“Sizlerden çok özür dilerim, Leititia’nın cesareti ve kararlığı ile çevirisini yapmak üzere bana emanet etmiş olduğunuz kitabı ne anlaşılabilir bir şekilde okuyup, ne de anlaşılabilir bir dille yazabildim. Ama size söz veririm ki, Konstantinopolis’e döndüğümde, bu kitabı en anlaşılabilir şekliyle sizlere ulaştıracağım. Bana inanıyorsanız, bana bu imkânı verin.”
İsabella, Rosetta ve Leititia başka çareleri olmadığını, belki bu yolla başka şeyler de yapılabileceğini biliyorlardı. Biraz zaman alıcı sayılsa da manastırda geçen günlerin hesabı nasılsa yoktu.
Bir umutla olsa da sormadan edememiştim;
“Hani şu öldüğünü söylediğiniz rahip vardı ya, Grekçe’yi bilen tek rahip; onun hiç yazdıkları hakkında bilginiz oldu mu?”
“Gregorius’un mu?”
“Adını bilmiyorum, Leititia sen söylemiştin ya.”
“Evet, işte o. Zaten başkası yoktu, Rahip Gregorius’un çalışmalarını yine aynı şekilde gizlice okuma fırsatı bulmuştum, yani fırsatı ben yaratmıştım. Onun üzerinde çalıştığı konu, “δωρεά του Κωνσταντίνου” (Konstantin’in Bağışı) adlı bir belge hakkında yaptığı değerlendirmelerdi. Uzun uzadıya okumadım ama Batı Kilisesi ile Papa’nın önderliğini anlatıyordu. Kadın İncil ile bir bağlantı kurulabileceğini pek sanmıyorum.”
“Oldukça dikkat çekici bir konuymuş? Vaktimiz bol, bir fırsat daha yaratmaya ne dersiniz?”
“Nasıl yani?”
“Yine kiliseye gizlice girerek, yalnız bu sefer tercihimizi sadece Grekçe olanlardan değil Latince yazılı olanlardan da yana kullanarak, belki içerikleri daha fazla ilgimizi çekecek olanlarından. ”
“Durun durun, aklıma gelen bir başka şey var, daha önce Gregorius’a ait bir başka belgeyi de görmüştüm fakat bu diğerinden oldukça farklıydı. Kadınlar hakkında bir değerlendirme yapmıştı. Onu hızla okumaya başladığımda hayretler içerisinde kalmıştım ancak yazının devamı yoktu; sanki devam edecek gibi duruyordu. İşte şimdi onu bulabiliriz, belki devamını da yazmıştır.”
“Peki, neler demekteydi yazısında? Anımsadığın bir şeyler vardır herhalde?”
“Hatırlamaya çalışıyorum, sanırım şuna benzer bir şeylerdi:”
Yaratıcılık ve Kadın Üzerine…
Derin duygu üreten erkeğe veya üretebilen erkeğe duygularını ve insana; en mutlu olduğu anı sorsak, alacağımız yanıt, mutlaka bir şeyler yaratmaya başladığı andır ve bu yaratım ya doğal ya da duygusaldır. Sonunda her ikisi de tanrısaldır, yaratma gücü elimizde olduğunca bunu yaratabileceğimiz üstün ve en üstününe yöneltmeliyiz, sonra kısır kalmamız veya kurumaya mahkûm olmamız işten bile değildir.
Kadın, o sömürgen mahlûk, her an bir şeyler alıp götürmek için bekleyen mahlûk! Eğer ona duygunuzun yöneldiğini belli ederseniz, o da hiç çekinmeden sonuna kadar vermenizi bekler, çünkü onun doğası budur. Nasıl ki cinsel birleşmede doyumsuzsa, nasıl ki o daima ne verirsen almaya hazırsa. Edilgenlik doğanın kadınlara cimri davranması mı? Evet, doğada dişi daima erkeğin yanında ve ona muhtaç olarak yaşar, tüm görevler ona verilmiştir. Toplayıcılık, çocuk bakıcılığı ve soyu devam ettirme.
