SULTAN ABDÜLHAMİT’İN MİRASI

Sultan II.Abdülhamit

SULTAN ABDÜLHAMİT’İN MİRASI

Sultan Abdülhamit’in dudak uçuklatan mirasından pay alabilmek için veraset davası açan 32 kişiden 11’inin gerçek varisler olduğunu raporlayan bilirkişi, veraset ilamları sunan bazı kişilerin de sözde mirasçı olduklarını tespit etti. Sultan Abdülhamit’in, 12 karısından olma, 17 çocuğundan günümüzde devam eden soyunun, 15 kişi olduğu anlatılan raporda, bu kız ve erkek çocukların da evlenmeleriyle davayı açanlardan 11’inin Abdülhamit’in birinci kuşak mirasçıları oldukları belirtildi.

Sultan Abdülhamit’in dev mirasında, günümüzde Suada olarak bilinen Galatasaray Adası, Bakırköy’de 70 dönüm arazi, Beykoz ve Kartal’da 30’ar dönümlük arazi, Kağıthane’de 20 dönüm arazi, Veliefendi Çayırı, Dolmabahçe’de 30 dönüm bostan, Nişantaşı’nda iki konak, Şişli, Çatalca, Çekmece ve Geyve’de çok sayıda çiftlik, Galata’da değirmen arsası, Kabataş Meydanı, Horhor’da konak ve 5 dönüm arsası, Beşiktaş Serencebey’de 2 dönüm bağ, Aydın, Antakya, Kilis’te çok sayıda çiftlik ve arazi gibi bir liste olduğu sıralanmakta. Okumaya devam et

AVRUPA’NIN TÜRKİYE ALGISI

180 milyon Euro’luk kaynak aktarımıyla “Avrupa’nın Türkiye Algısı” konferansı Brüksel’de yapıldı. Bahse konu kaynak aktarımının ilk olgusu, Türkiye’nin önemli bir gazetesine verilen tam sayfa ilanla duyuruldu. Sayfanın bir köşesinde ancak kartal gözü ile görülebilecek kadar büyüklükte “Bu bir ilandır” açıklaması ile fark edilen kocaman bir “İstanbul Aydın Üniversitesi” logosu ve Mütevelli Heyeti Başkanı’nın açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla 180 milyon Euro’luk kaynak aktarımından önemli bir pay kapılmış olmasının kuvvetli ihtimalide göz ardı edilmemeliydi.

Bu ihtimali destekleyen başkanın konuşması ise Türkiye’nin AB yolunda attığı adımların bir göstergesi olarak tarihe geçecek şekilde oluşturacağı “Türkiye Algısı” idi.

Başkan konuşmasında “Avrupa’daki Türkiye Algısı Konferansı”nın hem Avrupa’nın hem de Türkiye’nin ayaklarının ucuna bakmasını sağlamak, semboller ve söylemler üzerinden değil de bu iki toplumun asırlara dayanan tarihsel, kültürel, ekonomik ve siyasi ortak değerlerinin önyargılardan uzak bir platformda devam etmesi gerektiğini vurgulamak amacıyla düzenlendiğini ifade etti.

“Geçmişten günümüze Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti, dil, din, ırk, mezhep ayırt etmeksizin topraklarına sığınan her insana sahip çıkmıştır. Bunun en güzel örnekleri, engizisyondan kaçan Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu tarafından sahip çıkılması ve günümüzde ise 2 milyon Suriyeli mültecinin ülkemize sığınmasıdır” diyen başkan, Türklerde ve İslamiyet’te hoşgörü felsefesinin çok önemli olduğunun altını çizerek “Bizlere önyargı ile yaklaşan Avrupa’nın öncelikle kendi Engizisyon tarihiyle yüzleşmesi gerekir” dedi. Ancak başkan takvimlerde Engizisyon tarihinden çok daha yakın bir tarih olan 1915’i algı operasyonu çerçevesinde yok saydı. Konferansın açılış konuşmasını yapan AB Bakanı Volkan Bozkır’da “Türkiye çok önemli bir dönem geçiriyor. Türkiye’nin AB’ye, AB’nin de Türkiye’ye en fazla ihtiyaç duyduğu dönem diyebiliriz. Bu nedenle “Avrupa’nın Türkiye Algısı” konusunun bizim son dönemde yapmak istediklerimizle çok örtüştüğünü düşünüyorum. Bu tür konferansların, Türkiye’nin yeni vizyonu ve AB’nin Türkiye’deki zedelenmiş imajını (!) düzeltmesi için çok yararlı olacağına inanıyorum. Bu sebeple İstanbul Aydın Üniversitesi’ni kutluyor başarılar diliyorum” dedi. 

180 milyon Euro’luk kaynak aktarımı çerçevesinde devam eden “Algı Operasyonu”na yeni dâhil edilen bir sayfanın başlığı ise şöyle: 

AB Bakanı Bozkır’dan AB’ye ABD resti: 

“Gümrük Birliği’ni DONDURURUZ” 

Konunun biraz karmaşık ve uzun olması sebebiyle başlangıcı itibariyle ele alacak ve açıklamalarımıza devam edeceğiz.

