“Erkek sadece Tanrı için, kadın ise erkeğin içindeki Tanrı için.”
John Milton
Minokta, evinin kapısına bağladığı kalın bir zincirin ucundaki asma kilitin anahtarını çevirerek kapattı. Yanına, küçük bir bohça içine yerleştirdiği birkaç tane füzen ile Maria Ana ikonundan başka bir şey almadı.
Bayan Federica’nın yanına gittiğinde yola çıkmaya hazır olduğunu söyledi.
“Seni Selimbria’ya götürecek, arabacım Vasili’dir, aslen Mujik. Buralara nasıl geldiğini bilmiyorum ama onu gördüğümde bana söylediği: ‘Kadından daha bilge hiçbir şey yoktur. Kadınlar her konuda erkeklerden kat be kat daha bilgedir.’ Sözü, onu arabacı olarak yanıma alma nedenim oldu. Nereye gidersek, yolda onun ağzından inanılmaz bir şekilde dökülen bilgiçce sözleri dinlemek beni çok etkiliyor. Seninde bu fırsatı kaçırmamanı dilerim. Ayrıca oraya vardığında manastırın Başrahibesi Sgrena seni bekliyor olacak. Bu gece burada kalacaksın, yarın sabah yola çıkarsın. Gerisi sana kalmış artık, iyi yolculuklar ve orada güzel zamanlar yaşamanı dilerim Minokta.”
Sonbaharın güzel bir sabahıydı. Henüz gün ışımadan alacakaranlıkta, Konstatinopolis’ten batıya giden yolun açıldığı kalın ve kemerli kapıdan geçerek, çiğin ıslak ve soğuk örtüsü altında, harmanlanmış samanla dolu olan tarlaların yanından yola koyulduk. Yol boyunca arabacı Vasili’yi tanıma imkânı buldum. Çok yaşlı sayılmazdı, Gözleri keskin ve bakışları insanın içine işliyordu. Çok şarap içmekten yanaklarında kırmızı damarlar oluşmuş ve gagamsı burnu ağzından içeri girecekmişçesine aşağıya sarkmıştı. Enerjisi tükenmez görünüyordu, sanırım bu canlılığı ara sıra cebinden çıkartarak ağzına attığı bir otu çiğnemekle buluyordu. Belkide benim başta şarap içmekten olduğunu sandığım yüzündeki kırmızı damarların nedenide bu ottu. Tadına bakmak istediğimde, yaşlı bir adama iyi gelen otların, genç bir kadına iyi gelmeyeceğini söyledi. Yüzümdeki bunca kırışıklığı, sarkan gıdımı, sivrilmiş çenemi galiba fark etmediğini sorduğumda, bana verdiği ‘Her yaş alan da yaşlanmaz ya!’ cevabıyla, Bayan Federica’yı daha iyi anlamış oldum.
Günbatımına yakın bir zamanda vardığımız köyde, sayabildiğim hane sayısı ancak iki elin parmaklarını aşmayacak kadardı. Vasili, geceyi burada geçirebileceğimizi söyledi. Etraftaki en büyük evin kapısını çaldık, kapıdan dışarıya doğru korkulu bir bakışla uzanan adama:
“Biz Tanrı misafirleriyiz.”
“Nereden geldiniz buraya?”
“Yolumuz Selymbria’dır, bu geceyi geçirip yarın yolumuza gideceğiz.”
“Sizinle birlikte başkalarıda var mı?”
“Yok, gördüğün gibi ben ve yanımdaki kadından başkası yoktur.”
Köylü adam, kapıyı açarak içeri girmemizi işaret ettikten sonra; Vasili:
“Hayvanında bir ahıra ihiyacı var.”
“Nereden çıktınız gecenin bu zamanında; şimdi suda, yemekte, sıcak yatakta istersiniz.”
“Sen Tanrı’nın misafirlerine böyle mi davranacaksın? Galiba sen dini bütün bir Hıristiyan değilsin ha! Ne dersin?”
“Yok, yok asla imansızın biri değilim. Yalnızca biraz korktum. Masaya geçip oturun, bende yiyecek bir şeyler hazırlayım size. Hayvanınızı da arkadaki ahıra bağlayın. Yanan ateşe bir ikide odun atın, hava iyice soğudu.”
