Türk modasının gördüğü en iyi model Fidan Martinoviç, 1,78 boyunda ve sadece 54 kilo. “Fidan Martinoviç, iki seneye Türkiye’nin uluslararası ilk top modeli olma yolunda” başlığıyla, gazete sayfalarında fotoğrafları eşliğinde bizlere pompalanan röportajında “Annem, babam Makedonyalı ama ben burada doğdum. Yarı yarıya yani…” diyerek sözlerine başlıyor.
Kendinizi Türk olarak mı Makedon olarak mı tanıtıyorsunuz? Sorusuna da “Her ikisi de… Yerine göre değişiyor” cevabını veriyor.
Kendisi tanıtabilmek üzerine yaptığı çalışmaları anlatarak sözlerine devam eden Martinoviç, Türkiye’de kapak kızı olmadan, İstanbul’a gelerek çekim yapan bir dergi sayesinde, benimle çalışan fotoğrafçılar, beni birbirine tavsiye etmeye, iş ayarlamaya başladılar ve birkaç ay öncesinde de, anlaştığı ajans sayesinde moda dünyasının önemli dergileri için çekimler yapmaya başladığını anlatıyor.
Henüz kariyerinin başlarında 22 yaşındaki bu genç kızdan, birkaç dergide yayınlanan fotoğraflarından sonra Türkiye’nin uluslararası ilk top modeli olmasını beklemek mi, yoksa bizlere böylesine bir bekleyişin ülkenin başarıya ve şöhrete olan açlığını mı anlatmakta olduğu hakkında karar vermekte oldukça zor.
Top modelleri dünya çapındaki markaların yaratabildiği gerçeğini göz önüne alarak, ilk olarak acaba dünya çapında kaç markamız olduğu sorusunu kendimize sorarsak, cevabının kocaman bir HİÇ markamızın olduğu gerçeğiyle karşılaşıveririz.
Çeşitli ülkelerde moda dünyasında çalışmalar yapan Türk isimleri mevcut olsa da, henüz herhangi birisi dünya markası haline gelebilme başarısını göstermekten uzaktır.
Marka olmaktan önce isim olmayı başarabilmek çok daha önemli olsa gerek. Her şeyden önce ülkelerin isimleri zaten birer marka ama onların altında yatan gerçek ise, ülkelerinin isimlerini marka haline getiren bireysel başarı öyküleri değil mi?
Güzel bir yüz, belki dünyadaki önemli dergilerin yeni arayışlarına uygun modellik tercihlerini yerine getirebilir ancak bunun sürekli olabileceği anlamına gelmesi zordur. Bir başka güzel yüz ki dünyada milyonlarcası mevcut olarak ortaya çıktığı anda, diğerinin pabucu dama atılacağından, devamlılığını sağlamak mümkün olamayacaktır. Zaten öyle olsaydı bir kez yıkanılan suda bir kez daha yıkanabilmek mümkün olacaktı!
Ülkelerinin isimlerini marka haline getirebilme başarısını gösteren bireysel başarı öykülerinin nasıl olması ya da olmaması gerektiği hakkındaki önemli görüşlerin yer aldığı bir yazıyı buraya taşımaktan yararlanarak;
“Avrupa atletizm şampiyonası için Zürih’e gönderdiğimiz 35 atlet tek bir bronz madalyayla döndü” haber başlığının ardından, Doping yoksa bizde yokuz! Alt başlığıyla şu önemli açıklamaları okumaktayız:
Doping konusundaki kontrolün artmasının ardından Türkiye ‘sabıkalı ülkeler listesi’nde en tepeye geçince işin şakaya kalır tarafı olmadığı anlaşıldı. Bizim de fos olduğumuz ortaya çıktı. Madalya gelsin de nasıl gelirse gelsin zihniyeti vardı. Doping yapan isimler ceza almadığı gibi ödüllendiriliyor, tekrar yarışmaya sokuluyordu.
Türkiye Atletizm Federasyonu uzun süredir plandan, programdan uzak, günlük politikalarla yaşıyor. Belli sporcuların üzerinden prim yapma devri bitiyor. Çünkü üzerinden prim yapılanların hepsi bir şekilde bertaraf(!) oluyordu. Süreyya’dan (Ayhan) Eşref’e (Apak) hepsi bir bir gitti. Atletizmin Türkiye’deki algısını bir takım politik söylemlerle değiştirme şansı kalmadı. Mesela yüzme sıfırdı ama atletizm sıfırda değil eksideydi. Bu nedenle radikal değişikliğin ülke sporunu yönetenlerin kafasında yapılması gerekir. Ve en önemlisi sadece atletizmde değil tüm sporları kapsayacak genel bir radikal değişiklik bütününün devreye girmesi gerekir.
Avrupa Şampiyonası’nda kürsüde iki Küba’lı var. Mo Farah geliyor, İngiltere adına duble yapıyor. Biz devşirmeyi de bilmiyoruz. Onu da yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz.
Bir politikanın çökebilmesi için önce var olması gerekir. Bizim sporda hiçbir politikamız yok ki.
Bütün hikâye geriye gittiğinde 2003’te Süreyya Ayhan ile başlıyor. Orada neler olduğunu biliyoruz. Dünya çapında bir yeteneği yok ettik.2012’de Olimpiyat oyunlarında netice alan ülke iki yıl sonra 3.lig düzeyindeki bir yarışmadan sonuncu olarak dönüyor. Elit atletlerimiz ardı ardına dopingle yakalandı. Dünya Anti-Doping Ajansı’nın sicili bozuk ülkeler listesindeyiz. Türkiye’de tesis falan yok. Adı Olimpiyat Stadı olan stat olimpik falan değil. Hatta nasıl stat yapılmaz sorusunun cevabı olarak orada duruyor.
Olimpiyata ev sahipliği yapmayı sembolik ve ülkeyi güçlü göstermenin bir aracı olarak sunmak yerine ülke sporunu geliştirmek için bir motivasyon haline getirmeliyiz. Bizde olimpiyat adaylığı daha çok inşaat sektörünü motive ediyor.
Sadece güzel bir yüzün, dünya çapında top model olmaya yetmesinin mümkün olmadığını, onun arkasında devasa tekstil, konfeksiyon ve moda sektörleri dişlilerinin dönmesi gerektiği neden dikkate alınmaz da, dopingli sporculardan altın madalya beklemek gibi umutsuzca bir bekleyişle, yarı Türk, yarı Makedon bir genç kızdan bu ülkenin başarı öyküsünü yazması beklenir.
Kendimizi kandırmayalım.