KOFTİ İŞLER

Ülkemizin yıllardır sürdürdüğü Avrupa Birliği (AB) yolunda, yaklaşık 180 milyon Euro’luk bir kaynak tutarıyla, kapsamlı bir algı operasyonunu, yeni AB Bakanı Volkan Bozkır’ın katkılarıyla, AB kamuoyu nezdinde devreye sokacakmış.

Amaç, AB’nin Türkiye hakkında doğru resme bakmasını sağlamakmış.

Bu oluşumun adı iletişim stratejisinde algı operasyonu olup, unsurları ise şöyleymiş:

  • Türkiye’ye ilişkin olgu ile algının örtüşmesi sağlanacak.
  • Türkiye’nin AB üyeliğine mesafeli yaklaşan ülkelere yönelik faaliyetlere öncelik verilecek.
  • Kamuoylarını yönlendirici ve karşılıklı algıyı iyileştirmeye çalışan bir yaklaşımla tasarlanmış bir strateji izlenecek.

http://haber.rotahaber.com/ingiltereli-gazeteci-bakana-alo-fatihi-sordu_495874.html

  • Kısa vadede etkili iletişim kurmak ve yürütülen çalışmaların başarısını göstermek, orta vadede ise algı ve davranışları değiştirmek hedeflenecek.

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/198545.aspxAB

Kamuoyunun doğru resme bakmasını sağlayarak Türkiye’nin AB üyelik sürecine                ilişkin desteğinin artırılmasına çalışılacak.

  • “Güçlü Türkiye, Güçlü AB” vurgusuyla Türkiye’nin AB’ye sağlayacağı katkılar öne  çıkartılacak.
  •  http://sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/turkiyenin-dunyadaki-yeri-629929/
  • Ülke içinde ve AB kamuoyunda katılımcı ve proaktif bir strateji hayata geçirilecek.
  • Klasik iletişim yöntemlerinin yanı sıra sosyal medya dijital teknolojilerde en etkin biçimde kullanılacak

“İYİ Kİ KATILMAMIŞIZ”
Sosyal medya hesabından “Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanan Avusturyalıya baktıkça, “iyi ki bu yarışmaya artık katılmıyoruz” diyorum” yazan Bozkır, kazanan yarışmacı Conchita Wurst’un fotoğrafını paylaştı. Bozkır, yazdığı tweetin homofobik ve transfobik olduğu konusunda gelen tepkiler üzerine birkaç saat sonra tweet’ini sildi.

  • Sivil toplum diyalogunun güçlendirilmesi sağlanacak.

Şimdi 180 milyon Euro’luk bir kaynak aktarımıyla bu algı operasyonunun unsurlarını genel anlamıyla ele alarak nasıl ve ne kadar başarılı olunacağı hakkındaki kanaatimizi dile getirmeye çalışalım.

Türkiye’ye ilişkin olgu nedir? Bu olguya ilişkin algı nedir?

Okumaya devam et

AŞK HEYKELİ

AşkHeykeli1

Gürcistan’ın Batum kentinde bulunan “Aşk Heykeli” iki genç insanın aşkını temsilen Tiflis doğumlu (Amerika’da yaşayan) Tamara Kvesitadze isimli heykeltıraş tarafından yapılmıştır. Aşk Heykeli, Kurban Said’in başyapıt niteliğinde olan romanı Ali ile Nino’nun aşkını ifade etmektedir. Okumaya devam et

TOP MODEL’İMİZ

Türk modasının gördüğü en iyi model Fidan Martinoviç, 1,78 boyunda ve sadece 54 kilo. “Fidan Martinoviç, iki seneye Türkiye’nin uluslararası ilk top modeli olma yolunda” başlığıyla, gazete sayfalarında fotoğrafları eşliğinde bizlere pompalanan röportajında “Annem, babam Makedonyalı ama ben burada doğdum. Yarı yarıya yani…” diyerek sözlerine başlıyor.

Kendinizi Türk olarak mı Makedon olarak mı tanıtıyorsunuz? Sorusuna da “Her ikisi de… Yerine göre değişiyor” cevabını veriyor.

Kendisi tanıtabilmek üzerine yaptığı çalışmaları anlatarak sözlerine devam eden Martinoviç, Türkiye’de kapak kızı olmadan, İstanbul’a gelerek çekim yapan bir dergi sayesinde, benimle çalışan fotoğrafçılar, beni birbirine tavsiye etmeye, iş ayarlamaya başladılar ve birkaç ay öncesinde de, anlaştığı ajans sayesinde moda dünyasının önemli dergileri için çekimler yapmaya başladığını anlatıyor.

Henüz kariyerinin başlarında 22 yaşındaki bu genç kızdan, birkaç dergide yayınlanan fotoğraflarından sonra Türkiye’nin uluslararası ilk top modeli olmasını beklemek mi, yoksa bizlere böylesine bir bekleyişin ülkenin başarıya ve şöhrete olan açlığını mı anlatmakta olduğu hakkında karar vermekte oldukça zor.