Vasili, adamın çekingenliği ve duyduğu tedirginlikten istifadeyle, yüzsüzlüğü ele almış, şaraba varana kadar bir şeyler isteyip durmuştu. Neyle karşılaşacağından emin olamayan köylüde bütün umudunu bana bağlamıştı. Nedense gecenin bir vaktinde kapısını çalan bir kadının varlığı, ona güven telkin ediyordu.”
“Sen bu köyde yalnız mı yaşamaktasın? Karın, çocuğun yok mu senin?”
“Karım yakalandığı amansız bir hastalıktan öldü. Bende bir daha evlenmedim.”
“Neden?”
“Onu yeniden hatırlamak beni fazlasıyla üzecektir.”
“Üzülmeni istemem, nasılsa herkesin bir hikâyesi vardır, artık yatalım ve huzurlu bir şekilde geceyi geçirelim. Sabahın ilk ışığıylada yola koyuluruz. Kapını bize açtığın için sana teşekkür ederiz.”
Ülkenin batısındaki en ileri uca varmak üzereydik, göz alabildiğine uzanan surların, sınırları belirlediği alanda Selymbria kasabası ve ötesinde barbarların kol gezdiği topraklar seçilmekteydi.
Vasili’nin sürdüğü araba kasabaya yaklaştıkça, Selymbria kalesi ile Propontis’e bakan küçük liman belirginleşmekte, güzelliği ortaya çıkmaktaydı.
Alçak bir tepe üzerine, dörtgen şeklinde itinayla inşa edilen kale, üzerinde çok sayıdaki nöbetçi kuleleriyle gerekli şekilde tahkim edilmişti.
Maria Ana’ya ithaf edilen Koimesis Kilisesi, kalenin güney batısındaki Paraporta mahallesindeydi ve buradan taşlı bir yol vasıtasıyla dışarıya çıkılıyordu. Kalenin batı cephesinde ise giriş çıkışı sağlayan tek kapısı vardı.
Kasabanın güzel ve konforlu evleri çok sayıda olmasına rağmen sahil kesimine inşa edilmişlerdi. Kale içerisinde, Alexios Apokaukos kilisesi ve altındaki büyük sarnıçı yer almaktaydı. Surların içindeki sokaklarda ise insanın ayağına, bol miktarda hayvan pisliği ve çamur bulaşmaktaydı. Bu da bize sahil kesimine yerleşmenin, neden tercih sebebi olduğunu gayet güzel anlatmaktaydı.
Vasili, kalenin batı cephesindeki çıkıştan sonra, yolun ikiye ayrılarak çatal yaptığı noktada arabayı durdurarak iki yanına bakındı ve büyük surun yakınlarında görülen yapıların olduğu alana doğru, çatalın solundan sahili takip eden toprak yolda ilerlemeye başladı. Az sonra, tüm Hıristiyan dünyasında olanlara benzer şekilde duvarlarla çevrili, gideceğimiz manastır olması gerektiğini tahmin ettiğim yerin büyük giriş kapısına doğru yürümekte olan rahip ile peşi sıra gelen birkaç kişiyi gördük. İçlerinden birisi, başını kaldırıp bize doğru bakarak “Hoş geldiniz efendim.” diye seslendi. Yürümekte olanlar durdular ve hep birlikte bize doğru baktılar. Rahip;
“Kim olduğunuzu tahmin edebilirsem şaşırmayın çünkü geleceğinizden haberimiz var. Ben manastırda görev yapan üç rahipten biriyim. Adım Mauro, eğer sizde sandığım gibi Sorella Minokta iseniz beni takip edin, geldiğinizi Başrahibe haber vermeli.”
Rahip arkasından bize bakmakta olanlardan birisine işaret ederek: “Ziyaretçimizin geldiğini Başrahibe haber verir misin Arduino? Arduino, masastırın kapı bekçilerindendir ve bekçiler, kapıları sadece tanıdığı kişilerin giriş ve çıkışları için açabilirler.”
Megale Doukania Manasıtırına gelmiştik. Kapıdan, önde Rahip Mauro ve arkasındakiler girdikten sonra, bizde arabamızla geçerek manastırın avlusunda durduk. Arabadan inerek, içerideki uhrevi havayı soluduktan sonra, çekingen bakışlarla etrafa göz gezdirdim. Yüksek duvarların çevirdiği manastırın avlusundan dar bir yol ile içerideki Kiliseye gidilmekteydi, ayrıca yolun sağında Başrahibin olduğunu sandığım bir ev ile sol tarafında da diğer rahiplerin kaldığı ve üç kapısı olan başka bir ev daha bulunmaktaydı.
