18. Bölüm

Kharon, Khrysokeras limanında gemiden indiğinde kendini yabancı bir ülkeye gelmiş gibi hissetti. Çok zaman geçmişti, gördükleriyle ve yaşadıklarıyla başka bir insan olmuştu sanki. Özlemle döndüğü evinde Minokta’nın olmayışı onu derinden sarsmıştı. Şöyle bir düşündü de; Minokta hangi gün döneceğini nereden bilecekti ki?

Minokta’nın kokusunu duymak ve onu hissedebilmek için giydiklerinden birini burnuna doğru yaklaştırarak gözlerini kapadı ve o anda Minokta’nın yanında olduğunu gördü. Nasıl olduğuna bir anlam veremedi ama olmuştu işte, Minokta yanındaydı ve mavi gözlerindeki derinliklerinin içine dalarak kaybolmuştu. Yüzüne inen tokatla gözleri açıldığında ise bir mumya kadar donuktu.

“Kharon, Kharon, iyi misin? Döneceğin günü bekliyordum, her gün dönmen için Tanrı’ya yakarıyordum ama o kadar zaman geçti ki kendimden şüphe etmeye başladım, kendimi hazırlamaya başladım o kara habere. Yüce Tanrının isteğiyle artık buradasın, yanımdasın, bir kez daha senden ayrı kalmak istemiyorum. Her yataktan kalktığım gün senin için, dönmen için dua ediyor ama ertesi sabaha kadar dönmediğini gördüğümde yüreğim burkuluyordu. Yaşayabilmek için her gün Bayan Federica’nın yanına gidiyor ve yeni resimler, yeni mozaikler tasarlıyordum. Şimdi de onun yanından geliyorum.”

“Bayan Federica mı? Evet, onu hatırlayacağım. Sahi kimdi Bayan Federica?”

“Bunu bana mı soruyorsun Kharon? Neler oldu sana, neler geldi başına?”

“Hiçbir şey, hiçbir şey gelmedi başıma. Ne zaman ayrıldım yanından hatırlamıyorum ama gelirken bir arabacı beni yanına aldı ve onunla birlikte dört bir yöne gittik, uzaklardaki ülkeleri gördük. Kimi varsıl, kimi yoksul, kimi sıcak, kimi soğuk. İnsanları birer köleden farksız, kimi altına, gümüşe, kimi şana şöhrete esir olmuş. Renge, boyaya, fırçaya ve sanatın gücüne inanan çok az insan gördüm. Birde hiçbir şeye inanmayanları, üzerlerinde bir bez parçasından başa bir şeyleri olmayan ve çıplak yaşayan insanları. Galiba en mutlu yaşayanlarda onlardı?”

“Mutlu olmak için çıplak yaşamak gerekmiyor Kharon ama sanat için aynı şeyi söylemem mümkün değil. Sanatın büyük önemini kavradım; dışarıdan gelen baskılara karşı koyabilmek için, yön bulma yeteneğinin ve iç dünyanın ne büyük önemi olduğunu anladım. Sanatın geliştireceği bilincin kendini kabul ettireceğini ve dış çevreyi değiştirmeyi sağlayacağını da öğrendim. Sonra içsel inancın önemini… Ben çalışmalarımızı seviyorum ve bizi ondan kimse ayıramaz.”

“Duygular, görüntüler dünyası ve mitos yardımıyla anlatmaya olan inancımızdan. Düşüncelerimiz ve sanatımız içindeki kadını görenlerin sonunda; kadının iç dünyasına gezinin gerekliliğini fark edeceklerdir. Artık sezgilerime ve onun gücüne inanıyorum. Gittiğim ülkelerde konuşmadığım bir dilde konuşan insanlarla ilişki kurduğum inancı içerisindeydim. Bu sezgilerime dayanan bir kavramdı. Onu şimdi resimlerimde ve yaşantımda daha çok yoğunlaştıracağım.”

“Kendi şansımızı elimizde tutabilmek, her zaman için başkasının bizi yönlendirmesini beklemekten daha mutluluk verici. Kadını seviyor, onun yaşadığını anlıyor ve kişiliğini geliştirme çabasını izliyorum. Bayan Federica bana çok şey öğretti ve ondan öğrendiklerimin gelişmeme hizmet etmesi için onları kendi kimliğimin ve inançlarımın bir onaylamasına dönüştürmesini de öğrendim.”

“Seninle birlikte olmak ne büyük mutlulukmuş, buna sahip olamamanın insanı ne hale getirdiğini gördüm. Bu insan bana çok şey gösterdi ve senin saçlarına takmam için bana bir bant verdi. Eğil de senin ipek kadar ince ve narin, tüy kadar yumuşak saçlarına takayım. Bir gün gelecek, bütün kadınlar saçlarını gizlemekten çekinmeyecekler.”

“Kadınlar, hayatlarının her döneminde kendisine karşı olan önyargılar ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Onları yıkıp dökmek için kör öfke ve kin etkili silahlar değildir. Çoğunlukla kendimize zarar veririz öfkeyle. Önyargının problemlerini, erkeğin oluşturduğu hiçbir sistemle çözmek mümkün değil, o halde kendi içimizde erişeceğimiz her nokta, bizim dış gerçeklerimizi değiştirmemize yardım edecektir.”

“O halde değişimin çağrısına kulak verelim; yaratılmış ve inanılmış gerçeğin tek doğru olmadığını eserlerimiz yardımıyla ortaya koyalım.”

“Yeni bir anlayışla, yeni eserler yaratmak için çalışalım Kharon ve esirgemeyelim kibirli bakışlardan sanatımızı.”

“Bir kaç seramik vazo ressamı tanımıştım. Onları sende biliyorsun, çalışmalarından örnek alarak bazı denemeler yapmıştık. Yani seramiğin ne olduğunu ve nasıl yapıldığını biliyoruz ama fazla bilmediğimiz çini denilen başka bir şekli var. Yolculuğum sırasında görerek hayran kaldığım çini mozaikler. Anatolia’ya özgü bu çini dekorlar mimarinin temel unsurlarından biri. Geometrik ve bitkisel desenli süslemelerle simetri esasına dayanan sonsuzluğu çağrıştıran bir sanat. Geometrik motifler birbirini kesen veya bağlanan girift örgülü açık ve kapalı sistemler halinde kullanılmakta. Bütün sistemlerde sonsuzluk prensibi hakim. Geometrik mozaik çinilerde örgülü geçmelerin merkezinde yıldız bulunmakta ve merkezden idare edilen bir kainatı temsil etmekte. Bizdeki yapılarda çini mozaikler yalnızca bir yüzeyi kaplarken, bu kaplama onlarda kubbeye kadar sürdürülmüş, böylece Seljuk mimarisinde çininin, bütün bir yapıyı bir renk cümbüşü içinde kuşattığı yeni bir süsleme sanatı oluşturulmuş. Mozaik çini, çini levhanın pişmeden önce küçük parçalara bölünmesiyle hazırlanmakta, çini mozaik tekniğiyle, yapıların iç ve dışlarında, düz ya da eğik yüzeyler kaplanmakta. İşte sana yeni bir anlayış ve yeni bir alan açacak mozaik yapımı.”

“Yarından tezi yok bu işin ustalarını bulalım Kharon ve hemen yeni yapacağım mozaiklerde kullanalım.”

Gözleri bir mumyanın ki kadar donuk olan Kharon, şimdi gözlerinde parlayan ışıkla Minokta’ya bakıyor ve ondaki sevinç, korku, kızgınlık, üzüntü ve sevgiyle karışmış olan bakışlarındaki coşkuyu görebiliyordu.

Bu coşkuyla dolarak yaratacağı çini mozaikler, Minokta’nın ruhundaki yücelişin de muştusu olmuştu.  

Topraktan elde edilen çiniler Minokta’nın ellerinde, ona bu kadar uysallıkla boyun eğmemiş, o ellerde bu denli biçimden biçime girmemişti.

Bizantion’lu seramik ve çini ustaları, sanatın antik geleneğini sürekli muhafaza etmişler, killi kumla karışık kırmızı kil, bazen beyazımtırak olmuştu. Bunların yapımına külün girdiği beyaz bir malzeme kullanıyorlar böylece beyaz, killi, yoğrulabilir bir madde elde ediyorlardı.

Piştikçe beyazlaşan ve çamura esneklik veren maddelerin karışımından meydana gelen çiniler, çeşitli renk ve motiflerle süslendikten sonra sırlanarak ikinci kez fırınlanıp kullanılabilir hale geliyordu. Minokta, kısa sürede öğrendiği çini yapımına ait özellikleri kullanarak yaratacağı mozaiklerdeki kadın imgesinin, kararlı ve dik duruşundaki ödünsüzlüğe kavuşması için seçimini çoktan yapmıştı.

O isim ise, Bizans’ın en güzel kadını olarak adlandırılan Theodora’ydı. Bir İmparatoru etkileyecek kadar güçlü ve güzel olan bu kadın, aynı zamanda bir dansçıydı. Roma yasalarının ve devlet yetkililerinin aktrislerle evlenmesini yasaklıyor olmasından dolayı Justinianus ile evlenemedi.

Fakat Justinianus, amcası İmparator I. Justin’in tahtının varisi olduğundan, eşi İmparatoriçe Euphemia, her ne kadar yeğenini sevse de bu evliliğe karşı çıktı. Justinianos, Theodora’ya olan büyük aşkından hiç vaz geçmedi ve İmparatoriçenin ölümünün hemen ardından bu yasağı ortadan kaldırarak Theodora ile evlendi.

Justinianus ile olan evliliğinden sonra Theodora da, Bizantion’un İmparatoriçesi oldu. Altın devrini yaşayan İmparatorluk, en kanlı ayaklanmalarından olan Nika ayaklanmasını başladığında, hipodromdaki araba yarışında Maviler ve Yeşillerin İmparatora ve devlete karşı birleşip “Nika!, Nika! Nika!” diye bağırıp alkış tuttular. Kalabalık önce Justinianus’a hakaretler etmeye daha sonra da saraya saldırmaya başladı. 5 gün süren kuşatma şehre ciddi zararlar verdi.

Kargaşanın sebep olduğu yangın Azize Sofia Kilisesinin de hasar görmesine yol açtı. İsyancılar, eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius’u yeni imparator ilan ettiler. Kalabalığı durduramayan Justinianus, kaçmak için hazırlıklara başlamıştı. Gücünü de, güzelliği kadar ortaya çıkaracak olan Theodora, saraydan kaçma fikrine karşı ünlü konuşmasını yaptı:

Efendilerim, içinde bulunduğumuz durum, bir kadının, erkekler konseyinde konuşma hakkının olmadığı âdetine uyamayacak kadar ciddidir.

