21. Bölüm

Bu kadarı da fazlaydı artık. Bir, kadın İsa tablosu mu? Cezalandırılmalıydılar, hak ettikleri gibi, bir şer yuvası olan atölyeleri ve içindeki günahın ta kendisi olan tabloları, resimleri, çinileri, panoları ve daha ne var ne yoksa hepsi yakılmalı, yok edilmeliydi. 

Patriyarkos ve yanındaki düzenbazlar, hinoğluhinler, hilekârlar, ciğeri beş para etmez kilise meclisi üyeleri ve papazlar, geçimlerini başkalarının saflığından yararlanarak sağlayanlar, karar vermişler ve cezalarını kesmişleri.

Ağızlarından salyalar akan, gözleri dışarı uğramış serseriler, sefiller, hergeleler, tabansızlar, baldırı çıplaklar önlerine gelen her şeyi kırıyorlar, parçalıyorlar, kudurmuşçasına bağırıyorlardı;

“Yakın, yakın ne varsa yakın! Yok edin bu günah yuvasını…”

Yangın, atölyenin çeşitli işliklerine kadar ulaştığında, kalan son birkaç kova su için koşuşmalar giderek ağırlaştı. Yardım etmek için gelenler atölyeden arta kalanları kurtarmaya çalışıyorlardı.

Minokta, yaralanan bir saldırganın elini tutarak ayağa kaldırmak istediğinde ne kadarda genç olduğunu fark etti, başından kanlar akmakta olan genç adam elini Minokta’nın tutmasına fırsat vermeyerek geri çekti. Korku dolu gözlerle etrafa bakındı, Minokta ona doğru eğilerek “Suç ne sende ne de bende, suç seni karanlığa gömenlerde!” Diyerek yanından uzaklaştı.

Kharon, sırtını bir duvara dayamış, nefes almakta zorlanıyordu. Minokta, her yana dağılmış kırık çini parçaları, hain ve korkak alevlerin arasından yükselen dumanların içinden ok yemiş bir hayvan gibi sıçrayarak çılgınca ona doğru koştu;

“Neyin var? Ne oldu? İyi misin?”

Kharon, konuşamıyor ağzından hırıltılar çıkartarak kafasını iki yana doğru sallamaya çalışıyordu. Minokta, Kahron’u koltuk altından kavrayarak rahat nefes alabilmesi için yere yatırdı ve başını hafifçe kaldırdı. Göz göze geldiler, Minokta’nın gözleri sulandı, yerde yatan Kharon’u sarstı. Kharon kıpırdamıyordu, eğildi kulağını ağzına yaklaştırdı, ses çıkmıyordu, nefes alıp almadığını anlamak için biraz daha bekledi ama istediği sesi bir türlü duyamıyordu, daha sertçe sarstı Kahron’u, yine kıpırdamadı, yine göğsü inip kalkmadı.

“Nefes al! Nefes al! Nefes al!”

Minokta’nın kolları arasında, bütün kaygılarından, yüklerinden, ıstıraplarından sıyrılmış, bir heyecan ve bir esriklik içinde kendini salmıştı. Kurumuş dudakları kımıldadı;

“Işığın, ışığın yolumu aydınlatıyor…”

Minokta’nın gözlerinden akan yaşlar elem günlerinin topladığı zehirleri akıtıyor, boşaltıyordu;  sağ elinin baş, işaret ve orta parmaklarının birleştirildi ve yüzük parmağı ile serçe parmağın el ayasına, avucuna değecek şekilde tuttu, elini önce sağ, sonra sol omzuna götürerek:

“Kutsal Tanrı, Kutsal Kudretli, Kutsal Ölümsüz, bize merhamet et. Babayla Oğul’a ve Kutsal Ruh’a şan ve övgüler olsun. Şimdi ve her zaman sonsuzluklar boyunca… Âmin. Ey Mesih, Azizler gibi bu hizmetkârını da, acı, ağrı ve üzüntünün olmadığı sonsuzlukta dinlendir.”

Minokta, yangından geriye kalan işe yarar eşyalar, panolar, mozaikler ve tablolar toplandıktan sonra, lanetlenmiş bir yerden ayrılır gibi hala dumanların tüttüğü atölyeden ayrıldı ve bir kez daha oraya ayak basmamak üzere evine kapandı.

Kharon, toprağa verildikten günler sonra ilk defa evden dışarı çıktı, farkında olmadan, istemeden mezarlığa doğru yürümeye başladı. Kollarını uzatmış, gözlerini açmış, elleri, ayakları, dizleri, göğsü hatta başı mezarlara çarpa çarpa yürüyordu. Dokunuyor, yolunu arayan kör bir dilenci gibi taşların, haçların, solmuş çiçeklerin üzerinde ellerini gezdiriyordu. Mezarlar, mezarlar, her yer mezarlarla doluydu.

Birinin üzerine oturdu, çünkü artık dizlerinin takati kalmamıştı, yürüyemiyordu. Kalbinin çarpıntısı duyuyordu, anlam veremediği sözcükler, kulağında ölülerle dolu toprağın altından yükselen uğultulara karışıyordu.

Akıl almaz bir şekilde, mezar taşlarında yazan güzel şeyler yerine, öleni tanıyanların düşünceleri bütün çıplaklığıyla karşısında duruyordu. Yalnızca gaddar, kinci, hilekâr, gammaz, kıskanç, kaba insanlar olmuyordu bu iyi insanlar; sadık eşler, itaatkâr namuslu kızlar, dürüst tüccarlardı ama çalmışlar, aldatmışlar, en iğrenç, en karanlık, en yüz kızartıcı işlere karışmışlardı.

Kharon’un yanına gitti, elleriyle toprağın üzerine dokundu ve mezar taşına şöyle yazdırmak istediğine karar verdi;

“Onu çok sevmiştim ve işte o öldü… (XM)”

22. Bölüm

Minokta’nın attığı her adımı takip ettiren Patriyarkos’a, Kharon’un mezar taşındaki yazıyı söylediklerinde;

“Sanki ben öldürdüm, o şeytanın lanetli çok sevdiğini! Ey “Kadın İsa” tablosu yapmaya cüret eden günahkâr, ölüm günah aracılığı ile girmedi mi bu dünyaya? Ölümü bütün insanlara yayan günahkâr, sanki hepsinin günah işlemesini ben istedim.”

Minokta, yas için giydiği siyah renkli paenulası ve üzerindeki başını örttüğü maphorionu ile güneşin solmaya başlayıp, karanlığa teslim olmasından önce Bayan Federica’nın yanından evine dönerken, arkasından takip eden bir gölgeyi fark etti. Kapıyı açmaya çalıştı, açtığı kapıdan içeri girdi ve aceleyle kilitlediği bir iç kapıyı da arkasından kapattı. Hızla girdiği yatak odasının penceresinden kendisini takip eden gölgeyi görmeye çalıştı.

Dikkatle baktı ama bir şey göremedi, belki de karanlıkta fark edemedi; daha sonra diyerek yas giysilerini çıkartıp, yatağın üzerine cenin pozisyonunda uzandı.

Atölyedeki saldırganların takip ettiklerini, kapıyı zorlayarak içeri girmeye çalıştıklarını gördüğü kötü bir rüyadan korkuyla nefes nefese uyandı. Kapıya doğru dikkatle yaklaştı, kulağını dayadı; sessizlikten başka bir şey işitilmiyordu.

Kharon’un öldüğünü kabullenmekle, ruhunda duyduğu örselenmeyi aşmanın yollarını; matemle, kabristana gitmekle, matem elbiseleri giymekle, ağıtlar yakmakla aşmaya uğraşıyordu. Acıdan kaçmamak, acıyı zamanında yaşamak gerekirdi. Matemi yaşamakla acıyı tüketmek daha iyiydi.

Hissettiği duygularından uzaklaşmak için, bir eline duvardaki haçı, bir eline yatağının başucunda duran İncil’i aldı ve dualar okumaya başladı. Sakinleştiğine inanarak atölyeden kalan son birkaç panoyu alt kattaki çalışma odasına taşıdı. Odanın duvarlarına yasladığı panolar, ağır demir şamdanın kolları üzerinde yanan mumların ışığında parladı. Hepsini tek tek görebileceği bir uzaklıkta durdu. Her birinin yapıldığı günleri düşündü, artık o günlerde, o duygular da geride kalmışlardı. Bütün panoları topladı, üst üste yerleştirdi.

Öldükten sonra yok olup gitmeyeceğiz, toprakta çürümeyeceğiz. Hayatı veren de alan da aynı kudret. Ben artık sadece resimlerimle, mozaiklerimle bir hayat geçirmek istiyorum…

Ben bir sanatçıyım ve bir sanatçı gibi yaşamalıyım. Eski yaptığım bir ikonanın üzerine şöyle yazmışım: “Mulier Rebel!”

Neye, nelere karşı ve nasıl başkaldıran kadın? Etrafa daha dikkatle bakınca gördüm ki; kullanılmış boyalar, bir füzen, tıpkı şimdi olduğu gibi, tekrar karşılaştığım eski bir arkadaşım sanki ve ikon fırçaları, ne için acaba bütün bunlar? Bir de saçı başı birbirine karışmış bir kadın!

Asi bir kadın bakmakta, yaşayacak olduğu önündeki zamana bakmakta geriden, dünyanın renklerini görebilmek umuduyla.

Hep bakmaya devam edecek, ta ki gözleri kapanana dek, renkleri görebilmek umuduyla. Arayacak, soracak; mavi nasıl olur, kırmızı nasıl, sarı nasıl olur, öğrenecek.

Ama zamanın ve dünyanın renklerinin onlar olmadığını anlayacak, sonra bırakacak elinden boyalarını, fırçalarını ve uzun zaman sonra o güzel günlere geri dönmenin tadını yaşamaya başlaması gerektiğini düşünecek. Çünkü onun yolu “yaşamın şeklini değiştirmek” ten geçmekte.

Keşke hiç girmeseydi bu yola, ilk günkü gibi kalsaydı, gözlerinden akan yaşlar silinseydi, ölüm olmasaydı, ne yas, ne ağlayış, ne de ıstırap olmasaydı. Ama önceki düzen artık yoktu!

Eski ikon tahtalarından birini kucağına aldı ve yeni düzeni çizmeye başladı kara çizgilerle; önde bir kadın başı, saçları siyah ve dalgalı, gözleri iri ve siyah, gerisinde bir erkek başı, simsiyah bir gölge gibi ve en arkada bir servi ağacı erkeğin başını yasladığı…

Kharon’nun ölümünün ardından kendimi boşlukta ve güvencesiz hissediyordum. Evimiz, birlikte yattığımız odamız bile artık gerçek değilmiş gibi geliyordu bana, sanki her şey bir sisin içinde kaybolmuştu. Babamın öğrettiği sözler geliyordu aklıma:

“Ne yaptığımız değil, yaparken ne kadar sevgiyle yaptığımız önemlidir. Ne verdiğimiz değil, verirken ne kadar sevgiyle verdiğimiz önemlidir. Tanrı için hiçbir şey küçük değildir. Işığın insanların önünde öyle bir parlasın ki, iyi işlerini görenler göklerdeki Baba’mızı yüceltsinler!”

Hiç durmadan çalışıyor, arada sırada Bayan Federica’nın yanına gidiyor onunla konuşuyordum. Onunla konuşmak bana güven veriyor ve beni rahatlatıyordu. Ayrıca onunda benimle baş başa görüşmekten hoşlandığını düşünüyordum. Beni kendi eseri olarak, kendi iradesinin vücut bulmuş hali gibi görüyordu.

“İyisindir umarım Minokta?”

“İyiyim, ya siz?”

“Ben iyiyim ama maalesef eşim rahatsız, çok üzülüyorum.”

Bunu duyduğuma şaşırmamıştım, Bay Angio son zamanlarda hayli yorgun ve yaşlanmış görünüyordu.

“Üzücü bir durum, rahatsızlığı nedir?”

“Kesin bir şey demiyorlar.”

“Hep öyle olur zaten.”

“Büyük bir rahatsızlığa benzemiyor ama yataktan da kalkamıyor, sürekli uyumak isteyip duruyor.”

“Elimden ne gelirse yardıma hazırım.”

“Teşekkür ederim Minokta. Bunun için burada olmadığını biliyorum. Kafandaki düşüncelerin bulanıklığından, yaşadığın ve karşılaştığın onca hıyanetin ardından, kaybettiğini sandığın ya da kaybetmekten korktuğun, kadına ve kadınlığınla olan o sağlam ve korkusuz inancını, dik duruşunu yitirmemek adına buradasın.”

“Ne yaptıysam, hepsini size borçluyum.”

