16. Bölüm (Ve devam eden diğer bölümler)

Kharon, ertesi sabah Kapadokia yoluna çıktı, Anatolia’nın sürüp giden çıplaklığının ortasında, suları kızıla çalan geniş Halys nehrinden, Seljuklu yapısı büyük bir köprü üzerinden geçti.

Burada Caeseria giden yoldan ayrılarak, Kapadokia bölgesine doğru hayli zorlaşan bir yola girdi. Yol, sellerin oluşturduğu çukurlarla doluydu. Herhalde kışın buradan geçmek mümkün olmazdı. Yolu karıştırdığını anlayarak geri döndükten sonra manastırlara doğru giden yolu buldu.

Kapadokia bölgesi ters bir ikizkenar üçgene benzer biçimde, Caeseria ile Arkeos’un batısında yer alıyordu. Bu üçgenin tabanı kuzeyde, Halys’le çakışmakta, batıdaysa Aravissos’da biten bir çizgiydi.

Monolitler bölgesi çehresini göstermeye başladığında, insanı çarpan topraktan yapılma boz evlerin oluşturduğu Anatolia’daki diğer köylerle, burası farkıydı.

Burada evler düzgünce kesilmiş işlenmesi çok kolay olan tüf bloklardan yapılmıştı ve cephelerindeki küçük sütunlarla, taşa oyulmuş süslemelerin hoş çizgilerini taşımaktaydı. Sanatı yapan şeyin, büyük ölçüde malzeme olduğunu sık sık tekrarladığı aklına geldi. Bu yöre köylülerinin evleri buna iyi bir örnekti.

Gece olmadan yatacak bir yer bulmalıydı. Çevreyi araştırarak zevk sahibi sevimli bir ihtiyarın kayadan oyulma kare biçimli iki odayı kendine göre düzenlemiş olduğu bir yere geldiğinde, buraların efendisiymişçesine karşılandı. Taşıdığı birkaç parça eşyasını yere bıraktı ve taraçanın kıyısına yorgunlukla çöktü. Önünde, doğa eliyle ya da insan eliyle işlenmiş her türden, her biçimden taşlar, delinmiş, suyla kemirilmiş, kayaya kazılı kapı ve pencerelerle oyulmuş, boşaltılmış taşlar, kimi zaman yıkık dış duvarlar uzanıyordu.

Soluklaşan güneşin ışıkları kaya perdelerine hafif gri, pembe, altın renklerle vuruyor, Khron oturduğu yerden hala ne görme olanağı varsa onları görmeye çalışıyordu.

Beyaz Kapadokia toprağına, bulduğu yerde tutunmuş ağaçlar, gözleri önünde uzanıp giden mezarlık görünümüne garip bir canlılık veriyordu, bir an ürpererek düşüncelere daldı.

Keşişlerin uçsuz bucaksız gömütlerinde sanki yeniden yaşadıklarını duyumsuyor, akan sel sularının açtığı yarıkların içinde, tepelerinde tuhaf biçimli kayaların her an yuvarlanarak düşecekmiş hissi uyandırdığı dik yükseltilerden oluşan çılgın manzaranın renkleri, bir sel yatağından diğerine geçtikçe değişiyordu.

Daldığı derin uykusundan kalkıp dışarı çıktığında, köyün bütünüyle yamaçlara oyulmuş ya da bir cephesi aynı taşlarla örülmüş evlerinin arasından yürüyerek yoluna devam etti. Köyün çevresinden dolaşarak merkezdeki meydanda durdu ve orada bekleyen, hayvanların çektiği birkaç arabayı gördü.

Arabalar, Korama’ya gitmek isteyenleri belli bir ücret karşılığında taşıyorlardı.

Köy meydanının çevresine yerleşen satıcılar ile alış verişe gelenler gündelik yaşamın alışılmış görüntüleriydi. Aniden bir boşluk duygusuna kapılarak, bin bir delikli kayanın gölgesinde geçen zamanın uçurumuna dalmıştı.

Arabanın gıcırdayan ağaç tekerleri, her an insanı yutabileceği kumdan bir toz bulutu içinde dönüyordu. Başını kaldırıp baktığında sivri dağın göğe doğru yükseldiği, yalnızlığı ve ıssızlığın içindeki mağrurluğunu hissetti.

Bir süre daha yol aldıktan sonra insan aklının alabileceği en şaşırtıcı biçimlerin ortasındaydı. Olabilecek tüm sivrilikler; diş, çivi, köşe, eğe, testere, bıçak hepsi de olağanüstü boyutlarda, parçalanmış kırılmış, karmakarışık, taşlaşmış halde çevresinde sıralanıyordu. Anlatılmaz bir toprak parçalanması her yandaki tepelerde kayadan külahlarıyla dikilen monolitleri oluşturuyordu.

Her taraf aynı düşsel manzaranın ışığındaki tablonun renk değiştiren ayrılmaz parçalarıydı.

Arabaya koşulu hayvanların sürücüsü, vahşi ve hızlı saldırılar yapan, yağma peşinde koşanlardan kaçıp korunmak için gelenlerin bu bölgeye yerleştiklerini söyledi. Onun da söylediği gibi dışarıdan belli olmaması için manastırların girişlerinin örtüldüğü, şimdi ise girişin yanında duran kocaman değirmen taşlarını gördü. Böylece saldırıların geçmesini, yer altına oydukları mağaralara kapanıp, yeniden gün ışığına çıkmak için günlerce bekliyorlardı.

Toprağın yüzünde açık olan delikten içeri girdiğinde, sütunlarıyla, baştanbaşa fresklerle kaplı tonozları ve kubbeleriyle koskoca bir kilisede buldu kendisini. Altındaki kaya, başka oyuklarla da doluydu; içinde koca bir manastırı barındırıyordu. Bakire Maria’nın, Baş Meleklerin fresklerini, duvarlardaki boyalı haçları gördü. Bir başkasında, masa, oturma sıraları, yunaklar, kap kaçakların konduğu yerlerin hepsi taştan oyulmuştu. Burası aynı anda otuz, kırk kişinin yemek yiyebileceği kadar büyüktü.

Her yanda kocaman taşların, kayaların yamaçlarının kale burçları gibi yükseldiği ama gökyüzünün aynı mavilikte güzel göründüğü yolları geçerek, Sinassos, Arkhangelos, Tomissos, Sovessos, derken Potamia’ya kadar geldi.

Saymaya bile değmeyecek kadar çok sayıda şapellerin bulunduğu vadide yamaca oyulmuş kiliseyi, kaya çıkıntısındaki, yarı karanlık kiliseyi ile bir dış mimari biçimi olan, kubbesi bir papazın başlığına benzeyen tek kaya kilisesini gördü.

Duvarlara işlenen freskler Hıristiyanlığın tüm destanını yansıtmaktaydı. Sanki bir halk sanatıydı bu, acemilikleri olduğu kadar, bir yandan da içten gelmenin tüm tazeliğini duyumsatıyordu.

Kapadokia sanatının izlerini, Başta Khora Manastırında ve tüm Biazantium sanatında izlemek mümkündü. Bizantion sanatının kökleri buradaydı.

Kharon, Kapadokia macerasına bir son verme vakti geldiğine karar vererek İkonia yoluna gidecek olan bir arabaya bindi. Tam hareket edecekken bir keşiş, arka yüzünde haç olan bakırdan bir parayı avucuna tutuşturdu. Yola çıktıklarında onu veren keşişi düşündü, sanki bir sadaka vermişti.

Uzun ve hayli zorlu bir dönüş yolu olacağını göz önüne alan Kharon, yaklaşan kış şartlarına da uygun olacak, köylülerin dokuduğu kalın yünlü giysilerden almayı ihmal etmemişti, buna rağmen akşam saatlerine doğru iyice yüzünü hissettiren soğuk havada zorlu yolları aşabileceği arabalardan bulmalıydı. 

Güneş battıktan kısa bir süre sonra, İkonia yakınlarındaki Sultan Hanı’na geldiğinde, avluda isteğine uygun olan arabaların durduğunu gördü.

Arabalar, üzeri kış şartlarına göre hazırlanmış, kar ve yağmurdan korunaklı şekilde, kösele kadar kalın hayvan derileriyle kapatılmış, iri toynaklı, kalın bacaklı katırların çektiği, altı yolcu alacak büyüklükteydi.  Dört yöne gidecek, dört araba, yola çıkmak için yolcularını bekliyordu.

Onu buraya kadar getiren arabanın sürücüsüne parasını ödedikten sonra geceyi geçireceği hana girdi. İçeride yanmakta olan ocağın yanındaki bir masada oturmakta olan adamları gördü. Yanlarına yaklaşarak;

“Dışarıda bekleyen arabalar gördüm, sahipleri sizler misiniz?”

İçlerinden, kara sakalları göbeğine kadar inen birisi, Kahron’u tepeden tırnağa süzdükten sonra;

“Biziz, ne diye sorarsın?”

“Konstantinopolis’e kadar gidecek bir araba bulabilir miyim?”

“Biraz zor, ama yeteri kadar paran varsa neden olmasın.”

“Ne kadar mesela?”

“Bir Bizantion altını olabilir.”

“Bizantion altınım yok ama Seljuk sikkem var, olmaz mı?”

“Ne kadar mesela?”

“Çok değil, on bakır sikke.”

“Bu kadarla bir yere gidemezsin.”

“Biraz silkelen bakalım, belki başka şeylerde vardır yanında.”

“Unutmuşum, yola çıkarken keşişin elime tutuşturduğu bakır bir sikke vardı. Kıymetli bir şey sanıyorum.”

“Ooo! Bu sikke yeterli olacaktır işte.”

“Nedir peki bunu bu kadar değerli kılan şey?”

“Bunu bilmek istiyorsan, önce kabul etki sonra geri istemeyesin.”

“Anlaştık, beni Konstantinopolis’e kadar götürmek karşılığında sikke senindir.”

“Sikke, eski Bizans İmparatoru İoannis Tzimiskes zamanından kalmadır. Kapadokya duvar resimlerinin çoğu bu dönemde yapıldı. Derken Seljuklar çıktı ortaya.”

“Seni görende kara sakallı bir arabacı sanır, sende daha ne hikâyeler vardır kim bilir? Belki değeri çok daha fazladır ama paramın boşa gitmediğine sevindim doğrusu.”

“Kendine yatacak bir oda ayarla, yola çıkmak için birkaç kişinin daha gelmesi lazım.”

“Ne kadar bekleriz daha?”

“Bilmiyorum ama burada kaç kişi varsa hepside yola çıkmak için birilerini bekliyor. Fazla sürmez herhalde.”

“Anlaşılan daha bekleyeceğiz. Benim adım Kharon, ya seninki?”

“Magar, senin dilinde Şanslı demek.”

“Adın gibi şanslısındır umarım.”

“Öyle derler ama kendimi hiçte şanslı saymam.”

“Sana Magar yerine, Şanslı desem?”

“Nasıl dersen de, benim için ikisi de aynı.”

“Pekâlâ, o zaman Şanslı, yatacak bir yer bulayım kendime.”

Suratsız hancı Kharon’a kalacağı yeri gösterdikten sonra;

“Bilesin ki burada üç gece kalırsan para ödemezsin ama daha fazla kalırsan her gece için bir bakır sikke alırım senden.”

Kharon bunu önceden kaldığı yerlerden öğrenmişti. Suratsız hancı dört kişilik bir odayı göstererek;

“Üç gün buradasın, sonra istersen başka bir yere geçersin.”

“Ne yani başka yeriniz yok mu? Para ödeyeceksem tek başıma kalmak isterim.”

“Sen kendini ne sanıyorsun! Sultan falan mı tek başına kalmak istersin!”

“Ama başka hanlarda öyleydi.”

“Ben başkalarını bilmem, beğenmiyorsan çeker gidersin.”

“Kharon, ilk gördüğü anda suratsız ve kaba saba bir adam olduğunu anladığı hancıyla fazla tartışmaya girmeden, kaderine razı oldu. Dört kişilik odadaki yatağının üzerine oturdu. Eliyle şöyle bir yokladı yatağı, fena sayılmazdı; daha kötülerini de görmüştü. Yapabileceği fazla bir şey olmadığını biliyordu, tabi hancıda bunu biliyor ve buraya gelenleri yolunacak birer kaz olarak görüyordu.

Gece oldukça soğuktu ama kaldığı odanın tek iyi tarafı sıcak olmasıydı. Yanan ocağın bacası odanın duvarlarını ısıtıyor ve odanın sıcak kalmasını sağlıyordu.

Sabah kalkıp aşağıya indiğinde masalarda oturanlara göz gezdirdi. Tek tanıdığı olan, arabacı Şanslı’ya bakındı, dünkü yerindeydi ve yanında ayakta duran bir başkasıyla konuşmaktaydı. Kendi gibi yola çıkmak için, araba bulmaya çalışan yeni birisiydi herhalde bu adam. Biraz bekledi, konuşmaları sona erince Şanslı’nın yanına giderek;

“Yeni bir yolcu muydu konuştuğun adam?”

“Evet, bak benimle tanıştıktan sonra seninde şansın dönmeye başladı ha, ne dersin?”

“Galiba öyle, bu kadar çabuk olacağını beklemiyordum ya sen o kadarda şanslı olmadığını söylemiştin.”

“Sen bana güven, iki güne kadar hazır oluruz. Ayakta durma, gel otur şöyle.”

 Şanslı, hancıya işaret ederek, sıcak içeceğinden getirmesini istedi.

“Nedir bu içtiğin?”

“Buralarda yapılır, bir otla kaynatılıp hazırlanan içecektir. Hem insanın içini ısıtır hem de şarabı aratmaz ama dikkatli içmek lazım, adına güzelavrat otu derler. İçen kadının gözleri büyür güzelleşirmiş.”

“Yoksa içen adamlar kadını daha mı güzel görmeye başlarlar?”

“Onu bilmiyorum ama ben içtiğim zaman her yeri daha güzel görüyorum.”

“Ne olursa olsunda, kadını daha güzel görsün. Kadınların hepsi güzel görünmeye layıktır. Yeter ki ona bakan gözler onun tüm güzelliklerini görsün. Ruhunu anlasın, yüreğinin sevgiyle aşkla çarptığını hissetsin.”

