletinde kızlara orta ve yüksek öğretim düzeyinde eğitim veren hiçbir kurum yoktu. Meşrutiyet ilan edilince, Meclis Başkanı Ahmet Ali Rıza Bey’in önderliğini yaptığı bir kız sultanisi kurma girişimleri Balkan Savaşının başlamasıyla hiçbir sonuca ulaşamadan sona erdi.
Özel Ortaöğretim Kurumları
Özel okulların ortaya çıkışı XIX. yüzyılın ikinci yarısındadır. Eğitim tarihinde “Özel Okul” denilince resmi okulların dışında yabancı devletlerin, Osmanlı uyruğunda olmayan kişilerin, Müslüman olamayan dini toplumların ve Hıristiyan Osmanlıların açtıkları okulların anlaşılması ve önceden aldıkları ayrıcalıkların anlaşılması gerektiğidir.
Azınlık ve yabancı okulların özel okul statüsüne alınmaları ancak Cumhuriyet’ten hemen sonra mümkün olmuştur.
Eğitim tarihimizde özel okulların kesin bilgileri kayıtlara geçmemiş olduğundan bu okullar hakkında bilgiler ve sayılar bölük pörçüktür.
Osmanlı döneminde okuma ve yazma
XX. Yüzyıla değin Osmanlı’da uygulanan ya da uygulanmaya çalışılan, yüksek eğitim ve Darülfünun adı verilen üniversiteler ile askeri okulların dışında kalan, temel eğitiminin verildiği sıbyan okullarında, okumaya geçilmeden önce devrin padişahı için dualar ve ilahiler öğretilmekteydi. Daha sonra ise; Kur’an Cüzü denilen bir alfabe kitabından okumaya başlanmakta ve bu alfabe kitaplarına Elifba kitapları denilmekteydi.
Sıbyan okulları, Kur’an okutmak, namaz usullerini ve namazda okunacak ayetleri ve duaları öğretmek ve biraz da yazı yazdırmak gibi gayeler ile kurulmuştu. Buna mukabil gerçek yaşamın ayrılmaz parçaları olan, tarih, coğrafya, matematik gibi derslerin olmadığı, Türkçeye ise hiç yer verilmediği görülür.
Yazı derslerinde ise, Türkçenin imlası öğretilmez, Arap yazıları ve Arapça metinler üzerinden nakkaşlık ve kopyacılık yaptırılırdı. Bunun sebebi ise Osmanlıca denilen o zaman ki Türkçenin iyi yazılmasının ancak Arapça ve Farsça öğrenmeye bağlı olmasıyla ilişkilendirilmesiydi.
İlköğretimin zorunlu hale getirilmesi II. Mahmut zamanında, okuma yazma konusunu geniş olarak ele alan bir fermanla sağlanmıştır. Bu fermanda yeni nesilleri hayati ve dünyevi bilgiyle donatmak amaçlanmamış, dinini ve ahretini bildirmek hedeflenmiştir. Hiçbir ciddi teşkilata dayandırılmadan, eğitim araç ve gereçleri ve öğretmenler düşünülmeden yayınlanan bu fermandaki emirler sadece kâğıt üstünde kalmıştır. II. Mahmut’un ilköğretimde “her şeyden evvel dini zaruretlerin öğretilmesini” tavsiye etmesi o dönem Avrupa’sındaki eğitimcilerin katkısıyla gelişen pedagojiden, eğitimin karakter geliştirme esasına doğru gitmesinden, Osmanlı âleminin ne kadar habersiz olduğunu göstermektedir. II. Mahmut döneminde halkın okuma yazmaya olan ilgisi çok azdı. Sıbyan okullarından çıkanlar doğru dürüst okuma yazma becerisi kazanamamakta, zengin ve aydın aileler çocuklarına özel dersler yoluyla Farsça, Arapça, dil, edebiyat v.b dersler aldırmaktaydılar.
1845’ten sonra yaygınlaşan Rüşdiyeler için hazırlanan yönetmelikte; “Müslüman çocuklarının beş yaşlarına doğru velisi tarafından hocaya teslim edilmesine, hocanın da çocuklara heceleri, harfleri gösterip onların hayallerini işlemesini daha sonra, Kuran’a başlaması…” öngörülmüştü.
Tanzimat dönemimde ilköğretimde yapılan yenilik ve yaşanan gelişmelere bakıldığında, sıbyan mekteplerinde okumanın yanında, yazmaya da önem verilmeye başlanmıştır. Hocaların çocukları yazmaya özendirmelerinin gerekliliği ve yazmanın öğrenmeyi kolaylaştırdığı kabul edilmektedir. Bu sebeple de, siyah taş tahtaların, padişah tarafından yeterli sayıda okullara gönderileceği Kur’an ayetleri dışında üzerinde yazma çalışmalarının yapılması istenmekteydi. Öğrencilerin yanlarında divit, kamış kalem, mürekkep hokkası taşıması gerektiği belirtilmekteydi.