“Biliyorsun, iki tür inanç vardır, yani Tanrı ve kadınların dünyası hakkında öğretilenler ile bizlerin arasında ağızdan ağza dolaşarak öğrenilen diğer inanç. Sen bunu mozaiklerle, çini panolarla, fresklerle anlatmaya, diğerleri (kız kardeşler) hastalara bakarak, yoksullara yardım ederek veya başka şekillerde yapmaya çalıştı. Kısacası, asıl borçlu olduğun, kadını yalnızca o iki bacağı arasındakiyle gören inanca karşı durmanın onuruyla yaşayan ve yaşamış olan tüm kadınlardır.”

“Kendi kendime hep şu soruyu soruyorum; erkeğin hükmettiği bir dünyada, kadına yapılan, yapılabilecek olan o kadar çok yanlış şey var ki, en iyisi hepsinden kurtulmak ama nasıl?”

“Sevgili Minokta, Tanrının erkeğe vermediği ve dişiye bahşettiği doğurganlık, sahip olduğu en kutsal ayrıcalıktır. O halde erkeğin hükümranlığına karşı, sahip olduğu bu ayrıcalığı nasıl kullanabileceğini öğrenmesi lazım. Onun yanında mı, arkasında mı yer alması gerektiğini bilmelidir.  Nasıl mı? İki bacağını kapatarak! O zamanda zorla bacaklarımızı açacaklardır dediğini duyar gibiyim. Ne yazık ki her şey bir günde olmuyor, bir, iki, üç, dört ve daha fazla kadın… Affedilmeyen bir suç varsa o da zinadır değil mi? Peki neden zorla sahip olmakta bir gün suç haline gelmesin. Bu kadarla kalmayacak, erkeğin zorla içine bıraktıklarını da temizleyerek yok edeceksin.”  

“Sahip olduğu ayrıcalığı benimsemeyen kadın, sahibi olduğu kutsal ayrıcalığı erkeğe teslim eden kadın, kendini erkeğe köle eder. Mulier potestatem!”

“Seni bu yüzden çok seviyorum Minokta, sen ve senin gibi düşünenler bu dünyayı değiştireceklerdir. Quidquid agis, utcumque vos id facere, ne quis audite: quis de nolite timere!  Ne yaparsan yap, nasıl yaparsan yap, kimseyi dinleme, kimseden korkma!”

“Başka kadınlar tanıdın mı? Kendini erkeğe teslim etmeyen kadınları…”

“Daha önce yaşamış olanlar ile yaşayanlardan birkaç tanesini tanıdım. Kitap kopyalama, edebiyat, gösteri sanatları, müzik ve resim sanatı gibi Kiliseye, dini inançlara bağlı olanları. Hepsi de Bizantium sanatında, anlam iletecek bir araç olarak işlev görmüşler ve görüneni değil, görünmeyeni göstermeye çalışmışlardır.

Tiyatro gösterilerinde; bale, pantomim gibi halk eğlencelerinde erkeklerle birlikte kadınların da dans edip şarkı söyledikleri bilinmekte, ayrıca İmparatorların da kanunlarında kadın oyuncuların toplumsal yaşamlarına ilişkin düzenlemelerde bulunması,  kadın sanatçılarınn sayısının çokluğunu göstermekte.

Önceki dönemlerde kadınlar, sadece kocalarının soyadlarını taşırlardı. Artık kendi soyadlarının hatta hem annesinden hem de babasından aldığı soyadlarının arkasına kocalarının soyadlarını alabilmekte, bu nasıl oldu dersin?  Quidquid agis, utcumque vos id facere, ne quis audite: quis de nolite timere!  İşte bunun, korkmadan yapabilmenin sayesinde oldu.”

“Bizans’taki kadınların eğitimi; ev işleri, dua etme ve hayır işleri yapmakla sınırlandırıldığı için kadınların eğitime ulaşmaları engellenmekte. Sanatın,  özellikle kadınların ahlakı üzerinde çok zararlı etkisi olacağı varsayıldığı için kadınların eğitiminde sadece dini çalışmaları izlemeleri uygun görülmekte. Kadınlara, edebiyatı, resmi, sanatı tanıtmanın bir yolu olmalı. Peşinden gideceği dini inancın yanında, birde yaşama amacı olmalı. Her şey bu dünyada yapılmalı, ötekinde değil.”

“Bizim amacımız ve varlığımız bunun için değil mi Minokta? Manastırlar, kadınların eğitimlerini sürdürmeleri ve sanat çalışmalarını yürütebilmeleri için önemli yerler. Kadın sanatçıların önemli bir kısmının rahibe olması manastırlarda eğitimli kadınların bulunmalarının zorunlu olduğunu göstermekte, pek çok manastır memurunun görevleri ayrıntılı bir şekilde tarif edilmiş; bazı rahibelerin okuryazar olmama olasılığı dahi kabul edilmemiştir. Manastırlarda işleri yürüten rahibelerin yanında kilise korosundaki rahibelerin de okuryazar olmaları şarttır. Şimdi senden bir şey isteyeceğim.”

“Bunu duymak isterim Bayan Federica.”

“Konstantinopolis’e iki gün uzaklıkta Selymbria’da Megale Doukania  manastırında bulunan kız kardeşler ile sanatını paylaşmanı, onlara yol gösterici olmanı istiyorum. Elbette Rab’bi bulma, ona hizmet etme, onu sevme arzusundan sonra. Bu isteğime hemen cevap verme, evine git ve düşün. Bilesin ki, bu isteğimi sonsuza kadar yerine getirmek üzere oraya gitmeyeceksin. Konstantinoplis’ten bir müddet uzaklaşman iyi olacaktır.”

“Benim cahilliğime verin ama ben Selymbria neresidir bilmiyorum daha önce hiç duymadım da?”

“Büyük suru, denizden denize uzanan büyük suru biliyorsun değil mi?”

“Evet, onu biliyorum.”

“Selymbria’da oraya çok yakın bir yerde. Bağları ve şarapları ile tanınan şirin bir liman kasabası.”

 Bayan Federica’nın teklifi Minokta’nın duraksamasına neden oldu. Şehrin dışında bir manastıra gitmeyi ne kadar arzu edebilirdi? Bir rahibe olarak yaşama isteği olabilir miydi?

“Şeytanın kurnazlığı ve insanların yoldan çıkma meylinden dolayı ortaya çıkan çok ağır ve son derece kötü kurallar ve geleneklerle güçleşen dünyevi hayatın tehlikelerinin farkında olamayacak kadar, kim sersem ve gözü kör olmuştur ki? Böylesi bir dünya karşısında, en iyi tercihin inziva olduğu, Şeytan’ın insanları içine çektiği en büyük tuzaklarından birisi de; her ne zaman Rab, ruhu kendi hizmetinde mükemmellik hayatına çağırmaya ve çekmeye kalkışsa, Rabbin çağrısına kulak asmamak, ona karşı gelmek olduğu halde, bir manastırda bulunmam doğru olur mu?”

“Eğer söylediğim sözleri böyle anlarsan ki böyle anladığını sanmıyorum, herhalde beni şaşırtmak isteğinden böyle sorular yöneltiyorsun bana. Manastırlar, insan sevgisi philanthropia önde tutulduğundan, hayatlarını güvende ve kutsal bir kurum içinde geçirmek isteğine uygun ortam sağlarlar. Dullar için de manastırlar, kendilerini dine adayarak inzivaya çekilebilecekleri sığınaklardır.Manastırlar, zor durumdakilere bir sığınma yeri olma niteliğini sürdürmekte ve dış dünyadan ayrılmak isteyen kadınların da tümüne açıktır. Ancak sözü edilen kısıtlayıcı kuralların aksi yönde olan durumlar da söz konusudur. Manastırların işleyişine dair kurallardan biri de, manastır hayatını seçenlerle, bu hayata dışardan belli bir dereceye kadar katılan ve gündelik işleri yapmakla görevli olan sivillerin ilişkilerinin boyutlarını belirleyen kurallardır. Rahibelerin gündelik işler yapmaktansa, kendilerini aylaklıktan alıkoyacak ve manastıra gelir sağlayacak el işleri yapmalarını ister. Bu işlerin gerektirdiği malzemeler de manastır tarafindan sağlanır. Söylemek istediğimi şimdi daha iyi anladın değil mi? Orada, bu yola kendini adamış olan kız kardeşlere, sende bir yol gösterici olacaksın. Onlara sanatın inceliklerini, colore, modulo, figura, compozision, modelo ne demektir öğreteceksin. Açıkçası senden bir rahibe olmanı beklemiyorum.”

“Fazla düşünmeme gerek yok Bayan Federica, açıklamalarınız beni yeterince aydınlattı. Teklifinizi kabul ediyorum.”

“Güzel, hazırlıklarını yap ve yola çıkmadan önce yanıma gel. Sana bu konuda ayrıntılı bilgileri vermem lazım.”

“Biliyorsunuz, kendimden önce, evdeki eşyalara bir çeki düzen vermem lazım, ancak ondan sonra yola çıkabilirim.”

“Acele etmene gerek yok kızım, sende hazırlıklarını tamamladıktan sonra çıkarsın yola.”

23. Bölüm

“Erkek sadece Tanrı için, kadın ise erkeğin içindeki Tanrı için.”

John Milton

Minokta, evinin kapısına bağladığı kalın bir zincirin ucundaki asma kilitin anahtarını çevirerek kapattı. Yanına, küçük bir bohça içine yerleştirdiği birkaç tane füzen ile Maria Ana ikonundan başka bir şey almadı.

Bayan Federica’nın yanına gittiğinde yola çıkmaya hazır olduğunu söyledi.

“Seni Selimbria’ya götürecek, arabacım Vasili’dir, aslen Mujik. Buralara nasıl geldiğini bilmiyorum ama onu gördüğümde bana söylediği: ‘Kadından daha bilge hiçbir şey yoktur. Kadınlar her konuda erkeklerden kat be kat daha bilgedir.’ Sözü, onu arabacı olarak yanıma alma nedenim oldu. Nereye gidersek, yolda onun ağzından inanılmaz bir şekilde dökülen bilgiçce sözleri dinlemek beni çok etkiliyor. Seninde bu fırsatı kaçırmamanı dilerim. Ayrıca oraya vardığında manastırın Başrahibesi Sgrena seni bekliyor olacak. Bu gece burada kalacaksın, yarın sabah yola çıkarsın. Gerisi sana kalmış artık, iyi yolculuklar ve orada güzel zamanlar yaşamanı dilerim Minokta.”

Sonbaharın güzel bir sabahıydı. Henüz gün ışımadan alacakaranlıkta, Konstatinopolis’ten batıya giden yolun açıldığı kalın ve kemerli kapıdan geçerek, çiğin ıslak ve soğuk örtüsü altında, harmanlanmış samanla dolu olan tarlaların yanından yola koyulduk. Yol boyunca arabacı Vasili’yi tanıma imkânı buldum. Çok yaşlı sayılmazdı, Gözleri keskin ve bakışları insanın içine işliyordu. Çok şarap içmekten yanaklarında kırmızı damarlar oluşmuş ve gagamsı burnu ağzından içeri girecekmişçesine aşağıya sarkmıştı. Enerjisi tükenmez görünüyordu, sanırım bu canlılığı ara sıra cebinden çıkartarak ağzına attığı bir otu çiğnemekle buluyordu. Belkide benim başta şarap içmekten olduğunu sandığım yüzündeki kırmızı damarların nedenide bu ottu. Tadına bakmak istediğimde, yaşlı bir adama iyi gelen otların, genç bir kadına iyi gelmeyeceğini söyledi. Yüzümdeki bunca kırışıklığı, sarkan gıdımı, sivrilmiş çenemi galiba fark etmediğini sorduğumda, bana verdiği ‘Her yaş alan da yaşlanmaz ya!’ cevabıyla, Bayan Federica’yı daha iyi anlamış oldum.

Günbatımına yakın bir zamanda vardığımız köyde, sayabildiğim hane sayısı ancak iki elin parmaklarını aşmayacak kadardı. Vasili, geceyi burada geçirebileceğimizi söyledi. Etraftaki en büyük evin kapısını çaldık, kapıdan dışarıya doğru korkulu bir bakışla uzanan adama:

“Biz Tanrı misafirleriyiz.”

“Nereden geldiniz buraya?”

“Yolumuz Selymbria’dır, bu geceyi geçirip yarın yolumuza gideceğiz.”

“Sizinle birlikte başkalarıda var mı?”

“Yok, gördüğün gibi ben ve yanımdaki kadından başkası yoktur.”

Köylü adam, kapıyı açarak içeri girmemizi işaret ettikten sonra; Vasili:

“Hayvanında bir ahıra ihiyacı var.”

“Nereden çıktınız gecenin bu zamanında; şimdi suda, yemekte, sıcak yatakta istersiniz.”

“Sen Tanrı’nın misafirlerine böyle mi davranacaksın? Galiba sen dini bütün bir Hıristiyan değilsin ha! Ne dersin?”