Hayatları bu denli tehlikeli bir tehdit içindekiler, gelenekleri bırakıp en akıllıca hareket tarzını düşünmelidirler. Bu dünyada doğan birinin ölmemesi imkânsızdır.  Fakat hüküm süren birinin kaçak yaşaması kesinlikle kabul edilemez. Eğer kendini kurtarmak istiyorsan efendim, önünde hiçbir zorluk yok. Zenginiz, deniz hemen orada, gemilerin de hazır. Ama güvenli bir yere gitsen bile, bir gün kendine sormayacak mısın keşke kalsaydım diye. Bana gelince, ben kraliyet morunun en asil kefen olduğu sözünü savunuyorum.”

Theodora’nın bu kararlı konuşması, Justinianus dahil herkesi ikna etmişti. Sonuç olarak Justinianus, komutan Mundus ve Belisarius önderliğindeki kraliyet askerlerini isyancıları bastırmak için kullandı.

Kendi isteğiyle İmparator ilan edilmemiş olmasına rağmen, Hypatius da Theodora’nın ısrarı üzerine öldürüldü. Justinianus, tahtını onun sayesinde kurtarabildi, bu olay Theodora’nın gücünün ve zekâsının bir kanıtı oldu.

Theodora, Justinianus’un verdiği hukuki ve dini kararlar üzerinde de etkili oldu. Zorla fahişelik yaptırmayı yasaklayan bir yasa çıkarttı ve hatta bu niyetle satılan kızları satın alıp, özgür bırakarak onlara yeni bir hayat sundu. Genelevleri kapatarak, kadın pazarlamayı yasakladı. Aynı zamanda boşanma ve mülk sahibi olma konularında kadınların lehine haklar geliştirdi, tecavüz için ölüm cezası getirdi. Ve Justinianus, Theodora’nın ölümünden sonra kimseyle evlenmedi.

İmparatorluğun geçmişindeki güçlü ve kararlı tutumu ile tarihe geçmiş olan Theodora’nın ünü, onun dansçılığı sayesinde olmuştu. Danslarına örnek aldığı kara kuğunun zarafeti, Minokta’nın yapacağı çini mozaiğinde zarafeti olacaktı.

Gece tanrıçası Nyks’in kızı Nemesis’e, Zeus tutulur, ama Nemesis tanrıdan kaçmak için bin bir biçime girerek, sonunda bir kaz olur. Zeus’un da kuğu kuşu biçimine girerek onunla birleştiğine dair öykü, Minokta’nın da Theodora’yı resmedeceği mozaiğin öncüsü olur.

Kadınların belki de en büyük korkularından biri, erkeğin cinsel saldırganlığına maruz kalmaktı. Ve o günlerde azımsanmayacak kadar benzeri olaylar kadınların başına gelmekteydi ve kulaktan kulağa yayılan söylentilerle de söz konusu korkular körüklenmekteydi.

Minokta, kurban durumundaki kadının yaşadığı travma ile güzel ve güçlü bir kadının duruşundaki mağruriyeti anlatabilecek olan en iyi seçimi yaptığına dair kararını vermişti.

Dökülecek olan çiniler, kalıplarını hazırladığı parçalara uygun olarak kesilerek, renklerine göre boyanacak ve fırınlanarak ve son halini alacaktı.

Renklerine göre ayrılan çini mozaik parçalar ise, resmin tamamını oluşturacak şablona göre dizildikten sonra, yapay olarak hazırlanmış zemin üzerindeki yatak harcına sırasıyla yerleştirilerek tablo tamamlanacaktı.

Eserindeki konuyu ve tüm ayrıntıları, yapım aşamasına kadar hassasiyetle tasarlayan Minokta, öncekilerde olduğu gibi Bayan Federica’nın isteği doğrultusunda oluşturduğu ve diğerleri gibi insanları kendisine çekecek olan şaheserini, Floransa’nın Ravenna limanında bulunan, San Vitale Bazilikasında ki yerleştirileceği alana konmak üzere Konstantinopolis’ten bir gemiyle gönderecekti.

San Vitale Bazilikasının mozaik ve fresklerinden başka, sahip bulunduğu tablolar ile diğer sanat eserleri, dinsel içerikli oldukları kadar, din dışı konuları da kapsadığından, Bayan Federica’nın gönderdiği “Leda ve Kuğu” adlı mozaiği de koleksiyonuna katmaktan çekinmemişti.

Bu kez, eseri götürmek üzere emanet edilen kişi Kharon olmayacaktı. Yaptığı uzun bir yolculuğun ardından, bu görevi kaldırmayacak kadar yorgun düşmüştü. Aslında Kharon, kendisini güçsüz hissediyordu ama bunu Minokta’ya belli etmemeye çalışıyordu. Göğsündeki ağrılar onu rahatsız etmekteyse de fazlaca aldırış etmiyor ve geçeceğine inanıyordu. Henüz o kadar da yaşlanmamıştı. Saçları, sakalları hafifçe ağarmış olsa bile yaşlılığı kendine bir türlü yediremiyordu.

Bayan Federica’nın desteği ve kendi çabaları sayesinde, Floransa kentine gönderdikleri çini mozaik tablonun yakaladığı büyük başarının ardından, çalışmalarına verecekleri yönü de seçmişlerdi. Mozaik sanatına kattıkları yenilik, kolay ve her yüzeye uygulanabilir bir tekniği içerse de, asıl olarak çini plakaların ışığı yansıtması ve tabloya sağladığı bütünlüktü. Bir diğer yanı da çini plakaların yüzeylerinde desen yaratabilme olanağı sunmasıydı. Geometrik ya da natürel desenli parçaların yan yana getirilerek geniş alanlara uygulanabilirliği veya pano özelliği taşıyan büyüklükteki resimlerin çini karolar yardımıyla yapılabilir olmasıydı.

Minokta, çini mozaik tekniğini, kadınlarda ışığın gücünü, erkeklerde karanlığın gücünü cisimleştirme algısına uyum sağlayan yapısıyla seçmişti.

Bir yapının tüm yüzeyinin çini karolarla kaplanması fikri mimari açıdan da büyük bir yenilik demekti. İç ya da dış yüzeylerde kolay uygulanabilirliği ve sanatsal etkileriyle önlerinde yepyeni bir alan açmışlardı.

Ancak bu işin zorlukları yok muydu? Sürdürülebilirliğini nasıl sağlanacaktı? Yeni başladıkları çalışmalarını çini imalathaneleri aracılığıyla tamamlayabilmişlerdi ama onların işi zaten başlarından aşkındı ve özel istekleri yerine getirmeye hiçte hevesli değillerdi. Tüm zorluklara rağmen aşılamayacak ölçülerde olmadığını görüyorlar ve Bayan Federica’nın sağlayacağı katkılar sayesinde üstesinden geleceklerini düşünüyorlardı. Onunda bu işin değerini kavradığını; ilk eserlerini Floransa’ya göndermesinden anlamışlardı. Sonunda aynı düşüncede buluştular. Bayan Federica’nın çevresi ile sağladığı etkin ilişkiler çerçevesinde, kentin uzağında faaliyet gösteren bir çini imalathanesinde çalışmalarını yürütebilme olanağına kavuşmuşlardı. Bunun hakkını vermeliydiler.

19. Bölüm

Minokta, yürüttüğü çalışmalarında kullandığı renklerin değişikliğe uğradığı dönemlerden birinin daha eşiğine gelmiş ve Azize Sofia Kilisesinde altın sarısı zemin üzerine yapılan Deisis Mozaiğini kendine örnek olarak almıştı. O tablodaki duru ve saf renk anlayışı ile altın rengini, en üst düzeyde bilgiyi, yüreğin gücünü, derin anlayışı ve ruhu anlamayı fısıldamakta olduğundan seçmişti.

Çini mozaikler, Kharon’u fresklerden uzaklaştırmış ve imalathanede çalışan ustalar tarafından renklerin hazırlanması ve çinilerin fırınlanması aşamalarında bulunmak üzere Minokta’nın yanında yer almıştı.

“Kharon, bütün isteğim benim eserlerimi görenler; bir yargı oluştursunlar ve kendilerini dönüştürsünler. Beğenileri bir yargıdır, benim eserlerime kötü demekte bunun bir parçasıdır. Eserlerimi izleyenler, onun parçası olsunlar, onlar üzerinde değerlendirmede bulunurken, birbirlerine bağlanarak dönüşümü sağlasınlar.”

“Bütün uğraşımız bunun için değil mi? Bir kadının yaptıkları, bütün kadınların yaptıklarıdır!”

“O halde Judith’in temsil ettiği erdemin, Holofernes’in temsil ettiği günah karşısındaki zaferini anlatacak olan ilk mozaiği yapmaya başlayabiliriz.”

“Altın renkli çinileri dökmekle işe başlayacağım Minokta. Diğer renklere sen karar verirsin. Yanlış duymadıysam ilk mozaiği dedin, bunun başka bir anlamı mı var?”

“Ah, evet Kharon, hem de bambaşka bir anlamı var. Bayan Federica’nın isteği ile İtalya Toscana’da Aziz Francesco kilisesine gidecek olan üç adet çini mozaiğin ilki, Judith ve Holofernes adlı mozaik bu olacak.”

Toskana Pescia’da, Pistoia kentinde Assisi’li Aziz Francesco Kilisesine, Floransa’dan bir rahip gelmişti. Anakaradan onu ayıran Pascia Nehri üzerindeki bir köprü ile ayrılmış kilise; şehrin kuzey kesiminde  “Giocatoio” denilen yerde bulunuyordu.

Albizi, Mainardi, Della Torre gibi Pescia’lı aileler kiliseyi sanatsal bir alana hailen getirmek için hem fikirdi.

Aziz Francesco ve onun yaşamından hikâyeleri Bonaventura Berlinghieri resmetmişti. Bundan sonra kilisenin nef duvarlarının pencereleri altındaki geniş duvar kuşağına Assisi’li Aziz Francesco’nun hayatıyla ilgili öyküleri yeniden imgeleştiren bir başka ressam Giotto idi. Bu eserlerinde gösterdiği başarı nedeniyle, tarikat ileri gelenleri o ana dek kilisenin süsleme işlerini yürüten ustalara yol vermişler ve bütün süslemelerin sorumluluğunu, henüz otuzunda olan Floransa’lı bir ressamın eline bırakmışlardı.

San Francesco’nun yaşamının önemli olaylarını canlandıran fresklerin çeşitli kompozisyonlardan oluşan ikonografisi, Boneventura’nın sözlü geleneğe ve azizin öz yaşam öykülerine dayanarak yazdığı günlüklerinden alınmıştı.