Ynımıza gelen Ardunio, “Başrahip Baltassare, sizi Kilisenin Diakonikon kısmında bekliyor.” dedikten sonra gideceğimiz yönü işaret etti. Bizi buraya getiren Vasili ile arabasını, Kilisenin arka tarafında uzanan, ambar, ahır ve mahzen olduğunu sandığım irili ufaklı birkaç yapının bulunuğu kısma doğru yönlendirdi.
Diakonikondan içeri saygılı bir biçimde girdiğimde; üzerinde gündelik giysileri, beyaz renkli capaleti ve kuşakla bağlanmış cüppesi ile oturan, boynundaki haçı bir eliyle tutarak güler yüzle beni karşılayan Başrahip Baltassare;
“Manastıra hoş geldiniz Sorella Minokta, geleceğiniz bana önceden bildirilmişti. Cemaatimiz sizi oybirliği ile manastırın sanatsal faaliyetlerinde eğitici çalışmada bulunmazı kabul etmiş olduğundan gelmenizi bekliyordum, tekrar hoş geldiniz.”
“Sayın Rahip Baltassare, Manastıra ayak basmam benim için büyük bir sevinçtir. Efendim, buraya gelmemin nedeni, burada bulunan Rahibelere sanat, özellikle resim sanatı hakkında elimden geldiğince eğitim verebilmek adınadır. Bu sebeple beni kabul ettiğiniz içinde ayrıca size müteşekkirim.”
“Evet, Sorella Minokta, eğer teşekkür etmen gereken birisi varsa o da Sorella Federica’dır. Onun pek çok yere uzanan saygıdeğer elleri burayada uzanmıştır.”
Başrahiple tanışma faslının ardından, arkamızda duran Manastır görevlilerinden olduğunu sandığım bir adama;
“Sergio, Sorella Minokta’yı kalacağı yere götürmen gerekiyor.”
Manastırın seyisi, kilercisi, bahçevanı ve daha başka işlerinide gördüğünü daha sonra öğreneceğim Sergio, beni Kilisenin arka tarafındaki birbirine benzer yapıların olduğu yerde, Rahibelerin kaldığı yatakhaneye götürdü. Karşılıklı olarak sıralanan 26 adet kapısı bulunan yatakhanenin en uç köşesindeki kapıyı işaret ederek;
“İşte kalacağınız yer, diğer Rahibeler şimdi öğlen yemeğine hazırlanmakta, odanıza yerleştikten sonra sizi yemekhaneye götürmek için dışarıda bekliyor olacağım.”
Kalacağım odada, samanla dolu bir yatak, başucunda küçük bir şifoniyer ile tek kanatlı bir kapısı olan dolaptan başka, yıkanmak için bir leğen ile su konacak kamata bulunuyordu. Yanımda getirdiğim bohçanın içinden çıkardığım Maria Ana ikonunu şifoniyerin üzerine, füzenleri ise çekmecesine yerleştirdikdikten sonra Sergio’nun yanına gittim.
“Gidebiliriz Sergio.”
Birlikte yemekhane olarak kullanılan diğer bir yapıya gittik. İçerisi, düzgün olarak “U” biçiminde sıralanmış masalar ile arka tarafında mutfak kısmı bulunan genişçe bir salon görünümündeydi. Kapıdan girdikten sonra Sergio durdu ve beklemeye başladı. Yemek yemekte olan Rahibelerden birisi oturduğu yerden kalkarak yanımıza geldi, Sergio’ya gidebileceğini söyledikten sonra bana doğru dönerek “Siz Sorella Minokta olmalısınız, lütfen beni takip edin.”
Sessizce Rahibenin adımlarını takip ederken, yemekte olan bütün gözlerin çekingenlikle bize baktığını hissediyordum. Bulunduğu yerden önündeki masadakilere işaret ederek “Sorella Minokta’ya oturacağı bir yer açın.” Rahibeler oturdukları yerde birer kayarak bana yer açtılar. Yerlerimize oturduk. Adının Sgrena Mariella olduğunu söyleyen Rahibenin, koyu renkli başörtüsü ile geniş kollu, beyaz sogettalı kıyafetinden Başrahibe olduğu anlaşılıyordu. Diğerlerinin ise toprak renkli, gevşek kollu ve beyaz önlüklü giysileri ile boyunlarında taşıdığı haç vardı.