“Yok, yok asla imansızın biri değilim. Yalnızca biraz korktum. Masaya geçip oturun, bende yiyecek bir şeyler hazırlayım size. Hayvanınızı da arkadaki ahıra bağlayın. Yanan ateşe bir ikide odun atın, hava iyice soğudu.”

Vasili, adamın çekingenliği ve duyduğu tedirginlikten istifadeyle, yüzsüzlüğü ele almış, şaraba varana kadar bir şeyler isteyip durmuştu. Neyle karşılaşacağından emin olamayan köylüde bütün umudunu bana bağlamıştı. Nedense gecenin bir vaktinde kapısını çalan bir kadının varlığı, ona güven telkin ediyordu.”

“Sen bu köyde yalnız mı yaşamaktasın? Karın, çocuğun yok mu senin?”

“Karım yakalandığı amansız bir hastalıktan öldü. Bende bir daha evlenmedim.”

“Neden?”

“Onu yeniden hatırlamak beni fazlasıyla üzecektir.”

“Üzülmeni istemem, nasılsa herkesin bir hikâyesi vardır, artık yatalım ve huzurlu bir şekilde geceyi geçirelim. Sabahın ilk ışığıylada yola koyuluruz. Kapını bize açtığın için sana teşekkür ederiz.”

Ülkenin batısındaki en ileri uca varmak üzereydik, göz alabildiğine uzanan surların, sınırları belirlediği alanda Selymbria kasabası ve ötesinde barbarların kol gezdiği topraklar seçilmekteydi.

Vasili’nin sürdüğü araba kasabaya yaklaştıkça, Selymbria kalesi ile Propontis’e bakan küçük liman belirginleşmekte, güzelliği ortaya çıkmaktaydı.

Alçak bir tepe üzerine, dörtgen şeklinde itinayla inşa edilen kale, üzerinde çok sayıdaki nöbetçi kuleleriyle gerekli şekilde tahkim edilmişti.

Maria Ana’ya ithaf edilen Koimesis Kilisesi, kalenin güney batısındaki Paraporta mahallesindeydi ve buradan taşlı bir yol vasıtasıyla dışarıya çıkılıyordu. Kalenin batı cephesinde ise giriş çıkışı sağlayan tek kapısı vardı.

Kasabanın güzel ve konforlu evleri çok sayıda olmasına rağmen sahil kesimine inşa edilmişlerdi. Kale içerisinde, Alexios Apokaukos kilisesi ve altındaki büyük sarnıçı yer almaktaydı. Surların içindeki sokaklarda ise insanın ayağına, bol miktarda hayvan pisliği ve çamur bulaşmaktaydı. Bu da bize sahil kesimine yerleşmenin, neden tercih sebebi olduğunu gayet güzel anlatmaktaydı.

Vasili, kalenin batı cephesindeki çıkıştan sonra, yolun ikiye ayrılarak çatal yaptığı noktada arabayı durdurarak iki yanına bakındı ve büyük surun yakınlarında görülen yapıların olduğu alana doğru, çatalın solundan sahili takip eden toprak yolda ilerlemeye başladı. Az sonra, tüm Hıristiyan dünyasında olanlara benzer şekilde duvarlarla çevrili, gideceğimiz manastır olması gerektiğini tahmin ettiğim yerin büyük giriş kapısına doğru yürümekte olan rahip ile peşi sıra gelen birkaç kişiyi gördük. İçlerinden birisi, başını kaldırıp bize doğru bakarak “Hoş geldiniz efendim.” diye seslendi. Yürümekte olanlar durdular ve hep birlikte bize doğru baktılar. Rahip;

“Kim olduğunuzu tahmin edebilirsem şaşırmayın çünkü geleceğinizden haberimiz var. Ben manastırda görev yapan üç rahipten biriyim. Adım Mauro, eğer sizde sandığım gibi Sorella Minokta iseniz beni takip edin, geldiğinizi Başrahibe haber vermeli.”

 Rahip arkasından bize bakmakta olanlardan birisine işaret ederek: “Ziyaretçimizin geldiğini Başrahibe haber verir misin Arduino? Arduino, masastırın kapı bekçilerindendir ve bekçiler, kapıları sadece tanıdığı kişilerin giriş ve çıkışları için açabilirler.”

Megale Doukania Manasıtırına gelmiştik. Kapıdan, önde Rahip Mauro ve arkasındakiler girdikten sonra, bizde arabamızla geçerek manastırın avlusunda durduk. Arabadan inerek, içerideki uhrevi havayı soluduktan sonra, çekingen bakışlarla etrafa göz gezdirdim. Yüksek duvarların çevirdiği manastırın avlusundan dar bir yol ile içerideki Kiliseye gidilmekteydi, ayrıca yolun sağında Başrahibin olduğunu sandığım bir ev ile sol tarafında da diğer rahiplerin kaldığı ve üç kapısı olan başka bir ev daha bulunmaktaydı.

Ynımıza gelen Ardunio, “Başrahip Baltassare, sizi Kilisenin Diakonikon kısmında bekliyor.” dedikten sonra gideceğimiz yönü işaret etti. Bizi buraya getiren Vasili ile arabasını, Kilisenin arka tarafında uzanan, ambar, ahır ve mahzen olduğunu sandığım irili ufaklı birkaç yapının bulunuğu kısma doğru yönlendirdi.

Diakonikondan içeri saygılı bir biçimde girdiğimde; üzerinde gündelik giysileri, beyaz renkli capaleti ve kuşakla bağlanmış cüppesi ile oturan, boynundaki haçı bir eliyle tutarak güler yüzle beni karşılayan Başrahip Baltassare;

“Manastıra hoş geldiniz Sorella Minokta, geleceğiniz bana önceden bildirilmişti. Cemaatimiz sizi oybirliği ile manastırın sanatsal faaliyetlerinde eğitici çalışmada bulunmazı kabul etmiş olduğundan gelmenizi bekliyordum, tekrar hoş geldiniz.”

“Sayın Rahip Baltassare, Manastıra ayak basmam benim için büyük bir sevinçtir. Efendim, buraya gelmemin nedeni, burada bulunan Rahibelere sanat, özellikle resim sanatı hakkında elimden geldiğince eğitim verebilmek adınadır. Bu sebeple beni kabul ettiğiniz içinde ayrıca size müteşekkirim.”

“Evet, Sorella Minokta, eğer teşekkür etmen gereken birisi varsa o da Sorella Federica’dır. Onun pek çok yere uzanan saygıdeğer elleri burayada uzanmıştır.”

Başrahiple tanışma faslının ardından, arkamızda duran Manastır görevlilerinden olduğunu sandığım bir adama;

“Sergio, Sorella Minokta’yı kalacağı yere götürmen gerekiyor.”

Manastırın seyisi, kilercisi, bahçevanı ve daha başka işlerinide gördüğünü daha sonra öğreneceğim Sergio, beni Kilisenin arka tarafındaki birbirine benzer yapıların olduğu yerde, Rahibelerin kaldığı yatakhaneye götürdü. Karşılıklı olarak sıralanan 26 adet kapısı bulunan yatakhanenin en uç köşesindeki kapıyı işaret ederek;

“İşte kalacağınız yer, diğer Rahibeler şimdi öğlen yemeğine hazırlanmakta, odanıza yerleştikten sonra sizi yemekhaneye götürmek için dışarıda bekliyor olacağım.”

Kalacağım odada, samanla dolu bir yatak, başucunda küçük bir şifoniyer ile tek kanatlı bir kapısı olan dolaptan başka, yıkanmak için bir leğen ile su konacak kamata bulunuyordu. Yanımda getirdiğim bohçanın içinden çıkardığım Maria Ana ikonunu şifoniyerin üzerine, füzenleri ise çekmecesine yerleştirdikdikten sonra Sergio’nun yanına gittim.

“Gidebiliriz Sergio.”

Birlikte yemekhane olarak kullanılan diğer bir yapıya gittik. İçerisi, düzgün olarak “U” biçiminde sıralanmış masalar ile arka tarafında mutfak kısmı bulunan genişçe bir salon görünümündeydi. Kapıdan girdikten sonra Sergio durdu ve beklemeye başladı. Yemek yemekte olan Rahibelerden birisi oturduğu yerden kalkarak yanımıza geldi, Sergio’ya gidebileceğini söyledikten sonra bana doğru dönerek “Siz Sorella Minokta olmalısınız, lütfen beni takip edin.”

Sessizce Rahibenin adımlarını takip ederken, yemekte olan bütün gözlerin çekingenlikle bize baktığını hissediyordum. Bulunduğu yerden önündeki masadakilere işaret ederek “Sorella Minokta’ya oturacağı bir yer açın.” Rahibeler oturdukları yerde birer kayarak bana yer açtılar. Yerlerimize oturduk. Adının Sgrena Mariella olduğunu söyleyen Rahibenin, koyu renkli başörtüsü ile geniş kollu, beyaz sogettalı kıyafetinden Başrahibe olduğu anlaşılıyordu. Diğerlerinin ise toprak renkli, gevşek kollu ve beyaz önlüklü giysileri ile boyunlarında taşıdığı haç vardı.

Sonra Rahibeler zeytin, peynir, ekmek ve kuru üzüm getirdiler ve yemem için masaya bıraktılar. Sanki iyi pişirilmiş bir domuz eti yer gibi büyük bir zevkle yedim. Diğerleride sessizce önlerindeki yemeği bitirdiler. Başrahibe bana doğru dönerek “Az yemek bol dua, buradaki düsturumuzdur.” Dedikten sonra hep birlikte masadan kalktık.

Yemeklerini bitiren rahibeler, masanın önünde dua edip, yemek yedikleri tabakları yıkanması için mutfağa götürdüklerini görünce bende onları takip ederek, tabağımı mutfağa götürdüm. Yemekhanenin arka tarafında yer alan mutfak, üç bölümden oluşmaktaydı, ilki bulaşıkların yıkandığı, ikincisi yemeklerin hazırlandığı ve sonuncusu ise yemek için gelen malzemelerin yıkanıp, temizlendiği ve hazırlandığı bölümdü. Mutfağa görevli rahibe ile yardımcılar dışında kimse giremiyordu. Yemeğin ardından mutfakta bulaşıklar yıkanıyor, gereken temizlik yapılıyordu. Yemek ve temizlik esnasında da sessizlik gözetiliyor ve gerekmedikçe konuşmaktan kaçınılıyordu.

Rahibelerin, gün içinde her öğle ve akşam yemeğinden sonra rekreasyon adı verilen zaman diliminde, manastırın alt katında bulunan salonda, bir araya gelerek hoş bir şekilde birbirleriyle iletişim kurmaları sağlanıyordu. Rekreasyon, sessizlik içinde geçen günün diğer zamanlarından, iş ve ibadetten sonra tüm rahibelerin bir arada geçirdikleri, gerek bedenen gerek ruhen dinlendikleri, paylaşımda bulunduklari bir zamandı. Rekreasyon bir mola verme zamanı gibiydi ama mutlaka bir işle meşgul olunuyordu. Yemeğin ardından rahibeler birer birer rekreasyon salonuna gelirler, kapıdan girerken selam verirler ve sonra halka biçimindeki oturma düzeninde kendilerine ait yerlere oturarak duygu ve düşüncelerini paylaştıkları, manevi olarak birbirlerini destekledikleri konuşmaları yaparlar ve bu sırada da mutlaka bir işle meşgul olurlardı. 

Bu günde diğer rahibelerle birlikte geçireceğimiz ilk rekreasyon zamanıydı. Salona girdiğimde bende onlarla birlikte selam vererek bana ayrılan yerime oturdum. Halka şeklindeki oturma düzeninden ayrı olarak, salona yerleştirilmiş bulunan kürsüde oturan Başrahibe Mareilla;

“Bu gün, seramik ve çömlek atölyemizde çalışma yapan rahibelerin sanatına katkı sağlayacak eğitimlerde bulunmak üzere, Sorella Minokta cemaatimiz tarafından verilen ortak karar gereği aramıza katılmıştır. Bu eğitimler için Kilisenin izniyle, inziva hayatına yararlı olduğu kabul edilen seramik ve çömlek atölyesinde yapılan çalışmaların niteliğini arttırmak üzere kendi birikimlerini bizlere paylaşacaktır. Herbirini tek tek işaret ederek: İsabella, Rosetta ve Leitia çömlek yapımında çalışan üç rahibedir. Bundan sonraki rekreasyon zamanlarında manastırdaki atölyede olmanız ve eğitim çalışmalarını birlikte yapmanız daha yararlı olacaktır. Bildiğiniz gibi atölyenin tüm malzemeleri manastırın bağışçıları tarafından hibe edilmekte veya dışarıdan satın alınmaktadır. Ayrıca yöredeki toprakta çömlek yapımına uygun olduğundan yine manastır tarafından temin edilmektedir. Başka malzemelere ihtiyaç olursada haber veririsiniz. Şimdi diğer rahibeleri tanıyalım.”