Kadına yönelmiş bir duygu tüketilmeye, doğuşundan ölüme mahkûmdur. Çünkü o hep sömürecektir… Aşk denilen duyguyu bu anlamsız yaratığın üstünde yoğunlaştırmak, sonuçta kendi içimizdeki gücü harcamak demektir.”
Bu kadarı da yeter diye söylendi İsabella, bende ona katılarak; kesinlikle peşine düşmemiz gerekli, devamında hangi zehirli fikirlerini yazmıştır acaba? Bir fikre karşı çıkabilmenin en iyi yolu, onun ne olduğunu bilmek ve anlamaktır.
“Bunları bilmiyor muyuz sanki Sorella Minokta, daha fazla peşine düşmenin bir anlamı var mı?”
“Bu tartışmanın yapılıyor olması hem erkeklerin, hem de tartışmanın merkezinde duran kadınların kafa karışıklığı yaşıyor olmasını, görünüşte kadın cinsinin en temel özelliklerinin etrafında bir gizem ve ihtilafın olmasını şaşırtıcı buluyorum. Kadınları bir gizem, bir muamma olarak görmek yerine bilinebilir olarak düşünmek zorundayız. Bizim kim olduğumuzu keşfetmeye ihtiyacımız mı var? Bizler, düş kuruyoruz, düşünüyoruz, yollara düşüyoruz. Zamana düş, düşün ve düşünce ile bakmak kadar onun mekânını yol ve yöntemlerini yaratmak istiyoruz, çünkü kadını keşfetmeye ihtiyacımız yok! Aziz Pavlus’tan bu yana çok zaman geçti. Yeni fikirleri ve yeni söylemleri dile getirmek lazım. Zararlı otlar çabuk yayılırlar, neler olduğunu bilmezsen birde bakarsın elinde ne ekilecek tohum, ne de toplanacak ürün kalmamıştır.”
Biraz düşündükten sonra bana hak verdiler. Uygun bir zamanda yine gizlice kiliseye girecektik.
Yaptığımız konuşmalar, içimde anlatılmaz bir kıpırtı uyandırmıştı ve isyankâr ruhumun sözünü dinleyip kiliseye yalnızca girmeye karar verdim. Ne aradığımı kendim de bilmiyordum. Bilmediğim bir kitabı, kendi kendime daha iyi arayıp bulabileceğime inanıyordum. Yanımda kimse olmadan kitaplığın rafları arasında dolaşmanın büyüsüne kendini kaptırmıştım, neredeyse gözlerim kapalı kiliseden içeri girdim, biraz sonra kitapların durduğu bölümdeydim. Kitap rafları arasında dolaşırken, yazı masası üzerinde açık duran bir elyazması gözüme ilişti, Başlık hemen dikkatimi çekti; Femina Nescio (tuhaf bir kadın) Mum ışığının soluk ışığı altında göz gezdirdiğim sayfalarda, rahibin yazdıklarını dolduran sayfalar pek de alışık olmadığım cümlelerle doluydu.
Kadının nasıl bir kışkırtma kaynağı olduğu konusunda, İncil’de yeterince söz söylenmiştir. Eski Ahit, kadınlara ilişkin der ki, kadının konuşması ateş gibidir; atasözleri de kadının, erkeğin değerli ruhuna egemen olduğunu, en güçlüleri bile yıkıma uğratabileceğini söyler. Eski Ahit bundan başka der ki: Kadının ölümden daha acı olduğunu anladım; avcıların kırbacı gibidir o; yüreği bir ağ gibidir, elleri bağdır. Başkaları da, kadının Şeytan’ın barınağı olduğunu söylemişlerdir. Yine de, Tanrı’nın kötü bir varlığı, ona bazı erdemler bağışlamaksızın yaratmış olabileceğine kendimi inandıramıyorum. Tanrı’nın ona birçok ayrıcalık ve ayrıcalık nedeni bağışladığını düşünüyorum elimde olmaksızın; bunların en azından üçü iyi ayrıcalıklar. Gerçekten de, Tanrı, erkeği bu aşağılık dünyada çamurdan yarattı; kadınıysa daha sonra, yeryüzü cennetinde ve daha soylu bir insan maddesinden yarattı. Onu Adem’in ayağından ya da bağırsağından değil, kaburga kemiğinden yarattı. Sonra, her şeye gücü yeten Tanrı, bir mucizeyle doğrudan doğruya insan biçimine girebilirdi ama bunu yapmadı; bir kadının karnında canlandı; bu da kadının öyle pek de kötü olmadığının bir belirtisidir. Sonra, Diriliş’in ardından göründüğü zaman, bir kadına göründü. Son olarak da, göklerin egemenliğinde hiçbir erkek o ülkede kral olmayacak ama hiç günah işlememiş bir kadın kraliçe olacak. Öyleyse Tanrı, Havva’yı ve onun kızlarını böylesine kayırdığına göre, bizim de o cinsin çekiciliğine ve soyluluğuna kapılmamız çok mu anormal?