“Dur bakalım daha bir yudum içmedin, içince nasıl olacaksın Tanrı bilir.”

“Şanslı; benim kafam hep aynı, benim işim resim yapmak, bütün kadınları güzel göstermek.”

 “Yani hiç çirkin kadın yok mudur sence?”

“Bütün kadınlar güzeldir, onu çirkin gören yalnızca erkeğin gözleridir.”

Hancı, elinde dumanı tüten kupayı Kharon’nun önüne bıraktı ve arkasını dönüp giderken, Şanslı bir tane daha getirmesini istedi.

“Belki ikinciyi içince seninle aynı dilden konuşmaya başlarız.”

“Ne yani dediklerimi anlamıyor musun?”

“Anlamasına anlıyorum da, kelimelerin ruhuna giremiyorum. Çünkü sen bir ressamsın, ressamların yaptığı resimlerin görüntüleri ile anlamlarının farklı olduğunu görebilmek ve anlamlandırabilmek istiyorum.”

“Konuşarak anlaşabilmemizin tadına varalım o halde.”

“Eski Yunan filozofları da böyle yapıyorlardı herhalde, konuşarak anlaşabilmenin yollarını arıyorlardı.”

“Asıl kötüsü, hiçbir noktada birbirleriyle uzlaşamıyorlar, biri ne söylerse öteki onun tam tersini söylüyor, yine de her biri insanı kandırmak, ille kendi dediğine, kendi yoluna çekmek istiyordu.”

“Desene ki o adamların hepsi de hiç sıkılmadan atıp tutuyordu!”

“Ben sakallarını o kadar uzatan kimselere inanmazlık edemiyorum.”

“Ama ben onlardan biri değilim, yani dostum ben de içlerinden birine inanmak isterken, ‘içimde başka bir istek uyandığını’ duyuyordum.”

“Sen neler gördün bu kadar gidip geldiğin yollarda, neler öğrendin, neler anladınsa onu anlat da, bende öğrenip anlayayım.”

“Neler görmedim ki, Khorassan’dan, Thracia’ya ve oradan İllirya’ya kaç sefer gidip geldim. Herkes birbirini öldürmeye, birbirine tuzak kurmaya kalkıyor, her yerde hırsızlık, her yanda zorbalık, her yanda korku, her yanda hepsi soylarına soplarına hainlik edip duruyor… Daha neler gördüm! Kimi duvar örüyor, kimi rüşvet alıyor, kimi faize para veriyor, kimi borçlusuna dava açıyor. Kısacası yeryüzünde bir komedyadır gidiyor, bütün insanlarda o komedyanın oyuncuları.”

“Peki ama sen, yalnız o dediklerine bakıp da iyisini kötüsünden nasıl ayırt edebildin?”

“Nasıl bilmeyeyim Kharon. Zor mu anlamak? Sen şunu söyle bana: senin gidip şarap aldığın hiç olmadı mı?”

“Çook!”

“Her seferinde kentin bütün şarapçılarını dolaştın, hepsinin şarabını tattın, birbiriyle karşılaştırdın da ondan sonra mı aldın?”

“Hayır.”

“Tadı hoşuna giden, pek de pahalı olmayan bir şarap bulunca onu aldın, evine götürdün, değil mi?”

“Evet, öyle oldu.”

“Bir yudum tatmakla bütün şarap nasıldır anladın, değil mi?”

“Orası da doğru,”

“Ya kalkıp şarapçılara şöyle deseydin: “Ben bir testi şarap alacağım, her biriniz birer fıçı verin içeyim, hepsini deneyeyim de hanginizin şarabı daha iyidir anlayayım” Evet, sen onlara böyle bir şey söylesen hepsi de sana gülmezler mi? Biraz daha üstelersen başından aşağı birer kova dökmezler mi?”

“Dökerler elbet. Ben de hak etmiş olurum.”

“İyiyi kötüden ayır etmekte öyle işte. Birkaç yudum içmekle bütünün ne olduğunu anladığına göre, ne diye kalkıp da bir fıçı içesin.”

“Yani sen, doğruyu, yalandan ayırabilecek hale gelmek, gümüş ayarcıları gibi saf gümüş hangisidir, kalpı hangisidir anlamak istiyorsan, bunun başka bir yolu yoktur. Böyle bir güce eriştikten, bu hüneri edindikten sonra, sana söylenenlere sorgulamadan inanırsan, bil ki onlardan her birinin seni burnundan sürüklemesine ses çıkaramazsın mı demek istiyorsun?”

“Bu dediğin hoşuma gitti ama kusura bakma, biz şimdi bir çember içinde dolaşan insanlara döndük; nasıl oldu bilmem, yine başladığımız yere geldik, demin ne kadar bilmiyorsak, yine o kadar bilmiyoruz.”

“Bunu yapan galiba o senin içtiğin ot. İçtiğinde gözün, kulağın açılıyor, çenen düşüyor. Güzelliklerle dolu başka bir ülkede buluyorsun kendini. Benimde şöyle bir yer canlanıyor gözlerimin önünde: İnsanların hepsi mutlu, evet hepsi mutlu, hepsi de bilgeliğe ermiş, yiğit, doğru, her işlerinde ölçülü insanların yaşadığı. Kandırıp aldatmanın, zorbalığın, açgözlülük yüzünden haksızlık etmenin, bizler arasında çok görülen suçlardan birinin bile işlenmediği, herkesin barış içinde, dirlik düzen içinde yaşadığı, öteki ülkelerle didişmediği, kavgaya, insanların birbirine saldırmasına neden olacak şeylerden hiç birisinin olmadığı. Ne altını, ne eğlencesi, ne de ün salıp alkışlanma hırsının olmadığı; ne diye düşsün insanlar birbirlerine. Oranın yasaları yalnız hak, yalnız doğruluk gözetilerek kurulmuş, birbiriyle eşit olan tüm insanlar, kadın ve erkekler tam bir özgürlük içinde olduğu, her türlü her türlü nimetten paylarını alarak yaşadıkları bir yer.”

“Sen avluda bekleyen arabaların ne işe yaradığını düşünüyorsun?”

“Bilmem, sadece birisinde yer bulurum herhalde diye düşündüm.”

“Doğru, her insan avluda hazır bekleyen arabaların birinde yer bulacağını umar. Ama senin hayal ettiğin yere götüren o yol tek değil. Dikkat ettiysen orada dört araba vardı. Hiç biride ötekine benzemeyen; biri batıya, öteki doğuya, biri kuzey yönünde, diğeri güneye götüren dört araba. Birine bakıyorsun: kırlardan, korulardan geçiyor, türlü serin gölgelikleri var, güzel güzel ırmaklar akıyor, zevkli sefalı bir yol, insanın ayağını incitecek, gözünü korkutacak hiçbir şey yok. Ötekine bakıyorsun, inişli, yokuşlu, her yanı taşlarla dolu; güneş insanın tepesinde kaynıyor, belli ki susuzluktan bunaltacak. Ama yol gösterenlerin dediklerine bakarsan o yollardan hepsi de; birbirlerine karşıt yönlere gittikleri halde, yine de hep aynı yere varıyorlar. Yaşlı bir adam bana kendisiyle birlikte oraya gitmemi söylemişti.  Bana kendisi yol gösterecek, oraya varır varmaz beni de mutlulardan biri edecekti. Uymadım ona, gençliğim, toyluğum onu dinlemedi. Kim bilir? Şimdiye kadar belki de o yerin kapılarına varmış olurdum.”

“Görüyorsun ya, Şanslı, bende öyle bir yere gitmeyi, o mutluluk ülkesinin insanlarından biri olmayı hayal etmekle kötü etmiyorum, çocukça işlere girişmiş olmuyorum değil mi?”

“Haklısın Kharon, senin gibi bende isterim oraya gitmeyi, oranın mutlu insanlarından biri olmayı. Buralardan çok uzaklarda olan o yerin yolunu aramaktan, bir gösteren bulmaktan başka çare yok. Belki sen, benden daha şanslısın, seni şanslı kılan şeyse sanatın. Elindeki fırçayı duvara vurduğunda, o hayalini kurduğun yere geldin demektir.”

 “Beni buralara kadar ne getirdi sanıyorsun. İşte o yeri bulmaya çalışıyorum, cebimde fırçalarım arayıp dururum. Benim şansım kadınımdır, beni buralara gönderen de, yaşayacağımız; kimsenin nerede doğduğunu, arkasına ne giydiğini, boyunu posunu sormadığı, soyunu sopunu karıştırmadığı, erkeğin kadından üstün olduğunu söylemediği, soylu, soysuz, köle, özgür adam gibi sözlerin ağza alınmadığı o yerleri arayıp bulmamı da isteyen odur.”

“Ne mutlu sana ki, kadının sana yolu göstermiş. Bunca senedir bende o yolu bulmak için arabacılık yapar, insanları yaz, kış demeden istedikleri yerlere götürüm. Galiba şimdi gitmek istediği yeri iyi bilen bir yolcum var.”

“Ben de, iyi bir yol gösterici buldum sanıyorum.”

“Mademki ikimiz de varacağımız yerlerde, bulmak istediklerimizi biliyorsak, yola koyulma vakti gelmiştir. Yeni bir yolcu beklemeye de lüzum kalmadı. Hazırlan, yarın yola çıkıyoruz”

“Ben bu işe çok sevindim, ne de olsa her günümüz çok değerli.”

17. Bölüm

Yola koyulmadan önce, güneşin ilk ışıkları parladığında bir köşede uyuklayan suratsız hancıyı dürterek uyandıran Şanslı;

“Bize sıcak su getir hancı.”

“Biraz bekleyeceksin arabacı, suyu ocağa koyayım da kaynasın.”

Suyun kaynamasını beklerlerken, Şanslı kalın gocuğunun ceplerinden dört ayrı renkte kesecik çıkartarak;

“Haydi Kharon, içlerinden birisini seç.”

Kesecikler, sarı, mavi, kırmızı ve siyah renklerdeydi.

“Bunlar nedir Şanslı, neden birisini seçmemi istiyorsun?”

“Bu keseciklerin her biri ayrı bir yönü işaret eder. Latin Kilise’si “Santa Sede” Kutsal Makamı’nın tam da kalbinde kesişen, Kuzey ve Güney doğrultusu ile Doğu ve Batı doğrultusundaki Haç’ın kolları, Azize Sofia ile Roma’yı birleştirir. Haç’ın; Güneyi, kırmızı renk, kan ile ateştir. Kuzeyi, siyah renk, beden ve topraktır. Batısı, mavi renk, su ve duygularımız, Doğusu sarı renk, nefesimiz ve havadır.  Beşincisi ise, dördünden oluşan ruhumuzdur,  hepside “Qi” enerjisiyle, yani ruhla birleşir.”

“Dediklerinden pek bir şey anlamadığımı söylemem, bunu bana biraz daha açıklar mısın?”

“Ağaçlar topraktan aldıkları, su ve güneş ışığı ile beslenip büyürler. Bir ağacın ‘yaşıyor’ olması, nefes alıp vermesi, o ağaçta bulunan ‘ruh’ sayesindedir.  Aynı şekilde insan vücudu içinde de; kan ateştir, beden topraktır, duygular sudur, nefesimiz havadır ve beşincisi ise ruhumuzdur.”

“İyide keseciklerin bunlarla ne ilgisi var.”

“İçlerinden seçeceğin ilki ile hangi yöne gideceğimizi bileceğiz.”

“O zaman ilk olarak siyahı seçtim.”

“Güzel, şimdi keseciğin içindeki otlardan, önümüzdeki sıcak su kupalarına koy ve yudumlamaya başla, bakalım gideceğimiz Kuzey yönündeki Toprak ülkesinde neler göreceğiz.”

“Bu otlarda öncekilerden mi?”

“Hayır, her biri başkadır. Bunları gittiğim yerlerden topladım ve her birini ayrı keseye koydum. İçtiğin zaman rüyalara dalarsın ve ne görmek, ne yaşamak istersen onları görür, onları yaşarsın. Kimi konuşturur, kimi düşündürür, kimi uyutmaz, kimi de bitmez tükenmez güç verir.”

Kuzeye doğru giderek, Toprak ülkesine vardıklarında; zenginlik ve refah içerisinde yaşmakta olan insanları gördüler. Çok uzaklardaki bu ülke, geniş ve verimli topraklara sahip, pek çok insanın bir araya gelerek kurduğu ve hepsinin söz sahibi olduğu bir çatı ülkenin bayrağı altında yaşamakta olan, ancak sahip oldukları zenginlikleri ve varlıklarıyla, diğerlerinin önünde olan ve onları yöneten ailelerin hâkimiyeti altındaydı.  Buralara geldiklerinde herkese göre yapılacak işlerin olduğunu gördüler ve şöyle dediler: ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ Zengin olmak için her şey yapılabilir.

Ülkenin bütün topraklarında bu ailelerin sözü geçerdi. Zenginliklerini arttırmak için, güneydeki Ateş ülkesinden getirdikleri kara derili insanları ölesiye çalıştırdılar, Ateş ülkesinden ele geçirdikleri altın ve gümüşler sayesinde zenginliklerine zenginlik kattılar, zenginlikleri arttıkça da sözlerini daha çok dinletir oldular.

Sözlerini dinlemeyen Toprak Ülkesinin kendilerinden önceki sahipleri olan kızıl derililere vahşiler diyerek öldürdüler, yaşadıkları yerlere de kendi insanlarını yerleştirerek yönetimlerini kurdular.

Başka ülkelerde sözlerini dinlemeyenler, onlara baş kaldıranlar olursa, onları da cezalandırır, varlıklarının yaşayabilecekleri kadarını onlara bırakıp, gerisini kendi ülkelerine taşırlar ve her zaman onların bir dediklerini iki etmeyecek olan Kralları ülke yönetimine atarlar, şüphe duydukları veya beğenmedikleri olursa da, tahta bir başkasını çıkarırlardı.

Kendilerini sevdirmek ve beğendirmek için, o ülkelerdeki insanlara para yardımları gönderir, Kral ve yakın çevresindekilerle iş yaparak, onlara zenginlik sağlarlardı.