Giotto kiliseye, başrahip olarak gelen Fra Giovanni di Muro della Marca tarafından çağrılmıştı. Giotto, Francesco’nun yaşamı ve eylemleriyle ilgili öyküleri öyle yetkin bir biçimde resmetti ki bununla büyük bir ün sağladı. Ama Konstantinopolis’li, adı sadece kullandığı “XM” simgesi olarak bilinen sanatçının yaptığı üç adet mozaiği, Giotto’nun varlığı olmadan açıklamak zordu. Elbette böyle büyük bir girişimde, Giotto’nun eserlerinden başkasının kullanılmadığını düşünmek gerçek dışı kalacaktı. Duygu ve tutku gücüne inanan Giotto, bu gücü yeni bir olguda, yeni bir insan gerçeğindeki düzene sakladığından;  kendinden sonra geleceklere de yer olduğunu biliyordu.

Erdem sahibi bir kadın olan Judith bir kahraman niteliği taşıyarak, hakkını kullanmak adına kendini riske atmış ve sonunda başarıya ulaşmıştı.

Minokta’nın ilk eser dediği altın renkli çinilerin çerçevelediği tabloda, elinde tuttuğu Holofernes’in kesik başı ile Judith;  kapalı gözleri ve solgun duruşuyla, sanki suçlu ve güçlü olan taraf değilde, cinayete kurban gitmiş masum taraf gibiydi. Arka planda yer alan ağaçtaki elma şeklindeki meyveler ilk günahı ve kadını günaha sevk eden yönüne işaret ederken, pullarla kaplı izlenimi veren desenin, yine günaha sebep olan yılanın derisini temsil etmekte olduğu anlamıyla Giotto kadar etkileyiciydi.  

Bu muhteşem üçlünün ikinci eseri ise;

“Minokta’nın duygusallığı” adını taşıyan tablosuyla; Havva, Cennet Bahçesi’nde iri bir yılanın vücuduna dolanmış haliyle görünmekteydi. Havva ve yılanın vücutları birbirine dolanmış, soğuk tenleri yakın temas halindeyken, her birini, diğerinin izleyiciyle yüzleşmesi için güçlendiriyordu. Minokta, izleyicinin kendi günah anlayışını karmaşıklaştırmasını ve sorgulamasını istediği eserini tamamlayan üçüncü tablosuna da  “Eros’la Psykhe” adını vermişti.

Ruh anlamına gelen Psykhe ile Eros’un etkileyici hikayesi ise;

“Psykhe Miletos kralının kızıdır, üç kız kardeşin üçüncüsü ve en güzelidir, ama güzelliği yüzünden Aphrodite’nin hışmına uğramıştır. Tanrıça onun tek başına bir dağa bırakılmasını, kendisine koca olacak ejdere varmasını buyurur. Oğlu Eros’tan da bu dileğini yerine getirmesini ister. Ama Eros, Psykhe’yi görür görmez ona vurulur, kızı bir saraya yerleştirip geceleri gizlice yanına gelir. Sevgilisine görünmez, kendisini görmek için herhangi bir girişimde bulunmamasını da öğütler. Ama Psykhe dayanamaz ve bir gece Eros kanatlarını yaymış, uyurken yağ kandilini yakar, yanına varıp ona bakar. Aşk tanrısı olduğunu görünce elleri titrer ve bir damla kızgın yağ Eros’un omzuna damlar. Tanrı uyanır uyanmaz sevgilisini bırakıp gider. Uzun bir süre birbirlerinden ayrı eriyip dururlar. Sonunda Aphrodite ikisine de acır, Psykhe’nin bir sürü olmayacak işler yapmasını buyurur. Cinler, periler kıza yardım ederler ve sonunda Psykhe, Eros’a yani can, sevgiye kavuşur.”

Yan yana yer alan bu üç çini mozaik tabloyu, görenlerin hayal gücüne teslim ettikten sonra, Minokta ve Kharon sarf ettikleri çabaları ve gayretleriyle çok büyük bir başarının altına isimlerini kazımışlar ve Bayan Federica tarafından takdir edilen ödüle layık görülmüşlerdi.

Bundan böyle kendi adlarını taşıyacak olan atölyelerinde yeni eserlerini yaratacaklardı.

Atölyeleri, bir süredir çalışmalarını sürdürdükleri şehrin batı surlarının uç noktalarında olan eski yerdi. Yönetecekleri atölyenin yeni sahipleri olarak, Kharon, mozaik yapımı ile bu sürecin her aşamasında yer aldığı, sanat yönüyle olduğu kadar işin ticari boyutlarını bilen yönüyle, esas olarak da Minokta’nın tutkuyla çalışmasına olanak sağlayacağından çok mutluydular.

Düzenlerini kurmak için çok fazla yorulmaları gerekmedi. Zaten atölyenin önceden beri işleyen kurulu bir düzeni vardı. Kullanılacak malzemelerin temininden, atölyedeki imalat süreçlerine kadar her şey eskiden olduğu gibi devam edecekti. Onların değiştirecekleri ise atölyenin sanat anlayışı ile kendilerine açacakları yeni alanlardı.

Hangi tür siparişleri rağbet edecekleri, kendi anlayışlarına uygunluğu, yapacakları çalışmalara müdahale edilmemesi gibi konularda karar vererek, atölyenin yeni sahipleri olarak adlarını duyuracaklardı.

Kendi sanat anlayışlarına uygun ustalarında katkısıyla yeni baştan oluşturdukları mozaik ve çini atölyesinde yarattıkları XM damgalı eserleri, sanatseverler arasında, önceden bilindiğinden daha fazla beğenilir ve tercih olmuştu. Çok daha özgürce ve istedikleri yönlerin daha çarpıcı şekilde ortaya çıktığı haliyle eserleri dikkat çekmekteydi.

Atölyede kurdukları yeni yapılanmanın önemli bir yanı, Minokta’nın uzun zamandır faaliyet gösterdiği “Kız Kardeşler” topluluğuna da yer vermesiydi. Gönüllü olarak atölyedeki işlerde yer alan “Kız Kardeşler”in her biri, aynı amaçla kendi içinden geldiği gibi hareket ederek, mozaik ve çini yapımının farklı aşamalarında çalışıyorlardı.

Ama en önemlisi, Kharon’u kendi atölyesine rakip olarak gören Patriyarkos’un tutumuydu. Tabii ki bu durum hiç hoşuna gitmemişti.

Patriyarkos, Kahron’u izliyor ve atölyesinin yaratıları ile anlayışlarını irdeleyerek, haklarında tavrını belirlemeye çalışıyordu. Doğrudan, olumsuzca bir tepki göstermemeye dikkat sarf ediyor, dostane ilişkilerinin devamına önem veriyordu. Böyle görünmekle, çevirmeye çalıştığı dolapları gizliyordu. Patriyarkos’un bütün amacı, Kharon’u ve onun Minokta ile yarattığı sanat anlayışını yok etmekti. Yaptıklarının tümü, dine ve ülkedeki düzene aykırıydı, o halde biran önce nerde mozaikleri varsa, nerde freskleri varsa, nerde ne yaptılarsa hepsi yok edilmeliydi ki; insanlar saf ve temiz inançlarını kaybetmesinler. Latin Kiliselerinde yer alan eserleriyle, atölyede çalışan kadınlarıyla sanat yapmıyor, adeta ülkeyi bölmeye çalışıyorlardı.

Patriyarkos, etrafa yaydığı söylemlerle bir ağaç kurdu gibi, Kharon ve onun atölyesini kemirerek, içeriden çökertip yıkmanın ince hesaplarını yapıyordu.

Tahakkümü ve otoriteyi sürdürmek adına, erkeklerin yönetimini ve bunun yanı sıra kadınların dışlanması ya da itibarsızlaştırılması sağlamak gerekiyordu.

Patriyarkos’un, hesapladığı gizli entrikaları uygulayacağı planın aşamaları şöyle özetlenebilirdi:

Öncelikle, kiliselerde tanındığı papazlara haber salıp, insanlar arasında Latinlere karşı olan bakıştan da yararlanarak, içlerinde olan husumeti kışkırtıp, atölyenin işleyişini bozarak yok etmek.   

Atölyeler arasındaki rekabeti iyice arttırıp, içeri yerleştireceği adamlarla onların tekniklerini kopyalayarak işlerini ele geçirmek.

Sanat anlayışlarını eleştiren fikirlerin üstünlüğünü sağlamak için dini dogmaları kullanarak onları günahkâr olmakla suçlamak.

Kharon ve onun yanındaki günahkârlar bir avuç yoldan çıkmış kadınlardı. Saçı başı açık ortalıkta dolaşıyor; mozaikti, çiniydi, freskti diye kadın figürlü, üstelikte bazıları yarı çıplak işler yapıyorlar, bunları da Latin zenginler evlerini süslesinler diye para verip alıyorlardı. Başta atölye ve orada yuvalanmış kadınlar ile işlerini para verip alanların tümü hakkında yaydığı söylentilerle, Kilise Papazlarını harekete geçirmeyi başaran Patriyarkos, ayinlerdeki vaazlarda bu dedikodular ve söylentileri halka duyurmayı başarmıştı. Böylelikle yarattığı etki, suda yayılan dalgalar misali artarak genişliyordu. Halk onların yarattığı eserleri arayıp görmek ve duydukları husumetle kırıp parçalamak istiyordu. Yaşadıkları Latin Vandallığını çok çabuk unutmuşlar, nerdeyse onlardan bile acımasız hale gelmişlerdi.

Acımasızlıkları, sanat düşmanlığından çok, kadın ve onun uygunsuz eserlerine karşı çıkmak ve onların bilerek, isteyerek parasal yönden ve beğenilerini esirgemeden desteklemelerine karşıydı.

Patriyarkos, bir kozlarını daha boşa çıkarmayı sağlamış, sahte dostluk gösterileriyle atölyeye yerleştirdiği birkaç adamı vasıtasıyla çini mozaik yapımının sırlarını da öğrenmişti. Şimdi rekabet sahnesinde kozlarını paylaşabilirlerdi.

Kharon ve atölyesi sınırlı imkânlarıyla bu yarışta yaya kalmış gibi görünüyordu. Zira Patriyarkos’un, çini mozaiklerinin kullanım alanı sadece sanatla sınırlı kalmaması, yapı malzemesi olarak kullanılması, tüm zeminlere kolayca uygulanabilmesi ve uygunsuz kadın figürleri yerine, geometrik desenleriyle tercih edilir ve beğenilir olmasıydı.

Patriyarkos, dini dogmaları kullanarak onları günahkâr olmakla suçlamasının etkisi ortaya çıkıyordu. Bu etki kendine yaradığı halde, Kharon’un atölyesini günden güne eritiyordu.

Bu gidişin önüne geçmek, dini inançların kullanılarak atölyelerinin fesat yuvası olarak gösterilmesinden, sanatlarının lanetlenmesinden korunmanın yollarını bulmaları gerekiyordu.

Minokta ile birlikte duydukları üzüntü ve sıkıntılar artıyor, yapılan karalamalarla günden güne gözden düşüyor ve itibarsızlaşıyorlardı. Sokağa bile çıkmaktan korkar hale gelmişlerdi.