Okumaktan kendimi alamadım ama daha fazlada vakit kaybetmek istemedim, kitapların arasında gezinmeye devam ettim. Her kitap ayrı bir bilgi, her bilgi yıkılmaz bir kalenin duvarlarını inşa etmenin yapı taşlarıydı.
Rafta duran bir kitap daha seçtim, neden onu seçtiğimi bilmiyorum ama sanki biri rafta dizili duran kitapların arasından fısıldayarak; aradığın kitap burada duruyor, onu seçmelisin demişti. Raftan çektiğimde kapağı, kırmızı kan ya da ateşi çağrıştırıyordu. Ellerim yanmışçasına kitabı bıraktım. Yere düşen kitabın çıkardığı ses kitaplığın içinde yankılandı, korkuyla elimdeki mumu söndürmek için üfledim, sönmemişti, bir kez daha denemeden önce gizlenmek için yere doğru çömeldim, sessizce bekledim. Yerde açılmış olarak duran kitabın sayfası hızla çarpan kalbimin daha da hızlı çarpmasına neden oldu, neredeyse yerinden çıkacakmış gibi çarpan kalbimin sesi kitaplığım rafları arasında duyuluyordu. Elimi kitabın açık duran sayfasına doğru uzattım; “güneşle giyinmiş kadın” resmine dokunmaya çalıştım, sonra yine aynı sıcaklığı hissederek elimi geri çektim.
Burada bulunduğum süre içerisinde sanatın görsel yüzüyle, kilisedekiler dışında ilk defa karşılaşmaktaydım. Resmi daha iyi görmek için üzerine doğru eğilmek istedim ama önce durdum ve yavaşça yüzümü kitaba doğru yaklaştırdım, o sıcaklık artık hissedilmiyordu. Yere oturdum ve elimdeki mumu bırakıp kitabı kucağıma aldım. Resmin altındaki yazıyı okumaya çalıştım:
“Gökte olağanüstü bir belirti, güneşe sarınmış bir kadın göründü. Ay ayaklarının altındaydı, başında on iki yıldızdan oluşan bir taç vardı. Kadın gebeydi. Doğum sancıları içinde kıvranıyor, feryat ediyordu. Yedi başlı, on boynuzlu, kızıl renkli büyük bir ejderhaydı bu. Yedi başında yedi taç vardı. Kuyruğuyla gökteki yıldızların üçte birini sürükleyip yeryüzüne attı. Sonra doğum yapmak üzere olan kadının önünde durdu; kadın doğurur doğurmaz ejderha çocuğu yutacaktı. Kadın bir oğul, bütün ulusları demir çomakla güdecek bir erkek çocuk doğurdu. Çocuk hemen alınıp Tanrı’ya, Tanrı’nın tahtına götürüldü. Kadın çöle kaçtı. Orada bin iki yüz altmış gün beslenmesi için Tanrı tarafından hazırlanmış bir yeri vardı.
Gökte savaş oldu. Mikail’le melekleri ejderhayla savaştılar. Ejderha kendi melekleriyle birlikte karşı koydu ama gücü yetmedi. Bu yüzden gökteki yerlerini yitirdiler. Büyük ejderha- İblis ya da Şeytan denen bütün dünyayı saptıran o eski yılan- melekleriyle birlikte yeryüzüne atıldı. Bundan sonra gökte yüksek bir sesin şöyle dediğini duydum:
Tanrı’mızın kurtarışı, güzü, egemenliği
Ve Mesih’in yetkisi şimdi gerçekleşti.