Kuzeyde olduğu kadar, kendilerine bağladıkları Güney ve Batı topraklarındaki krallıklar sayesinde her yerde söz sahibi oldular. Geriye kalan Doğu topraklarını da ele geçirmek içinde kuvvetli ordularıyla savaşlara giriştiler.

Haksızca ve adaletsizce süren savaşa karşı çıkarak, barış isteyen genç insanların sesini, ülkelerinin çok uzağında yıllarca sürdürdükleri savaşla kestiler. Ama Doğudaki savaşı kazanamadılar.

Her zaman dindar ve kiliseye bağlıydılar, başka dinden olan ülkelerin insanlarını da kendi dinlerine döndürmek için misyonerler gönderip, kiliseler inşa ettiler. Yaşadıkları yerleri yitirmiş olanlardan biri şöyle dedi: “Beyaz adam, elimize İncil’i tutuşturdu ve karşılığında, bütün zenginliğimizi aldı.”

Bulundukları Kuzey Topraklarında, ne kadar zaman geçirdiklerini bilmeden arabalar için yapılmış yollardan dağları bayırları aştılar. Geldikleri büyük kentin, çok yüksek kuleleri olan kalesini ve zenginlerin yaşadıkları şatolarını gördüler.

Ülkenin insanları yaşamlarının özgürlük üzerine kurulduğuna inanıyor ve buraya her yeni gelenin özgür olmayı beklediği ülkede, zincirsiz esirler oluyorlardı. Farkına vardıklarında ise üzerinde ‘Tanrı’ya Güveniriz’ yazılı olan kâğıtlarla özgürlüklerini satın alacaklarına inanıyorlardı.

Güneydeki ülkelerde yaşayan ve esaretten kurtularak özgürleşmek için baş kaldıranlar olursa, onların da seslerini gizlice ve sinsice planlarla kesiyorlardı.

Kuzeye yaptıkları yolculukta, Toprak ülkesi Kharon’un bulmayı umduğu, hayallerine hiç uymayan bir ülkeydi. Burada göreceklerinden daha fazlasını aramaları için bir nedenleri kalmamıştı. Şanslı, arabayı durdurmak için hayvanların dizginlerine asılarak “hoo! Hooo!“ diye bağırdı. Yol kenarında durduklarında Kharon;

“Şanslı, biz şimdi nerelerdeyiz?”

“İkonia’yı geçtik ve biraz dinlenmek için durduk.”

“Ben çok üşüdüm, şu kuytuda ateş yakıp ısınalım derim.”

“İyi olur, atla arabadan ve etraftaki kuru çalı çırpılardan toplamaya başla bakalım.”

Yaktıkları ateşte ısıttıkları suya koyacakları otun bulunduğu kese, bu sefer Doğu yönüne gideceklerini işaret eden sarı renkli olanıydı.

Doğuda, soğuk ve ıssız topraklardan geçtiler, buzlarla kaplı geniş arazilerde yol aldılar ve sonunda büyük bir hanedanlığın yönetimi altında yaşayan insanların ülkesine geldiler.

Buranın halkı Kızıllar ve Beyazlar diye ikiye ayrılmıştı. Büyük bir savaş yaptılar ve Kızıllar, Beyazların hâkimiyetinde olan krallığı yıkarak, kendi yönetimlerini kurdular. Burada yaşayan insanlara da şunu söylediler: “Artık ülkenin sahibi sizlersiniz, herkes gücünün yettiği kadar çalışacak, ihtiyacı kadar olanı alacak. Hiç kimsenin şahsi malı mülkü olamaz. Servet sahibi olmak için kimse kimseyi çalıştıramaz. Ancak yönetim sizleri çalıştırabilir ve ancak yönetim için çalışabilirsiniz. Yönetim size bakacak ve ihtiyaçlarınızı karşılayacaktır.”

Ülkede eski krallık zamanındaki ibadet yerlerinin tümü kapatılmış, dini inançların tümü yasaklanıştı. Tanrının varlığı artık tanınmıyordu.

İnsanları, aydın ve kültürlüydü. Sanata ve sanatçılara büyük imkânlar sağlanmakta, ilim ve bilime, araştırmalarda bulunarak daha çok katkı sağlanmasını teşvik ediyorlardı.

Kuzeyin Toprak ülkesinin varlıklı yönetimleri, Kızılların kurmuş olduğu yeni yönetimlerine, askeri olmayan silahsız bir orduyla savaş açmış, haklarında her türlü karalamayı yaparak, olmayan suçlamalarla, Doğunun Hava ülkesini ve onun yönetimlerini devirmeye çalışıyorlardı. Açtıkları savaşın adına ülkenin havasına uygun şekilde “Soğuk Savaş” adını vermişlerdi. Sinsice ve haince yapılan bir savaşın adıydı bu. Fakirliğin, yoklukların ve sefaletin hüküm sürdüğü, açlıktan insanların öldüğü söylemlerini her yere yayıyorlardı. En önemlisi de, kendilerini her şeyin sahibi olarak gördüklerinden, kadınlarında sahipleri olarak kendilerini görüyorlar ve Doğunun Hava ülkesinde, insanların hiçbir şeye sahip olamadıkları gibi kadınlarına da sahip olamadıklarını ve onları başka erkeklerle paylaştıkları yalanlarını uyduruyorlardı. Onları inandırmalarının en etkili yolu da, dinsiz olduklarını ilan etmiş olmalarıydı.

Kuzeyin Toprak ülkesi, Doğunun Hava Ülkesine “Demir Perde” Ülkesi adını takmış, her yerde ve her zaman bu adla anıyordu. Bu konuda haklı oldukları tek yan, Doğunun Hava ülkesinde yaşayan insanların seyahat özgürlüklerinin kısıtlı oluşuydu. Hangi alanda olursa olsun, başarılı ve çok çalışkan olanların, çeşitli oyunlarla kendi ülkelerinden kaçmalarını sağlıyorlardı. Onları, zenginlikleri ve sundukları imkânlarla ödüllendiriyorlar, kültürlerinden, yeteneklerinden ve bilgilerinden yararlanıyorlardı.

Kuzeyin Toprak Ülkesinin insanları, yaşamlarını, tüketebilecekleri lüks ve zenginliklerini gösterebilecekleri, paralarıyla satın alabilecekleri ölçüde beğeni kazanarak ve özenilecek ne varsa hepsine sahip olabilmeleri üzerine kurmuşlardı. Oysa Doğunun Hava Ülkesinde yaşayan insanların buna hakkı olmadığından, Kuzeyin insanlarını kıskanmakta ve onlar gibi bir yaşamı düşlemekteydiler.

Evet, önceki krallığı yıkmışlar, ülkedeki eşitsizliği, adaletsizliği ve fakirliği kırmışlardı ama sahip oldukları ve olabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Evet, iyi eğitim alıyorlar, sanata ve bilime verilen katkılardan yararlanıyorlar, yönetimin gösterdiği işlerde çalışıyorlar, birbirlerine benzeyen renksiz ve sıkıcı bir hayat sürüyorlardı. Evet, iyi sanatçıları, yazarları, düşünürleri ve sporcuları vardı adlarını en güzel şekilde temsil ediyorlardı ama eğlenceleri, lüksleri, gıptayla bakılacak, özenilecek bir hayatları yoktu.

Ya eski krallıkları zamanında öyle miydi? Açlık ve sefalet çabuk unutulmuş, lüks, şatafat özlenir olmuştu. Hele birde bunu daha çok özendiren Kuzeyin Toprak Ülkesi yöneticileri olursa, memnuniyetsizlikleri ve huzursuzları daha çok artmaktaydı. Yasaklamaların, kısıtlamaların pek bir işe yaradığı bu duruma bakılınca söylenemezdi.

Kısacası kurdukları yönetim onları tatmin etmemişti. Dinlerini, inançlarını, ibadethanelerini özlüyorlar ama bunu nasıl eski haline getireceklerini bilemiyorlardı. İnançlarını yaşamak onların özgürlüğü olmalıydı, yönetim ise bunun için “Din, insanları uyuşturan afyondur!” diyerek karşı çıkıyordu.

Ama akan suyu engellemenin çok zor olduğunu bildiklerinden, kısıtlı da olsa eskiden kalma bazı ibadethaneleri açarak, insanların inançlarının gereklerini yerine getirmelerine izin veriyorlardı. Ve yine kısıtlıda olsa, insanların kendi başlarına işleyebilecekleri büyüklükte toprakları olmasına, ülke içinde önceden izin alarak yolculuk etmelerine, denetimli şekilde tercüme edilen edebi eserlerin okunmasına, sanat eserlerinin izlenmesine olanak tanıyorlardı.

Böylece olası bir başkaldırı ve isyanın önüne geçmek için halkın isteklerine cevap vererek kurdukları katı yönetimi bir parça yumuşatıyorlardı. Buna da “açıklık” ve “yeniden yapılandırma” politikası diyorlardı. Ancak işler istedikleri gibi yürümemiş aksine, özgürlük mantığı ülke içindeki muhalif grupların daha da güçlenmesini sağlamıştı.

Kendi kurdukları yönetim, kendini yaratanlara ait olmalıydı. Oysa yönetim hiçbir zaman kendi ellerinde olmadığından, kurdukları yönetime de ihanet ederek, içinden yıkılmasına neden olmuşlardı.

Kharon ve Şanslı, Doğunun Hava Ülkesine gittiklerinde, buradaki insanları görerek nasıl yaşadıklarını anladıklarında; kendi düşledikleri gibi bir yeri bulabilmenin neredeyse imkânsız olduğuna inanmaya başlamışlardı. Güneyin Ateş Ülkesinden tutsak olarak getirilen kara derili insanların yaşadığı ve kendi özgürlüklerini dahi korumaktan aciz olduğu başka bir yeri görmenin anlamsız olduğuna karar vererek gidebilecekleri son yer olan, Batının Su Ülkesine doğru yola koyuldular.

Batıya geldiklerinden beri durmak bilmeyen yağmurlar onları karşıladı. Yollar yağan yağmurlarla su dolmuş, her yer çamur olmuştu. İlerlemenin mümkün olmadığı yollarda günlerce beklemek zorunda kaldılar. Arabalarını saplandıkları çamurlardan kurtarmak üzere yanlarına gelenlerde bu işi beceremediklerinden, Kharon ve Şanslı’yı köylerine götürdüler. Yağan yağmurların geçeceği ve güneşin yeniden yüzünü göstereceği güne kadar, bu insanların yanında konuk oldular.    

Konuk olarak kaldıkları evde yaşayan, akrabalar ile çocuklarından oluşan kalabalık ailenin en yaşlısı; ülkedeki tüm yaşamın, katı kurallarla birbirinden ayrılarak üstten alta doğru sıralanan sınıflardan meydana geldiğini ve bu sınıflar sisteminde, yalnızca aynı sınıf içinde geçişlerin olduğunu ve bir üst sınıfa ulaşabilmenin yasaklandığını,  hatta sınıflar arasında evlilik dâhil, hiçbir ilişkiye müsaade edilmediğini, her sınıfın üyesinin, yalnızca kendi sınıfından bir başkasıyla evlenebilmesine, yani sınıf sistemin, bütün geçişlere karşı korumalı olduğunu anlattı.

Sınıflar sisteminin en tepesinde, rahipler ve bilginler ve aşağıya doğru; prensler ile askerler, tüccarlar ve işçiler ile köleler yer almaktaydı. Geçmişleri ve ait oldukları sınıfları birbirinden farklı olan bu insanlar, hangi sınıfta doğmuşlarsa o sınıfın bireyleri olmak onların yazgılarıydı ve asla değiştirilemezdi.

Özellikle yüksek sınıflara mensup olan çocuklar küçük yaşta nişanlandırılır, kızlar ise evlenme çağına gelmeden evlendirilirdi. Bu uygulamadaki amaç, kızların akılları erecek yaşa gelip kendi sınıfı dışından bir evlilik yapmalarını önlemekti. Dul kalan bir kadının tekrar evlenmesi hemen hemen her sınıfta yasaktı. Yüksek sınıflarda dul kalan kadının, kendi rızasıyla diri diri yakılması çok makbul görülür ve bunun gerçekleşmesi için maddî ve manevî baskı uygulanırdı.

Batının Su ülkesinde birbirinden katı kurallarla ayrılmış olan sınıfların kendi içlerinde de ayrı dilleri olduğu gibi, tüm ülkedeki yönetimde de ayrı ayrıydı. Her sınıf kendi gelenekleri ve kendi alışkanları sürdürmekteydi, yalnız şaşılacak olansa bütün sınıfların aynı dinsel inanca sahip olmalarıydı.

Bu dini inanış aynı zamanda; toplumsal bir sistem olarak insanın içindeki gerçek varlığı tecrübe etmeye ve sonunda insan ile Tanrı’nın bir olduğu şuuruna ulaşmaya teşvik eden bir dini inanç sistemiydi. Şiddet kullanmamak ve toplumsal hoşgörü bu inancın temeliydi.

Her varlık kendi yolunu seçmekte özgür olup bunu ister duayla, ister inzivaya çekilerek, isterse fedakârca ve karşılık beklemeden yaptığı davranışlarla sağlayabilirdi.

Kadınlara hiçbir hak tanımadığı ve evlenmeyen kadınların hiçbir değerinin bulunmadığı bu ülkede de, kadının en önemli görevi annelikti.

Tüm sınıfların dışında kalanların yaşamakta olduğu bir başka alan vardı ki, Kharon ve Şanslı en çok oraya giderek “Fakirler” adı verilen bu insanları yakından görmek ve tanımak istiyorlardı.

Yağmurların sona ermesiyle birlikte, kızgın güneş altında kuruyan topraklarda ilerlemeye başladılar.

Sonunda, sakince akmakta olan çok geniş ve büyük bir nehre vardılar. Nehrin kıyıları insanla doluydu, gelenlerin tümü giysilerini çıkartarak sulara girmekte ve çıktıklarında kutsandıklarına inanmaktaydılar.

Fakirlerin yaşadığı alanlara gelmişler, aynı nehrin kıyılarında yaşadıklarını görmüşlerdi. Üzerlerindeki tek giysileri, altlarını örten bir bez parçasıydı. Örgülü saçları ile uzun sakalları olan Fakirlerin tümü, kemikleri sayılacak kadar zayıflardı. Günde bir dilim ekmekten başka bir şey yemiyorlar ama yaktıkları otların dumanlarını ardı ardına soluyorlardı.