Kharon yılgınlıkla hareket ediyor, bir çıkış yolu bulamazlarsa bu mücadeleyi sürdürmelerinin bir anlamı kalmayacağını düşünüyordu.

Minokta, bu yola çıkmadan öncede, başlarına böyle şeylerin gelebileceğini hesap etmişti. Ve şimdi düşündükleri teker teker gerçekleşiyordu. Onu ve Kharon’u yılgınlığa sevk eden bunları bilmek değil, sistematik bir şekilde üzerlerine gelinerek, gerçek dışı karalamalarla, Kiliseyi kendi emellerine alet eden Patriyarkos’u nasıl alt edeceklerini bilememelerinden kaynaklanıyordu.

Minokta güçlü bir kadındı, hiçbir zaman yenilgiyi kabul etmemiş her zorluktan yakasını sıyırmayı bilmişti. Bu durumda Bayan Federica’dan yardım istemekten başka çare kalmamıştı. Öylede yaptı ve başlarına gelenleri Bayan Federica’ya anlattı. Ona güvenir ve onun sorunlara bir çare bulanacağına inanırdı. Bu seferde ona yardım elini uzatmaktan hiç kaçınmadan Patriyarkos’a karşı mücadelenin yolunu gösterdi.

“Eğer, Genesis’in kitabını Eve yazmış olsaydı nasıl olurdu?

Eve kaburga kemiğinden falan doğmadığını, hiç yılan tanımadığını, kimseye elma vermediğini, Tanrı’nın ona acı çekerek doğuracağına ve kocasının ona hükmedeceğine dair bir şey söylemediğini açıklığa kavuşturarak başlar ve bütün bu hikâyelerin Adam’in anlattığı yalanlar olduğunu söylerdi.

Anladın mı şimdi Minokta, Patriyarkos’la nasıl mücadele etmen gerektiğini?”

 “Elbette, Bayan Federica. Ama beni düşündüren, bütün bunlara karşı tek başıma karşı koyacak kadar gücüm yoktur, ben yinede arkamda durmanızı isterim.”

“Sen merak etme Minokta, hepimiz bu karşı koyuşun içindeyiz. Sanatın, kadının aşağılanmasını kabul etmek, asla düşüncemiz olmadı. Yeter ki sen direncini yitirme, karşı duruşundan ödün verme. Ben ne yapacağımı biliyorum.”

Minokta, aldığı moral ve destek sözüyle yitirmeye başladığı direncini yeniden kazanarak, Patriyarkos’un pisliklerini etrafa yaymaya başladı. Rüşvetçiliği, paragözlüğü, iş yaptığı insanları nasıl soyduğu ortalığa çıkınca bir anda geri çekildi. Cephe kaybetmiş kumandan gibi ordusunu toparlamak ve yeniden güç kazanmasını beklemekten başka çaresi kalmamıştı. 

Bu geçici sulh Minokta’nın da işine gelmiş, yeni strateji ve taktikler yaratabilmesi için ona da zaman kazandırmıştı.

Bayan Federica’da, eşi Carlo Angio’yu harekete geçirmekte vakit kaybetmeden konuyu ona da açarak, Minokta ve Kız Kardeşlerin atölyesinde olan bitenler hakkında bilgi verir. Konuyu ele alacağını söyleyen Carlo Angio, çevresindeki dostlarından yardım ister.

Konstantinopolis’te görev yapan Podesta, Montani de Marinis’e yakın olan isimlerinde devreye girmesiyle, atölyede gereken koruma önlemleri alınması için harekete geçilir. Podesta’nın, yetki sınırları dışında da olsa, nüfuzundan yararlanarak atölyenin kendisine bağlı olduğunu bildiren yazılı bir emri, Bayan Federica, Minokta’ya ulaştırır.

Emri gören Minokta, çok rahatlamıştır. Atöylenin Podesta’nın koruması altına girmesiyle bir anlamda dokunulmazlık kazanmıştır.

Kharon’un da bu gelişmenin ardından kendine olan güveni artmış ve Patriyarkos, titreyen siyah sakalı, soğuk bakışlı gözleri ve hilekâr yüzü altında iğrenç ince dudaklarının kenarından, saldırgan köpeği andıran salyaları süzülmekteyken, bir anda savaşı kaybettiğini anlamıştır.

Patriyarkos için kötülüğün sınırları yoktu. İntikamını mutlaka alacaktı, saldırılarını yalnızca ortalık duruluncaya kadar ertelemişti. Sessizce ama fırtına öncesinde tedirgin ve ikircikli bir bekleyiş vardı. Kharon’un bütün korkusu Patriyarkos’un yeni hamlesiydi. Nereden ve nasıl geleceğini bilmediği bu hamlenin savuşturulmasının ilki kadar kolay olmayacağı apaçık belliydi.

Kharon, anlamsızca devam eden bu çatışmanın atölyeye verdiği zararın ötesinde, Minokta’nın da, kendisinde, esin denilen şeyin artık insanın dışında, bir dağın doruğunda olduğundan değil de, yeteri kadar içlerinden gelmediğine üzülüyordu. Asıl zararlı çıktıkları ve aşılması gereken taraf buydu.

İnsanların beğeneceği ve hoşnut kalacakları, duymayı ya da görmeyi arzu ettiklerini onlara vermek gerektiğini, böylelikle zaman kazanarak,  karalama ve dışlanmalardan korunacakları bir ortamı sağlamanın tam zamanıydı.

Atölyede fedakâr, sadık eş veya kutsal, saygıdeğer anne konumunun vurgulanması ile geleneksel kadın rollerinin pekiştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Minokta, mucizeler yarattığına ve tılsımlı olduğuna inanılan ikonaların en meşhur örneği olan Azize Sofia Kilisesi apsisinin yarım kubbesindeki Maria ve Çocuk (Theotokos) tablosuna benzer bir çini mozaiğin yapımı için atölyeyi seferber etti ve bunu yaparken de, sağa sola gerekli haberleri ulaştırmayı unutmadı.

Yaptığı tabloda, Maria, bir eliyle kucağındaki Çocuk İsa’yı tutmakta, diğer eliylede Hodegetria tipi ikonalardaki gibi, kurtuluşun kaynağı olarak Çocuk’u işaret etmekteydi.

 Patriyarkos, dişli bir rakip olduğunu göstermekte gecikmez ve Patrik I. Athanasios’un makam ve mevkiinden yararlanarak, iktidarı ayakta tutan iki gücün “Taç ve Haç” olduğundan, ikisinin de sonuna kadar hiçbir taviz verilmeden korunmasından bahisle, Kharon ve ona bağlı atölyesinin bir fesat yuvası olarak inanca karşı yaydığı zararlı fikirleriyle birlikte yok edilmesini ister. İnancın saflığına yönelik bir ihaneti halk kaçınılmaz olarak, yalnızca Tanrı’nın lütfunun kaybedilmesine değil, aynı zamanda imparatorluğun da yok olmasına neden olacağına inanmıştı.

İmparatorların kilise üstündeki etki ve yönetimleri özellikle çok güçlüydü. Din, çok dilli Konstantinopolis’i ve tüm İmparatorluğu bir arada tutan fikirlerin ve örgütlenmenin önemli öğesiydi.

İşte tam da bu sebepten Patriyarkos, Kharon’un ortada herhangi bir suç kanıtı olmaksızın, din sapkınları oldukları, Hıristiyan inancını gerektiği gibi uygulamadıkları, yasaya aykırı başka ilişkiler kurdukları bahanesiyle Kilise tarafından soruşturmasını talep etmişti.

Patriyarkos’un son hamlesiyle, Kharon’un olduğu kadar Minokta’nın da endişeleri artmış ve hayli sıkıntılı olacağı anlaşılan bir sürece girmiş bulunduklarını hissediyorlardı.

“Bu darbeyi hiç beklemiyordum doğrusu Kharon.”

“Sen, Patriyarkos’u benim kadar tanıyamazsın Minokta. Geçmişte onun atölyesinde kimlere ne komplolar kurduğunu, kendisine rakip olacağını anladığı insanlar için sonlarını getirene kadar uğraştığına tanık olmuşluğum vardır. Şeytanla karşılaşmadım ama inanıyorum ki, eğer bir gün karşıma çıkacak olursa bu adamdan bir farkı olmazdı. İşte bütün endişem ve haydi açıkça söyleyim; bütün korkularım bu yüzdendir. Sonumuzu getirene kadar bizimle uğraşacaktır. Daha fazla direnmenin anlamı yok gibi geliyor bana.”

“Sen neler diyorsun Kharon! Eğer şimdi karşı duramazsak biteriz. Bir daha toparlanamayız. Sanata da, kendimize de öz saygımızı yitirir, bir dilenci gibi sokaklarda tanınmaz hale geliriz. Yoksa sonumuzun böyle mi olmasını istiyorsun?”

“Neyi istediğimin şu anda bir anlamı yok Minokta. Çünkü gücün karşısında kendimi bir böcek kadar zavallı görüyorum. Bu güce nasıl karşı koyabiliriz? Asla, asla yapamayız bunu. Bizim ne gücümüz var?”

“Gel de başını uzatıp şu kapının önünden geçen dilenciye bir bak, nasıl da sefil görünmekte. Ne oldu, nasıl oldu da bu hale geldi? Hiç kimse dilenci olmak için uğraşmaz, hiç kimse de onun neden dilenci olduğunu merak etmez. Yaşarsa yaşar ya da bir gün açlıktan veya hastalıktan ölüp gider. Bize bunu mu reva görüyorsun? Bizim ne gücümüz var diye soruyorsun, bizim sanatımız var. Sen de biliyorsun ki, sanat ve sanatçılık büyük bir güçtür. Her şey unutulup gidebilir ama bir sanatçının eserleri daima yaşar. O halde onurumuzu da,sanatımızı da koruyalım. Bayan Federica’nın sözünü unutma, o da bizimle birlikte bu karşı koyuşun içinde yer almakta. Bizim mücadelemiz, geçmiş yaşamlardaki mücadelelerin bir parçası olarak yenilere aktarılacak ve onlara da yol gösterecektir.”

“O zaman Bayan Federica bize en çok ihtiyacımız olan yerde yardımlarını esirgemesin ve bizim soruşturmadan nasıl aklanarak çıkacağımızın bir yolunu bulsun.”

“Bunu konuşmadım mı sanıyorsun Kharon? İlk başta bunu istedim ve şimdi sırası geldi işte. Bay Angio’nun davalarına bakan Avvokato Luchino’nun adını vermişti daha önce; başınız sıkışırsa onu bulursunuz, o size bir yol gösterir demişti.”