Diğer rahibeler, sırayla ayağa kalkarak isimlerini söyledikten sonra, bende kendi adımı onlara söylüyordum. Bu tanışma seremonisinden sonra Başrahibe;

“Sorella Minokta, kendi aramızda birbirimize bu şekilde hitap ederiz. Artık onlarda sizin için birer Sorella (Kızkardeş) tir. Rekreasyonda genellikle rahibeler el işleri ile uğraşırlar. Bu kişisel kıyafetlerin tamiri olabileceği gibi, manastıra dışarıdan sipariş verilen ve hayatlarını idame ettirmelerine yardımcı olan işler de olabilir. Genellikle düşük bir meblağ karşılığında, manastıra getirilen bir kıyafetin dikimi veya tamiri bir rahibe tarafindan yapılır ve bahsi geçen meblağ manastır için ortaklaşa kullanılır. Rekreasyon aynı zamanda çok yönlüdür. Koşullar uygun olduğunda sadece rekreasyon salonunda değil, bahçede de gerçekleştirilebilir. Tüm bunları bilmeniz için anlatıyorum. Ayrıca liturjik takvime göre kutlama yapılan günlerde de yemekhanede yemek yiyerek ve sohbet ederek rekreasyon gerçekleştirilebilir. Amaç, hem kaliteli zaman geçirmek hem de maddî ve manevî üretkenliği korumaktır.”  

Başrahibe, oturduğu kürsüden aşağı inerek; çan sesinin dua zamanının geldiğini hatırlattığını söyledikten sonra, hep birlikte Kiliseye gidilerek duaya başlandı.

Bu ibadetler, Lodi yani sabah duası, üçüncü saat (Terza), altıncı saat (Sesta), dokuzuncu saat (Nona), akşam duaları (Vespri), okumalar uygulamasi (Ufficio delle letture) ve yatsı duası’ndan (Compieta) oluşuyordu.

Yatsı duasında ise rahibelerin üzerine kutsal su serpiliyor ve yatsı duası yapıldıktan sonra sabah duasına kadar sürecek olan katı bir sessizlik uygulaması başlıyordu.

“Si suus ‘nice Disputatio de aliquid, quod suus’ deformem esse quietam, ut quietam et illud bonum de quo non is turpis. (Bir şey hakkında konuşmak güzelse, susmak çirkindir ve hakkında konuşmanın çirkin olduğu yerde susmak daha iyidir)” sözünden hareketle, sessizliğin manevi hayatın önemli kurallarından biri olduğu kabul edilmekteydi. Ancak burada sessizliği bozan şeyin olağan sözlerin değil, kötü sözlerin olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle, konuşmakta olduğu kadar, sessizlikte de itidal üzere olmak gerekiyor. Çünkü sessizliğin bir suskunluk hali olmadığı açıktır.

Gün içerisinde bende suskun kalarak, özellikle cemaate yeni katılmışlığımı göz önüne alarak, diğer rahibelerle birlikte hareket ettim. Akşam yemeğinden sonraki günün son rekreasyon zamanında, Başrahibenin yanına giderek, alçak bir sesle benim de bir rahibe kıyafeti giymem gerkecek mi? diye sordum. Aynı şekilde oda benim kulağıma doğru eğilerek alçak bir sesle;

“Hayır, rahibelerin giydiği kıyafetler kutsanarak kendilerine olan aidiyetleri belirlenmekte, oysa sizin buradaki mevcudiyetiniz rahibelik değil, eğitmenlik adına, ayrıca sizin kısa bir süre önce eşinizi kaybetmiş olduğunuzu da biliyoruz, yani kutsal rahibe kıyafeti giymeniz gerekmiyor.”

“Doğrudur, ancak ben buraya gelirken sadece üzerimdeki giysiler ile geldim. Her ne kadar bende, cemaate bir Novitiate olarak bağlı olsamda, manasır adına kutsal yemini etmiş olmadığımdan haklısınız. Yinede diğerlerinden ayrı bir giysi edinebilir miyim?”

“Bir kat elbise için söz veririm. Rahibeler senin için dikeceklerdir. Senin bir Novitiate olduğunu bilmiyordum ama Cenova’da, Santa Caterina Kilisesinde bir eserinin olduğunu biliyordum.”

“Nasıl yani, nerden biliyosunuz efendim?”

“Sen ve senin eserlerin cemaatimizce takdir görmeselerdi, zaten senin burada bir işin olamazdı değil mi?”

“Kusura bakmayın efendim haddimi aştım galiba.”

“Hıristiyanlıkta sevgi çok önemli bir yere sahiptir; dolayısıyla Tanrı insanları sevgiye davet eder, bütün canınla, bütün gücünle ve bütün aklınla seveceksin. Sende sanatını böyle sevmiyor musun? Senin sınırlarını ancak Tanrı ve ondan sonra sanatın belirler. Bizlerin asla ve asla böyle bir takdir yetkisi olamaz.”

Kutsal okumalar ve tüm okuma pratiği ruhun beslenmesini sağlıyordu, özellikle kuraklık olarak tabir edilen sıkıntılı ve zor dönemlerde, manevî hayat bu okumalar sayesinde idame etmekteydi. Benim için bu zamanlarda çok değerliydi. İçsel duanın, Tanrı ile yapılan dostça bir görüşme olduğuna inanıyor ve odamda yalnız kaldığım zamanlarda, karanlık gecelerimin aydınlatıcı gücü olarak görüyor, rahatlıyordum.”

Yeni bir günün ilk ışıkları henüz belirmeden, rahibelerin kaldıkları evlerden dışarı çıkarak kiliseye doğru sırayla yürüdüklerini gördüm. Rahibelerin karanlıkta taşıdıkları fenerler ile peşpeşe yürümeleri yıldız kurtlarını andırıyordu. Benimde sabah duasına gitmem gerekir mi diye içimden geçirdim ama Başrahibenin söyledikleri aklıma gelince odamda kalıp, sabah duasını Kutsal Maria ikonu önünde yapmamın daha doğru olacağına karar verdim.

Gün ışımış ve rahibeler sabah duasını bitirip yemekhaneye doğru yürürlerken bende aceleyle odamdan çıkarak peşlerine takıldım. Yemekhaneden içeri girildiğinde içerideki haçın önünden saygı gösterecek şekilde geçerek masanın önünde beklemeye başladık. Herkes yerini aldıktan sonra haç çıkartarak yemek duasını okuduktan sonra yerlerimize oturduk. Yemekten öncede İncil’den parçalar okunduktan sonra kısa bir sessizlik oldu ve mutfakta yemekleri dağıtmakla görevli olanlar, öncelikle Başrahibe’ye sonrada diğerlerine kıtır ekmek, yumurta ve kuru üzüm şurubundan oluşan yemekleri dağıtırken Başrahibe’nin işaretiyle, görevli olan bir rahibe tarafindan okuma yapılmaya başlandı, bu rahibe diğer rahibelerle beraber yemek yemeye başlamaz, okumayı bitirdikten sonra yemeğini yerdi. Bu okuma yapılırken diğer rahibeler sessizce yemeklerini yiyerek, dinlerler. Belli bir süre okunduktan sonra Başrahibe uygun gördüğünde, küçük bir jest ile bardağa kaşığı vurarak okumayı sonlandırırdı. Okumalar genellikle tarikata bağlı olan misyonerlerin yazıları veya liturjik takvime göre içinde bulunulan zaman diliminin önemini vurgulayan metinler olurdu.

Manastırda bir günün programı ise şu şekildeydi:

Kalkış

Sabah Duası (Lodi)

İçsel Dua (Orazıone)

Evharistiya

Üçüncü Saat (Terza) – Kahvaltı – Çalışma

Kutsal Okuma (Lectio Divina)

Altıncı Saat (Sesta) – Öğle Yemeği – Rekreasyon

Dokuzuncu Saat (Nona) – Hücreye Çekilme – Sessizlik

Çalışma

Akşam Duası (Vespro) – İçsel Dua (Orazione)

Akşam Yemeği – Rekreasyon

Okumalar – Yatsı Duası (Compieta)

Manastırın gündelik programa göre, benim uygulayacağın sanatsal eğitim programım ise, çömlek atölyesinde yapılan çalışma zamanlarında yani Başrahibenin izniyle öğle yemeklerinden sonra ve akşam duasından önceki zaman içerisinde olabilirdi. Bende programımı buna uygun şekilde ayarladım ama öncelikle Başrahibeye de bunu açıkladıktan sonra, yine onun izniyle dua zamanlarına katılmayarak vaktimi atölyede kendi çalışmalarıma ayırabilecektim. Dua zamanlarına katılmam için bir kısıtlama yoktu, istediğim zaman diğer rahibelerle birlikte dualara katılabilirdim.

Başrahibe ile rahibeler, Kutsal Okuma zamanı için Kiliseye’ye doğru giderlerken, bende çömlek atölyesine yönlenmeden önce, görevli Sergio’yu bulmak üzere Kilisenin yanından dolanıp, görevlilerin kaldığı yapıya doğru yürüdüm. Yiyecek ambarının önünde rastladığım Sergio’ya;

“Beni çömlek atölyesine götürebilir misin?”

“Çömlekhaneye mi gitmek istiyorsun? Bunu başrahibeye söylemem ve anahtarını almam lazım.” diyerek Kiliseye doğru hızlandı, biraz sonra dışarıda onu beklerken, asma kilidin anahtarını uzaktan bana göstererek;

“Beni takip et!”

Sergio’nun arkasında yürürken, duyabileceği bir sesle;

“Buradaki tek görevli sen misin Sergio, yoksa başkaları da var mı?”

“Benden başka, yemek işlerinde ve temizlik işlerinde görevli kadınlarda var, onlar bazen çamaşır yıkar, bazen hamam kısmında su ısıtır, arada sırada da alış veriş için dışarı çıkarlar.”

 “Ne kadar zamandır buradasın?”

“Çok fazla sayılmaz ama buranın girdisini çıktısını bilecek kadar eski sayılırım, herhalde sende bunu merak ediyorsun?”

“Pek öyle denemez, daha çok buradaki yaşamı iyice öğrenmek için diyelim ama yinede merak etmiyorum diyemem doğrusu.”

“Başrahip Baltassare pek ortalıkta olmaz, Rahip Mauro ise genellikle buradaki düzenden, manastır dışındaki işlerden ve akla gelebilecek herşeyden sorumludur. Rahip Gerardo ile Uberto daima Kilise’de bulunurlar ancak gece yatmak için kaldıkları yere giderler. Başrahibe Mariella’yı zaten tanıyorsun, manastırdaki rahibelerin bütün sorumluluğu ona aittir.”

Çömlek atölyesine, çömlekhane demek benim de hoşuma gitmişti. Çömleknaneye doğru yürüken etramızdaki ağaçlara ve çiçeklere şöyle bir göz gezdirerek;

“Bahçenin bakımını da sen yapıyorsun değil mi Sergio? Ne kadar da güzel yapmışsın bahçeyi.”

“Doğru, bahçe işleri de benden sorulur, yeşil otları, çiçekleri sular, zamanı gelince budar, düşen yaprakları toplar ne gerekirse yaparım, bahçenin esas düzenleyicisi ise Rahip Mauro’dur. Mevsime göre ekilecek çiçekleri o seçer. Hoş buralarda pek fazla çeşit yoktur ama yinede ona sorulmasından hoşnutluk duyar.”

“Bu mevsimde bahçede hangi bitkiler olur?”

“Kiliseye doğru giden yolun iki yanı ve Başrahibin oturduğu yerin etrafı taflanlar ile çevrilidir. Bahçede gördüğün ağaçlar ise; melez servi, mimosa, ginepro ve tiglia. Çiçekler ise sardinia, lavanda ve begonia.”

“Elinin her yere değdiği belli.”

“Benim değil ama Tanrı’nın elinin değdiği, ıhlamurların, mimosaların, lavandaların çiçekleri açtığında daha iyi anlaşılır.”

“İşte geldik, çömlekhane burası. Kapıyı açana kadar bekleyin.”

Segio, kapıyı açtıktan sonra bana içeri girmem için yol verdi. İçerisi sabah güneşinin çok fazla düşmediği, yemekhane ile mutfağın da ötesinde yeralıyordu. Sanırım çömlekhane inşa edilirken buna dikkat edilmişti, zira seramik ve çömlek hamuru güneşi pek sevmezdi. Atölyelerin genellikle karmaşık bir görünümü olurdu ama karşımda son derece düzenli bir atölye bulunuyordu. Büyük bir tezgâh, hamur yapılan tekne, dinlenmeye bırakılmış değişik formdaki vazolar, çömlek çeşitlerinin sıralandığı birkaç katlı büyükçe bir raf. Yan yana sıralanmış el aletlerinin üzerinde parmağımı gezdirirken; Tanrı’nın yarattığı dünyanın tam tersi olan bir dünyadaki yaşama dokunduğumu hissediyordum.