Sonra Rahibeler zeytin, peynir, ekmek ve kuru üzüm getirdiler ve yemem için masaya bıraktılar. Sanki iyi pişirilmiş bir domuz eti yer gibi büyük bir zevkle yedim. Diğerleride sessizce önlerindeki yemeği bitirdiler. Başrahibe bana doğru dönerek “Az yemek bol dua, buradaki düsturumuzdur.” Dedikten sonra hep birlikte masadan kalktık.
Yemeklerini bitiren rahibeler, masanın önünde dua edip, yemek yedikleri tabakları yıkanması için mutfağa götürdüklerini görünce bende onları takip ederek, tabağımı mutfağa götürdüm. Yemekhanenin arka tarafında yer alan mutfak, üç bölümden oluşmaktaydı, ilki bulaşıkların yıkandığı, ikincisi yemeklerin hazırlandığı ve sonuncusu ise yemek için gelen malzemelerin yıkanıp, temizlendiği ve hazırlandığı bölümdü. Mutfağa görevli rahibe ile yardımcılar dışında kimse giremiyordu. Yemeğin ardından mutfakta bulaşıklar yıkanıyor, gereken temizlik yapılıyordu. Yemek ve temizlik esnasında da sessizlik gözetiliyor ve gerekmedikçe konuşmaktan kaçınılıyordu.
Rahibelerin, gün içinde her öğle ve akşam yemeğinden sonra rekreasyon adı verilen zaman diliminde, manastırın alt katında bulunan salonda, bir araya gelerek hoş bir şekilde birbirleriyle iletişim kurmaları sağlanıyordu. Rekreasyon, sessizlik içinde geçen günün diğer zamanlarından, iş ve ibadetten sonra tüm rahibelerin bir arada geçirdikleri, gerek bedenen gerek ruhen dinlendikleri, paylaşımda bulunduklari bir zamandı. Rekreasyon bir mola verme zamanı gibiydi ama mutlaka bir işle meşgul olunuyordu. Yemeğin ardından rahibeler birer birer rekreasyon salonuna gelirler, kapıdan girerken selam verirler ve sonra halka biçimindeki oturma düzeninde kendilerine ait yerlere oturarak duygu ve düşüncelerini paylaştıkları, manevi olarak birbirlerini destekledikleri konuşmaları yaparlar ve bu sırada da mutlaka bir işle meşgul olurlardı.
Bu günde diğer rahibelerle birlikte geçireceğimiz ilk rekreasyon zamanıydı. Salona girdiğimde bende onlarla birlikte selam vererek bana ayrılan yerime oturdum. Halka şeklindeki oturma düzeninden ayrı olarak, salona yerleştirilmiş bulunan kürsüde oturan Başrahibe Mareilla;
“Bu gün, seramik ve çömlek atölyemizde çalışma yapan rahibelerin sanatına katkı sağlayacak eğitimlerde bulunmak üzere, Sorella Minokta cemaatimiz tarafından verilen ortak karar gereği aramıza katılmıştır. Bu eğitimler için Kilisenin izniyle, inziva hayatına yararlı olduğu kabul edilen seramik ve çömlek atölyesinde yapılan çalışmaların niteliğini arttırmak üzere kendi birikimlerini bizlere paylaşacaktır. Herbirini tek tek işaret ederek: İsabella, Rosetta ve Leitia çömlek yapımında çalışan üç rahibedir. Bundan sonraki rekreasyon zamanlarında manastırdaki atölyede olmanız ve eğitim çalışmalarını birlikte yapmanız daha yararlı olacaktır. Bildiğiniz gibi atölyenin tüm malzemeleri manastırın bağışçıları tarafından hibe edilmekte veya dışarıdan satın alınmaktadır. Ayrıca yöredeki toprakta çömlek yapımına uygun olduğundan yine manastır tarafından temin edilmektedir. Başka malzemelere ihtiyaç olursada haber veririsiniz. Şimdi diğer rahibeleri tanıyalım.”