Fakirler; acı çekmenin nedenini, yaşama arzusu içinde olan insan olarak görmekte ve varlığının çektiği acılardan kurtulabilmesinin bütün maddi kazançlarından vazgeçmesiyle mümkün olacağına, böylelikle insanın sakinlik ve huzura kavuşacağına inanıyorlardı.

Bu düşünceler Kharon’a hiçte yabancı olmadığından, Şanslı’ya;

“Arabayı durdur da, bizde şu nehre bir girelim.”

“Olur, sonrada Fakirlerin dumanlarından soluyalım.”

“Hem de çokça…”

Akan ırmağın sularına girdiler, nehrin sakince akan suları kadar huzurla, sakinlik ve sükûnetle dolarak yeniden kıyıya çıktılar. Fakirlerin yaktıkları ateşten çıkan dumanları da çokça soludular.

Kharon gözlerini açtığında, Şanslı’yı arabayı çeken hayvanların yularını tuttuğunu ancak başı öne düşmüş ve hayvanların attığı her bir adıma uygun ritimde, bir ileri bir geri sallandığını gördü. Elini uzattı ve omzuna dokundu, Şanslı oturduğu yerden yana doğru kaykıldı. Kharon, bu kez omzuna daha sertçe dokundu, hatta sarstı. Şanslı başını kaldırır gibi oldu ama kaykıldığı yerden doğrulamadı. Kharon, dışarı baktığındaysa uzaklardaki Keşiş Dağı’nın karla kaplı tepesini gördü. Bu sefer Şanslı’yı en sert şekilde dürterek uyandırdı.

“Sende, benim gördüğümü görüyor musun?”

Şanslı, anlamsız bir ifadeyle ve kızıla dönmüş gözleriyle Kharon’a baktı;

“Ne diyorsun sen?”

“Ne mi diyorum, şuraya bak! Nereye geldik biz, neredeyiz diyorum?”

“Şanslı, kan çanağına dönmüş gözlerini ovuşturarak;

“Nerde olacakmışız, dünyanın çatısında değil miyiz?”

“Ne çatısı Şanslı, şu dağa bak, şuradaki koca dağa!”

“Evet bakıyorum.”

“E, ne görüyorsun?”

Şanslı, arabayı durdurdu, bulunduğu yerde ayağa kalktı, bir elini siper ederek Kharon’un işaret ettiği tarafa uzunca bir süre baktıktan sonra;

“Nereye gelmişiz böyle?”

“Bende aynı şeyi sana soruyorum Şanslı”

“İşaret ettiğin galiba Keşiş Dağı, yoksa Prusa’ya mı geldik?”

 “Yanlış görmüyorsan öyle olması lazım”

“Ne çabuk gelmişiz, hâlbuki biraz önce dünyanın çatısında değil miydik?”

“Kuşlar gibi uçtuk Şanslı, kuşlar gibi!”

Şanslı, kollarını iki yana açtı. Sanki iki kol yerine iki kanadı varmış gibi arabadan aşağı doğru kendini bıraktı.

Yüzüne inen tokatların acısıyla kendine gelen Şanslı, acı içinde yattığı yerden doğruldu, kendine gelebilmek için birkaç derin nefes aldı.

“İyi misin?”

Şanslı, oturduğu yerden zorla ayağa kalkabildi;

“İyiyim, iyiyim. Sadece başım ağrıyor.”

“Kalacak bir yer bulalım da, kendimize gelelim. Sonrada yola devam ederiz.”

“Görünüşe bakılırsa az bir yolumuz kaldı Konstantinopolis’e varmak için.”

Şanslı, hayvanların dizginlerini serbest bırakarak arabayı Panderma kentine doğru sürdü. Kharon, Propontis kıyılarındaki kentin limanında bekleyen bir gemiyle Konstantinopolis’e gideceklerini düşündü.

“Konstantinopolis’e denizden gitmek akıllıca bir seçim, Limandaki gemi sanki bizim gelmemizi bekliyor gibi.”

“Ben gelmeyeceğim Kharon. Burada ayrılıyoruz,  Bundan sonra yola tek başına devam edersin.”

“Gelmeyecek misin? Peki, ama neden? Buraya kadar gelebilmek için ne yollar kat ettik. Şimdi kalkmış ben gelmeyeceğim diyorsun.”

“Yok Kharon, Konstantinopolis’ten ne zaman ayrıldım hatırlamıyorum bile. Ondan sonra bir daha adımımı atmadım o meşum şehre.”

“Neden diye sormak istemiyorum sana ama anlatırsan dinlerim. Belli ki güzel şeyler yaşamamışsın.”

“Öyle oldu diyelim. Aslında herkesin gitmek istemediği bir yer, görmek istemediği birisi vardır. İnsanların yaşamında hep yanlış bir adım vardır ve o yanlış adım bütün yaşamını belirler. Eğer o adımı doğru atmış olsa en iyi, en güzel şeyler hep onun olacaktır. Ne yazık ki insanlar bunu da bilerek ve isteyerek yapmıyor, ama sıkıntısını da bilerek ve isteyerek çekiyor. Yapman gereken neyse onu yapacaksın, ne olması ve nasıl olması gerektiğini zaten bilirsin. Eğer bunu yapmıyor ya da yapamıyorsan hayatın hep yanlışlıklarla dolu olacaktır.”

“Aşk, böyle şeyler söyletiyor galiba sana. Çok mu sevdin onu, her kimse işte onu?”

“Adı Misande’deydi, ona âşık olduğum zaman çok gençtim. Ben ona aşkımı itiraf edemeden, o Samothra’lı bir gençle hayatını birleştirdi. Sonra da Konstantinopolis‘den ayrıldılar ve onları bir daha hiç görmedim. Onu bulabilmek, bir kez daha görebilmek için peşlerinde diyar diyar gezmeye başladım. Sonrasını zaten biliyorsun.”

“Ne diyelim, karar senin.”

“Ayrılmadan önce sana bir şey vereceğim, bunu çok uzun zaman önce Misande bana vermişti, şimdi bu saç bandını al ve sevdiğin kimse, onun saçlarına tak.”

“Bununla hep seni hatırlayacağım.”

“Haydi, yolunuz neta, rüzgârınız bol olsun”

18. Bölüm

Kharon, Khrysokeras limanında gemiden indiğinde kendini yabancı bir ülkeye gelmiş gibi hissetti. Çok zaman geçmişti, gördükleriyle ve yaşadıklarıyla başka bir insan olmuştu sanki. Özlemle döndüğü evinde Minokta’nın olmayışı onu derinden sarsmıştı. Şöyle bir düşündü de; Minokta hangi gün döneceğini nereden bilecekti ki?

Minokta’nın kokusunu duymak ve onu hissedebilmek için giydiklerinden birini burnuna doğru yaklaştırarak gözlerini kapadı ve o anda Minokta’nın yanında olduğunu gördü. Nasıl olduğuna bir anlam veremedi ama olmuştu işte, Minokta yanındaydı ve mavi gözlerindeki derinliklerinin içine dalarak kaybolmuştu. Yüzüne inen tokatla gözleri açıldığında ise bir mumya kadar donuktu.

“Kharon, Kharon, iyi misin? Döneceğin günü bekliyordum, her gün dönmen için Tanrı’ya yakarıyordum ama o kadar zaman geçti ki kendimden şüphe etmeye başladım, kendimi hazırlamaya başladım o kara habere. Yüce Tanrının isteğiyle artık buradasın, yanımdasın, bir kez daha senden ayrı kalmak istemiyorum. Her yataktan kalktığım gün senin için, dönmen için dua ediyor ama ertesi sabaha kadar dönmediğini gördüğümde yüreğim burkuluyordu. Yaşayabilmek için her gün Bayan Federica’nın yanına gidiyor ve yeni resimler, yeni mozaikler tasarlıyordum. Şimdi de onun yanından geliyorum.”

“Bayan Federica mı? Evet, onu hatırlayacağım. Sahi kimdi Bayan Federica?”

“Bunu bana mı soruyorsun Kharon? Neler oldu sana, neler geldi başına?”

“Hiçbir şey, hiçbir şey gelmedi başıma. Ne zaman ayrıldım yanından hatırlamıyorum ama gelirken bir arabacı beni yanına aldı ve onunla birlikte dört bir yöne gittik, uzaklardaki ülkeleri gördük. Kimi varsıl, kimi yoksul, kimi sıcak, kimi soğuk. İnsanları birer köleden farksız, kimi altına, gümüşe, kimi şana şöhrete esir olmuş. Renge, boyaya, fırçaya ve sanatın gücüne inanan çok az insan gördüm. Birde hiçbir şeye inanmayanları, üzerlerinde bir bez parçasından başa bir şeyleri olmayan ve çıplak yaşayan insanları. Galiba en mutlu yaşayanlarda onlardı?”

“Mutlu olmak için çıplak yaşamak gerekmiyor Kharon ama sanat için aynı şeyi söylemem mümkün değil. Sanatın büyük önemini kavradım; dışarıdan gelen baskılara karşı koyabilmek için, yön bulma yeteneğinin ve iç dünyanın ne büyük önemi olduğunu anladım. Sanatın geliştireceği bilincin kendini kabul ettireceğini ve dış çevreyi değiştirmeyi sağlayacağını da öğrendim. Sonra içsel inancın önemini… Ben çalışmalarımızı seviyorum ve bizi ondan kimse ayıramaz.”

“Duygular, görüntüler dünyası ve mitos yardımıyla anlatmaya olan inancımızdan. Düşüncelerimiz ve sanatımız içindeki kadını görenlerin sonunda; kadının iç dünyasına gezinin gerekliliğini fark edeceklerdir. Artık sezgilerime ve onun gücüne inanıyorum. Gittiğim ülkelerde konuşmadığım bir dilde konuşan insanlarla ilişki kurduğum inancı içerisindeydim. Bu sezgilerime dayanan bir kavramdı. Onu şimdi resimlerimde ve yaşantımda daha çok yoğunlaştıracağım.”

“Kendi şansımızı elimizde tutabilmek, her zaman için başkasının bizi yönlendirmesini beklemekten daha mutluluk verici. Kadını seviyor, onun yaşadığını anlıyor ve kişiliğini geliştirme çabasını izliyorum. Bayan Federica bana çok şey öğretti ve ondan öğrendiklerimin gelişmeme hizmet etmesi için onları kendi kimliğimin ve inançlarımın bir onaylamasına dönüştürmesini de öğrendim.”

“Seninle birlikte olmak ne büyük mutlulukmuş, buna sahip olamamanın insanı ne hale getirdiğini gördüm. Bu insan bana çok şey gösterdi ve senin saçlarına takmam için bana bir bant verdi. Eğil de senin ipek kadar ince ve narin, tüy kadar yumuşak saçlarına takayım. Bir gün gelecek, bütün kadınlar saçlarını gizlemekten çekinmeyecekler.”

“Kadınlar, hayatlarının her döneminde kendisine karşı olan önyargılar ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Onları yıkıp dökmek için kör öfke ve kin etkili silahlar değildir. Çoğunlukla kendimize zarar veririz öfkeyle. Önyargının problemlerini, erkeğin oluşturduğu hiçbir sistemle çözmek mümkün değil, o halde kendi içimizde erişeceğimiz her nokta, bizim dış gerçeklerimizi değiştirmemize yardım edecektir.”

“O halde değişimin çağrısına kulak verelim; yaratılmış ve inanılmış gerçeğin tek doğru olmadığını eserlerimiz yardımıyla ortaya koyalım.”

“Yeni bir anlayışla, yeni eserler yaratmak için çalışalım Kharon ve esirgemeyelim kibirli bakışlardan sanatımızı.”

“Bir kaç seramik vazo ressamı tanımıştım. Onları sende biliyorsun, çalışmalarından örnek alarak bazı denemeler yapmıştık. Yani seramiğin ne olduğunu ve nasıl yapıldığını biliyoruz ama fazla bilmediğimiz çini denilen başka bir şekli var. Yolculuğum sırasında görerek hayran kaldığım çini mozaikler. Anatolia’ya özgü bu çini dekorlar mimarinin temel unsurlarından biri. Geometrik ve bitkisel desenli süslemelerle simetri esasına dayanan sonsuzluğu çağrıştıran bir sanat. Geometrik motifler birbirini kesen veya bağlanan girift örgülü açık ve kapalı sistemler halinde kullanılmakta. Bütün sistemlerde sonsuzluk prensibi hakim. Geometrik mozaik çinilerde örgülü geçmelerin merkezinde yıldız bulunmakta ve merkezden idare edilen bir kainatı temsil etmekte. Bizdeki yapılarda çini mozaikler yalnızca bir yüzeyi kaplarken, bu kaplama onlarda kubbeye kadar sürdürülmüş, böylece Seljuk mimarisinde çininin, bütün bir yapıyı bir renk cümbüşü içinde kuşattığı yeni bir süsleme sanatı oluşturulmuş. Mozaik çini, çini levhanın pişmeden önce küçük parçalara bölünmesiyle hazırlanmakta, çini mozaik tekniğiyle, yapıların iç ve dışlarında, düz ya da eğik yüzeyler kaplanmakta. İşte sana yeni bir anlayış ve yeni bir alan açacak mozaik yapımı.”

“Yarından tezi yok bu işin ustalarını bulalım Kharon ve hemen yeni yapacağım mozaiklerde kullanalım.”

Gözleri bir mumyanın ki kadar donuk olan Kharon, şimdi gözlerinde parlayan ışıkla Minokta’ya bakıyor ve ondaki sevinç, korku, kızgınlık, üzüntü ve sevgiyle karışmış olan bakışlarındaki coşkuyu görebiliyordu.

Bu coşkuyla dolarak yaratacağı çini mozaikler, Minokta’nın ruhundaki yücelişin de muştusu olmuştu.  

Topraktan elde edilen çiniler Minokta’nın ellerinde, ona bu kadar uysallıkla boyun eğmemiş, o ellerde bu denli biçimden biçime girmemişti.