24. Bölüm

Gözlerimi dikip baktığımda, çarpan kalbindeki sesin yeğinliği, manastırın sessizliğine zarar veriyordu. Oysa tam da şu anda sessizliği bozmak ve konuşmak, manastırın sessizliğine daha az zararlıydı.

“Sen, rahibe Letitia olmalısın yoksa karışıtıryor muyum?”

“Evet, Letitia benim, beni herkes çok iyi tanır. Öyleki, bir gören bir daha unutmaz, çoğu da bir kez daha görmek istemez.”

“Neden kendin için böyle kötücül sözler söylüyorsun?”

“Neden mi, senin gözlerinde benimkiler kadar kör galiba?”

“Göremediğim ne var ki?”

Letitia, ellerini bana doğru uzatarak;

“Ellerime, iyi bak!”

Sonrada, hiç açmadıkları başörtüsünü açarak;

“Şimdi daha iyi gördün mü?”

Karşımda, başı yarı açık duran genç bir kadının, yaşlanmadan solgunlaşmış ipek kadar ince ve beyaz saçlarına, kırpıştırarak baktığı donuk renkli gözlerine, ellerini sarmış lekelere daha fazla bakmamak için;

“Gördüm işte, gördüklerim seni bir kadından ne azı, ne de fazlası yapmaz.”

“Öyle mi dersin? Ya seninle alay etseler, aşağılasalar, sihirli güçler tarafından damgalanmış olarak görseler, arkandan cadı deseler ne yapardın? Yine aynı şeyleri mi söylerdin, benim sizden ne farkım var diye mi sorardın? Hatta bir köşe başında üzerine saldırsalar, lanetli cadı diye kovalamaya kalksalar, ya o zaman ne derdin?”

“Hadi ört başörtünü, ben göreceğimi gördüm.”

Konuşmamız sonlandığında atölyeden içeri giren iki rahibeden ilki;

“Ben, İsabella.”

“Ben de Rosetta.”

“Demek, çömlek atölyesinin sanatçıları sizlersiniz?”

“Çamur hazırlamak, yoğurmak için ve yardıma gereksinim duyduğumuzda başkaları da gelirler ama esas bizler, burada topraktan yapılan işlerin yaratıcıları sayılırız.”

“Burada bulunma nedenimi bildiğinizi sanıyorum. Yaratacağınız işlere sanatsal olarak katkıda bulunmak. Bilmediğiniz taraf ise; buraya gelerek bir rahibe olmayı hiç düşünmediğim ve Tanrı’ya ait olan tüm canlıların yaşam haklarına, kendini Tanrı yerine koymaya kalkan başka insanlar tarafından karışılmasını, kısıtlanmasını, kurallar konulmasını kabul edemediğim tarafıdır. Şimdi bunuda öğrendiniz. Sizlerinde bana neden burada olduğunuzu anlatmanızı istiyorum tabii ki, sizde isterseniz.”

Letitia;

“İstersen kaldığım yerden devam edeyim.”

“Başla bakalım, öykünü bizlere anlatmaya. Biliyorum, burada bulunan herkesin bir öyküsü vardır içinde taşıdığı, yoksa burada ne işleri olurdu?”

“İsbella ile Rosetta, benimkini biliyorlar, senin de bilmende beis yok. Öykümün başını dinledin, devamı ise şöyle; Cinque Terre’de yaşayan küçük bir çocukken, babam bana sayı saymayı öğretti. Çocuktum ve eve her gün bir çakıl taşı getirerek bahçede açtığı çukurun içine atmamı söyledi. Her gün sabah kalktığımda bir çakıl taşı bularak çukura atıyordum, bir zaman sonra çakıl taşları çoğaldı, babam şimdi bunları birlikte sayacağız dedi. İlk taşı aldı, uno, diğerini aldı due, tre, quattro, cinque, sei, sette, otto, nove, davanti, undici, dedici… Böyle devam etti ve trenta dediği zaman durdu. Sonra hepsini tekrar çukura attı, çukurun yanınada büyükçe bir taş koydu. Şimdi, dedi çukura attığım taşların bir tanesini her gün geri çıkartacak, bittiğinde yeniden çukura atacaksın ve her seferinde şuradaki büyük taşın yanına bir tane daha koyacaksın, anlaşıldı mı? Çok iyi anlamıştım. Kış oldu, yaz oldu ben yine, her gün otuz tane taşla çukuru doldurup boşalttım ama her seferinde bir büyük taşı daha ötekilerin yanına koydum. Bir gün babam yine bahçeye yanıma geldi. Say bakalım kaç tane büyük taşın oldu. Saydım, dodici dedim. Güzel, işte şimdi bir yaş daha aldın dedi ve kaç olduğunu gösterdi. Bir büyük taşın yanına otuz tane küçük taş koydu, gennaio dedi, büyük taşın yanına bir tane daha koydu, febbraio, bir tane daha ve büyük taşlar bitene kadar geri kalanlarıda saydı ve işte bir yıl böyle meydana geliyor dedi. Ve ben her günü saymaya başladım ve tam yirmi yılı tamamladığımda, sahildeki vadinin iki yamacında yükselen kayalıklardan kendimi denize atmak istiyordum. Yaptığımın doğru olacağına inanıyordum, karar vermediğim şey ise; kutsal olanın, insanda kişisel olmayan yanı olmasıydı. İnsanda kişisel olmayan her şey kutsaldı ve tek kutsal buydu. İşte yoldan geçen biri; uzun kolları, mavi gözleri, bihaber olduğum ama belki de basmakalıp düşüncelerin geçtiği bir zihni var. Benim için bütünüyle kutsal olsa da her bakımdan ve her açıdan kutsal değildi. Kollarının uzun, gözlerinin mavi, düşüncelerinin belki de sıradan olması itibariyle kutsal değildi benim için. Peki, insanı kutsal yapan şey kişilik değilse, neydi? Bebeklikten mezara kadar, her insan evladının yüreğinin derinliklerinde, işlenen, maruz kalınan ve tanık olunan cürümün deneyimine rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti vardır. Her insanda kutsal olan, her şeyden önce, işte bu beklentiydi. Gördüğüm bunca kötüğün ardından yine de bu beklentim olduğuna inancımı yitirmedim. Bir süre sonra ailemle birlikte, babamın işleri için önce Smyrni’ye gittik, oradan da, Konstantinopolis’e. Bir süre burada kaldık, iyilik beklentim hiç dinmemişti. Burada yönetici sınıfından Alexios Doukas’ın Selymbria’da inşa ettirdiği bir manastırdan söz edildiğini duydum ve aklıma düşen ilk şeyi, aileminde izniyle yaptım. Gördüğün gibi şimdi de burdayım.”

“Kötülüğe karşı çığlık atan tek parçamız, kalbimizdir. Kutsal olan yanımız, ifade özgürlüğüne ihtiyaç duyan yanımızdır fakat meramını anlatmayı beceremediğinden, özgürlük onun için anlamlı değildir. Yaşantımızda konuşması gereken tek yanımıza, susmak öğretilmiştir. Tek sorun ifade özgürlüğü de değildir, bu “zayıf ve beceriksiz çığlığın” duyulması için sessizliğe yer veren bir rejim gerekir. Gerçek hayatta ise, tek derdi hükmetmek ve iktidarlarını muhafaza etme isteyenler, bu çığlıkta gürültüden başka bir şey duymaz.”

“Letitia’yı dinledik, şimdi sen anlatacak mısın İsabella?”

“Letitia ve Rosetta ile aynı yerlerden geldik biz, Manorola’da uçurumun üzerinde kurulu Riomaggiore köyünden geldim bende. Evdeki saflığı ve ahlakı savunuyorum, ancak insanların “günah” üzerine koyduğu değerlerle suçlandığı o kadar çok şey var ki, kendi yarattığı değerler üzerinden kurbanlarına bulduğu çare, sürgünler ve zindanlardan başka bir şey değil. İnsanların tavırlarını değiştirmesi için “O” nun zamanında olduğundan daha fazla neden yok mu? Günahı haklı çıkarmak istediğimden değil, adaleti yerine yerine getirmek istediğimden ve sonunda kötülüklerle daha çok ve kadınla daha az savaşmayı öğrendiğimizden.”

“Çocuklara tabii ki akıllıca ve doğru şekilde kötülüğün ne olduğunu öğretmemiz gerektiğine ben de inanıyorum. Bende burada bulunma nedenimi anlatmak isterim; babam La Spezia’ın kuzeyinde yaşayan, orada bulunan üzüm bağlarında çalışan bir köylü olduğunu ve oradaki üzümlerin tadının hiçbir yerde olmadığını anlatıp dururdu. Nasılsa bir gemici olmaya karar vermiş ve buralara kadar gelmiş. Geldiğindeyse kendi yaşadığı yere çok benzediğini ve üzümlerininde hemen hemen aynı tada sahip olduklarını görünce burada kalarak gemiciliği bırakmış. Deniz kıyısına giderken bazen benide yanında götürüdü, esen rüzgârı koklar bana; bu rüzgârı iyice içine çek Rosetta, bu rüzgârın kokusunda, La Spezia’nın kokusu var, derdi.

Deniz kenarına ne zaman gelsem, babamın dediğini yaparak rüzgârın kokusunu içine çekerim ve kadının yaşamda hak ettiğiği yere kavuşabilmesinin yolunun, kadına ayrımcılık içeren mevcut dini öğretilere kadının da dâhil edildiği bakış açısıyla yeniden yorumlanmasından ve geleneksel önyargıların kırılmasından geçtiğinin kokusunu alırım. La Spezia’daki ve heryerdeki önyargıları kırmanın kokusunu duymak.”

“Sözleriniz beni hayrete düşürdü! Buradaki rahibelere, sanatın diliyle kadının yerinin yeniden tanımlanmasın, dini öğretilere kadınında dâhil edildiği bakış açısından yeniden yorumlanmasının yollarını anlatabilmek için geldiğimi sanıyordum oysa görüyorum ki; benim size değil, sizin bana öğretecekleriniz var.”

“Kardeşlerim adına konuşabilim miyim?”

“Bir itirazları yoksa Letitia.”

“Kardeşlerimle üstesinden gelmeye çalıştığımız şey yeni bir maneviyat anlayışını ortaya koymaktır. Bunu yapabilmenin yolunun da kutsal metinlerin yeniden sorgulanması ve kadın bakış açısı getirilerek yeniden düzenlenmesi neticesinde olacağına inancımızdır. Bunun için bir manastırdan daha uygun bir yer olabilir mi?”

“Bunu nasıl yapabilmektesiniz, diğer rahibeler sizi nasıl görmekte?”

“Kardeşlerimle, birbirimizi tamamlıyoruz. Bizim için en uygun yerin çömlekhane olduğuna karar verdik ve burada göstermelik bir şekilde çömlekler yapıyoruz. Tabi sonuçlar korkunç oluyor; işte bunu daha iyi yapabileceğimizi göstermek, sanki ustaca çömlekler yapmak gibi bir isteğimizin olduğunu başrahibeye bildirdik ve sonunda buraya gelebildiniz.”

“Yani amacınız çömlek falan yapmak değil. Bir şeylerin, olması gibi olmadığını fark ettim ve bunu da manastırın düzeninde aradım. Bu kadar düzenli ve tertipli bir atölye zaten olamazdı.”

“Haydi, Minokta’ya gösterelim nasıl çömlek yaptığımızı!”

Gerçekten de çömlek yapmak için kollarını sıvayacaklarını sandım. İsabella, içinde çeştili malzemerin bulunduğu bir dolaptan çıkarttığı parşömenleri bana verdi. Bunları okumanı istiyorum dedikten sonra, diğerleride çömlek hamurunun bulunduğu tekneden aldıkları çamurları çalışma tezgâhının üzerine bıraktılar. Önce, şekil veriyormuş gibi çamuru mıncıklamaya başladılar, sonrada etrafı biraz karıştırıp içerisinin tertipli görünümünü biraz dağıttılar. İçeri biri girecek olsa, göreceği şey çömlek yapmaya çalışan rahibelerden başka bir şey olmayacaktı. İsabella’nın elime tutuşturduğu parşömenleri aceleyle okurken kendimi sanki suç işliyormuşum gibi hissettim. Oysa bir manastırda kutsal metinleri okumaktan başka, daha doğal ne olabilirdi ki?