Diğer rahibeler, sırayla ayağa kalkarak isimlerini söyledikten sonra, bende kendi adımı onlara söylüyordum. Bu tanışma seremonisinden sonra Başrahibe;
“Sorella Minokta, kendi aramızda birbirimize bu şekilde hitap ederiz. Artık onlarda sizin için birer Sorella (Kızkardeş) tir. Rekreasyonda genellikle rahibeler el işleri ile uğraşırlar. Bu kişisel kıyafetlerin tamiri olabileceği gibi, manastıra dışarıdan sipariş verilen ve hayatlarını idame ettirmelerine yardımcı olan işler de olabilir. Genellikle düşük bir meblağ karşılığında, manastıra getirilen bir kıyafetin dikimi veya tamiri bir rahibe tarafindan yapılır ve bahsi geçen meblağ manastır için ortaklaşa kullanılır. Rekreasyon aynı zamanda çok yönlüdür. Koşullar uygun olduğunda sadece rekreasyon salonunda değil, bahçede de gerçekleştirilebilir. Tüm bunları bilmeniz için anlatıyorum. Ayrıca liturjik takvime göre kutlama yapılan günlerde de yemekhanede yemek yiyerek ve sohbet ederek rekreasyon gerçekleştirilebilir. Amaç, hem kaliteli zaman geçirmek hem de maddî ve manevî üretkenliği korumaktır.”
Başrahibe, oturduğu kürsüden aşağı inerek; çan sesinin dua zamanının geldiğini hatırlattığını söyledikten sonra, hep birlikte Kiliseye gidilerek duaya başlandı.
Bu ibadetler, Lodi yani sabah duası, üçüncü saat (Terza), altıncı saat (Sesta), dokuzuncu saat (Nona), akşam duaları (Vespri), okumalar uygulamasi (Ufficio delle letture) ve yatsı duası’ndan (Compieta) oluşuyordu.
Yatsı duasında ise rahibelerin üzerine kutsal su serpiliyor ve yatsı duası yapıldıktan sonra sabah duasına kadar sürecek olan katı bir sessizlik uygulaması başlıyordu.
“Si suus ‘nice Disputatio de aliquid, quod suus’ deformem esse quietam, ut quietam et illud bonum de quo non is turpis. (Bir şey hakkında konuşmak güzelse, susmak çirkindir ve hakkında konuşmanın çirkin olduğu yerde susmak daha iyidir)” sözünden hareketle, sessizliğin manevi hayatın önemli kurallarından biri olduğu kabul edilmekteydi. Ancak burada sessizliği bozan şeyin olağan sözlerin değil, kötü sözlerin olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle, konuşmakta olduğu kadar, sessizlikte de itidal üzere olmak gerekiyor. Çünkü sessizliğin bir suskunluk hali olmadığı açıktır.
Gün içerisinde bende suskun kalarak, özellikle cemaate yeni katılmışlığımı göz önüne alarak, diğer rahibelerle birlikte hareket ettim. Akşam yemeğinden sonraki günün son rekreasyon zamanında, Başrahibenin yanına giderek, alçak bir sesle benim de bir rahibe kıyafeti giymem gerkecek mi? diye sordum. Aynı şekilde oda benim kulağıma doğru eğilerek alçak bir sesle;
“Hayır, rahibelerin giydiği kıyafetler kutsanarak kendilerine olan aidiyetleri belirlenmekte, oysa sizin buradaki mevcudiyetiniz rahibelik değil, eğitmenlik adına, ayrıca sizin kısa bir süre önce eşinizi kaybetmiş olduğunuzu da biliyoruz, yani kutsal rahibe kıyafeti giymeniz gerekmiyor.”
“Doğrudur, ancak ben buraya gelirken sadece üzerimdeki giysiler ile geldim. Her ne kadar bende, cemaate bir Novitiate olarak bağlı olsamda, manasır adına kutsal yemini etmiş olmadığımdan haklısınız. Yinede diğerlerinden ayrı bir giysi edinebilir miyim?”
“Bir kat elbise için söz veririm. Rahibeler senin için dikeceklerdir. Senin bir Novitiate olduğunu bilmiyordum ama Cenova’da, Santa Caterina Kilisesinde bir eserinin olduğunu biliyordum.”
“Nasıl yani, nerden biliyosunuz efendim?”
“Sen ve senin eserlerin cemaatimizce takdir görmeselerdi, zaten senin burada bir işin olamazdı değil mi?”
“Kusura bakmayın efendim haddimi aştım galiba.”