Gerçektende Bay Luchino bu işin uzmanı olduğu kadar ikna etme yeteneğiyle de tam bir avvokato idi. Neredeyse Konstantinopolis’te iş yapan ne kadar tüccar varsa hepsinin davaları ile o ilgilenmekte ve çok geniş bir çevre tarafından da tanınmaktaydı. Elbette Kilisenin üst düzeydeki yöneticileri de onun dostları arasındaydı. Ülke yönetiminin zirvesinde bulunan yönetici sınıflar arasında yer alarak siyasi-sosyal sürecin, yani egemen güçlerin bir parçası olan Kilise yönetimi, iş dünyası ile olan dostluklarını her zaman önemserdi.

Patrik I. Athanasios’un açtırdığı soruşturma, Piskopos Yervasios ve 4 Papaz üyeden oluşan Kilise Heyeti tarafından yapılacaktı.  

20. Bölüm

Kharon ve onun atölyesinde yapılan mozaik, fresk, ikon v.s sanatsal çalışmaların Hıristiyanlığın kutsal değerlerini alenen inkâr etmekte olduğu gerekçesiyle soruşturmanın yapılması ve eğer Kilise Heyeti tarafından haklı görülmezse adalet önünde hesap vermesi için mahkeme nezdinde yargılanması istenecekti.

Soruşturmaya Pantokrator Kilisesinde, IX. Mihail Paleologos’un İmparatorluğu II. Andronikos ile paylaştığı 1314 yılının başlangıcı olan Eylül ayının 14. gününden önce başlandı.

Piskopos Yervasios’un,  yeni yıl dileği ile başlayan soruşturmaya geçildi.

“Yüce Tanrı, sonsuz bilgeliğiyle her şeyi yaratan, zamanı da eşsiz otoritenle ayarla ve Hıristiyanlara zaferler bağışla. Bu yıl boyunca gelişimizi, gidişimizi kutsa ve ilahi iradenle yolumuzda rehber ol.”

Soruşturma ile ilgili savlar, Kilise Heyetinin sözcüsü tarafından okunduktan sonra, Kharon’un savunması istendi.

Kharon, Avvokato Luchino’nun da katkılarıyla hazırladığı savunmasını okumaya başladı:

Sayın Başkan ve Sayın Üyeler;

Ioannes Comnenus’un kurucusu olduğu Kutsal Kilisenin salonunda ve sizlerin huzurunda ülkemizin tarihini yazacak olanlar bu soruşturmadan söz edeceklerdir.

Sizlerin vereceği karar öncesinde, maruz kaldığım atölyem ve eserlerim hakkında yapılan suçlayıcı eleştiriler karşısında önemli bulduğum yönlere değinmek istiyorum.

Din sapkını olduğum, Hıristiyan inancını gerektiği gibi uygulamadığım ve yasaya aykırı ilişkiler kurmam nedeniyle sorumlu görülmekteyim.

Ben ve atölyem sanatıyla ve eserleriyle tanınmakta ve bilinmektedir. İleri sürülen bütün savlar ve gerekçeleri kavram karmaşasından doğan yanlış görüş ve değerlendirmelerin sonucudur.

Bu kavram karmaşasını öncelikle sanat ve sanatçılığın ne olduğunu açıklayarak netleştirmeye başlayacağım.

Biliyorsunuz ki, insanlar Tanrıyı göremezler ama güzelliğini gösterebilirler. Tanrının suretinden yaratılmadık mı? İnsanın güzelliğini göstererek Tanrının güzelliğini resmediyoruz.

Sanatçı olmanın ve sanatçılığın gereğini açıklamak ve tespit etmek, kavram karmaşasının önüne geçmek için yeterli olacak mıdır?

 Çünkü bu tespit gerçeğin ortaya çıkması ve bilinmesinden yanadır. Böylece sanatçı tartışma ve çatışmalardan uzak durmaya çalışsa da doğan anlaşmazlıklar ve çatışmalara doğal olarak katılmış olur.

Şimdi beni Hıristiyan inancını gerektiği gibi yerine getirmediğim için itham etmektesiniz.  Bir sanatçı olarak görüşüm bütün açıklığı ile şudur:

Sanatın kaynağı doğanın kendisidir. Bu güzel yaratısı ile de Tanrı bize ilk modeli vermiştir. Ve ilk öğretmende bizi diğer canlılardan üstün kılanda Tanrı’dır. Bu nedenle insan mükemmelliğe daha yakın olması, daha parlak bir zekâya sahip olması ve doğa gibi bir kılavuz ve dünya kadar güzel bir model sayesinde asil sanatlara yönelmişlerdir. Zaman içerisinde olgunlaşan eserler küçük başlangıç denemelerinden sonra mükemmelliğe erişmişlerdir.

Ancak bu güzel sanatların aleyhindeki en zararlı ve yıkıcı güç, Hıristiyan inancın karşısındaki coşkun heveslerdi; uzun ve zalim bir sürtüşmeden sonra birçok mucize ve amellerin içtenliği sayesinde kâfirlerin eski inancı yenildi ve yok oldu. Hatalara sebep olabilecek en ufak şeyler bile kaldırıldı ve insanların hayatından tamamen çekip çıkarıldı.

Önlerinde Konstantinopolis’in yaşadığı yağma, saldırı ve yangınlardan arta kalan; kemerler, büyük heykeller, anıtlar ve yontulmuş taşlar olmasına rağmen daha sonra gelenler tarafından iyi ile kötüyü ayırt etmeyi başarmış, tüm gayret ve güçleriyle yeniyi yaratmaya çalışmışlardır.

Şu ana kadar heykelin, mozaiğin ve resmin kaynağı hakkında belki de bu aşamada gerekli olmadığı kadar çok konuştum. Sanatı bu kadar çok sevdiğim için doğan, büyüyen, yaşlanan ve ölen insan vücudu örneğinde olduğu gibi doğayı nasıl taklit ettiğimi göstererek yardım etmek istedim, umarım böylece sanatın gelişim sürecini ve bugün içinde bulunduğu mükemmeliyeti daha rahat tanıyabilirler. Eğer yeniden, Tanrı korusun, böyle şeyler yaşanırsa ve insanların ihmali yaşanılanların, kötülüğü yahut dünyadaki şeylerin sabit kalmasını pek istemediği anlaşılan göklerin takdiri yüzünden sanat harap ve dağınık bir duruma düşerse benim atölyemin çalışmaları sanatın yerini koruyabilir ve daha iyi ruhları biraz cesaretlendirmek için her türlü yardımı sağlayabilir.

Sayın Başkan ve Sayın üyeler, çağına ve topluma karşı görevimi yerine getirmiş bir sanatçının huzuru içindeyim. Şu ana kadar yaptığım eserlerin tümü yapılması gereken şeylerdir. Bu gün yapmaya kalksam yine aynı şeyleri yapardım. Hiç biri hakkında en ufak bir pişmanlık duymuyorum. Hepsinin altında sanatın ve sanatçılığın şeref ve haysiyeti yatmaktadır. Ben bir sanatçı olarak sorumluluğumu yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizdedir. Yalnız unutmayınız ki sizlerde topluma karşı sorumlusunuz, çünkü vereceğiniz her karar, onu verenlerin yalnız yaşamları boyunca değil, yaşamdan çekildikten sonrada anılır. İyi anılır, kötü anılır ama anılır. İsterim ki sizin kararınız ileride yazılacak olan ülke tarihinde iyi anılsın, takdirle anılsın.

Sözlerime burada son veririm.  Sizleri sorumluluklarınızla baş başa bırakıyorum. Sonsuz saygılarımla.

Kilise, iktidarı ayakta tutan iki büyük gücün ‘Taç ve Haç’ olduğu gerçeğini bildiği kadar, üçüncü büyük gücün de Altın olduğunu çok iyi bildiğinden vereceği kararda kuyumcu terazisi kadar hassas davranmış ve Kharon’un savunmasından sonra oybirliği ile soruşturmadan aklanmasına karar vermişti. Kilisenin yoksul olması, İmparatorlara karşı zayıflık olurdu.

Duydukları endişe ve korkular, üzerlerinden kalkarak uzaklara dağılmıştı. Hiç değilse sapkın düşünceli olarak ilan edilmemişti.

“Kharon, sanatın gücüne bir kez daha inandın mı?”

“Ben basit bir taş ustasıydım, sonra bir mozaik ustası oldum. Ne zaman ki seni tanıdım ve o güzelliğini gördüm; sevdana düşüp aşkına kapıldım, sanatı tanıdım ve bir ressama dönüşerek duvarlara resim yapmaya başladım. Anladım ki sanat; kendimizi tanımamızın, kendi kendimizi kontrol etmemizin, diğerleri için beslediğimiz saygı hislerimizin ve ruhlarımızın yücelmesine hizmet etmeli; bizi adiliğe, zulme, adaletsizliğe ve bayalığa tahammül etmeyecek şekilde geliştirmelidir. Yaptığım resimlerin anlamı, kadınların yaratılıştan beri bildiği dengeleri, erkeklerde anlamaya başladıklarında, daha iyi bir dünya için değişimin başlayacağına işaret etmekti. Bunu ne kadar yapabildim bilmiyorum ama Tanrı, yarattığı o güzel kadını sevmem için bana armağan etti.”

“Seni tanıdığım gün bu yolculuk başlamıştı Kharon. Ellerimiz, dudaklarımız, bedenlerimiz, hayallerimiz birleşti ve dünya, sanatımızla aydınlanmaya başladı. Kadının ve erkeğin mutlu olacağı bir dünyanın kapıları aralandı, ışığı görebilen gözler kapıdan geçecek ve dünya daha güzel bir dünya olacak.”

“Hayal etmek hiçte zor değil Minokta, insan hayal ettiği müddetçe yaşar değil mi?”

“Hayaller, gerçeğin ta kendisidir Kharon. İyinin de, kötünün de yanındadır. İyi düşünürsen iyi, kötü düşünürsen kötü olur.”

“Biz iyi şeyler düşünüyoruz ama Patriyarkos kötü!”

“Sanat, kötü şeyleri dünyadan uzaklaştırmak ve güzellikleri ortaya koymak için var. Sanatımız, Patriyarkos’a olduğu kadar yerine gelecek olan benzerlerine karşıda sonsuza kadar sürecektir.”

“Yeni yaratılara başlamanın tam zamanıdır o halde.”

Kilisenin soruşturmasından bir sonuç çıkmamıştı ama sanat ve anlamı arasında kurulan kutsiyet ilişkisi sebebiyle sanat yapıtı, kilisenin söylemini topluma iletme görevi üstlenmiş olduğundan aykırı söylemler daima dışlanacak, yetmezse cezalandırılacaktı. Sanat kamusal alanın bir parçası ise; kamusal alan elbette kilise ile birlikte iktidarın alanıydı ve ona karşı durmak bağışlanamaz bir suçtu.

“Anlam yalnızca doğrudan işlevi ve görüntüsel biçimiyle sınırlı olsa ve büyük ölçüde öteki dünyaya uzamasa, her şey saçma olurdu.” görüşünü, sanat yapıtı kadar izleyicinin kendisi de sorunsallaştırması gerektirir. İzleyici, yapıt ve anlam arası ilişkiyi istenildiği biçimde doğru olarak kurabilmesi için yapıt ve anlamı arasındaki katı kurallara bağlı ilişkinin artık yıkılmasına öncülük etmeye kendilerini çoktan adamış olduklarımdan, yeni yaratıları en aykırı anlamları taşıyacaktı.