Tanzimat döneminde erkek ve kız rüşdiyelerinin programlarında yer alan imla ve yazı dersleri yazıya verilen önemi göstermektedir. Yine aynı dönemde okuma yazma öğretimine ilişkin güçlüklerin giderilmesi için alfabe değişikliğine gidilmesi gerekliliği üzerinde çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Ancak herkesin temel dini bilgilere ve Kur’an okumaya olan ihtiyacı ve yıllarca biriken kıymetli eserlerin yeni alfabeye göre çevrilmesinin doğuracağı külfet gibi sebeplerle alfabe değişikliğine çok sıcak bakılmamıştır. Ayrıca Fransızca ve İngilizce gibi pek çok dilin imlasının tüm zorluklara rağmen okuma yazma oranının bu ülkelerde yüksek oluşu örnek alınarak eksikliği kendi öğrenimimizde aramamız gerekliliği üzerinde durulmuştur. Meşrutiyet döneminde ilköğretimde yapılan en önemli değişiklik, parasız öğretimin kabulüdür.
Cumhuriyet dönemine kadar özellikle ilköğretimde okuma yazma öğretimini etkileyen gelişmelere, Osmanlı eğitim tarihi açısından bakılmaya çalışıldığında Türkçe eğitim ve öğretim olarak okuma yazma öğretimi, kuşkusuz bu uygulamanın ilk ve en önemli parçası olarak karşımıza çıkar.
Türk dili için, Arap harflerinin yetersizliği ve ıslah edilmesi gerekliliğini işaret eden isimlerin yanında, Arap harflerinin bırakılarak tamamen Latin harflerinin kabul edilmesini savunanların çatıştığı en önemli nokta, kutsallığın korunması adına Arap harflerinin kullanılmasının gerekliliği ile Latin harflerine geçişle kutsallığın ilişkilendirilemeyeceğini söyleyenlerin, er ya da geç Latin harflerine geçileceğini öngörmeleriydi.
Araf’ta, bir okuma yazma öyküsü
Bu öykü, Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından önce, bütün diğer Türk çocuklarının yaşamına benzer bir şekilde yaşamına başlayan Kıbrıslı bir çocuğun öyküsüdür.
Türkiye, Kıbrıs’ı her ne kadar 1974’ten sonra tanısa da, Kıbrıs’ta yaşamın öyküsü, Osmanlıya uzanmaktadır. Girit’ten Selanik’e, İskenderiye’den Musul’a uzanan coğrafyanın ortasında Akdeniz’in kucakladığı bu adada, Osmanlıca alfabeden Latin alfabesine geçişi yaşamış, Atatürk’ün cenaze töreni için yapılan yayını radyodan dinlemiş, Mümtaz Güran’ın anısına saygıyla…
Kıbrıs’ta Türk okullarında 1929 yılına kadar Osmanlıca alfabe kullanılıyordu. Yazması da, okuması da zordu. Atatürk Türkiye’si 1928’de Latin Alfabesi’ne geçmişti. Türkiye ve Atatürk devrimlerini yakından takip eden Kıbrıslı Türk aydınlarının çabaları ile Türkiye’de başlayan bu yeni süreç hiçbir zorlama olmadan çok kısa bir süre içerisinde Kıbrıs’ta da uygulanmaya başlandı. Osmanlıca zordu ve bu zorluk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.
“Yaş ganunu yoğudu o zaman. Sonra ganun oldu, altı yaşında gidilirdi okula. Ama bizim zamanımızda yoğudu. Zannederim daha güçüğüdüm. İlk hatırlarım bir gomşumuz varıdı, bu dondurmacı Mehmet. Aldı beni elinde böyle da, götürdü okula. Okula başlarken pilaka denen gara bir daş, böyle çerçevenin içinde, tahda çerçevenin içinde gara yassı bir daş varıdı. (yakın geçmişte okullarımızda dağıtılan tablet bilgisayarların atası) Onun üstünde yazardıg. Gondilli denilen bir galeminan, onun üstünde yazardıg. Bir pilaka, birkaç dane defter hem gitapları satın alırdıg. Ha atalarımız işde, sıkıla büküle, tedarik ederdi artık öyle birkaç şilin parayı ve alırdı bize. Okulda tedrisat eski harflerle olurdu. Eski Türkçeydi. Bu şimdiki harfler ile değil ama hatırlamam kaç sene okuduk esgi Türkçe ile. Yani ben tabiri caizse, onnar herkesin başına belaydı. Yazı değildi onlar. Yani okurkan biz, verdiler bize bir Arapça kitap, hatırlarım bazı Arapça kelimeler içinden, Guran’ın temeliymiş onnar. E çalış derdi öğretmen bize. Alırdı dizerdi bizi garşısına. Beş on gişiydik, galiba sınıfda. Ha dizerdi bizi okurdu o şeyin bir