“Hıristiyanlıkta sevgi çok önemli bir yere sahiptir; dolayısıyla Tanrı insanları sevgiye davet eder, bütün canınla, bütün gücünle ve bütün aklınla seveceksin. Sende sanatını böyle sevmiyor musun? Senin sınırlarını ancak Tanrı ve ondan sonra sanatın belirler. Bizlerin asla ve asla böyle bir takdir yetkisi olamaz.”
Kutsal okumalar ve tüm okuma pratiği ruhun beslenmesini sağlıyordu, özellikle kuraklık olarak tabir edilen sıkıntılı ve zor dönemlerde, manevî hayat bu okumalar sayesinde idame etmekteydi. Benim için bu zamanlarda çok değerliydi. İçsel duanın, Tanrı ile yapılan dostça bir görüşme olduğuna inanıyor ve odamda yalnız kaldığım zamanlarda, karanlık gecelerimin aydınlatıcı gücü olarak görüyor, rahatlıyordum.”
Yeni bir günün ilk ışıkları henüz belirmeden, rahibelerin kaldıkları evlerden dışarı çıkarak kiliseye doğru sırayla yürüdüklerini gördüm. Rahibelerin karanlıkta taşıdıkları fenerler ile peşpeşe yürümeleri yıldız kurtlarını andırıyordu. Benimde sabah duasına gitmem gerekir mi diye içimden geçirdim ama Başrahibenin söyledikleri aklıma gelince odamda kalıp, sabah duasını Kutsal Maria ikonu önünde yapmamın daha doğru olacağına karar verdim.
Gün ışımış ve rahibeler sabah duasını bitirip yemekhaneye doğru yürürlerken bende aceleyle odamdan çıkarak peşlerine takıldım. Yemekhaneden içeri girildiğinde içerideki haçın önünden saygı gösterecek şekilde geçerek masanın önünde beklemeye başladık. Herkes yerini aldıktan sonra haç çıkartarak yemek duasını okuduktan sonra yerlerimize oturduk. Yemekten öncede İncil’den parçalar okunduktan sonra kısa bir sessizlik oldu ve mutfakta yemekleri dağıtmakla görevli olanlar, öncelikle Başrahibe’ye sonrada diğerlerine kıtır ekmek, yumurta ve kuru üzüm şurubundan oluşan yemekleri dağıtırken Başrahibe’nin işaretiyle, görevli olan bir rahibe tarafindan okuma yapılmaya başlandı, bu rahibe diğer rahibelerle beraber yemek yemeye başlamaz, okumayı bitirdikten sonra yemeğini yerdi. Bu okuma yapılırken diğer rahibeler sessizce yemeklerini yiyerek, dinlerler. Belli bir süre okunduktan sonra Başrahibe uygun gördüğünde, küçük bir jest ile bardağa kaşığı vurarak okumayı sonlandırırdı. Okumalar genellikle tarikata bağlı olan misyonerlerin yazıları veya liturjik takvime göre içinde bulunulan zaman diliminin önemini vurgulayan metinler olurdu.
Manastırda bir günün programı ise şu şekildeydi:
Kalkış
Sabah Duası (Lodi)
İçsel Dua (Orazıone)
Evharistiya
Üçüncü Saat (Terza) – Kahvaltı – Çalışma
Kutsal Okuma (Lectio Divina)
Altıncı Saat (Sesta) – Öğle Yemeği – Rekreasyon
Dokuzuncu Saat (Nona) – Hücreye Çekilme – Sessizlik
Çalışma
Akşam Duası (Vespro) – İçsel Dua (Orazione)
Akşam Yemeği – Rekreasyon
Okumalar – Yatsı Duası (Compieta)
Manastırın gündelik programa göre, benim uygulayacağın sanatsal eğitim programım ise, çömlek atölyesinde yapılan çalışma zamanlarında yani Başrahibenin izniyle öğle yemeklerinden sonra ve akşam duasından önceki zaman içerisinde olabilirdi. Bende programımı buna uygun şekilde ayarladım ama öncelikle Başrahibeye de bunu açıkladıktan sonra, yine onun izniyle dua zamanlarına katılmayarak vaktimi atölyede kendi çalışmalarıma ayırabilecektim. Dua zamanlarına katılmam için bir kısıtlama yoktu, istediğim zaman diğer rahibelerle birlikte dualara katılabilirdim.