Bizantion’lu seramik ve çini ustaları, sanatın antik geleneğini sürekli muhafaza etmişler, killi kumla karışık kırmızı kil, bazen beyazımtırak olmuştu. Bunların yapımına külün girdiği beyaz bir malzeme kullanıyorlar böylece beyaz, killi, yoğrulabilir bir madde elde ediyorlardı.

Piştikçe beyazlaşan ve çamura esneklik veren maddelerin karışımından meydana gelen çiniler, çeşitli renk ve motiflerle süslendikten sonra sırlanarak ikinci kez fırınlanıp kullanılabilir hale geliyordu. Minokta, kısa sürede öğrendiği çini yapımına ait özellikleri kullanarak yaratacağı mozaiklerdeki kadın imgesinin, kararlı ve dik duruşundaki ödünsüzlüğe kavuşması için seçimini çoktan yapmıştı.

O isim ise, Bizans’ın en güzel kadını olarak adlandırılan Theodora’ydı. Bir İmparatoru etkileyecek kadar güçlü ve güzel olan bu kadın, aynı zamanda bir dansçıydı. Roma yasalarının ve devlet yetkililerinin aktrislerle evlenmesini yasaklıyor olmasından dolayı Justinianus ile evlenemedi.

Fakat Justinianus, amcası İmparator I. Justin’in tahtının varisi olduğundan, eşi İmparatoriçe Euphemia, her ne kadar yeğenini sevse de bu evliliğe karşı çıktı. Justinianos, Theodora’ya olan büyük aşkından hiç vaz geçmedi ve İmparatoriçenin ölümünün hemen ardından bu yasağı ortadan kaldırarak Theodora ile evlendi.

Justinianus ile olan evliliğinden sonra Theodora da, Bizantion’un İmparatoriçesi oldu. Altın devrini yaşayan İmparatorluk, en kanlı ayaklanmalarından olan Nika ayaklanmasını başladığında, hipodromdaki araba yarışında Maviler ve Yeşillerin İmparatora ve devlete karşı birleşip “Nika!, Nika! Nika!” diye bağırıp alkış tuttular. Kalabalık önce Justinianus’a hakaretler etmeye daha sonra da saraya saldırmaya başladı. 5 gün süren kuşatma şehre ciddi zararlar verdi.

Kargaşanın sebep olduğu yangın Azize Sofia Kilisesinin de hasar görmesine yol açtı. İsyancılar, eski imparator I. Anastasios’un yeğeni Hypatius’u yeni imparator ilan ettiler. Kalabalığı durduramayan Justinianus, kaçmak için hazırlıklara başlamıştı. Gücünü de, güzelliği kadar ortaya çıkaracak olan Theodora, saraydan kaçma fikrine karşı ünlü konuşmasını yaptı:

Efendilerim, içinde bulunduğumuz durum, bir kadının, erkekler konseyinde konuşma hakkının olmadığı âdetine uyamayacak kadar ciddidir.

Hayatları bu denli tehlikeli bir tehdit içindekiler, gelenekleri bırakıp en akıllıca hareket tarzını düşünmelidirler. Bu dünyada doğan birinin ölmemesi imkânsızdır.  Fakat hüküm süren birinin kaçak yaşaması kesinlikle kabul edilemez. Eğer kendini kurtarmak istiyorsan efendim, önünde hiçbir zorluk yok. Zenginiz, deniz hemen orada, gemilerin de hazır. Ama güvenli bir yere gitsen bile, bir gün kendine sormayacak mısın keşke kalsaydım diye. Bana gelince, ben kraliyet morunun en asil kefen olduğu sözünü savunuyorum.”

Theodora’nın bu kararlı konuşması, Justinianus dahil herkesi ikna etmişti. Sonuç olarak Justinianus, komutan Mundus ve Belisarius önderliğindeki kraliyet askerlerini isyancıları bastırmak için kullandı.

Kendi isteğiyle İmparator ilan edilmemiş olmasına rağmen, Hypatius da Theodora’nın ısrarı üzerine öldürüldü. Justinianus, tahtını onun sayesinde kurtarabildi, bu olay Theodora’nın gücünün ve zekâsının bir kanıtı oldu.

Theodora, Justinianus’un verdiği hukuki ve dini kararlar üzerinde de etkili oldu. Zorla fahişelik yaptırmayı yasaklayan bir yasa çıkarttı ve hatta bu niyetle satılan kızları satın alıp, özgür bırakarak onlara yeni bir hayat sundu. Genelevleri kapatarak, kadın pazarlamayı yasakladı. Aynı zamanda boşanma ve mülk sahibi olma konularında kadınların lehine haklar geliştirdi, tecavüz için ölüm cezası getirdi. Ve Justinianus, Theodora’nın ölümünden sonra kimseyle evlenmedi.

İmparatorluğun geçmişindeki güçlü ve kararlı tutumu ile tarihe geçmiş olan Theodora’nın ünü, onun dansçılığı sayesinde olmuştu. Danslarına örnek aldığı kara kuğunun zarafeti, Minokta’nın yapacağı çini mozaiğinde zarafeti olacaktı.

Gece tanrıçası Nyks’in kızı Nemesis’e, Zeus tutulur, ama Nemesis tanrıdan kaçmak için bin bir biçime girerek, sonunda bir kaz olur. Zeus’un da kuğu kuşu biçimine girerek onunla birleştiğine dair öykü, Minokta’nın da Theodora’yı resmedeceği mozaiğin öncüsü olur.

Kadınların belki de en büyük korkularından biri, erkeğin cinsel saldırganlığına maruz kalmaktı. Ve o günlerde azımsanmayacak kadar benzeri olaylar kadınların başına gelmekteydi ve kulaktan kulağa yayılan söylentilerle de söz konusu korkular körüklenmekteydi.

Minokta, kurban durumundaki kadının yaşadığı travma ile güzel ve güçlü bir kadının duruşundaki mağruriyeti anlatabilecek olan en iyi seçimi yaptığına dair kararını vermişti.

Dökülecek olan çiniler, kalıplarını hazırladığı parçalara uygun olarak kesilerek, renklerine göre boyanacak ve fırınlanarak ve son halini alacaktı.

Renklerine göre ayrılan çini mozaik parçalar ise, resmin tamamını oluşturacak şablona göre dizildikten sonra, yapay olarak hazırlanmış zemin üzerindeki yatak harcına sırasıyla yerleştirilerek tablo tamamlanacaktı.

Eserindeki konuyu ve tüm ayrıntıları, yapım aşamasına kadar hassasiyetle tasarlayan Minokta, öncekilerde olduğu gibi Bayan Federica’nın isteği doğrultusunda oluşturduğu ve diğerleri gibi insanları kendisine çekecek olan şaheserini, Floransa’nın Ravenna limanında bulunan, San Vitale Bazilikasında ki yerleştirileceği alana konmak üzere Konstantinopolis’ten bir gemiyle gönderecekti.

San Vitale Bazilikasının mozaik ve fresklerinden başka, sahip bulunduğu tablolar ile diğer sanat eserleri, dinsel içerikli oldukları kadar, din dışı konuları da kapsadığından, Bayan Federica’nın gönderdiği “Leda ve Kuğu” adlı mozaiği de koleksiyonuna katmaktan çekinmemişti.

Bu kez, eseri götürmek üzere emanet edilen kişi Kharon olmayacaktı. Yaptığı uzun bir yolculuğun ardından, bu görevi kaldırmayacak kadar yorgun düşmüştü. Aslında Kharon, kendisini güçsüz hissediyordu ama bunu Minokta’ya belli etmemeye çalışıyordu. Göğsündeki ağrılar onu rahatsız etmekteyse de fazlaca aldırış etmiyor ve geçeceğine inanıyordu. Henüz o kadar da yaşlanmamıştı. Saçları, sakalları hafifçe ağarmış olsa bile yaşlılığı kendine bir türlü yediremiyordu.

Bayan Federica’nın desteği ve kendi çabaları sayesinde, Floransa kentine gönderdikleri çini mozaik tablonun yakaladığı büyük başarının ardından, çalışmalarına verecekleri yönü de seçmişlerdi. Mozaik sanatına kattıkları yenilik, kolay ve her yüzeye uygulanabilir bir tekniği içerse de, asıl olarak çini plakaların ışığı yansıtması ve tabloya sağladığı bütünlüktü. Bir diğer yanı da çini plakaların yüzeylerinde desen yaratabilme olanağı sunmasıydı. Geometrik ya da natürel desenli parçaların yan yana getirilerek geniş alanlara uygulanabilirliği veya pano özelliği taşıyan büyüklükteki resimlerin çini karolar yardımıyla yapılabilir olmasıydı.

Minokta, çini mozaik tekniğini, kadınlarda ışığın gücünü, erkeklerde karanlığın gücünü cisimleştirme algısına uyum sağlayan yapısıyla seçmişti.

Bir yapının tüm yüzeyinin çini karolarla kaplanması fikri mimari açıdan da büyük bir yenilik demekti. İç ya da dış yüzeylerde kolay uygulanabilirliği ve sanatsal etkileriyle önlerinde yepyeni bir alan açmışlardı.

Ancak bu işin zorlukları yok muydu? Sürdürülebilirliğini nasıl sağlanacaktı? Yeni başladıkları çalışmalarını çini imalathaneleri aracılığıyla tamamlayabilmişlerdi ama onların işi zaten başlarından aşkındı ve özel istekleri yerine getirmeye hiçte hevesli değillerdi. Tüm zorluklara rağmen aşılamayacak ölçülerde olmadığını görüyorlar ve Bayan Federica’nın sağlayacağı katkılar sayesinde üstesinden geleceklerini düşünüyorlardı. Onunda bu işin değerini kavradığını; ilk eserlerini Floransa’ya göndermesinden anlamışlardı. Sonunda aynı düşüncede buluştular. Bayan Federica’nın çevresi ile sağladığı etkin ilişkiler çerçevesinde, kentin uzağında faaliyet gösteren bir çini imalathanesinde çalışmalarını yürütebilme olanağına kavuşmuşlardı. Bunun hakkını vermeliydiler.

19. Bölüm

Minokta, yürüttüğü çalışmalarında kullandığı renklerin değişikliğe uğradığı dönemlerden birinin daha eşiğine gelmiş ve Azize Sofia Kilisesinde altın sarısı zemin üzerine yapılan Deisis Mozaiğini kendine örnek olarak almıştı. O tablodaki duru ve saf renk anlayışı ile altın rengini, en üst düzeyde bilgiyi, yüreğin gücünü, derin anlayışı ve ruhu anlamayı fısıldamakta olduğundan seçmişti.

Çini mozaikler, Kharon’u fresklerden uzaklaştırmış ve imalathanede çalışan ustalar tarafından renklerin hazırlanması ve çinilerin fırınlanması aşamalarında bulunmak üzere Minokta’nın yanında yer almıştı.

“Kharon, bütün isteğim benim eserlerimi görenler; bir yargı oluştursunlar ve kendilerini dönüştürsünler. Beğenileri bir yargıdır, benim eserlerime kötü demekte bunun bir parçasıdır. Eserlerimi izleyenler, onun parçası olsunlar, onlar üzerinde değerlendirmede bulunurken, birbirlerine bağlanarak dönüşümü sağlasınlar.”

“Bütün uğraşımız bunun için değil mi? Bir kadının yaptıkları, bütün kadınların yaptıklarıdır!”

“O halde Judith’in temsil ettiği erdemin, Holofernes’in temsil ettiği günah karşısındaki zaferini anlatacak olan ilk mozaiği yapmaya başlayabiliriz.”

“Altın renkli çinileri dökmekle işe başlayacağım Minokta. Diğer renklere sen karar verirsin. Yanlış duymadıysam ilk mozaiği dedin, bunun başka bir anlamı mı var?”

“Ah, evet Kharon, hem de bambaşka bir anlamı var. Bayan Federica’nın isteği ile İtalya Toscana’da Aziz Francesco kilisesine gidecek olan üç adet çini mozaiğin ilki, Judith ve Holofernes adlı mozaik bu olacak.”

Toskana Pescia’da, Pistoia kentinde Assisi’li Aziz Francesco Kilisesine, Floransa’dan bir rahip gelmişti. Anakaradan onu ayıran Pascia Nehri üzerindeki bir köprü ile ayrılmış kilise; şehrin kuzey kesiminde  “Giocatoio” denilen yerde bulunuyordu.

Albizi, Mainardi, Della Torre gibi Pescia’lı aileler kiliseyi sanatsal bir alana hailen getirmek için hem fikirdi.

Aziz Francesco ve onun yaşamından hikâyeleri Bonaventura Berlinghieri resmetmişti. Bundan sonra kilisenin nef duvarlarının pencereleri altındaki geniş duvar kuşağına Assisi’li Aziz Francesco’nun hayatıyla ilgili öyküleri yeniden imgeleştiren bir başka ressam Giotto idi. Bu eserlerinde gösterdiği başarı nedeniyle, tarikat ileri gelenleri o ana dek kilisenin süsleme işlerini yürüten ustalara yol vermişler ve bütün süslemelerin sorumluluğunu, henüz otuzunda olan Floransa’lı bir ressamın eline bırakmışlardı.

San Francesco’nun yaşamının önemli olaylarını canlandıran fresklerin çeşitli kompozisyonlardan oluşan ikonografisi, Boneventura’nın sözlü geleneğe ve azizin öz yaşam öykülerine dayanarak yazdığı günlüklerinden alınmıştı.

Giotto kiliseye, başrahip olarak gelen Fra Giovanni di Muro della Marca tarafından çağrılmıştı. Giotto, Francesco’nun yaşamı ve eylemleriyle ilgili öyküleri öyle yetkin bir biçimde resmetti ki bununla büyük bir ün sağladı. Ama Konstantinopolis’li, adı sadece kullandığı “XM” simgesi olarak bilinen sanatçının yaptığı üç adet mozaiği, Giotto’nun varlığı olmadan açıklamak zordu. Elbette böyle büyük bir girişimde, Giotto’nun eserlerinden başkasının kullanılmadığını düşünmek gerçek dışı kalacaktı. Duygu ve tutku gücüne inanan Giotto, bu gücü yeni bir olguda, yeni bir insan gerçeğindeki düzene sakladığından;  kendinden sonra geleceklere de yer olduğunu biliyordu.