Top modelleri dünya çapındaki markaların yaratabildiği gerçeğini göz önüne alarak, ilk olarak acaba dünya çapında kaç markamız olduğu sorusunu kendimize sorarsak, cevabının kocaman bir HİÇ markamızın olduğu gerçeğiyle karşılaşıveririz.

Çeşitli ülkelerde moda dünyasında çalışmalar yapan Türk isimleri mevcut olsa da, henüz herhangi birisi dünya markası haline gelebilme başarısını göstermekten uzaktır.

Marka olmaktan önce isim olmayı başarabilmek çok daha önemli olsa gerek. Her şeyden önce ülkelerin isimleri zaten birer marka ama onların altında yatan gerçek ise, ülkelerinin isimlerini marka haline getiren bireysel başarı öyküleri değil mi?

Güzel bir yüz, belki dünyadaki önemli dergilerin yeni arayışlarına uygun modellik tercihlerini yerine getirebilir ancak bunun sürekli olabileceği anlamına gelmesi zordur. Bir başka güzel yüz ki dünyada milyonlarcası mevcut olarak ortaya çıktığı anda, diğerinin pabucu dama atılacağından, devamlılığını sağlamak mümkün olamayacaktır. Zaten öyle olsaydı bir kez yıkanılan suda bir kez daha yıkanabilmek mümkün olacaktı!

Ülkelerinin isimlerini marka haline getirebilme başarısını gösteren bireysel başarı öykülerinin nasıl olması ya da olmaması gerektiği hakkındaki önemli görüşlerin yer aldığı bir yazıyı buraya taşımaktan yararlanarak;

Avrupa atletizm şampiyonası için Zürih’e gönderdiğimiz 35 atlet tek bir bronz madalyayla döndü” haber başlığının ardından, Doping yoksa bizde yokuz! Alt başlığıyla şu önemli açıklamaları okumaktayız:

Doping konusundaki kontrolün artmasının ardından Türkiye ‘sabıkalı ülkeler listesi’nde en tepeye geçince işin şakaya kalır tarafı olmadığı anlaşıldı. Bizim de fos olduğumuz ortaya çıktı. Madalya gelsin de nasıl gelirse gelsin zihniyeti vardı. Doping yapan isimler ceza almadığı gibi ödüllendiriliyor, tekrar yarışmaya sokuluyordu.

Türkiye Atletizm Federasyonu uzun süredir plandan, programdan uzak, günlük politikalarla yaşıyor. Belli sporcuların üzerinden prim yapma devri bitiyor. Çünkü üzerinden prim yapılanların hepsi bir şekilde bertaraf(!) oluyordu. Süreyya’dan (Ayhan) Eşref’e (Apak) hepsi bir bir gitti. Atletizmin Türkiye’deki algısını bir takım politik söylemlerle değiştirme şansı kalmadı. Mesela yüzme sıfırdı ama atletizm sıfırda değil eksideydi. Bu nedenle radikal değişikliğin ülke sporunu yönetenlerin kafasında yapılması gerekir. Ve en önemlisi sadece atletizmde değil tüm sporları kapsayacak genel bir radikal değişiklik bütününün devreye girmesi gerekir.

Avrupa Şampiyonası’nda kürsüde iki Küba’lı var. Mo Farah geliyor, İngiltere adına duble yapıyor. Biz devşirmeyi de bilmiyoruz. Onu da yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz.

Bir politikanın çökebilmesi için önce var olması gerekir. Bizim sporda hiçbir politikamız yok ki.

Bütün hikâye geriye gittiğinde 2003’te Süreyya Ayhan ile başlıyor. Orada neler olduğunu biliyoruz. Dünya çapında bir yeteneği yok ettik.2012’de Olimpiyat oyunlarında netice alan ülke iki yıl sonra 3.lig düzeyindeki bir yarışmadan sonuncu olarak dönüyor. Elit atletlerimiz ardı ardına dopingle yakalandı. Dünya Anti-Doping Ajansı’nın sicili bozuk ülkeler listesindeyiz. Türkiye’de tesis falan yok. Adı Olimpiyat Stadı olan stat olimpik falan değil. Hatta nasıl stat yapılmaz sorusunun cevabı olarak orada duruyor.

Olimpiyata ev sahipliği yapmayı sembolik ve ülkeyi güçlü göstermenin bir aracı olarak sunmak yerine ülke sporunu geliştirmek için bir motivasyon haline getirmeliyiz. Bizde olimpiyat adaylığı daha çok inşaat sektörünü motive ediyor.

Sadece güzel bir yüzün, dünya çapında top model olmaya yetmesinin mümkün olmadığını, onun arkasında devasa tekstil, konfeksiyon ve moda sektörleri dişlilerinin dönmesi gerektiği neden dikkate alınmaz da, dopingli sporculardan altın madalya beklemek gibi umutsuzca bir bekleyişle, yarı Türk, yarı Makedon bir genç kızdan bu ülkenin başarı öyküsünü yazması beklenir.

Kendimizi kandırmayalım.