Parşomenlerin bir kısmını okumuştum ki;

“Sorella Minokta, kızkardeşlerim ve ben kutsal inançların kadın karşıtı öğretilerini değil, kadın gözü ile yeniden yazılan öğretilerini oluşturmaya çalışmaktayız. Bir diğer ifadeyle, bunu yapmak istememizdeli temel nokta, kutsal kitaplarda yer alan kuralları yok saymak yerine, onları erkek bakış açısıyla yapılan yorumlardan arındırarak, asıl kaynaktan doğru bakış açısıyla yeniden yazmaktır. Böylelikle, Tanrı’ya dair erkeksi dilin kullanılması gibi, erkek egemenliği ile kadının ikinci plana atılmasını, erkeklerin kadınlardan daha çok Tanrı’ya benzediği düşüncesini, toplum ve kiliselerde sadece erkeklerin Tanrı’yı temsil edebileceği görüşünü, kadınların Tanrı tarafindan erkeklere tabi olmaları için yaratıldığını, dolayısıyla da tabi olmayı reddetmenin günah olduğu düşüncesi gibi teolojideki bazı yaygın inançları sorgulamaktır. Kadınların kutsal karşısında kendi ıstıraplarını, mağduriyetlerini, hayat mücadeleleri, salahiyetlerini ve yaşam tecrübelerini yansıtan yeni hikâyeler yazabilmeleri gerekmekte. Sonuçta; Hristiyanlık ile ilgili yeni bir yorumun ortaya çıkma veya çıkarılması ihtimalidir. Geleneksel ve kurtuluş merkezli bir yaklaşımdan ziyade, yaşam merkezli bir yaklaşım, daha adil bir toplumun oluşturulmasına zemin hazırlayacaktır.”

“Leitita, bunun adını “Kadın İncil” koydu.”

“Konstantinopoliste, sahip olduğum çini atöleyesini duydunuz mu, bilmiyorum? Eğer duyduysanız, başıma nasıl geçirildiğini de biliyorsunuzdur. Eğer bilmiyorsanız da o halde bilin ki; bir “Kadın İsa” adlı mozaikten ötürüdür. Bu onların taşıyamayacağı kadar ağır bir yüktü ve heryeri kırıp döktüler. Dikkat edin “Kadın İncil” adı çok cüretkâr bir seçim, çömlekhaneyi bir daha göremeyebilirsiniz.”

“Sorella Minokta, biz bunun üzerinde uzun zamandır uğraşıyoruz. Burada kalabileceğiniz belli olan süre sonuna kadar yazımı tamamlamaya çalışacağız. Şunu açıklamak durumundayım, yazdığımız “Kadın İncil” i manastırdan dışarı çıkaracak ve kardeşlerimize ulaştıracak kişinin siz olmasını istiyoruz. Sizinle varmak istediğimiz yer aynı, gittiğimiz yolların farklı olmasının bir önemi yok. “Kadın İsa” ne diyorsa “Kadın İncil” de aynı şeyi söylemiyor mu?”

“Yazımı, burada bulunacağım süre içinde tamamlamanız için size her türlü yardımı yapmaya hazırım. Zaman kazanmak için belki başka yollarda bulabiliriz. “Kadın İncil” in manastırın dışına çıkacağına dair size söz veririm.”

Çan sesi duyulunca, çömlekhanenin dağınıklığı hızla ortadan kaldırıldı, malzemeler dolaba yerleştirildi, parşömenler iyice gizlendi. Etrafa şöyle bir baktıktan sonra sırayla dışarı çıktık. Çan sesini duyan Sergio’da çömlekhaneye doğru geliyordu.

Rosetta’yı takip ederek yürürken, başını arkaya doğru dikkatlice çevirip alçak bir sesle; Sergio bizim adamımızdır, ona güvenebilirsin, dedi. Buradaki havaya yavaş yavaş alışmaya başlıyordum.

İçeriye biri girecek olsa, beni bir gölge sanabilirdi.  Üçüncü saat sonrası çömlekhaneden içeri sessice giren Sergio, malzemelerin durduğu dolabın kapağını açarak, uzaktan fark edebildiğim kadarıyla üzerinde gizlediği bir tomar parşomeni bıraktıktan sonra yine geldiği gibi sessizce dışarı çıktı. İçimde bir kötülük olmaksızın, dikkat çekmeden onu izlerken, ortaya çıkıpta kendimi göstermek istemedim.

Biraz sonra rahibeler geldiler, gördüğüm şeyi onlarada söyledim. Meraklanmamamı, haberleri olduğunu, Segio’nun bu gibi işlerde yardım ettiğini, onsuz bu işi yürütmelerinin imkânsız olduğunu anlattılar.

“Sizler bu işi nasıl yürütüyosunuz bakalım, bana bütün bunların ne anlam taşıdığını açıklayacaksınız değil mi?”

Birisi sözü alıyor ve sonra diğeri devam ediyordu;

“Hem de en baştan itibaren. Sorunun kaynağı, erkek merkezli görüşle geçmişte yazılmış dini metinlerde yatmaktadır. Bu noktada en önemli mesele, aslında dinin kadın hakkında ne öğrettiği değil, kadının henüz kendini anlaması ve tanımasına fırsat verilmeden, din tarafından eş ya da annelik ile vasıflandırılmasıdır.”

“Devam edin, benimde yeni fikirlere ihtiyacım var.”

“Yaradılışın getirdiği farklılıklardan kaynaklanan önyargılar kadın ve erkeğin rolleri etkilemekte, bu faklılıklara atfedilen değerler kadını zayıf, aşağılanan ve yetersiz olarak tanımlarken erkeği koruyucu, üstün meziyetli ve lider olarak tanımlamakta. Doğurganlık özelliklerinden ve yapılarından dolayı kadınlar dayanıksız, güvenilmez, değişken olarak tanımlanmışlar. Ayrıca günahkâr, şeytani, baştan çıkarıcı olarak görülmekteler. Dahası, erkek ya da din otoritesi altında bulunmuyorlarsa, zapt edilemeyen olarak addedilmişler. Kadınlar, erkeklere boyun eğdikleri sürece işe yarar olarak düşünülmüşler ve saygı görmüşler. Burası tamda işin özü sayılır; Yahudiler, sabah dualarında: “Beni kadın yaratmayan Ulu Tanrı’ya, bizlerin ve bütün dünyanın Yüce Efendisi’ne şükürler olsun!” derler; eşleri ise aynı anda, boyun eğişle: “Beni dilediği gibi yaratan Rabbime şükürler olsun” demektedir.”

 “Yasaları yapıp bir araya toplayanlar erkekler olduğundan, kendi cinslerini gözetmiş, böylece hukukçular yasaları değişmez ilkeler haline getirmişlerdir. Yasa koyucular, din adamları, felsefeciler, yazarlar, bilginler kadının bağımlılığının kabul görmesi için bu durumun Tanrı’nın hoşuna gittiği ve yeryüzünde çok yararlı olduğu fikrini benimsetmek ile canla başla uğraşmışlar, kendi hazırladıkları dinlerde de kendi egemenlik isteklerini yansıtmışlardır.”

“Din, bilindiği üzere insan yaşamını düzenleyen temel olguların başında gelmektedir. Önyargılar, kadın-erkek arasındaki uçurumu açarak bir arada olan yaşamın sorunlu yürümesine neden olmakta, kadın-erkek arasındaki ilişkiyi bir iktidar ilişkisine dönüştürmektedir. Yaşamdaki hiyerarşik yapının kutsallık katılarak meşrulaştırması için dinsel öğretiler kullanılmaktadır.”

“Hıristiyanlık ve Yahudilik erkekler dünyasını yansıtan dinler olup, Tanrı erkek olarak temsil edilmektedir. Eski Ahitte erkekler Tanrı’nın oğullarıdır, İncil’de ise Teslis inancı (baba, oğul, kutsal ruh) dinin ana sembolü olup, kadına bu noktalarda hiçbir rol biçilmemektedir.”

“Teoloji, erkeklerin toplumu içinde yaşayan, erkeklerin oluşturdukları eserlerdir. Eğer kadınlar da bu eserlerin oluşumuna katkıda bulunursa, teoloji farklı bir şekil alacak ve kadınların önündeki geleneksel yargılar zamanla kırılacaktır.”

“Anlaşılan, tahrifata uğrayan dini öğretilerde kadınlara dönük düzenlemeler yapılması gerekliliğidir. Artık inanç sistemlerinde kadın ayrımcılığını işleyen dini öğretilere de el atma zamanının geldiğini işaret etmektesiniz.”

“Tamda söylediğin gibi, Sorella Minokta; kadınların birbirlerini ezmeden kendi varlıklarını ortaya koymaları ve “kız kardeşliği” güçlü kılmaları, başarıya ulaşabilmelerinin ilk adımıdır.”

25. Bölüm

Uyandığımda, sabah duası çanı henüz çalmamıştı. Leititia odasında değildi, belli ki çok erken kalkmıştı. Herkesten önce dua için kiliseye girdiğimde, onun yazı salonunda olduğunu gördüm. Duam bittiğinde yanına giderek birkaç adım gerisinde durdum, rahiplerin çalışmalarını inceliyordu. Kafasını kaldırıp bana baktı ama sessizlik zamanı dolmadığından, önündeki kitabın açık duran sayfasını okumayı sürdürdü. Başrahibenin izni olmadan yazı salonuna yaklaşmak dahi mümkün olmadığından, Leititia’nın da buraya izinsiz girdiğini sanıyordum. Sabahın ilk çan sesi duyulduğunda hızla odadan çıktı. Yanımdan geçtiğinde, beni takip et anlamında bir işaret yaptı. Alaca karanlıkta dışarı çıktığımızda, kilisenin arka tarafındaki yöne doğru, görevlilerin kaldığı yerin önünden koşar adımlarla geçerek, duaya giden rahibelerin arkasında sıraya girdik. İkimizde nefes nefese kalmıştık, başrahibe kilisenin kapısında durmuş içeri girenlere dikkatlice bakıyordu. Hepsi içeri girdiğinde bana, senin burada ne işin var der gibi, dik bakışlarını çevirdi. Arkasından bende duada bulunmak üzere içeri girdim.

Bütün ritüel tamamlandıktan sonra, çalışmaya devam etmek üzere çömlekhaneye yöneldim ama ondan önce Sergio’yu bulmam lazımdı. Sonra, aklıma geldi ki, bu zamanlarda yemekhanede olması gerekirdi. Yemekhaneye gittiğimde düşüncemde yanılmadığımı bir kez daha anladım. Yanıma, masaların üzerinde duran fırından yeni çıkmış ekmeklerden birini gizlice aldıktan sonra, Sergio eşliğinde çömlekhaneye geldim. Bu sefer yapmak istediğim mozaikten bir ikonun taslaklarını hazırlamaya başladım. Oluşturduğum yeni görüşlerden esinlendiğim bir ikondu bu. Burası, sanki akortsuz seslerin yükseldiği bir kilise korosunu aratmıyordu. Şimdi de öyle bir ikon yapmaya heveslenmiştim ki, belki de bu akortsuz seslerin en kulak tırmalayanı olacaktı.

Leititia, sabah ketum davrandığının aksine, şimdi, her şeyi bilme hakkına sahip olarak araştırma yapan rahiplerin, sayfaları açık kalmış Eski Ahit’teki yazılı yaradılış metinlerinden okuduğu iki hikâyedeki zıtlıkları anlatmaya çalışıyordu.

Kadınların kendilerini ilgilendiren her konuyu, kadınlar olarak başarması gerektiğini kabul ediyordum ve Leititia’nın ortaya koyduğu zıtlığın, Kadın İncil’in de insanı sıkı sıkıya saran başlangıç hikâyesi olduğunu görüyordum.

Yaradılış metinlerinde zıtlık arz eden iki hikâye vardır:

İlkine göre; kadın ve erkek aynı zamanda ve Tanrının suretinde yaratılmıştır. Tanrının sureti erkek ile bağdaştırılmamış, tüm insan ırkı Tanrı suretinde yaratılmıştır. Kadınlar, yaratılmış düzende bütünün bir parçası olmuşlardır. Erkeğin veya kadının diğeri üzerinde hâkimiyeti yoktur.

Fakat en iyi bilinen ikinci rivayete göre ise; Tanrı’nın kadını, erkeğin kaburgasından yarattığıdır. Bu bölümde kadının yaradılışının tek nedeni, erkeğin yalnızlığını gidermek içindir. Erkeğin önce yaratılmış olmasının kabul görmesi, kadının sonradan gelen olarak itaatkârlığını meşrulaştırmaktadır. 

Aziz Pavlus’tan bu yana pek çok Hıristiyan teolog bunu iki şekilde kullanmıştır.

İlki“…Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı…”

İkincisi ise; ‘…Çünkü önce erkek, sonra kadın yaratıldı; aldatılan da erkek değildi, kadın aldatıp suç işledi…’

Birbiri ile zıtlık arz eden bu iki yaradılış kıssasını bir noktada birleştirme arzusu vardır. Kadın ve erkeğin Tanrı’nın suretinde yaradılış anlayışı, cennetten kovulmadan önce insanoğlunun mükemmel durumunu tasvir eder.