Erdem sahibi bir kadın olan Judith bir kahraman niteliği taşıyarak, hakkını kullanmak adına kendini riske atmış ve sonunda başarıya ulaşmıştı.

Minokta’nın ilk eser dediği altın renkli çinilerin çerçevelediği tabloda, elinde tuttuğu Holofernes’in kesik başı ile Judith;  kapalı gözleri ve solgun duruşuyla, sanki suçlu ve güçlü olan taraf değilde, cinayete kurban gitmiş masum taraf gibiydi. Arka planda yer alan ağaçtaki elma şeklindeki meyveler ilk günahı ve kadını günaha sevk eden yönüne işaret ederken, pullarla kaplı izlenimi veren desenin, yine günaha sebep olan yılanın derisini temsil etmekte olduğu anlamıyla Giotto kadar etkileyiciydi.  

Bu muhteşem üçlünün ikinci eseri ise;

“Minokta’nın duygusallığı” adını taşıyan tablosuyla; Havva, Cennet Bahçesi’nde iri bir yılanın vücuduna dolanmış haliyle görünmekteydi. Havva ve yılanın vücutları birbirine dolanmış, soğuk tenleri yakın temas halindeyken, her birini, diğerinin izleyiciyle yüzleşmesi için güçlendiriyordu. Minokta, izleyicinin kendi günah anlayışını karmaşıklaştırmasını ve sorgulamasını istediği eserini tamamlayan üçüncü tablosuna da  “Eros’la Psykhe” adını vermişti.

Ruh anlamına gelen Psykhe ile Eros’un etkileyici hikayesi ise;

“Psykhe Miletos kralının kızıdır, üç kız kardeşin üçüncüsü ve en güzelidir, ama güzelliği yüzünden Aphrodite’nin hışmına uğramıştır. Tanrıça onun tek başına bir dağa bırakılmasını, kendisine koca olacak ejdere varmasını buyurur. Oğlu Eros’tan da bu dileğini yerine getirmesini ister. Ama Eros, Psykhe’yi görür görmez ona vurulur, kızı bir saraya yerleştirip geceleri gizlice yanına gelir. Sevgilisine görünmez, kendisini görmek için herhangi bir girişimde bulunmamasını da öğütler. Ama Psykhe dayanamaz ve bir gece Eros kanatlarını yaymış, uyurken yağ kandilini yakar, yanına varıp ona bakar. Aşk tanrısı olduğunu görünce elleri titrer ve bir damla kızgın yağ Eros’un omzuna damlar. Tanrı uyanır uyanmaz sevgilisini bırakıp gider. Uzun bir süre birbirlerinden ayrı eriyip dururlar. Sonunda Aphrodite ikisine de acır, Psykhe’nin bir sürü olmayacak işler yapmasını buyurur. Cinler, periler kıza yardım ederler ve sonunda Psykhe, Eros’a yani can, sevgiye kavuşur.”

Yan yana yer alan bu üç çini mozaik tabloyu, görenlerin hayal gücüne teslim ettikten sonra, Minokta ve Kharon sarf ettikleri çabaları ve gayretleriyle çok büyük bir başarının altına isimlerini kazımışlar ve Bayan Federica tarafından takdir edilen ödüle layık görülmüşlerdi.

Bundan böyle kendi adlarını taşıyacak olan atölyelerinde yeni eserlerini yaratacaklardı.

Atölyeleri, bir süredir çalışmalarını sürdürdükleri şehrin batı surlarının uç noktalarında olan eski yerdi. Yönetecekleri atölyenin yeni sahipleri olarak, Kharon, mozaik yapımı ile bu sürecin her aşamasında yer aldığı, sanat yönüyle olduğu kadar işin ticari boyutlarını bilen yönüyle, esas olarak da Minokta’nın tutkuyla çalışmasına olanak sağlayacağından çok mutluydular.

Düzenlerini kurmak için çok fazla yorulmaları gerekmedi. Zaten atölyenin önceden beri işleyen kurulu bir düzeni vardı. Kullanılacak malzemelerin temininden, atölyedeki imalat süreçlerine kadar her şey eskiden olduğu gibi devam edecekti. Onların değiştirecekleri ise atölyenin sanat anlayışı ile kendilerine açacakları yeni alanlardı.

Hangi tür siparişleri rağbet edecekleri, kendi anlayışlarına uygunluğu, yapacakları çalışmalara müdahale edilmemesi gibi konularda karar vererek, atölyenin yeni sahipleri olarak adlarını duyuracaklardı.

Kendi sanat anlayışlarına uygun ustalarında katkısıyla yeni baştan oluşturdukları mozaik ve çini atölyesinde yarattıkları XM damgalı eserleri, sanatseverler arasında, önceden bilindiğinden daha fazla beğenilir ve tercih olmuştu. Çok daha özgürce ve istedikleri yönlerin daha çarpıcı şekilde ortaya çıktığı haliyle eserleri dikkat çekmekteydi.

Atölyede kurdukları yeni yapılanmanın önemli bir yanı, Minokta’nın uzun zamandır faaliyet gösterdiği “Kız Kardeşler” topluluğuna da yer vermesiydi. Gönüllü olarak atölyedeki işlerde yer alan “Kız Kardeşler”in her biri, aynı amaçla kendi içinden geldiği gibi hareket ederek, mozaik ve çini yapımının farklı aşamalarında çalışıyorlardı.

Ama en önemlisi, Kharon’u kendi atölyesine rakip olarak gören Patriyarkos’un tutumuydu. Tabii ki bu durum hiç hoşuna gitmemişti.

Patriyarkos, Kahron’u izliyor ve atölyesinin yaratıları ile anlayışlarını irdeleyerek, haklarında tavrını belirlemeye çalışıyordu. Doğrudan, olumsuzca bir tepki göstermemeye dikkat sarf ediyor, dostane ilişkilerinin devamına önem veriyordu. Böyle görünmekle, çevirmeye çalıştığı dolapları gizliyordu. Patriyarkos’un bütün amacı, Kharon’u ve onun Minokta ile yarattığı sanat anlayışını yok etmekti. Yaptıklarının tümü, dine ve ülkedeki düzene aykırıydı, o halde biran önce nerde mozaikleri varsa, nerde freskleri varsa, nerde ne yaptılarsa hepsi yok edilmeliydi ki; insanlar saf ve temiz inançlarını kaybetmesinler. Latin Kiliselerinde yer alan eserleriyle, atölyede çalışan kadınlarıyla sanat yapmıyor, adeta ülkeyi bölmeye çalışıyorlardı.

Patriyarkos, etrafa yaydığı söylemlerle bir ağaç kurdu gibi, Kharon ve onun atölyesini kemirerek, içeriden çökertip yıkmanın ince hesaplarını yapıyordu.

Tahakkümü ve otoriteyi sürdürmek adına, erkeklerin yönetimini ve bunun yanı sıra kadınların dışlanması ya da itibarsızlaştırılması sağlamak gerekiyordu.

Patriyarkos’un, hesapladığı gizli entrikaları uygulayacağı planın aşamaları şöyle özetlenebilirdi:

Öncelikle, kiliselerde tanındığı papazlara haber salıp, insanlar arasında Latinlere karşı olan bakıştan da yararlanarak, içlerinde olan husumeti kışkırtıp, atölyenin işleyişini bozarak yok etmek.   

Atölyeler arasındaki rekabeti iyice arttırıp, içeri yerleştireceği adamlarla onların tekniklerini kopyalayarak işlerini ele geçirmek.

Sanat anlayışlarını eleştiren fikirlerin üstünlüğünü sağlamak için dini dogmaları kullanarak onları günahkâr olmakla suçlamak.

Kharon ve onun yanındaki günahkârlar bir avuç yoldan çıkmış kadınlardı. Saçı başı açık ortalıkta dolaşıyor; mozaikti, çiniydi, freskti diye kadın figürlü, üstelikte bazıları yarı çıplak işler yapıyorlar, bunları da Latin zenginler evlerini süslesinler diye para verip alıyorlardı. Başta atölye ve orada yuvalanmış kadınlar ile işlerini para verip alanların tümü hakkında yaydığı söylentilerle, Kilise Papazlarını harekete geçirmeyi başaran Patriyarkos, ayinlerdeki vaazlarda bu dedikodular ve söylentileri halka duyurmayı başarmıştı. Böylelikle yarattığı etki, suda yayılan dalgalar misali artarak genişliyordu. Halk onların yarattığı eserleri arayıp görmek ve duydukları husumetle kırıp parçalamak istiyordu. Yaşadıkları Latin Vandallığını çok çabuk unutmuşlar, nerdeyse onlardan bile acımasız hale gelmişlerdi.

Acımasızlıkları, sanat düşmanlığından çok, kadın ve onun uygunsuz eserlerine karşı çıkmak ve onların bilerek, isteyerek parasal yönden ve beğenilerini esirgemeden desteklemelerine karşıydı.

Patriyarkos, bir kozlarını daha boşa çıkarmayı sağlamış, sahte dostluk gösterileriyle atölyeye yerleştirdiği birkaç adamı vasıtasıyla çini mozaik yapımının sırlarını da öğrenmişti. Şimdi rekabet sahnesinde kozlarını paylaşabilirlerdi.

Kharon ve atölyesi sınırlı imkânlarıyla bu yarışta yaya kalmış gibi görünüyordu. Zira Patriyarkos’un, çini mozaiklerinin kullanım alanı sadece sanatla sınırlı kalmaması, yapı malzemesi olarak kullanılması, tüm zeminlere kolayca uygulanabilmesi ve uygunsuz kadın figürleri yerine, geometrik desenleriyle tercih edilir ve beğenilir olmasıydı.

Patriyarkos, dini dogmaları kullanarak onları günahkâr olmakla suçlamasının etkisi ortaya çıkıyordu. Bu etki kendine yaradığı halde, Kharon’un atölyesini günden güne eritiyordu.

Bu gidişin önüne geçmek, dini inançların kullanılarak atölyelerinin fesat yuvası olarak gösterilmesinden, sanatlarının lanetlenmesinden korunmanın yollarını bulmaları gerekiyordu.

Minokta ile birlikte duydukları üzüntü ve sıkıntılar artıyor, yapılan karalamalarla günden güne gözden düşüyor ve itibarsızlaşıyorlardı. Sokağa bile çıkmaktan korkar hale gelmişlerdi.

Kharon yılgınlıkla hareket ediyor, bir çıkış yolu bulamazlarsa bu mücadeleyi sürdürmelerinin bir anlamı kalmayacağını düşünüyordu.

Minokta, bu yola çıkmadan öncede, başlarına böyle şeylerin gelebileceğini hesap etmişti. Ve şimdi düşündükleri teker teker gerçekleşiyordu. Onu ve Kharon’u yılgınlığa sevk eden bunları bilmek değil, sistematik bir şekilde üzerlerine gelinerek, gerçek dışı karalamalarla, Kiliseyi kendi emellerine alet eden Patriyarkos’u nasıl alt edeceklerini bilememelerinden kaynaklanıyordu.

Minokta güçlü bir kadındı, hiçbir zaman yenilgiyi kabul etmemiş her zorluktan yakasını sıyırmayı bilmişti. Bu durumda Bayan Federica’dan yardım istemekten başka çare kalmamıştı. Öylede yaptı ve başlarına gelenleri Bayan Federica’ya anlattı. Ona güvenir ve onun sorunlara bir çare bulanacağına inanırdı. Bu seferde ona yardım elini uzatmaktan hiç kaçınmadan Patriyarkos’a karşı mücadelenin yolunu gösterdi.

“Eğer, Genesis’in kitabını Eve yazmış olsaydı nasıl olurdu?

Eve kaburga kemiğinden falan doğmadığını, hiç yılan tanımadığını, kimseye elma vermediğini, Tanrı’nın ona acı çekerek doğuracağına ve kocasının ona hükmedeceğine dair bir şey söylemediğini açıklığa kavuşturarak başlar ve bütün bu hikâyelerin Adam’in anlattığı yalanlar olduğunu söylerdi.

Anladın mı şimdi Minokta, Patriyarkos’la nasıl mücadele etmen gerektiğini?”

 “Elbette, Bayan Federica. Ama beni düşündüren, bütün bunlara karşı tek başıma karşı koyacak kadar gücüm yoktur, ben yinede arkamda durmanızı isterim.”

“Sen merak etme Minokta, hepimiz bu karşı koyuşun içindeyiz. Sanatın, kadının aşağılanmasını kabul etmek, asla düşüncemiz olmadı. Yeter ki sen direncini yitirme, karşı duruşundan ödün verme. Ben ne yapacağımı biliyorum.”

Minokta, aldığı moral ve destek sözüyle yitirmeye başladığı direncini yeniden kazanarak, Patriyarkos’un pisliklerini etrafa yaymaya başladı. Rüşvetçiliği, paragözlüğü, iş yaptığı insanları nasıl soyduğu ortalığa çıkınca bir anda geri çekildi. Cephe kaybetmiş kumandan gibi ordusunu toparlamak ve yeniden güç kazanmasını beklemekten başka çaresi kalmamıştı. 

Bu geçici sulh Minokta’nın da işine gelmiş, yeni strateji ve taktikler yaratabilmesi için ona da zaman kazandırmıştı.

Bayan Federica’da, eşi Carlo Angio’yu harekete geçirmekte vakit kaybetmeden konuyu ona da açarak, Minokta ve Kız Kardeşlerin atölyesinde olan bitenler hakkında bilgi verir. Konuyu ele alacağını söyleyen Carlo Angio, çevresindeki dostlarından yardım ister.

Konstantinopolis’te görev yapan Podesta, Montani de Marinis’e yakın olan isimlerinde devreye girmesiyle, atölyede gereken koruma önlemleri alınması için harekete geçilir. Podesta’nın, yetki sınırları dışında da olsa, nüfuzundan yararlanarak atölyenin kendisine bağlı olduğunu bildiren yazılı bir emri, Bayan Federica, Minokta’ya ulaştırır.

Emri gören Minokta, çok rahatlamıştır. Atöylenin Podesta’nın koruması altına girmesiyle bir anlamda dokunulmazlık kazanmıştır.