Tüm istekleri; Hıristiyanlık tarihi boyunca kadının Kilise hiyerarşisi dışında tutulması, kurtuluşunun birinci derecede eşine, bir anlamda erkeğe bağlı olabilmesi, toplum içerisinde ön planda olmasına müsaade edilmemesi gibi söz alıp konuşmasına dahi imkân verilmemesi v.b nedenlerle, Kilisenin tutumuna karşı koyacak derecede dikkat çekici olmasını sağlayacak ve sanat dünyasında yeni bir kapı aralayacak olan yeni tekniklerle eserlerini yaratmaktı.

Konstantinopolis’e özgü beyaz hamurdan yapılmış sırlı seramiklerde kullanılan süsleme tekniği ve üzerlerinde yapılmış olan resimlerden esinlenerek atölyelerinde çalışmalara başladılar.

Ustalar tarafından kullanılan teknik, özellikle süsleme ve mutfak kaplarının üretimine yönelikti. Fakat aynı teknikle üretilen hamur, el aletleriyle bir satıh halinde düzleştirilerek geniş bir yüzey elde ediliyordu. Üzerine istenilen desenler sigrafitto denilen,bir türkazıma tekniği ile işlendikten sonra form yüzeyi istenilen renklerle astarlanıyor ve parlak görünmeleri için sırlanarak pişiriliyordu.

Kullanımı son derece yaygın olan ve ev içinde kullanılan eşyaların eğer üzerlerinde doğaüstü güçlerin etkisi olan suretler veya motifler varsa bunlar iblislere karşı kalkan görevi görüyor veya iyi şans getirdiklerine inanılıyordu. Bu inanışla hareket eden insanları etkileyecek şekilde yeni eserlerini yapmakla ne doğrudan Kilisenin, ne de Patriyarkos’un hedefi haline geleceklerdi. Tanrı’nın şeytana karşı kazandığı galibiyeti simgeleyen bir hayvanı ya da bir düşmanı yenen şövalye; Hrisostomos’un bir söylevinde, sihirli hediye olarak bahsedilen ve vücudu kötü ruhlardan koruyan haç; dua eden kişilerin, azizlerin ve İncil’den alınmış sahnelerin tasvirleri, fazlalıklarından ve çeşitliliklerinden dolayı bitkiler ve hayvanlar doğanın eli açıklığını simgelemekte ve bolluk getirmekteydi.

Atölyede ürettikleri yeni eserlerinde, İsa’yı temsilen bir haçın gerisinde uzun saçlı ve göğüsleri çıplak bir kadın, kolları iki yana açılmış olarak durmakta ve haçın gölgesi üzerine vurmaktaydı. Ayaklarının altında Cennet’in bahçelerini süsleyen tüm bitkilerin çiçek ve yaprakları, asmalar, salkımlar, menekşeler, zambaklar, nergisler, hatmiler, kına çiçekleri iç içe geçiyordu.

Minokta, tamamlanan eseri işaret ederek Kharon’a;

“Haç simgesi altında iyi ve akıllı kadınlar işkence gördüler, yakıldılar!”

“En iyi kadın, Bakire Maria’dır!”

“Kilise Maria’nın da cinsiyetini neredeyse reddederek, onu ‘onurlu’ bir erkek konumuna getirerek kabul eder. İsa’nın vaftizde yeniden doğuşu ve Maria olmaksızın yeniden dirilişi, kadını Tanrı sahnesinden tamamen silmiştir. İsa kendi kendisinin annesi olmuştur.”

“Yani, Tanrı erkek olduğu zaman erkek de Tanrı olmakta.”

“Kadınlar, erkek olan Tanrı’yı reddettiklerinde, İsa’nın eşsizliği de anlamını yitirecektir. Neden İsa kadın değil de, erkek?”

“Aklından geçenleri anlar gibiyim Minokta, Kilise kadını insanlığın cennetten düşmesinin nedeni olarak görmekteyken, sen neler söylemektesin.”

“Evet, bu tabloyu yapmam gerektiğini söylemekteyim Kharon.”

“Bir kadın İsa tablosu mu? Aman Tanrım! ! !”

Einai poly Vretos?”

“Yok, yok! Senin cesaretine hayranlık duyuyorum.”

“Yalnız tamamlanıp gün ışığına çıkmadan önce, senden ve benden başkası görmemeli bu tabloyu.”

“Biliyorum, attığımız her adımdan Patriyarkos’un haberi oluyor.”

“Bu, iki Kiliseye de meydan okuma olacak, belki hiç gün ışığı görmeyecek bir sırlı pano olarak kalacak.”

“Hele bir bitsin de… Sen bu panoyu nasıl resmedeceğini biliyor musun?”

“Biliyorum diyemem ama düşündüğüm şöyle bir şey, Kadın İsa çarmıha gerilmiş halde, üzerinde büyük beyaz bir örtü başını, göğüslerini ve vücudunun diğer taraflarını kapatmaktadır. Sonsuz yaşamın ve evrensel kurtuluşun başlangıcı olarak, Mesih’in fedakârlığının muzaffer vecd anlamını taşıdığı, Kadın İsa’nın yukarıdan Baba Tanrı’nın Gözü tarafından görüldüğü gibi Cennete yükseldiğini göstermekte. Sol alttaki kıyıda Kurtuluş Kayığı; sağda, bir çocuğu yöneten bir balıkçı var ve Rabbin Sözünü dünyaya taşımaya çağrılan balıkçı Peter’ı akla getirmekte.”

“Bu eser gerçekten büyük bir meydan okuma olacaktır Minokta. Ötesini düşünemiyorum.”

“Düşünme zaten, ne olacaksa olacaktır Kharon, bu sırlı panonun XM armasını taşıması bize yeter.”

Pano, 32 ayrı karo parçasına resmedilerek yapılmış ve her bir parçası ayrı ayrı imal edilmiş olduğundan, resmin tümü hakkında hiç kimse fikir sahibi değildi.  Üstelik anlaşılmaması içinde başka panoların imalatları esnasında sanki onların birer parçasıymış gibi yapılmıştı. Atölyede gizli kalması gereken şeyleri başkasına duyuran, söz getirip götüren, arabozucu birileri bu parçaları fark etmişti, her ne kadar sinsice takip etmeye çalışsalar da anlamını kavrayamamışlardı fakat bir şeyler döndüğünün de farkında varmışlardı.

Sonunda 32 parçalık pano, sırlanmış fırınlanmış ve tamamlanmıştı. Parçaların birleştirilerek resmi ortaya çıkaracak olan son aşamada yine aynı gizlilikle, atölyede penceresi bulunmayan ve tek anahtarı Minokta’da olan ağır bir kapıyla kapanan odada yapılmıştı.

Karanlık odada yanan, keten fitilli mum alevlerinin oynak ışıkları, panoyu karasız ve kuşkulu bir şekilde aydınlatıyor, karşısında duran Minokta’nın göz bebeklerinde tablonun korku, sevgi, ümit ve bağlılık uyandırdığı duygular canlanıyordu.

Kendi için olduğu kadar Kharon içinde korkuyordu. Tanrının gazabından değil kilisenin gazabından korkuyordu. Sevgi duyuyordu; sevginin her yönü, insanı kendiyle, yaşamla ve Tanrı’yla bütünleştirebilecekti. Umutluydu; inancına sahip ve umut ettiği şeyler uğruna çaba sarf etmekteydi. Bağlıydı ama kiliseye değil, Tanrı’ya daha çok dua ederek bağlılığını dile getirmekteydi.

Kharon, gök mavisi gözlere baktı, uzun ve ince parmaklarıyla Minokta’nın yanağını okşadı;

“Kadını yarattığına göre, Tanrı iyi olmalı.” diye gülümsedi.

“Ya insanlar?”

“Kadınlar hakkında kanunları yapan yine erkekler olduğuna göre bunları kendi görüşlerine göre düzenlemişlerdir, kadınları yakından incelemeye gerek görmemişlerdir, kadınlar ise bu kanunlara baş kaldırmakta, onları kabul etmemekte haklıdırlar.”

“Peki, bu durumda kadın nasıl tanımlanacaktır? Nedir kadının kendiliğinin göstergeleri? Kadının, kendisi olarak eylemlerinin sorumluluğunu alan, sadece sorumluluk verilen değil, sorumluluğunu eylemleriyle yüklenen olması gerekmekte değil mi? Ben kendi yaptıklarımın sorumluğunu bütün ağırlığıyla taşımayı göze alıyorum Kharon.”

“Kadınların işlediği kendi adını koyma suçu için her zaman yakılmak kadar dramatik olmasa da ödenecek bir bedel hep vardır.”

“Ben, her türlü bedeli ödemeye hazırım.”

Gizlikle korunan Kadın İsa panosundan sonra, çalışmaları hız kesmeden sürmekteydi. Birbiri ardına gelen eserler, benzer konuları içermekte; haç ve onun gölgesi ardında yer alan kadınlar ile bedenleri veya yüzleri haç şeklinde siyaha boyanmış, gözleri yuvalarından çıkacakmışçasına korku dolu ifadelerle bakan kadınların resmedildiği panolar peş peşe gelmekteydi. Artık atölyenin avlusundan, farklı işliklerine kadar çoğalarak muhafaza edilen panoları içerideki görevlilerden başka, dışarıdan gelenlerde görebiliyordu.

Panoları görenlerden birçoğu, ilginçtir ki Mesih’i simgelemeyen kutsal ikonlar gibi önlerinde Haç çıkarmakta, bazılarıysa üzerlerine tükürecek kadar şiddetli bir tepki göstermekte, kimileride hiç görmemişçesine bakmamaya çalışarak önlerinden geçmekteydi.

Minokta, gördükleri karşısında “Isa Mesih’e, Kutsalların Kutsalı Maria Ana’ya ya da Azizlerimize lanet mi okudum? Küfür mü ettim?” diye kendi kendini sorgulamaya başladı.

Bir “Animus confitendi”  ile sorunun/soruların cevabını verebilmek hayli zordu. Çünkü basit bir evet veya hayır demenin, neye ve kime karşı olduğu/olacağı belli değildi.

Eğer cevap evet olacak ise, günahların en büyüğü ruhu öldürmek, yok hayır olacak ise bedenin ölümü demekti. Minokta’yı ise bu değil, ruhunu öldürmeyi göze almak korkutuyordu. Hiçbir zaman günah işlememişti, aksine en büyük günahın kadını insan yerine koymayan ve onu suçlayanlar işlemişlerdi.