Hazreti İsa aracılığı ile bu durumu tekrar kazanmak mümkündür. Çünkü İsa, insanların günahlarına kefaret olarak kendini kurban etmek için yeryüzüne inmiştir. İnsanoğlunun cennetteki durumunu tekrar kazanabilmesi için kötülüğe katlanmıştır. ‘…Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle, ne özgür, ne erkek, ne dişi ayrımı var. Hepiniz Mesih İsa’da birsiniz…’ İsa’nın ışığı altındaki dönemde erkek hâkimiyeti ve tüm ırkçılık oluşumları günah olarak görülmüştür. İsa tarafından sunulan kefaret, ayrımcılığı tersine çevirmiş ve tüm insanları Tanrı’nın önünde yeni bir statüye kavuşturmuştur.

Hıristiyanlığın ilk zamanlarında eşitlikçi yaşam tarzını benimsemiştir. Havariler,  ilk kuşak kadınların ev kiliselere dahi başkanlık ettiğini belirtmektedir. “…Petrus olanların farkına varınca, Markos diye tanınan Yuhanna’nın annesi Meryem’in evine gitti. Orada birçok kişi toplanmış dua ediyordu…” İlk dönemlerde, özellikle köleleri ve kadınları ev kiliseleri cezp ederdi. Hıristiyanlık anlayışına göre, ev kiliseleri kurumsal olarak yeni bir aile olmanın ifadesiydi. Bu uygulama erkek merkezli aile değer sistemine tezat teşkil etmekteydi. Bu eşit inanç ve değerler sistemine dayanan din anlayışı zamanla erkeğin baskın olduğu aile yapısına dönüştürülmüştür.

Kilise, tamamıyla eşitlik üzerine dayanan ilk dönem Hıristiyan toplum yapısını kabul etmemiştir. Helen toplumunun toplumsal sınıf düzeni ve kültürel yapısını dikkate almıştır. Böylece köle ya da özgür, kadın ya da erkek sorun haline gelmiştir. Helen ve Yahudi kültürlerindeki erkeğin baskın olduğu yaşam, Kilise kanunlarına sirayet etmiştir. İlk dönem Pavlus vizyonu ve İsa’nın öğretileri, sonradan zayıflatılmıştır.

“…Havva, çocuk doğururken acı çekecek, kocasına istek duyacak ve kocasının otoritesi altında olacaktır…” Havva’ya atfedilen lanet, ilahi maksatlı ceza olarak değil, ahengi çarpıtan insanoğlunun cennetten inişini anlatan tarihsel bir durum olarak yorumlanır. Yeni Ahit’in kadına karşı tutumuyla ilgili en önemli kadınca yorum; İsa’nın kurduğu eşitlikçi Hıristiyanlığa karşı kilisenin kadınları ikinci sınıf mensup olarak gören Helen kültürünün hiyerarşik düzenini benimsediği şeklindedir.

Havari Pavlus’un kadını erkeğin kontrolü altına alan yaygın Helen aile düzenini eşitlikçi bir hale getirmeye çalıştığı, ancak erkek baskın toplumsal sınıf düzeni devam ettirildiği görülmektedir. “…Ey kadınlar, Rabbe ait olanlara yaraşır biçimde kocalarınıza sadık olun. Ey kocalar, karılarınızı sevin. Onlara sert davranmayın. Ey çocuklar, her konuda anne babalarınızın sözünü dinleyin.

Çünkü bu Rabbi hoşnut eder. Ey babalar, çocuklarınızı incitmeyin, yoksa cesaretleri kırılır. Ey köleler, dünyadaki efendilerinizin her sözünü dinleyin. Bunu, yalnız insanları hoşnut etmek isteyenler gibi göze hoş görünen hizmetle değil, saf yürekle, Rab korkusuyla yapın. Rab’den miras ödülünü alacağınızı bilerek, her ne yaparsanız, insanlar için değil, Rab için yapar gibi candan yapın. Rab Mesih’e kulluk ediyorsunuz. Haksızlık eden, ettiği haksızlığın karşılığını alacak, hiç bir ayrım yapılmayacaktır. Ey efendiler, gökte sizin de bir Efendiniz olduğunu bilerek kölelerinize adalet ve eşitlikle davranın…”


Toplumsal sınıf düzenini kabul eden, Mesih İsa’yla bütünleşerek, Tanrı, İsa ve erkek hiyerarşik düzenini benimseyen Pavlus metinlerinde, Korintlilere yazılan mektup örtünme geleneğine atıfta bulunur “…Mesih’i örnek aldığım gibi, siz de beni örnek alın. Her durumda beni anımsadığınız ve size ilettiğim öğretileri olduğu gibi koruduğunuz için sizi övüyorum. Ama şunu da bilmenizi isterim: Her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek, Mesih’in başı da Tanrı’dır. Başına bir şey takıp dua ya da peygamberlik eden her erkek başını küçük düşürür. Ama başı açık dua ya da peygamberlik eden her kadın da başını küçük düşürür.

Böylesinin, başı tıraş edilmiş bir kadından farkı yoktur. Kadın başını açarsa saçını kestirsin. Ama kadının saçını kestirmesi ya da tıraş etmesi ayıpsa, başını örtsün. Erkek başını örtmemeli: o, Tanrı’nın benzeri ve yüceliğidir. Kadın da erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil kadın erkekten yaratıldı. Bu nedenle melekler uğruna kadının başı üzerinde yetkisi olmalıdır…” Ortodoks

Yahudi kadınlarının örtünmelerinin sebebi eşlerine ve babalarına bağlılıklarını ifade etmek içindir. Pavlus’un da Hristiyan kadınlarını bu geleneği sürdürmeleri için cesaretlendirmek istediği görülmektedir

“…Mesih’e duyduğunuz saygıdan ötürü birbirinize bağımlı olun. Ey kadınlar

Rabbe bağımlı olduğunuz gibi, kocalarınıza bağımlı olun. Çünkü Mesih bedenin kurtarıcısı olarak kilisenin başı olduğu gibi erkek de kadının başıdır. Kilise

Mesih’e bağımlı olduğu gibi, kadınlar da her durumda kocalarına bağımlı olsunlar. Ey kocalar, Mesih kiliseyi nasıl sevip onun uğruna kendini feda ettiyse, siz de karılarınızı öyle sevin. Mesih kiliseyi suyla yıkayıp, tanrısal sözle temizleyerek kutsal kılmak için kendini feda etti. Öyle ki, kiliseyi üzerinde leke, buruşukluk ya da buna benzer bir şey olmadan, görkemli biçimde kendine sunabilsin. Amacı kilisenin kutsal ve kusursuz olmasıdır. Aynı biçimde kocalar da karılarını kendi bedenleri gibi sevmelidir. Karısını seven kendini sever. Hiç kimse hiçbir zaman kendi bedeninden nefret etmemiştir. Tersine onu besler ve kayırır; tıpkı Mesih’in kiliseyi besleyip kayırdığı gibi. Çünkü bizler onun bedeninin üyeleriyiz. Bunun için adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak.” Bu metinlerde Pavlus ve İsa’nın radikal vizyonu ile bağdaşmayan hiyerarşik aile yapısını kabul etmektedir.

“Kadınlar da saç örgüleriyle, altınlarla, incilerle ya da pahalı giysilerle değil, sade giyimle, edepli ve ölçülü tutumla Tanrı yolunda yürüyen kadınlara yaraşır biçimde, iyi işlerle süslenmelerini isterim. Kadın sükûnet ve tam bir uysallık içinde öğrensin. Kadının öğretmesine, erkeğe egemen olmasına izin vermiyorum; sakin olsun. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratıldı; aldatılan da Âdem değildi, kadın aldatılıp suç isledi. Ama doğum yapıp kurtulacaktır; yeter ki, sağduyuyla iman, sevgi ve kutsallıkta yasasın.”Yaradılış düzeninde Âdem’in Havva’dan önce yaratıldığına atıfta bulunmaktadır. Pavlus, günahı ilk Havva’nın işlemiş olmasından dolayı erkeğe bağımlı kılınmasını desteklemektedir. Bu pasaj, kadınların kiliselerde yönetime dâhil olmamaları için yüzyıllarca kullanılmıştır.

Bugün kadınların itaatkârlık durumları Hıristiyanlığın ilk dönem eşitlikçi modeli ile bağdaşmayan erkek baskın Pavlus metinlerine dayanmaktadır. Hıristiyanlığın ilk döneminde, kadınlar kiliselerde İsa’nın yeni Töresi için eğitime çağrılır, erkeklerle eşit şartlarda topluma dâhil edilirlerdi. Luke pasajı bu eşitliğe kanıt olarak gösterilebilir. Marta adında bir kadın bir gün İsa’yı evinde konuk eder. Marta’nın Meryem adındaki kız kardeşi İsa’nın ayaklarının dibinde oturup onun konuşmalarını dinlerken, Marta kız kardeşinin ona yardım etmesini ister fakat İsa, Meryem’in de öğrenim görmeye hakkı olduğunu hatırlatmıştır. İsa’nın kadına yönelik bu şekildeki eğitim anlayışı, Yahudiliğin geleneksel kadın modeliyle çelişmektedir.

Biz böyle konuşurken, akşam duası vakti gelmişti. Mutfak yardımcıları akşam yemeği için işlerine dönüyorlardı. İyice acıktığımı hissettim.

Ancak yine de düşüncelerim hala bulanıklığını koruyordu; yani kadın hakkındaki olumsuzluğu açıklayıcı bir netliğe ulaşamıyordum. Yoksa şöyle mi düşünmem gerekiyordu:

Kadın, erkeğe başkaldırmak ya da Havva gibi kaburgasından yaratıldığı erkeğe tabi olmak arasında bırakılmaktadır. Oysa kadının bunlardan birini seçmesi gerekmemektedir. İnsan erkeği ve kadını ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Ne erkekler kadını her an otoriteye isyan edip kaçabilecek veya Havva gibi günaha sevk edecek bir varlık olarak görüp, bunu engellemek için baskı altına almaya çalışmalı, ne de kadınlar erkekleri otoritelerine muhtaç oldukları veya kendilerini ispat için karşı koymaları gereken varlıklar olarak görmelidir. Yapılması gereken insan olarak yaratılışının boşuna olmadığının bilincine varıp, kendi imkânları doğrultusunda gerçekten “insan” olmaya çalışmaktır.

Bu akşamki yemek diğerlerinden farklıydı, içerisi büyük meşalelerle aydınlatılmıştı. Rahipler ve başrahibin oturduğu masa diğerlerinden ayrılmıştı, başrahibe her zamanki yerinde, yemek boyunca dua okuyacak rahibenin de onların tam karşısında yerini aldığı salonda,  yan yana oturduğumuz rahibelerle dağıtılacak yemeği bekliyorduk. Dağıtılan yemeğin, tavuk ile yapılmış olması hayret vericiydi. Kural oldukça az yemeyi öngörse de, manastırdakilerin ne kadar besine ihtiyaçları olduğunu saptamayı başrahibe bıraktığından, bu akşamki yemek, kilerin zenginliği ve aşçıların ustalığıyla övünülecek kadar doyurucuydu. Rahiplerin ve başrahibin varlığı nedeniyle, sessizlik içinde dinlenen dua ile yenen yemeğin bitiminde, başrahibin işaretiyle ilahiler okunmaya başlandı:

 Sana şükrederiz, ey Tanrı,

Şükrederiz, çünkü sen yakınsın,

Harikaların bunu gösterir.

 “Belirlediğim zaman gelince,

Doğrulukla yargılayacağım” diyor Tanrı,

 “Yeryüzü altüst olunca üzerindekilerle,

Ben pekiştireceğim onun direklerini.

  Övünenlere, ‘Övünmeyin artık!’ dedim;

Kötülere, ‘Kaldırmayın başınızı!

  Kaldırmayın başınızı!

Tepeden konuşmayın!’ ”

 Çünkü ne doğudan, ne batıdan,

Ne de çöldeki dağlardan doğar yargı.

 Yargıç ancak Tanrı’dır,

Birini alçaltır, birini yükseltir.

 RAB elinde dolu bir kâse tutuyor,

Köpüklü, baharat karıştırılmış şarap döküyor;

Yeryüzünün bütün kötüleri

Tortusuna dek yalayıp onu içiyor.

 Bense sürekli duyuracağım bunu,

Yakup’un Tanrısı’nı ilahilerle öveceğim:

 “Kıracağım kötülerin bütün gücünü,

Doğruların gücüyse yükseltilecek.”

İlahiler bittiğinde, başrahibin işareti ile yatsı duası için kiliseye yöneldiklerinde, Leititia kulağıma doğru fısıltıyla; bu gece yarısı, yatmayıp odamın kapısını çalacağını ve hazır olarak beklememi söyledi.