Kharon’un da bu gelişmenin ardından kendine olan güveni artmış ve Patriyarkos, titreyen siyah sakalı, soğuk bakışlı gözleri ve hilekâr yüzü altında iğrenç ince dudaklarının kenarından, saldırgan köpeği andıran salyaları süzülmekteyken, bir anda savaşı kaybettiğini anlamıştır.

Patriyarkos için kötülüğün sınırları yoktu. İntikamını mutlaka alacaktı, saldırılarını yalnızca ortalık duruluncaya kadar ertelemişti. Sessizce ama fırtına öncesinde tedirgin ve ikircikli bir bekleyiş vardı. Kharon’un bütün korkusu Patriyarkos’un yeni hamlesiydi. Nereden ve nasıl geleceğini bilmediği bu hamlenin savuşturulmasının ilki kadar kolay olmayacağı apaçık belliydi.

Kharon, anlamsızca devam eden bu çatışmanın atölyeye verdiği zararın ötesinde, Minokta’nın da, kendisinde, esin denilen şeyin artık insanın dışında, bir dağın doruğunda olduğundan değil de, yeteri kadar içlerinden gelmediğine üzülüyordu. Asıl zararlı çıktıkları ve aşılması gereken taraf buydu.

İnsanların beğeneceği ve hoşnut kalacakları, duymayı ya da görmeyi arzu ettiklerini onlara vermek gerektiğini, böylelikle zaman kazanarak,  karalama ve dışlanmalardan korunacakları bir ortamı sağlamanın tam zamanıydı.

Atölyede fedakâr, sadık eş veya kutsal, saygıdeğer anne konumunun vurgulanması ile geleneksel kadın rollerinin pekiştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Minokta, mucizeler yarattığına ve tılsımlı olduğuna inanılan ikonaların en meşhur örneği olan Azize Sofia Kilisesi apsisinin yarım kubbesindeki Maria ve Çocuk (Theotokos) tablosuna benzer bir çini mozaiğin yapımı için atölyeyi seferber etti ve bunu yaparken de, sağa sola gerekli haberleri ulaştırmayı unutmadı.

Yaptığı tabloda, Maria, bir eliyle kucağındaki Çocuk İsa’yı tutmakta, diğer eliylede Hodegetria tipi ikonalardaki gibi, kurtuluşun kaynağı olarak Çocuk’u işaret etmekteydi.

 Patriyarkos, dişli bir rakip olduğunu göstermekte gecikmez ve Patrik I. Athanasios’un makam ve mevkiinden yararlanarak, iktidarı ayakta tutan iki gücün “Taç ve Haç” olduğundan, ikisinin de sonuna kadar hiçbir taviz verilmeden korunmasından bahisle, Kharon ve ona bağlı atölyesinin bir fesat yuvası olarak inanca karşı yaydığı zararlı fikirleriyle birlikte yok edilmesini ister. İnancın saflığına yönelik bir ihaneti halk kaçınılmaz olarak, yalnızca Tanrı’nın lütfunun kaybedilmesine değil, aynı zamanda imparatorluğun da yok olmasına neden olacağına inanmıştı.

İmparatorların kilise üstündeki etki ve yönetimleri özellikle çok güçlüydü. Din, çok dilli Konstantinopolis’i ve tüm İmparatorluğu bir arada tutan fikirlerin ve örgütlenmenin önemli öğesiydi.

İşte tam da bu sebepten Patriyarkos, Kharon’un ortada herhangi bir suç kanıtı olmaksızın, din sapkınları oldukları, Hıristiyan inancını gerektiği gibi uygulamadıkları, yasaya aykırı başka ilişkiler kurdukları bahanesiyle Kilise tarafından soruşturmasını talep etmişti.

Patriyarkos’un son hamlesiyle, Kharon’un olduğu kadar Minokta’nın da endişeleri artmış ve hayli sıkıntılı olacağı anlaşılan bir sürece girmiş bulunduklarını hissediyorlardı.

“Bu darbeyi hiç beklemiyordum doğrusu Kharon.”

“Sen, Patriyarkos’u benim kadar tanıyamazsın Minokta. Geçmişte onun atölyesinde kimlere ne komplolar kurduğunu, kendisine rakip olacağını anladığı insanlar için sonlarını getirene kadar uğraştığına tanık olmuşluğum vardır. Şeytanla karşılaşmadım ama inanıyorum ki, eğer bir gün karşıma çıkacak olursa bu adamdan bir farkı olmazdı. İşte bütün endişem ve haydi açıkça söyleyim; bütün korkularım bu yüzdendir. Sonumuzu getirene kadar bizimle uğraşacaktır. Daha fazla direnmenin anlamı yok gibi geliyor bana.”

“Sen neler diyorsun Kharon! Eğer şimdi karşı duramazsak biteriz. Bir daha toparlanamayız. Sanata da, kendimize de öz saygımızı yitirir, bir dilenci gibi sokaklarda tanınmaz hale geliriz. Yoksa sonumuzun böyle mi olmasını istiyorsun?”

“Neyi istediğimin şu anda bir anlamı yok Minokta. Çünkü gücün karşısında kendimi bir böcek kadar zavallı görüyorum. Bu güce nasıl karşı koyabiliriz? Asla, asla yapamayız bunu. Bizim ne gücümüz var?”

“Gel de başını uzatıp şu kapının önünden geçen dilenciye bir bak, nasıl da sefil görünmekte. Ne oldu, nasıl oldu da bu hale geldi? Hiç kimse dilenci olmak için uğraşmaz, hiç kimse de onun neden dilenci olduğunu merak etmez. Yaşarsa yaşar ya da bir gün açlıktan veya hastalıktan ölüp gider. Bize bunu mu reva görüyorsun? Bizim ne gücümüz var diye soruyorsun, bizim sanatımız var. Sen de biliyorsun ki, sanat ve sanatçılık büyük bir güçtür. Her şey unutulup gidebilir ama bir sanatçının eserleri daima yaşar. O halde onurumuzu da,sanatımızı da koruyalım. Bayan Federica’nın sözünü unutma, o da bizimle birlikte bu karşı koyuşun içinde yer almakta. Bizim mücadelemiz, geçmiş yaşamlardaki mücadelelerin bir parçası olarak yenilere aktarılacak ve onlara da yol gösterecektir.”

“O zaman Bayan Federica bize en çok ihtiyacımız olan yerde yardımlarını esirgemesin ve bizim soruşturmadan nasıl aklanarak çıkacağımızın bir yolunu bulsun.”

“Bunu konuşmadım mı sanıyorsun Kharon? İlk başta bunu istedim ve şimdi sırası geldi işte. Bay Angio’nun davalarına bakan Avvokato Luchino’nun adını vermişti daha önce; başınız sıkışırsa onu bulursunuz, o size bir yol gösterir demişti.”

Gerçektende Bay Luchino bu işin uzmanı olduğu kadar ikna etme yeteneğiyle de tam bir avvokato idi. Neredeyse Konstantinopolis’te iş yapan ne kadar tüccar varsa hepsinin davaları ile o ilgilenmekte ve çok geniş bir çevre tarafından da tanınmaktaydı. Elbette Kilisenin üst düzeydeki yöneticileri de onun dostları arasındaydı. Ülke yönetiminin zirvesinde bulunan yönetici sınıflar arasında yer alarak siyasi-sosyal sürecin, yani egemen güçlerin bir parçası olan Kilise yönetimi, iş dünyası ile olan dostluklarını her zaman önemserdi.

Patrik I. Athanasios’un açtırdığı soruşturma, Piskopos Yervasios ve 4 Papaz üyeden oluşan Kilise Heyeti tarafından yapılacaktı.  

20. Bölüm

Kharon ve onun atölyesinde yapılan mozaik, fresk, ikon v.s sanatsal çalışmaların Hıristiyanlığın kutsal değerlerini alenen inkâr etmekte olduğu gerekçesiyle soruşturmanın yapılması ve eğer Kilise Heyeti tarafından haklı görülmezse adalet önünde hesap vermesi için mahkeme nezdinde yargılanması istenecekti.

Soruşturmaya Pantokrator Kilisesinde, IX. Mihail Paleologos’un İmparatorluğu II. Andronikos ile paylaştığı 1314 yılının başlangıcı olan Eylül ayının 14. gününden önce başlandı.

Piskopos Yervasios’un,  yeni yıl dileği ile başlayan soruşturmaya geçildi.

“Yüce Tanrı, sonsuz bilgeliğiyle her şeyi yaratan, zamanı da eşsiz otoritenle ayarla ve Hıristiyanlara zaferler bağışla. Bu yıl boyunca gelişimizi, gidişimizi kutsa ve ilahi iradenle yolumuzda rehber ol.”

Soruşturma ile ilgili savlar, Kilise Heyetinin sözcüsü tarafından okunduktan sonra, Kharon’un savunması istendi.

Kharon, Avvokato Luchino’nun da katkılarıyla hazırladığı savunmasını okumaya başladı:

Sayın Başkan ve Sayın Üyeler;

Ioannes Comnenus’un kurucusu olduğu Kutsal Kilisenin salonunda ve sizlerin huzurunda ülkemizin tarihini yazacak olanlar bu soruşturmadan söz edeceklerdir.

Sizlerin vereceği karar öncesinde, maruz kaldığım atölyem ve eserlerim hakkında yapılan suçlayıcı eleştiriler karşısında önemli bulduğum yönlere değinmek istiyorum.

Din sapkını olduğum, Hıristiyan inancını gerektiği gibi uygulamadığım ve yasaya aykırı ilişkiler kurmam nedeniyle sorumlu görülmekteyim.

Ben ve atölyem sanatıyla ve eserleriyle tanınmakta ve bilinmektedir. İleri sürülen bütün savlar ve gerekçeleri kavram karmaşasından doğan yanlış görüş ve değerlendirmelerin sonucudur.

Bu kavram karmaşasını öncelikle sanat ve sanatçılığın ne olduğunu açıklayarak netleştirmeye başlayacağım.

Biliyorsunuz ki, insanlar Tanrıyı göremezler ama güzelliğini gösterebilirler. Tanrının suretinden yaratılmadık mı? İnsanın güzelliğini göstererek Tanrının güzelliğini resmediyoruz.

Sanatçı olmanın ve sanatçılığın gereğini açıklamak ve tespit etmek, kavram karmaşasının önüne geçmek için yeterli olacak mıdır?

 Çünkü bu tespit gerçeğin ortaya çıkması ve bilinmesinden yanadır. Böylece sanatçı tartışma ve çatışmalardan uzak durmaya çalışsa da doğan anlaşmazlıklar ve çatışmalara doğal olarak katılmış olur.

Şimdi beni Hıristiyan inancını gerektiği gibi yerine getirmediğim için itham etmektesiniz.  Bir sanatçı olarak görüşüm bütün açıklığı ile şudur:

Sanatın kaynağı doğanın kendisidir. Bu güzel yaratısı ile de Tanrı bize ilk modeli vermiştir. Ve ilk öğretmende bizi diğer canlılardan üstün kılanda Tanrı’dır. Bu nedenle insan mükemmelliğe daha yakın olması, daha parlak bir zekâya sahip olması ve doğa gibi bir kılavuz ve dünya kadar güzel bir model sayesinde asil sanatlara yönelmişlerdir. Zaman içerisinde olgunlaşan eserler küçük başlangıç denemelerinden sonra mükemmelliğe erişmişlerdir.

Ancak bu güzel sanatların aleyhindeki en zararlı ve yıkıcı güç, Hıristiyan inancın karşısındaki coşkun heveslerdi; uzun ve zalim bir sürtüşmeden sonra birçok mucize ve amellerin içtenliği sayesinde kâfirlerin eski inancı yenildi ve yok oldu. Hatalara sebep olabilecek en ufak şeyler bile kaldırıldı ve insanların hayatından tamamen çekip çıkarıldı.

Önlerinde Konstantinopolis’in yaşadığı yağma, saldırı ve yangınlardan arta kalan; kemerler, büyük heykeller, anıtlar ve yontulmuş taşlar olmasına rağmen daha sonra gelenler tarafından iyi ile kötüyü ayırt etmeyi başarmış, tüm gayret ve güçleriyle yeniyi yaratmaya çalışmışlardır.

Şu ana kadar heykelin, mozaiğin ve resmin kaynağı hakkında belki de bu aşamada gerekli olmadığı kadar çok konuştum. Sanatı bu kadar çok sevdiğim için doğan, büyüyen, yaşlanan ve ölen insan vücudu örneğinde olduğu gibi doğayı nasıl taklit ettiğimi göstererek yardım etmek istedim, umarım böylece sanatın gelişim sürecini ve bugün içinde bulunduğu mükemmeliyeti daha rahat tanıyabilirler. Eğer yeniden, Tanrı korusun, böyle şeyler yaşanırsa ve insanların ihmali yaşanılanların, kötülüğü yahut dünyadaki şeylerin sabit kalmasını pek istemediği anlaşılan göklerin takdiri yüzünden sanat harap ve dağınık bir duruma düşerse benim atölyemin çalışmaları sanatın yerini koruyabilir ve daha iyi ruhları biraz cesaretlendirmek için her türlü yardımı sağlayabilir.

Sayın Başkan ve Sayın üyeler, çağına ve topluma karşı görevimi yerine getirmiş bir sanatçının huzuru içindeyim. Şu ana kadar yaptığım eserlerin tümü yapılması gereken şeylerdir. Bu gün yapmaya kalksam yine aynı şeyleri yapardım. Hiç biri hakkında en ufak bir pişmanlık duymuyorum. Hepsinin altında sanatın ve sanatçılığın şeref ve haysiyeti yatmaktadır. Ben bir sanatçı olarak sorumluluğumu yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizdedir. Yalnız unutmayınız ki sizlerde topluma karşı sorumlusunuz, çünkü vereceğiniz her karar, onu verenlerin yalnız yaşamları boyunca değil, yaşamdan çekildikten sonrada anılır. İyi anılır, kötü anılır ama anılır. İsterim ki sizin kararınız ileride yazılacak olan ülke tarihinde iyi anılsın, takdirle anılsın.

Sözlerime burada son veririm.  Sizleri sorumluluklarınızla baş başa bırakıyorum. Sonsuz saygılarımla.