Başrahibe ile rahibeler, Kutsal Okuma zamanı için Kiliseye’ye doğru giderlerken, bende çömlek atölyesine yönlenmeden önce, görevli Sergio’yu bulmak üzere Kilisenin yanından dolanıp, görevlilerin kaldığı yapıya doğru yürüdüm. Yiyecek ambarının önünde rastladığım Sergio’ya;
“Beni çömlek atölyesine götürebilir misin?”
“Çömlekhaneye mi gitmek istiyorsun? Bunu başrahibeye söylemem ve anahtarını almam lazım.” diyerek Kiliseye doğru hızlandı, biraz sonra dışarıda onu beklerken, asma kilidin anahtarını uzaktan bana göstererek;
“Beni takip et!”
Sergio’nun arkasında yürürken, duyabileceği bir sesle;
“Buradaki tek görevli sen misin Sergio, yoksa başkaları da var mı?”
“Benden başka, yemek işlerinde ve temizlik işlerinde görevli kadınlarda var, onlar bazen çamaşır yıkar, bazen hamam kısmında su ısıtır, arada sırada da alış veriş için dışarı çıkarlar.”
“Ne kadar zamandır buradasın?”
“Çok fazla sayılmaz ama buranın girdisini çıktısını bilecek kadar eski sayılırım, herhalde sende bunu merak ediyorsun?”
“Pek öyle denemez, daha çok buradaki yaşamı iyice öğrenmek için diyelim ama yinede merak etmiyorum diyemem doğrusu.”
“Başrahip Baltassare pek ortalıkta olmaz, Rahip Mauro ise genellikle buradaki düzenden, manastır dışındaki işlerden ve akla gelebilecek herşeyden sorumludur. Rahip Gerardo ile Uberto daima Kilise’de bulunurlar ancak gece yatmak için kaldıkları yere giderler. Başrahibe Mariella’yı zaten tanıyorsun, manastırdaki rahibelerin bütün sorumluluğu ona aittir.”
Çömlek atölyesine, çömlekhane demek benim de hoşuma gitmişti. Çömleknaneye doğru yürüken etramızdaki ağaçlara ve çiçeklere şöyle bir göz gezdirerek;
“Bahçenin bakımını da sen yapıyorsun değil mi Sergio? Ne kadar da güzel yapmışsın bahçeyi.”
“Doğru, bahçe işleri de benden sorulur, yeşil otları, çiçekleri sular, zamanı gelince budar, düşen yaprakları toplar ne gerekirse yaparım, bahçenin esas düzenleyicisi ise Rahip Mauro’dur. Mevsime göre ekilecek çiçekleri o seçer. Hoş buralarda pek fazla çeşit yoktur ama yinede ona sorulmasından hoşnutluk duyar.”
“Bu mevsimde bahçede hangi bitkiler olur?”
“Kiliseye doğru giden yolun iki yanı ve Başrahibin oturduğu yerin etrafı taflanlar ile çevrilidir. Bahçede gördüğün ağaçlar ise; melez servi, mimosa, ginepro ve tiglia. Çiçekler ise sardinia, lavanda ve begonia.”
“Elinin her yere değdiği belli.”
“Benim değil ama Tanrı’nın elinin değdiği, ıhlamurların, mimosaların, lavandaların çiçekleri açtığında daha iyi anlaşılır.”
“İşte geldik, çömlekhane burası. Kapıyı açana kadar bekleyin.”
Segio, kapıyı açtıktan sonra bana içeri girmem için yol verdi. İçerisi sabah güneşinin çok fazla düşmediği, yemekhane ile mutfağın da ötesinde yeralıyordu. Sanırım çömlekhane inşa edilirken buna dikkat edilmişti, zira seramik ve çömlek hamuru güneşi pek sevmezdi. Atölyelerin genellikle karmaşık bir görünümü olurdu ama karşımda son derece düzenli bir atölye bulunuyordu. Büyük bir tezgâh, hamur yapılan tekne, dinlenmeye bırakılmış değişik formdaki vazolar, çömlek çeşitlerinin sıralandığı birkaç katlı büyükçe bir raf. Yan yana sıralanmış el aletlerinin üzerinde parmağımı gezdirirken; Tanrı’nın yarattığı dünyanın tam tersi olan bir dünyadaki yaşama dokunduğumu hissediyordum.