Merakım beni endişelendiriyordu, manastırda pek de hoş karşılanmayacak bir şekilde beni görmeye mi geliyordu? Ne de olsa rahibelerde insandır ama buradakiler diğerlerinden daha farklı insanlardı. Bunu düşünmek dahi istemiyordum, karanlıkta gözlerimi kırpmadan kapımın çalınmasını beklemekten, gözlerim bir gece kuşu kadar karanlıkta görmeye başlamıştı. Kapım üç kez tıkladığında yerimden kalktım, ayakta durmakta zorlanıyordum, kapıya doğru yürümüyor sanki arkamdan itekleniyordum. Kapıya yaklaştığımda, kapı bir kez daha tıkladı, belli ki Leititia bir an önce açmamı bekliyordu, içeri girmeden başını örten kukuletasını geriye doğru itti; sessizlik yasasını unutmuş gibiydi, fısıltıyla;

“Hazır mısın?”

“Ne için?”

“Kilisedeki kitaplığa girmek için? Yardım etmen gerek.”

Bu hiç aklıma gelmemişti, Leititia neye yardım etmemi bekliyordu?

“Hadi, hadi acele et bu gece nöbetçi Sergio, kitaplığa girmemizi sağlayacak.”

“Benden ne istiyorsun o zaman?”

“Grek alfabesini bildiğini sanıyorum, kitaplıkta neden bahsettiğini bilemediğim Grek dili ile yazılı kitapların olduğu bir bölüm var, onları görmeni istiyorum.”

“Sonra ne olacak?”

“İşimize yarayacak olanları bulup okuyacağız.”

“Kitaplıkta mı?”

“Yo, yanımıza alacağız.”

“Çalmaktan mı söz ediyorsun?”

“Pek değil, bir süreliğine ödünç almak diyelim.”

“Ya anlaşılırsa?”

“Merak etme, burada Grekçe bilen tek rahip vardı o da geçen yıl öldü. Yerine de bir başkası gelmediğinden gönlünü ferah tut.”

Bulutlarla kaplı göğün karanlık gecelerinde dolaşan hayalet gölgelerinin ürkütücülüğü ile kiliseden içeri sızdık. Sergio, kitaplık olarak kullanılan bölümün, üzerinde; “Libri non tam probationem veritatis et errorum” yazan ağır kapısını açık bırakmıştı.

Karanlıkta, aradığımızı bulmamızı sağlayacak olan mumu yanında getiren Leititia ile kitapların dizili olduğu rafların arasından geçerken gözlerimizde sırtlarındaki yazıları tarıyordu. İnsanın Kurtuluş Hikâyesi ve Litürji, O’nun adı Merhamet’tir, Tanrı ile bir ilişki, Eski Ahit’i okumak için birinci Ahit’i açıklayan metinler, Filozoflar ve İnanç, o kadar çok kitap vardı ki…

Nihayet Grekçe yazılı olanları bulduk, şimdi biraz daha dikkatlice bakıyordum ve Leititia’nın isteğini yerine getirmek için titizleniyordum. Solgun mum ışığında, kitap sırtlarındaki küçük yazıları okumaktan artık ne gördüğümü ne de okuduğumu ayırt edemeyecek hale gelmiştim ki, olduğum yere çakılıp kaldım ve Leititia dönerek işte orada duruyor, aradığımız kitap orada dedim. Okumayı yeni öğrenenler gibi; Τα ψέματα των γυναικών και τα ψέματα και οι αλήθειες που τις κάνουν ελεύθερες. (Ka-dın-la-rın İ-nan-dı-ğı Ya-lan-lar ve On-la-rı Öz-gür Kı-lan Ger-çek.)

“İşte bu, aradığım buna benzer bir şeylerdi. Hemen raftan al onu ve bana uzat.”

Aceleyle dediğini yaptım, aldığım yerdeki boşluğun fark edilmemesi için de diğerlerini iterek onun yerini doldurdum. Hızlıca kitaplıktan çıktık, kilisenin kapısında durup, uzaktan bize bakmakta olan Sergio’nun elindeki fenerin ışığıyla yaptığı işareti gördükten sonra, hızla yürüyerek rahibelerin yatakhanesinden içeri kendimizi attık ve odalarımıza daldık. Sabah duasına az bir zaman kalmıştı. Yatağımın kenarına oturup yaptığımız çılgınlığı düşünmeye başladım.

Var olmak, fark edilmek, önemsenmek ve öldürülmemek için yaşatılması gereken bir inancın öncüleri olmanın huzuru içindeydim ve her zamanda öyle olacaktı.

Sabah duasını haber veren çanın sesiyle uyandım, o gece hiç uyumamış olduğumun bilinciyle; dışarıdaki temiz havaya çıkınca uykusuzluktan kapanmaya başlayan gözlerim açıldı, kendimi dipdiri hissediyordum.

Çömlekhanede, hazırlanan mizansenin gereği yerine getirildikten sonra Leititia, kilise kitaplığından gece yarısı aşırmayı başardığımız kitabın kapağını açarak atölyedeki büyük masanın üzerine koydu.

“Kitap senindir Sorella Minokta.”

Masanın üzerinde duran kitabın sayfalarını çevirince, küf ve mürekkep isinin birbirine karışan kokusu burun deliklerimden içeri süzüldü, parmaklarım parşömenin yumuşak dokusunu hissederek, yıllar öncesinin Grekçesi ile yazılmış olan yazıların üzerinde gezindi. Bu eski dili anlamakta hayli zorlandığımı itiraf etmemde gerekir. Kitap, sanki benim iyi bir dil eğitimi almamış olduğumu daha ilk satırında yüzüme çarpmaktaydı. Bütün çabama karşın, burada görüleceği üzere eski bir dille yazılan metinlerin çevirisini yapabilmem imkânsızdı. Bütün iyi niyetimle denedim ama ortaya çıkan sonuç korkunçtu.

Kadınları Öğrenmede Eğitmek için bizim tarafımızdan özen gösterilmelidir

En azından ben, ben Kadınların ayırt eder, ben niyetinde ne daha belirgin olabilir bu şekilde eğitilmenin özüne, geçimine ya da Kadının Kurtuluşuna gerekli olduğunu söylemiyorum. Dünyada kötü olanların bu eğitim için bir fırsatı yoktur: Alçak kısımdakiler, imkânları olsa da buna ulaşamazlar;  Ex quovis ligno uyumsuz Minerva: Benim anlamım, Tanrı’nın bu Dünyadaki şeylerle kutsadığı, yetkin doğal Bölümlere sahip olan Kişiler, Bilgi konusunda eğitilmeli; Yani, Gençlik zamanlarını genellikle Okullarda öğretilen konularda yetkin bir şekilde eğitilmeleri için ve zamanlarının çoğunu Sanat, Dil ve faydalı Bilgi elde etmek için harcanmaları için harcamaları çok daha iyidir. Ellerini ve Ayaklarını parlatmak, Kilitlerini kıvırmak, Vücutlarını giydirmek ve düzeltmek için bu kadar çok değerli zamanı ufak bir şekilde parlatmak yerine;  bu arada Ruhlarını ihmal etmeli ve Tanrı’yı, İsa Mesih’i, Kendilerini ve bunlara itaat eden Doğa, Sanat ve Dilleri tanımak için hiç çaba göstermemeli veya çok az çaba göstermelidir. İnkâr etmiyorum ama Kadınlar, güzel ve düzgün bir arabaya, İğnelerine, Düzgünlüğe getirilmeli, özellikle kendilerine ait olan tüm bu şeyleri anlamak için. Ancak bu şeylere yetkin bir şekilde bakıldığında ve Doğa Bağışları ve hazlarının olduğu yerlerde, daha sonra daha yüksek şeylere çaba gösterilmelidir. Nazik kadınlara Frisk ve Dans etmeyi, Yüzlerini boyamayı, Saçlarını kıvırmayı, Çırpma Teli giymeyi, eşcinsel Kıyafetleri giymeyi öğretmek, gerçekten süslemek değil, bedenlerini zina yapmaktır; evet, (daha kötüsü) Ruhlarını kirletmek için. Bu (gibi ama bedenlerini zina etmek; evet, (daha kötüsü) Ruhlarını kirletmek için. Bu (gibi Circes Cup) onları Canavarlara dönüştürür; Göbekleri onların Tanrısı iken Domuz olurlar; Şehvet iken Keçi olurlar ve Gurur onların Tanrısı iken, onlar çok Şeytan olurlar. Kuşkusuz, Kadınların bu yetersiz yetiştirilmesi Kâfirler ve Barbarlar arasında başladı; Kadınlarını köle yaptıkları ve angarya içinde yıprattıkları ile devam ediyor. Yozlaşmış ve Mürted Hristiyanlar arasında aynı puanla uygulanmaktadır ve şimdi Dinlerinin bir parçasıdır; bu nedenle onu düzeltmek bir Reformasyon parçası olacaktır ve Şeytan olarak Âdem’e karşı bize karşı savaşan kadınlarımızı baştan çıkarıp Kocalarını kolayca baştan çıkaranlara karşı koyacaktır.

Tanrı, Kadınları yalnızca daha iyi bir Sığır türü olarak istemiş olsaydı, onları mantıklı kılmazdı.  Erkeklerin Şehvet, Gurur ve Zevkine daha uygun olabilirdi; özellikle onları cahil kılmak isteyenler, eziyet edilmek için.

Tanrı, Kadını, sürekli sohbetinde ve Ailesi ve Mülkünün endişelerinde, hastalıkta, halsizlikte, yokluğunda, ölümde ve Bunları bunlara uydurmayı ihmal ederken, Tanrı’nın Lütfu’nu reddediyoruz, O’nun Kadınları görevlendirdiğini, ona nankörlük ettiğini, onlara zalim olduğunu ve kendimizi yaraladığını söyledi.

Bir Başrahip ve Bir Eğitimli Kadın arasında, bir söylemi hatırlıyorum. Kadınların öğrenilmesi, Tanrı’yı, Kurtarıcılarını tanıyabilmeleri, Kutsal Sözünü anlayabilmeleri ve harika İşlerinde ona hayranlık duymaları için pek çok iyi Sebep veriyor; aynı zamanda kendilerine karşı daha fazla saygı duyacak çok sayıda Hizmetkâr arasında Ev İşlerini daha iyi idare edebileceklerini, çünkü anlayışta kendilerinin üstündeydiler. Dahası, boş zamanlarda iyi Yazarları okumakta harika bir içerik buldu. Bütün bunlara tek cevap veriyor, Kadınların asla boyun eğdirilmeyeceği öğrenilirse; Dünyadaki her şeyden rahipleri arasındaki deneyimlebulduğu gibi, bilgili bir Keşiş kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordu. İtaatkâr oldukları ve onu Zevklerinde rahatsız etmedikleri sürece, tüm keşişlerinin Domuz’a dönüşmesini umursamadı. Kuşkusuz, (Kadınlara daha Kibar Öğrenmeyi reddeden) kuşak konuşsa, size derlerdi: Kadınlara izin verilseydi, kendilerinden daha akıllı olurlar (katlanılmayacak bir şey) o zaman asla olmayacaklardı. Şimdi onları yaptıkları gibi uysal aptallar ve çok köleler; bu nedenle, onları Kadim Eğitme Geleneğini yeniden canlandırmak kötü ve yaramaz bir şeydir.

Doğayı görmek Kadınları öylesine mükemmel Parçalardan üretir ki, denedikleri şeyde çoğu zaman erkekleri üstün kılarlar, bazen üstündürler; neden iyileştirilmemeleri için hangi sebep verilebilir?

İnsandan daha mükemmel bir şey yoktur; onun mükemmelliği pürüzsüz Derisinden ya da dik Çehresinden değil, Makul Ruhundan ibarettir ve Aklın mükemmelliği, Sanat tarafından geliştirildiği zamandır.

Öğrenme, tüm Yaratıkların hedeflediği Ruhu mükemmelleştirir ve süsler. Dahası, İnsanın ilk Yaratılışında Tanrı’nın İmajının temel bir parçası İlim’den ibaretti. Günah bunu gölgeledi: Cennette mükemmelleştirilecek olanı neden talimatla onarmaya çalışmayalım?

En yüksek şeylerin kadınlara ait olduğu anlayışını kimse inkar edemez; olarak, Tanrı’nın bilgisi, Eserlerinin Tefekkürü; ve onlar baştan beri Kilise İşlemlerinde fazlasıyla kullanılmışlardır: Eski Ahit’te, Miriam, Debora, Jael, Judith, Esther. Yeni Ahit’te, Kutsal Bakire, Anna, Phebe, Priscilla, Lois, Eunice, Seçilmiş Kadın, Kilise için yararlı ve yararlıydı. O zaman onlara Sanat, Dil, Tarih, Felsefe vb. Eğitimlerini kim yasaklayacak? Bunlara boyun eğiyor mu? Onu ve onları bir ölçüde tanımadıkları sürece, hiç kimse Tanrı’nın saygı duyamaz, harika çalışmalarına hayran kalamaz.

Daha fazla devam etmemin bir manası yoktu.