sayfasını mesela. Gidin çalışın, yarın bileceksiniz da diyneycem sizi derdi. Bilmezsanız dayak. Dayakdır ceza. Çalışmadın dayak. Öğretmen okurdu ama Arapça kelimeler. Ne annardıg, ne ne olduğunu bilirdig. Çalış! Ma neyi çalışacan? Şimdi senin elinde bir Alamanca, bir Rusca kitap goysalar da deseler… Zerre kadar kelimesini harfını bile bilmem… Okudu bilen garşında da, dedi sana al çalış, yarın lazım bilesin. Bu sayfayı okuyacan, bu sayfayı annadacan. Neyi okuyacan? Götürdüm eve o kitabı. Evde Rusça bilen yok. Okuma yazma bilen bile yok. Çalış! Nasıl çalışacan? Haa, biz o durumdaydık. Götürürüg eve. Çalış. Neyi çalışacan? Açarım genni, ertesi gün. Giderig o dün okuduğundan aklında galırsaydı bişey, yani öğretmenin söylediğinden, güya okurum gibi yaparak onu söylerdim. Amma, tabi olmaz. Yannış. Ondan sora bir cetvel varıdı. Bir tarafı delikliydi. Öyle güçük bir delicik vardı. Zaten bu Arapça kelimeler kısadır. Gordu kitabın içine cetveli, Bir kelimeyi alırdı ortaya. Sanki açık olsa bilecen! Bir kelimeyi gösterirdi bana, cetvel ötekileri kapatırdı ki, başdan geleyim orda bileyim. Okuyarak bileyimmiş. Zaten açıkta olsa bilmem, kapalıda olsa bilmem. Annamadım hiçbir şey. E söyle! Ne söyleycen genne? Gorgudun da bizi. Gorgardık öğretmenden çokkk. Gorkduğumuz için, yaşımızda müsait değildi, bunları söyleyemezdik öğretmene ki, bişey anlamadım ben. Zaten, nasıl çalışacam bilmem, nasıl okuyacam da. Açık da dutsan bilmem, kapalı da dutsan bilmem. Ne söyleyim? İşte o söylediği kelimelerden bişey hatırımda galırsa söylerim gendine güya odur ama hiç rasgelir? Golay değil rasgelsin. Rasgelmez, sopa. Al tokadı, al dayağı. Yannış, çalışmadın, tembelsin, okumadın çalışmadın. Ma giderim eve, evde biri yoğudu bana öyle gösdersin, tarif edsin ne yapacağımı. Gardeşimin, biraz okuması yazması vardı onun ama cüzi, dar, çok dar. Bişey o da bilmezdi. Babam bişey bilmez, annem bilmez. Velhasıl işde berikat geldi yeni harflar, gurtardı bizi o belaların elinden. Onnar belaydı, yazı değildi. Hiç bişey alışamadık, öğrenemedik. Sora hatırlarım, zannederim, öyle sene ortasındaydık, geldi bu yeni harfler. Yeni harfler geldiğinde, öğretmen verdi bize kitap. Üstünde yazılıydı iki üç harf. ABC. Tarif etti bizde işde bu A’dır, bu B’dir, bu C’dir. C’nin önüne A’yı gorsan CA olur; B’nin önüne gorsan BA olur. AB_BA. İşde o üç harfle olan kelimeleri öğrendik. Vallahi bilin, gerçekden sanki garanlıktaydım ve böyle bir pencere açıldı da aydınlık oldu ortalık. Güneş oldu da nefes aldım böyle. Öyle geldi bana. Öyle iftihar ettim. Öğretmen, öğreneceğiniz artık bunlardır dedi. Öğreneceksiniz bunnarı da o eski harfler gitdi yoktur artık onnar. Bilin ne gadar sevindik! Anamızdan doğmuş gibi böyle, çok hoşumuza gitdi. Velhasıl, ilkokulu bitirdik işte sonra.”
Herhalde, okumanın ve yazmanın en korkulu rüya olduğu yıllarda, 1 Kasım 1928 tarihi, aynı yaşlardaki tüm öğrenciler için geleceğe açılan kapının anahtarı olmuştu.
Kıbrıslı, Mümtaz Güran’ın kişiliğinde somutlaşan anılarda, Osmanlıca okumanın ve yazmanın ne kadar korkutucu olduğu ve yeni harflerin kabulü ile okuma ve yazma öğrenip başarısız olma duygusunu yenerek, okuma sevgisiyle yaşamı boyunca hep okuyan ve okumaktan hiç vazgeçmeyen, yaktığı ışıkla yolumuzu aydınlatarak, kuşaklar boyu o ışığı bir bayrak gibi taşıyacak olanların, karanlıklarda yaşayan kör yarasalarla mücadelesi, sonsuza kadar sürecektir.
Çizgili defterlere yazılan, harfler, hecelerle, heceler kelimelerle, kelimeler cümlelerle, cümleler paragraflarla, paragraflar sayfalarla, sayfalar kitaplarla, kitaplar sonsuzluklarla buluşacaklar ve insanlığın önünde hep yol gösteren bir ışık olacaklardır.
Not: Mümtaz Güran’a ait anlatı, “Kıbrıs’ta Anıları Sırtlamak” adlı kitaptan yapılmıştır.