Kayıkhanenin kuytusunda, insan yağından, kirinden ve terinden, simsiyah muşambaya dönmüş mitilleriyle yan yana duran yatakların üzerine serilenler ile teknelerin küpeştelerine aborda olanlar, vuvuzelayı elden ele dolaştırıyorlardı.
Beton Mustafa, derin bir nefes çekti vuvuzeladan, kan çanağına dönmüş gözerini belerterek siz kemik hikâyesini duydunuz mu? Diye sordu ehl-i vukufa, cevap verdi hepsi bir ağızdan kilise korosu misali; haşa, sümme haşa ne duyduk ne de işittik.
Birbirlerinin suratlarına bakıyorlardı, akşamın inen ışıklarında, nedir bu kemik hikâyesi de, nereden çıktı şimdi bu diye soruyorlardı zor seçilen ve sanki gözkapaklarında asılı duran iskandil kurşunu ağırlığını taşıyan gözleriyle. Okumaya devam et