Çünkü kardeşlerimizin suçlayıcısı,
Onları Tanrı’mızın önünde gece gündüz suçlayan
Aşağı atıldı.
Kardeşlerimiz Kuzu’nun kanıyla
Ve ettikleri tanıklık bildirisiyle
Onu yendiler.
Ölümü göze alacak kadar
Vazgeçmişlerdi can sevgisinden.
Bunun için, ey gökler ve orada yaşayanlar,
Sevinin!
Vay halinize, yer ve deniz!
Çünkü İblis zamanının az olduğunu bilerek
Büyük bir öfkeyle üzerinize indi.
Ejderha yeryüzüne atıldığını görünce, erkek çocuğu doğuran kadını kovalamaya başladı. Yılanın önünden çöle, üç buçuk yıl besleneceği yere uçup kaçabilmesi için kadına büyük kartal kanatları verildi. Yılan ağzından, kadını selle süpürüp götürmek için onun ardından ırmak gibi su akıttı. Ama yeryüzü ağzını açıp ejderhanın ağzından akıttığı ırmağı yutarak kadına yardım etti. Bunun üzerine ejderha kadına öfkelendi. Kadının soyundan geriye kalanlara, Tanrı’nın buyruklarını yerine getirip İsa’ya tanıklıklarını sürdürenlerle savaşmaya gitti.
Başka bir sayfa daha açtım, bir tane daha ve bir tane daha… Her sayfada başka bir resim, her sayfada başka bir kadın duruyordu. Bu kitabı bırakamazdım ama dua zamanının yaklaşığını da düşünebiliyordum. Ne yapıp ne edip bu kitabı yanımda götürmeliydim. Bu kitap hayatımın bir parçasıydı sanki eğer onu burada bırakırsam, hayatımın da bir parçasının burada bırakmış olacaktım. Ama rahipler kuşkusuz kitaplarını çok sevmekteydiler, çünkü bilginin ayrıcalığı kitaplarındaydı. Onlara olan sevgilerini rafta duran kitapların sırtlarına işlemişlerdi. Şimdi tam da benim yapmak istediğim gibi yerinden alıp götürmek isteyenlerden korumak üzere her birine ayrı şekiller vererek işaretlemişlerdi. Bu kitabın sırtına vurulan şekilse “dokuz kollu şamdan” simgesiydi. Bu rafta dizili duran kitapların sırtlarında duran şekillere pek dikkat etmemiştim ama şimdi baktığımda hepsinin sırtına birer sayı gibi işaretlenen simgeleri bulunmaktaydı. Anlamını çözmeye pek vaktim yoktu, onun yerine bunu bulduğu yerden fark edilmeksizin nasıl alabileceğimi düşünmeye çalıştım. Nasıl? Nasıl? Nasıl?
Biraz akıl yürütünce çözümü yerine bir başka kitap koymakla halledebileceğimi anladım ve öylede yaptım. Kitaplıkta başıboş duran kitaplardan birisini alıp rafta boş kalan yeri doldurdum. Rafları kontrol ettiklerinde buradaki karışıklığı fark ederlerse ki mutlaka fark ederlerdi, bunun sebebini bulmaya da çalışacaklardı. Bulmak içinse bütün kitaplığı altüst etmeleri gerekecekti. Sorun artık onlarındı, kitabı giysilerimin altına sıkıştırdım ve geri dönmeden önce kitapların arasından geçerken kendi kendime “deliyim herhalde” diye düşündüm. Öyle ya, bir kitap hırsızı sayılırdım ve eğer anlaşılacak olursa, sonucu kestiremiyordum ama pekte iyi olmayacağı belliydi. Bunun üzerine kitaplıktan koşar adımlarla çıkmaya çalıştım, her ne kadar giysilerimin altında duran koca kitapla koşar adım yürümek oldukça zor olsa da kazasızca kaldığım odaya varabildim. Kitabı saklamak içinde, burada verilen rahibe giysilerinden önce kullandıklarımın arasına sardım. Biraz rahatlamak için yatağıma uzandım, kafamın içinde düşünceler dolaşmaya başlamışlardı bile. Yatakta dönüp durmaya başladım, rahatlamak bir yana, daha da rahatsız oldum. Sanki başrahibe ile manastırdaki bütün rahibeler peşime düşmüşler; beni “hırsız, hırsız, kitap hırsızı! ” diye kovalıyorlardı. Böyle olmayacaktı, kalktım ve sessizce odadan çıkıp Leititia’nın kapısını tıklattım. Kapı açılınca içeri daldım. Leititia sabah duası için hazırlanmıştı. Yaptığımı ona anlattım;
“Ben şimdi dua için kiliseye gidiyorum, sende bizimle birlikte duaya gidiyormuş gibi peşimize takıl, yolda bizden ayrılarak kitabı çömlekhaneye götür ve dolaba gizle.”