21. Bölüm

Bu kadarı da fazlaydı artık. Bir, kadın İsa tablosu mu? Cezalandırılmalıydılar, hak ettikleri gibi, bir şer yuvası olan atölyeleri ve içindeki günahın ta kendisi olan tabloları, resimleri, çinileri, panoları ve daha ne var ne yoksa hepsi yakılmalı, yok edilmeliydi. 

Patriyarkos ve yanındaki düzenbazlar, hinoğluhinler, hilekârlar, ciğeri beş para etmez kilise meclisi üyeleri ve papazlar, geçimlerini başkalarının saflığından yararlanarak sağlayanlar, karar vermişler ve cezalarını kesmişleri.

Ağızlarından salyalar akan, gözleri dışarı uğramış serseriler, sefiller, hergeleler, tabansızlar, baldırı çıplaklar önlerine gelen her şeyi kırıyorlar, parçalıyorlar, kudurmuşçasına bağırıyorlardı;

“Yakın, yakın ne varsa yakın! Yok edin bu günah yuvasını…”

Yangın, atölyenin çeşitli işliklerine kadar ulaştığında, kalan son birkaç kova su için koşuşmalar giderek ağırlaştı. Yardım etmek için gelenler atölyeden arta kalanları kurtarmaya çalışıyorlardı.

Minokta, yaralanan bir saldırganın elini tutarak ayağa kaldırmak istediğinde ne kadarda genç olduğunu fark etti, başından kanlar akmakta olan genç adam elini Minokta’nın tutmasına fırsat vermeyerek geri çekti. Korku dolu gözlerle etrafa bakındı, Minokta ona doğru eğilerek “Suç ne sende ne de bende, suç seni karanlığa gömenlerde!” Diyerek yanından uzaklaştı.

Kharon, sırtını bir duvara dayamış, nefes almakta zorlanıyordu. Minokta, her yana dağılmış kırık çini parçaları, hain ve korkak alevlerin arasından yükselen dumanların içinden ok yemiş bir hayvan gibi sıçrayarak çılgınca ona doğru koştu;

“Neyin var? Ne oldu? İyi misin?”

Kharon, konuşamıyor ağzından hırıltılar çıkartarak kafasını iki yana doğru sallamaya çalışıyordu. Minokta, Kahron’u koltuk altından kavrayarak rahat nefes alabilmesi için yere yatırdı ve başını hafifçe kaldırdı. Göz göze geldiler, Minokta’nın gözleri sulandı, yerde yatan Kharon’u sarstı. Kharon kıpırdamıyordu, eğildi kulağını ağzına yaklaştırdı, ses çıkmıyordu, nefes alıp almadığını anlamak için biraz daha bekledi ama istediği sesi bir türlü duyamıyordu, daha sertçe sarstı Kahron’u, yine kıpırdamadı, yine göğsü inip kalkmadı.

“Nefes al! Nefes al! Nefes al!”

Minokta’nın kolları arasında, bütün kaygılarından, yüklerinden, ıstıraplarından sıyrılmış, bir heyecan ve bir esriklik içinde kendini salmıştı. Kurumuş dudakları kımıldadı;

“Işığın, ışığın yolumu aydınlatıyor…”

Minokta’nın gözlerinden akan yaşlar elem günlerinin topladığı zehirleri akıtıyor, boşaltıyordu;  sağ elinin baş, işaret ve orta parmaklarının birleştirildi ve yüzük parmağı ile serçe parmağın el ayasına, avucuna değecek şekilde tuttu, elini önce sağ, sonra sol omzuna götürerek:

“Kutsal Tanrı, Kutsal Kudretli, Kutsal Ölümsüz, bize merhamet et. Babayla Oğul’a ve Kutsal Ruh’a şan ve övgüler olsun. Şimdi ve her zaman sonsuzluklar boyunca… Âmin. Ey Mesih, Azizler gibi bu hizmetkârını da, acı, ağrı ve üzüntünün olmadığı sonsuzlukta dinlendir.”

Minokta, yangından geriye kalan işe yarar eşyalar, panolar, mozaikler ve tablolar toplandıktan sonra, lanetlenmiş bir yerden ayrılır gibi hala dumanların tüttüğü atölyeden ayrıldı ve bir kez daha oraya ayak basmamak üzere evine kapandı.

Kharon, toprağa verildikten günler sonra ilk defa evden dışarı çıktı, farkında olmadan, istemeden mezarlığa doğru yürümeye başladı. Kollarını uzatmış, gözlerini açmış, elleri, ayakları, dizleri, göğsü hatta başı mezarlara çarpa çarpa yürüyordu. Dokunuyor, yolunu arayan kör bir dilenci gibi taşların, haçların, solmuş çiçeklerin üzerinde ellerini gezdiriyordu. Mezarlar, mezarlar, her yer mezarlarla doluydu.

Birinin üzerine oturdu, çünkü artık dizlerinin takati kalmamıştı, yürüyemiyordu. Kalbinin çarpıntısı duyuyordu, anlam veremediği sözcükler, kulağında ölülerle dolu toprağın altından yükselen uğultulara karışıyordu.

Akıl almaz bir şekilde, mezar taşlarında yazan güzel şeyler yerine, öleni tanıyanların düşünceleri bütün çıplaklığıyla karşısında duruyordu. Yalnızca gaddar, kinci, hilekâr, gammaz, kıskanç, kaba insanlar olmuyordu bu iyi insanlar; sadık eşler, itaatkâr namuslu kızlar, dürüst tüccarlardı ama çalmışlar, aldatmışlar, en iğrenç, en karanlık, en yüz kızartıcı işlere karışmışlardı.

Kharon’un yanına gitti, elleriyle toprağın üzerine dokundu ve mezar taşına şöyle yazdırmak istediğine karar verdi;

“Onu çok sevmiştim ve işte o öldü… (XM)”

22. Bölüm

Minokta’nın attığı her adımı takip ettiren Patriyarkos’a, Kharon’un mezar taşındaki yazıyı söylediklerinde;

“Sanki ben öldürdüm, o şeytanın lanetli çok sevdiğini! Ey “Kadın İsa” tablosu yapmaya cüret eden günahkâr, ölüm günah aracılığı ile girmedi mi bu dünyaya? Ölümü bütün insanlara yayan günahkâr, sanki hepsinin günah işlemesini ben istedim.”

Minokta, yas için giydiği siyah renkli paenulası ve üzerindeki başını örttüğü maphorionu ile güneşin solmaya başlayıp, karanlığa teslim olmasından önce Bayan Federica’nın yanından evine dönerken, arkasından takip eden bir gölgeyi fark etti. Kapıyı açmaya çalıştı, açtığı kapıdan içeri girdi ve aceleyle kilitlediği bir iç kapıyı da arkasından kapattı. Hızla girdiği yatak odasının penceresinden kendisini takip eden gölgeyi görmeye çalıştı.

Dikkatle baktı ama bir şey göremedi, belki de karanlıkta fark edemedi; daha sonra diyerek yas giysilerini çıkartıp, yatağın üzerine cenin pozisyonunda uzandı.

Atölyedeki saldırganların takip ettiklerini, kapıyı zorlayarak içeri girmeye çalıştıklarını gördüğü kötü bir rüyadan korkuyla nefes nefese uyandı. Kapıya doğru dikkatle yaklaştı, kulağını dayadı; sessizlikten başka bir şey işitilmiyordu.

Kharon’un öldüğünü kabullenmekle, ruhunda duyduğu örselenmeyi aşmanın yollarını; matemle, kabristana gitmekle, matem elbiseleri giymekle, ağıtlar yakmakla aşmaya uğraşıyordu. Acıdan kaçmamak, acıyı zamanında yaşamak gerekirdi. Matemi yaşamakla acıyı tüketmek daha iyiydi.

Hissettiği duygularından uzaklaşmak için, bir eline duvardaki haçı, bir eline yatağının başucunda duran İncil’i aldı ve dualar okumaya başladı. Sakinleştiğine inanarak atölyeden kalan son birkaç panoyu alt kattaki çalışma odasına taşıdı. Odanın duvarlarına yasladığı panolar, ağır demir şamdanın kolları üzerinde yanan mumların ışığında parladı. Hepsini tek tek görebileceği bir uzaklıkta durdu. Her birinin yapıldığı günleri düşündü, artık o günlerde, o duygular da geride kalmışlardı. Bütün panoları topladı, üst üste yerleştirdi.

Öldükten sonra yok olup gitmeyeceğiz, toprakta çürümeyeceğiz. Hayatı veren de alan da aynı kudret. Ben artık sadece resimlerimle, mozaiklerimle bir hayat geçirmek istiyorum…

Ben bir sanatçıyım ve bir sanatçı gibi yaşamalıyım. Eski yaptığım bir ikonanın üzerine şöyle yazmışım: “Mulier Rebel!”

Neye, nelere karşı ve nasıl başkaldıran kadın? Etrafa daha dikkatle bakınca gördüm ki; kullanılmış boyalar, bir füzen, tıpkı şimdi olduğu gibi, tekrar karşılaştığım eski bir arkadaşım sanki ve ikon fırçaları, ne için acaba bütün bunlar? Bir de saçı başı birbirine karışmış bir kadın!

Asi bir kadın bakmakta, yaşayacak olduğu önündeki zamana bakmakta geriden, dünyanın renklerini görebilmek umuduyla.

Hep bakmaya devam edecek, ta ki gözleri kapanana dek, renkleri görebilmek umuduyla. Arayacak, soracak; mavi nasıl olur, kırmızı nasıl, sarı nasıl olur, öğrenecek.

Ama zamanın ve dünyanın renklerinin onlar olmadığını anlayacak, sonra bırakacak elinden boyalarını, fırçalarını ve uzun zaman sonra o güzel günlere geri dönmenin tadını yaşamaya başlaması gerektiğini düşünecek. Çünkü onun yolu “yaşamın şeklini değiştirmek” ten geçmekte.

Keşke hiç girmeseydi bu yola, ilk günkü gibi kalsaydı, gözlerinden akan yaşlar silinseydi, ölüm olmasaydı, ne yas, ne ağlayış, ne de ıstırap olmasaydı. Ama önceki düzen artık yoktu!

Eski ikon tahtalarından birini kucağına aldı ve yeni düzeni çizmeye başladı kara çizgilerle; önde bir kadın başı, saçları siyah ve dalgalı, gözleri iri ve siyah, gerisinde bir erkek başı, simsiyah bir gölge gibi ve en arkada bir servi ağacı erkeğin başını yasladığı…

Kharon’nun ölümünün ardından kendimi boşlukta ve güvencesiz hissediyordum. Evimiz, birlikte yattığımız odamız bile artık gerçek değilmiş gibi geliyordu bana, sanki her şey bir sisin içinde kaybolmuştu. Babamın öğrettiği sözler geliyordu aklıma:

“Ne yaptığımız değil, yaparken ne kadar sevgiyle yaptığımız önemlidir. Ne verdiğimiz değil, verirken ne kadar sevgiyle verdiğimiz önemlidir. Tanrı için hiçbir şey küçük değildir. Işığın insanların önünde öyle bir parlasın ki, iyi işlerini görenler göklerdeki Baba’mızı yüceltsinler!”