Kilise, iktidarı ayakta tutan iki büyük gücün ‘Taç ve Haç’ olduğu gerçeğini bildiği kadar, üçüncü büyük gücün de Altın olduğunu çok iyi bildiğinden vereceği kararda kuyumcu terazisi kadar hassas davranmış ve Kharon’un savunmasından sonra oybirliği ile soruşturmadan aklanmasına karar vermişti. Kilisenin yoksul olması, İmparatorlara karşı zayıflık olurdu.

Duydukları endişe ve korkular, üzerlerinden kalkarak uzaklara dağılmıştı. Hiç değilse sapkın düşünceli olarak ilan edilmemişti.

“Kharon, sanatın gücüne bir kez daha inandın mı?”

“Ben basit bir taş ustasıydım, sonra bir mozaik ustası oldum. Ne zaman ki seni tanıdım ve o güzelliğini gördüm; sevdana düşüp aşkına kapıldım, sanatı tanıdım ve bir ressama dönüşerek duvarlara resim yapmaya başladım. Anladım ki sanat; kendimizi tanımamızın, kendi kendimizi kontrol etmemizin, diğerleri için beslediğimiz saygı hislerimizin ve ruhlarımızın yücelmesine hizmet etmeli; bizi adiliğe, zulme, adaletsizliğe ve bayalığa tahammül etmeyecek şekilde geliştirmelidir. Yaptığım resimlerin anlamı, kadınların yaratılıştan beri bildiği dengeleri, erkeklerde anlamaya başladıklarında, daha iyi bir dünya için değişimin başlayacağına işaret etmekti. Bunu ne kadar yapabildim bilmiyorum ama Tanrı, yarattığı o güzel kadını sevmem için bana armağan etti.”

“Seni tanıdığım gün bu yolculuk başlamıştı Kharon. Ellerimiz, dudaklarımız, bedenlerimiz, hayallerimiz birleşti ve dünya, sanatımızla aydınlanmaya başladı. Kadının ve erkeğin mutlu olacağı bir dünyanın kapıları aralandı, ışığı görebilen gözler kapıdan geçecek ve dünya daha güzel bir dünya olacak.”

“Hayal etmek hiçte zor değil Minokta, insan hayal ettiği müddetçe yaşar değil mi?”

“Hayaller, gerçeğin ta kendisidir Kharon. İyinin de, kötünün de yanındadır. İyi düşünürsen iyi, kötü düşünürsen kötü olur.”

“Biz iyi şeyler düşünüyoruz ama Patriyarkos kötü!”

“Sanat, kötü şeyleri dünyadan uzaklaştırmak ve güzellikleri ortaya koymak için var. Sanatımız, Patriyarkos’a olduğu kadar yerine gelecek olan benzerlerine karşıda sonsuza kadar sürecektir.”

“Yeni yaratılara başlamanın tam zamanıdır o halde.”

Kilisenin soruşturmasından bir sonuç çıkmamıştı ama sanat ve anlamı arasında kurulan kutsiyet ilişkisi sebebiyle sanat yapıtı, kilisenin söylemini topluma iletme görevi üstlenmiş olduğundan aykırı söylemler daima dışlanacak, yetmezse cezalandırılacaktı. Sanat kamusal alanın bir parçası ise; kamusal alan elbette kilise ile birlikte iktidarın alanıydı ve ona karşı durmak bağışlanamaz bir suçtu.

“Anlam yalnızca doğrudan işlevi ve görüntüsel biçimiyle sınırlı olsa ve büyük ölçüde öteki dünyaya uzamasa, her şey saçma olurdu.” görüşünü, sanat yapıtı kadar izleyicinin kendisi de sorunsallaştırması gerektirir. İzleyici, yapıt ve anlam arası ilişkiyi istenildiği biçimde doğru olarak kurabilmesi için yapıt ve anlamı arasındaki katı kurallara bağlı ilişkinin artık yıkılmasına öncülük etmeye kendilerini çoktan adamış olduklarımdan, yeni yaratıları en aykırı anlamları taşıyacaktı.

Tüm istekleri; Hıristiyanlık tarihi boyunca kadının Kilise hiyerarşisi dışında tutulması, kurtuluşunun birinci derecede eşine, bir anlamda erkeğe bağlı olabilmesi, toplum içerisinde ön planda olmasına müsaade edilmemesi gibi söz alıp konuşmasına dahi imkân verilmemesi v.b nedenlerle, Kilisenin tutumuna karşı koyacak derecede dikkat çekici olmasını sağlayacak ve sanat dünyasında yeni bir kapı aralayacak olan yeni tekniklerle eserlerini yaratmaktı.

Konstantinopolis’e özgü beyaz hamurdan yapılmış sırlı seramiklerde kullanılan süsleme tekniği ve üzerlerinde yapılmış olan resimlerden esinlenerek atölyelerinde çalışmalara başladılar.

Ustalar tarafından kullanılan teknik, özellikle süsleme ve mutfak kaplarının üretimine yönelikti. Fakat aynı teknikle üretilen hamur, el aletleriyle bir satıh halinde düzleştirilerek geniş bir yüzey elde ediliyordu. Üzerine istenilen desenler sigrafitto denilen,bir türkazıma tekniği ile işlendikten sonra form yüzeyi istenilen renklerle astarlanıyor ve parlak görünmeleri için sırlanarak pişiriliyordu.

Kullanımı son derece yaygın olan ve ev içinde kullanılan eşyaların eğer üzerlerinde doğaüstü güçlerin etkisi olan suretler veya motifler varsa bunlar iblislere karşı kalkan görevi görüyor veya iyi şans getirdiklerine inanılıyordu. Bu inanışla hareket eden insanları etkileyecek şekilde yeni eserlerini yapmakla ne doğrudan Kilisenin, ne de Patriyarkos’un hedefi haline geleceklerdi. Tanrı’nın şeytana karşı kazandığı galibiyeti simgeleyen bir hayvanı ya da bir düşmanı yenen şövalye; Hrisostomos’un bir söylevinde, sihirli hediye olarak bahsedilen ve vücudu kötü ruhlardan koruyan haç; dua eden kişilerin, azizlerin ve İncil’den alınmış sahnelerin tasvirleri, fazlalıklarından ve çeşitliliklerinden dolayı bitkiler ve hayvanlar doğanın eli açıklığını simgelemekte ve bolluk getirmekteydi.

Atölyede ürettikleri yeni eserlerinde, İsa’yı temsilen bir haçın gerisinde uzun saçlı ve göğüsleri çıplak bir kadın, kolları iki yana açılmış olarak durmakta ve haçın gölgesi üzerine vurmaktaydı. Ayaklarının altında Cennet’in bahçelerini süsleyen tüm bitkilerin çiçek ve yaprakları, asmalar, salkımlar, menekşeler, zambaklar, nergisler, hatmiler, kına çiçekleri iç içe geçiyordu.

Minokta, tamamlanan eseri işaret ederek Kharon’a;

“Haç simgesi altında iyi ve akıllı kadınlar işkence gördüler, yakıldılar!”

“En iyi kadın, Bakire Maria’dır!”

“Kilise Maria’nın da cinsiyetini neredeyse reddederek, onu ‘onurlu’ bir erkek konumuna getirerek kabul eder. İsa’nın vaftizde yeniden doğuşu ve Maria olmaksızın yeniden dirilişi, kadını Tanrı sahnesinden tamamen silmiştir. İsa kendi kendisinin annesi olmuştur.”

“Yani, Tanrı erkek olduğu zaman erkek de Tanrı olmakta.”

“Kadınlar, erkek olan Tanrı’yı reddettiklerinde, İsa’nın eşsizliği de anlamını yitirecektir. Neden İsa kadın değil de, erkek?”

“Aklından geçenleri anlar gibiyim Minokta, Kilise kadını insanlığın cennetten düşmesinin nedeni olarak görmekteyken, sen neler söylemektesin.”

“Evet, bu tabloyu yapmam gerektiğini söylemekteyim Kharon.”

“Bir kadın İsa tablosu mu? Aman Tanrım! ! !”

Einai poly Vretos?”

“Yok, yok! Senin cesaretine hayranlık duyuyorum.”

“Yalnız tamamlanıp gün ışığına çıkmadan önce, senden ve benden başkası görmemeli bu tabloyu.”

“Biliyorum, attığımız her adımdan Patriyarkos’un haberi oluyor.”

“Bu, iki Kiliseye de meydan okuma olacak, belki hiç gün ışığı görmeyecek bir sırlı pano olarak kalacak.”

“Hele bir bitsin de… Sen bu panoyu nasıl resmedeceğini biliyor musun?”

“Biliyorum diyemem ama düşündüğüm şöyle bir şey, Kadın İsa çarmıha gerilmiş halde, üzerinde büyük beyaz bir örtü başını, göğüslerini ve vücudunun diğer taraflarını kapatmaktadır. Sonsuz yaşamın ve evrensel kurtuluşun başlangıcı olarak, Mesih’in fedakârlığının muzaffer vecd anlamını taşıdığı, Kadın İsa’nın yukarıdan Baba Tanrı’nın Gözü tarafından görüldüğü gibi Cennete yükseldiğini göstermekte. Sol alttaki kıyıda Kurtuluş Kayığı; sağda, bir çocuğu yöneten bir balıkçı var ve Rabbin Sözünü dünyaya taşımaya çağrılan balıkçı Peter’ı akla getirmekte.”

“Bu eser gerçekten büyük bir meydan okuma olacaktır Minokta. Ötesini düşünemiyorum.”

“Düşünme zaten, ne olacaksa olacaktır Kharon, bu sırlı panonun XM armasını taşıması bize yeter.”

Pano, 32 ayrı karo parçasına resmedilerek yapılmış ve her bir parçası ayrı ayrı imal edilmiş olduğundan, resmin tümü hakkında hiç kimse fikir sahibi değildi.  Üstelik anlaşılmaması içinde başka panoların imalatları esnasında sanki onların birer parçasıymış gibi yapılmıştı. Atölyede gizli kalması gereken şeyleri başkasına duyuran, söz getirip götüren, arabozucu birileri bu parçaları fark etmişti, her ne kadar sinsice takip etmeye çalışsalar da anlamını kavrayamamışlardı fakat bir şeyler döndüğünün de farkında varmışlardı.

Sonunda 32 parçalık pano, sırlanmış fırınlanmış ve tamamlanmıştı. Parçaların birleştirilerek resmi ortaya çıkaracak olan son aşamada yine aynı gizlilikle, atölyede penceresi bulunmayan ve tek anahtarı Minokta’da olan ağır bir kapıyla kapanan odada yapılmıştı.

Karanlık odada yanan, keten fitilli mum alevlerinin oynak ışıkları, panoyu karasız ve kuşkulu bir şekilde aydınlatıyor, karşısında duran Minokta’nın göz bebeklerinde tablonun korku, sevgi, ümit ve bağlılık uyandırdığı duygular canlanıyordu.

Kendi için olduğu kadar Kharon içinde korkuyordu. Tanrının gazabından değil kilisenin gazabından korkuyordu. Sevgi duyuyordu; sevginin her yönü, insanı kendiyle, yaşamla ve Tanrı’yla bütünleştirebilecekti. Umutluydu; inancına sahip ve umut ettiği şeyler uğruna çaba sarf etmekteydi. Bağlıydı ama kiliseye değil, Tanrı’ya daha çok dua ederek bağlılığını dile getirmekteydi.

Kharon, gök mavisi gözlere baktı, uzun ve ince parmaklarıyla Minokta’nın yanağını okşadı;

“Kadını yarattığına göre, Tanrı iyi olmalı.” diye gülümsedi.

“Ya insanlar?”

“Kadınlar hakkında kanunları yapan yine erkekler olduğuna göre bunları kendi görüşlerine göre düzenlemişlerdir, kadınları yakından incelemeye gerek görmemişlerdir, kadınlar ise bu kanunlara baş kaldırmakta, onları kabul etmemekte haklıdırlar.”

“Peki, bu durumda kadın nasıl tanımlanacaktır? Nedir kadının kendiliğinin göstergeleri? Kadının, kendisi olarak eylemlerinin sorumluluğunu alan, sadece sorumluluk verilen değil, sorumluluğunu eylemleriyle yüklenen olması gerekmekte değil mi? Ben kendi yaptıklarımın sorumluğunu bütün ağırlığıyla taşımayı göze alıyorum Kharon.”

“Kadınların işlediği kendi adını koyma suçu için her zaman yakılmak kadar dramatik olmasa da ödenecek bir bedel hep vardır.”

“Ben, her türlü bedeli ödemeye hazırım.”

Gizlikle korunan Kadın İsa panosundan sonra, çalışmaları hız kesmeden sürmekteydi. Birbiri ardına gelen eserler, benzer konuları içermekte; haç ve onun gölgesi ardında yer alan kadınlar ile bedenleri veya yüzleri haç şeklinde siyaha boyanmış, gözleri yuvalarından çıkacakmışçasına korku dolu ifadelerle bakan kadınların resmedildiği panolar peş peşe gelmekteydi. Artık atölyenin avlusundan, farklı işliklerine kadar çoğalarak muhafaza edilen panoları içerideki görevlilerden başka, dışarıdan gelenlerde görebiliyordu.

Panoları görenlerden birçoğu, ilginçtir ki Mesih’i simgelemeyen kutsal ikonlar gibi önlerinde Haç çıkarmakta, bazılarıysa üzerlerine tükürecek kadar şiddetli bir tepki göstermekte, kimileride hiç görmemişçesine bakmamaya çalışarak önlerinden geçmekteydi.

Minokta, gördükleri karşısında “Isa Mesih’e, Kutsalların Kutsalı Maria Ana’ya ya da Azizlerimize lanet mi okudum? Küfür mü ettim?” diye kendi kendini sorgulamaya başladı.

Bir “Animus confitendi”  ile sorunun/soruların cevabını verebilmek hayli zordu. Çünkü basit bir evet veya hayır demenin, neye ve kime karşı olduğu/olacağı belli değildi.

Eğer cevap evet olacak ise, günahların en büyüğü ruhu öldürmek, yok hayır olacak ise bedenin ölümü demekti. Minokta’yı ise bu değil, ruhunu öldürmeyi göze almak korkutuyordu. Hiçbir zaman günah işlememişti, aksine en büyük günahın kadını insan yerine koymayan ve onu suçlayanlar işlemişlerdi.