Çömlekhaneye gidip dediği gibi yaptım. Kahvaltıya bile gidemeden bütün gün orada bir şeylerle vakit geçirmeye çalıştım. Halimi anlamış olacaklar ki buraya geldiklerinde yanlarında yemem için bir şeyler getirmişlerdi.
Leititia yaptığım işi diğerlerine de söylemişti ve meraklı gözlerle bana bakıyorlar, bir açıklama bekliyorlardı.
“Beni suçlar mısınız yoksa tutkularımın esiri olmama kızar mısınız bilmiyorum? Ama bu kitabı orada bıraksaydım bilin ki inancını yitirmiş bir rahibeden farkım kalmayacaktı. Kitabı gördüğünüzde bana hak vereceğinizi umuyorum.”
“O zaman bizde görelim seni bu kadar etkileyen kitabı.”
Eski giysilerime sararak dolaba gizlediğim kitabı çıkarıp masanın üzerine bıraktım.
“İşte, el yakacak kadar sıcak olan kitabı sizlerde görün ve ne isterseniz onu yapacağımdan emin olun.”
Kitabın bir sayfasını rastgele açtım. Renkler canlıydı, ressam kadının çizgileri üstünde daha uzun durmuştu. Yüzünü, göğsünü, yuvarlak kalçalarını çok güzel yapmıştı ve bir “Maria Ana” resminden çok farklıydı. Birkaç sayfa daha çevirdim. Başka bir kadın daha buldum; bu kez bulduğum, bir yosmanın resmiydi. Biçiminden çok bunun da öteki gibi bir kadın olduğu ama içinde her türlü kötülüğü barındırırken, diğerinin her erdemi içinde sakladığı düşüncesi etkiledi beni. Ama çizgiler ikisinde de kadıncaydı; onları birbirinden ayıran şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmaksa gerçek bir hazdı. Benimle aynı hazzı duyuyorlar aynı tadı alıyorlar mıydı acaba? Başımı kaldırınca, onlarla göz göze geldim, resme bakacaklarına bana bakmaktaydılar.
“Neden bana bakıyorsunuz, kitap size pek cazip gelmedi anlaşılan, yoksa bilmediğim başka bir şey mi var?”
“Hayır, hayır bu öyle bir şey değil.”
“Ya nasıl bir şey?”
“Sana bir itirafta bulunalım mı? Gördüklerimiz “erkeksi kuvvet ile kadınsı zayıflığın” yansımalarıdır. Bu durumda bir dayatmayla kadının payına düşünülmüş “uyumlu olma” halinin yarattığı, arzulayan erkek bakışının nesnesi olarak kadının kabulü o denli yaygın ki, bir kadının bu duyguyu sorgulaması veya buna dikkat çekmesi küçümsemeye davetiye çıkarma anlamı taşır. Ama sen yıllardır bu işle uğraşmaktasın ve bizlerin, sanatı senin gözlerine görebilmemizin mümkün olamayacağını kabul etmelisin. Sonuçta burası bir manastır ve bizlerde birer rahibeyiz. Ama bir yandan da bizler, kadının “ezeli kurban” olmasının erkek aklıyla inşa edilmiş ve sınırlandırılmış olmasını ve din yoluyla toplumsal mitlere dönüşmesine karşı çıkmakta ve kadınlara yeni bir yaşam alanı açmanın yolunu yaratmaya çalışan rahibeler olarak, sanatı senin gözlerinle görebilmekteyiz.”
“Kız kardeşler, heryerde ve her zaman alışveriş içindeler.”
”