Hiç durmadan çalışıyor, arada sırada Bayan Federica’nın yanına gidiyor onunla konuşuyordum. Onunla konuşmak bana güven veriyor ve beni rahatlatıyordu. Ayrıca onunda benimle baş başa görüşmekten hoşlandığını düşünüyordum. Beni kendi eseri olarak, kendi iradesinin vücut bulmuş hali gibi görüyordu.

“İyisindir umarım Minokta?”

“İyiyim, ya siz?”

“Ben iyiyim ama maalesef eşim rahatsız, çok üzülüyorum.”

Bunu duyduğuma şaşırmamıştım, Bay Angio son zamanlarda hayli yorgun ve yaşlanmış görünüyordu.

“Üzücü bir durum, rahatsızlığı nedir?”

“Kesin bir şey demiyorlar.”

“Hep öyle olur zaten.”

“Büyük bir rahatsızlığa benzemiyor ama yataktan da kalkamıyor, sürekli uyumak isteyip duruyor.”

“Elimden ne gelirse yardıma hazırım.”

“Teşekkür ederim Minokta. Bunun için burada olmadığını biliyorum. Kafandaki düşüncelerin bulanıklığından, yaşadığın ve karşılaştığın onca hıyanetin ardından, kaybettiğini sandığın ya da kaybetmekten korktuğun, kadına ve kadınlığınla olan o sağlam ve korkusuz inancını, dik duruşunu yitirmemek adına buradasın.”

“Ne yaptıysam, hepsini size borçluyum.”

“Biliyorsun, iki tür inanç vardır, yani Tanrı ve kadınların dünyası hakkında öğretilenler ile bizlerin arasında ağızdan ağza dolaşarak öğrenilen diğer inanç. Sen bunu mozaiklerle, çini panolarla, fresklerle anlatmaya, diğerleri (kız kardeşler) hastalara bakarak, yoksullara yardım ederek veya başka şekillerde yapmaya çalıştı. Kısacası, asıl borçlu olduğun, kadını yalnızca o iki bacağı arasındakiyle gören inanca karşı durmanın onuruyla yaşayan ve yaşamış olan tüm kadınlardır.”

“Kendi kendime hep şu soruyu soruyorum; erkeğin hükmettiği bir dünyada, kadına yapılan, yapılabilecek olan o kadar çok yanlış şey var ki, en iyisi hepsinden kurtulmak ama nasıl?”

“Sevgili Minokta, Tanrının erkeğe vermediği ve dişiye bahşettiği doğurganlık, sahip olduğu en kutsal ayrıcalıktır. O halde erkeğin hükümranlığına karşı, sahip olduğu bu ayrıcalığı nasıl kullanabileceğini öğrenmesi lazım. Onun yanında mı, arkasında mı yer alması gerektiğini bilmelidir.  Nasıl mı? İki bacağını kapatarak! O zamanda zorla bacaklarımızı açacaklardır dediğini duyar gibiyim. Ne yazık ki her şey bir günde olmuyor, bir, iki, üç, dört ve daha fazla kadın… Affedilmeyen bir suç varsa o da zinadır değil mi? Peki neden zorla sahip olmakta bir gün suç haline gelmesin. Bu kadarla kalmayacak, erkeğin zorla içine bıraktıklarını da temizleyerek yok edeceksin.”  

“Sahip olduğu ayrıcalığı benimsemeyen kadın, sahibi olduğu kutsal ayrıcalığı erkeğe teslim eden kadın, kendini erkeğe köle eder. Mulier potestatem!”

“Seni bu yüzden çok seviyorum Minokta, sen ve senin gibi düşünenler bu dünyayı değiştireceklerdir. Quidquid agis, utcumque vos id facere, ne quis audite: quis de nolite timere!  Ne yaparsan yap, nasıl yaparsan yap, kimseyi dinleme, kimseden korkma!”

“Başka kadınlar tanıdın mı? Kendini erkeğe teslim etmeyen kadınları…”

“Daha önce yaşamış olanlar ile yaşayanlardan birkaç tanesini tanıdım. Kitap kopyalama, edebiyat, gösteri sanatları, müzik ve resim sanatı gibi Kiliseye, dini inançlara bağlı olanları. Hepsi de Bizantium sanatında, anlam iletecek bir araç olarak işlev görmüşler ve görüneni değil, görünmeyeni göstermeye çalışmışlardır.

Tiyatro gösterilerinde; bale, pantomim gibi halk eğlencelerinde erkeklerle birlikte kadınların da dans edip şarkı söyledikleri bilinmekte, ayrıca İmparatorların da kanunlarında kadın oyuncuların toplumsal yaşamlarına ilişkin düzenlemelerde bulunması,  kadın sanatçılarınn sayısının çokluğunu göstermekte.

Önceki dönemlerde kadınlar, sadece kocalarının soyadlarını taşırlardı. Artık kendi soyadlarının hatta hem annesinden hem de babasından aldığı soyadlarının arkasına kocalarının soyadlarını alabilmekte, bu nasıl oldu dersin?  Quidquid agis, utcumque vos id facere, ne quis audite: quis de nolite timere!  İşte bunun, korkmadan yapabilmenin sayesinde oldu.”

“Bizans’taki kadınların eğitimi; ev işleri, dua etme ve hayır işleri yapmakla sınırlandırıldığı için kadınların eğitime ulaşmaları engellenmekte. Sanatın,  özellikle kadınların ahlakı üzerinde çok zararlı etkisi olacağı varsayıldığı için kadınların eğitiminde sadece dini çalışmaları izlemeleri uygun görülmekte. Kadınlara, edebiyatı, resmi, sanatı tanıtmanın bir yolu olmalı. Peşinden gideceği dini inancın yanında, birde yaşama amacı olmalı. Her şey bu dünyada yapılmalı, ötekinde değil.”

“Bizim amacımız ve varlığımız bunun için değil mi Minokta? Manastırlar, kadınların eğitimlerini sürdürmeleri ve sanat çalışmalarını yürütebilmeleri için önemli yerler. Kadın sanatçıların önemli bir kısmının rahibe olması manastırlarda eğitimli kadınların bulunmalarının zorunlu olduğunu göstermekte, pek çok manastır memurunun görevleri ayrıntılı bir şekilde tarif edilmiş; bazı rahibelerin okuryazar olmama olasılığı dahi kabul edilmemiştir. Manastırlarda işleri yürüten rahibelerin yanında kilise korosundaki rahibelerin de okuryazar olmaları şarttır. Şimdi senden bir şey isteyeceğim.”

“Bunu duymak isterim Bayan Federica.”

“Konstantinopolis’e iki gün uzaklıkta Selymbria’da Megale Doukania  manastırında bulunan kız kardeşler ile sanatını paylaşmanı, onlara yol gösterici olmanı istiyorum. Elbette Rab’bi bulma, ona hizmet etme, onu sevme arzusundan sonra. Bu isteğime hemen cevap verme, evine git ve düşün. Bilesin ki, bu isteğimi sonsuza kadar yerine getirmek üzere oraya gitmeyeceksin. Konstantinoplis’ten bir müddet uzaklaşman iyi olacaktır.”

“Benim cahilliğime verin ama ben Selymbria neresidir bilmiyorum daha önce hiç duymadım da?”

“Büyük suru, denizden denize uzanan büyük suru biliyorsun değil mi?”

“Evet, onu biliyorum.”

“Selymbria’da oraya çok yakın bir yerde. Bağları ve şarapları ile tanınan şirin bir liman kasabası.”

 Bayan Federica’nın teklifi Minokta’nın duraksamasına neden oldu. Şehrin dışında bir manastıra gitmeyi ne kadar arzu edebilirdi? Bir rahibe olarak yaşama isteği olabilir miydi?

“Şeytanın kurnazlığı ve insanların yoldan çıkma meylinden dolayı ortaya çıkan çok ağır ve son derece kötü kurallar ve geleneklerle güçleşen dünyevi hayatın tehlikelerinin farkında olamayacak kadar, kim sersem ve gözü kör olmuştur ki? Böylesi bir dünya karşısında, en iyi tercihin inziva olduğu, Şeytan’ın insanları içine çektiği en büyük tuzaklarından birisi de; her ne zaman Rab, ruhu kendi hizmetinde mükemmellik hayatına çağırmaya ve çekmeye kalkışsa, Rabbin çağrısına kulak asmamak, ona karşı gelmek olduğu halde, bir manastırda bulunmam doğru olur mu?”

“Eğer söylediğim sözleri böyle anlarsan ki böyle anladığını sanmıyorum, herhalde beni şaşırtmak isteğinden böyle sorular yöneltiyorsun bana. Manastırlar, insan sevgisi philanthropia önde tutulduğundan, hayatlarını güvende ve kutsal bir kurum içinde geçirmek isteğine uygun ortam sağlarlar. Dullar için de manastırlar, kendilerini dine adayarak inzivaya çekilebilecekleri sığınaklardır.Manastırlar, zor durumdakilere bir sığınma yeri olma niteliğini sürdürmekte ve dış dünyadan ayrılmak isteyen kadınların da tümüne açıktır. Ancak sözü edilen kısıtlayıcı kuralların aksi yönde olan durumlar da söz konusudur. Manastırların işleyişine dair kurallardan biri de, manastır hayatını seçenlerle, bu hayata dışardan belli bir dereceye kadar katılan ve gündelik işleri yapmakla görevli olan sivillerin ilişkilerinin boyutlarını belirleyen kurallardır. Rahibelerin gündelik işler yapmaktansa, kendilerini aylaklıktan alıkoyacak ve manastıra gelir sağlayacak el işleri yapmalarını ister. Bu işlerin gerektirdiği malzemeler de manastır tarafindan sağlanır. Söylemek istediğimi şimdi daha iyi anladın değil mi? Orada, bu yola kendini adamış olan kız kardeşlere, sende bir yol gösterici olacaksın. Onlara sanatın inceliklerini, colore, modulo, figura, compozision, modelo ne demektir öğreteceksin. Açıkçası senden bir rahibe olmanı beklemiyorum.”

“Fazla düşünmeme gerek yok Bayan Federica, açıklamalarınız beni yeterince aydınlattı. Teklifinizi kabul ediyorum.”

“Güzel, hazırlıklarını yap ve yola çıkmadan önce yanıma gel. Sana bu konuda ayrıntılı bilgileri vermem lazım.”

“Biliyorsunuz, kendimden önce, evdeki eşyalara bir çeki düzen vermem lazım, ancak ondan sonra yola çıkabilirim.”

“Acele etmene gerek yok kızım, sende hazırlıklarını tamamladıktan sonra çıkarsın yola.”