13. Bölüm

Kız kardeşler cemaati için çalışan Minokta’ya, sanatı konusunda yetkinleşen başarısının karşılığı olarak, Bayan Federica yeni bir teklifte bulundu.

“Yaptığınız çalışmaların ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Bunca zahmet ve emeğin karşılığı, Kharon’a bir istekten söz edeceğim .”

“Bayan Federica, Kharon’a haber vereyim derhal gelsin.”

“O kadarda acil değil, yarın veya sonraki bir günde olabilir.”

“Ben söylerim, yarın sizi görmeye gelir Bayan Federica.”

“Kharon’a yarın beklediğimi söylersin.”

Kharon, Bayan Federica’nın isteği üzerine ertesi gün yanına giderek;

“Sizin için ne yapabilirim Sayın Bayan?”

“Benim için değil Kharon, Aziz Bonaventure için. Onun adını taşıyan Kilisede yapılmasını istedikleri resimler var. Anatolia’da yeni bir yolculuğa çıkmak ister misin?”

“Neden olmasın? Anatolia’da yollara düşmüş pek çok sanatkâr var. Bende onlar gibi istenilen yerlere gidebilirim.”

Kharon, Bayan Fedrica’yı kırmamak üzere böyle söylemişti ama bir yandan da Minokta’ya vermiş olduğu söz vardı. Ne yapacağı konusunda kararsızdı, galiba Bayan Federica’nın isteğini geri çevirmek çok yanlış olacaktı.

“Güzel, o halde Caesarea’ya gitmek üzere hazırlan. Peder Pietro, Kiliseyi resimlemek istiyor ve senin en iyisi olduğunu biliyor.”

“Nereden duymuş benim adımı?”

“Konstantinopolis’te görmüş eserlerinizi ve hayranlıkla izlemiş. Şimdi kendi Kilisesinde de görmek istiyor, sanatını görenlerin hayranlık duyacağı resimlerini.”

“Bu kadar çok büyütmeyin Sayın Bayan, ben basit bir sanatçıyım alt tarafı, elimden gelen tek iş budur.”

“Gereğinden fazla mütevazılıkta bulunma Kharon.”

Kharon’un yeniden yollara düşeceğini öğrenen Minokta endişelenir, zira tekin olmayan bir yolculuğa çıkacaktır. Neyle karşılaşacağı belli değildir. Gitmesini istemez ama bir anlamda da Bayan Federica’yı kıramayacağını bilmektedir.

“Nasıl gideceksin oralara kadar Kharon?”

“Endişelenme Minokta, karşılaşacağım tehlikelerin farkındayım ve ben de bu yolculuğa tek başıma çıkmayacağım. Ticarette bulunanlar, can ve mal emniyetleri için koruma altında seyahat etmekte, bende onlara katılacağım, onlarla birlikte gideceğim. İkonia’ya giden bir kervanı ayarladım bile.”

“Sen oraya gitmiyorsun ama?”

“Orada yollar ayrılıyormuş, Kuzeye gidenler ile güneye gidenler bölünerek yollarına devam ediyorlarmış ben de kuzey yönüne gidenlerine katılıp yola devam edeceğim, Caesarea’da Aziz Bonaventure kilisesini bulacağım. Peder Pietro, kilisesisini fresklerle donatmak istiyormuş.”

“Bu çok iyi olacak, Anatolia’nın merkezinde olan bir kilisede resimlerinin bulunması iyi bir itibar kazandıracaktır sana.”

“Beni bu yolculukta göreceğim yerler meraklandırıyor. Bu sefer, başka bir inancın, İslamiyet denen inancın yaygın olduğu yerleri, şehirleri, insanları görmek ve onları tanımakta önemli. Ben buralara giden gezginleri görür, duyar ve anlattıklarını dinlerdim. Kara yolculuğu yorucu olsa da, kalabalık bir grupla seyahat etmenin farkını yaşayacağım.”

“Git, gez ve tanı bakalım oraları. Çok yaşayan değil, çok gezen bilirmiş.”

“Deniz yolculuğunu ve Batıyı gördüm. Şimdi sıra kara yolculuğu ve Doğuyu görmekte. Fazlada bir zaman kalmadı, İkonia’ya gidecek olan kervan çok yakında hareket edecektir.”

Khalkedon limanına yakın bir yerde, Doğuya gidecek olan kafilelerin toplandığı geniş bir çayırlık alanda hareket eden insanlar, hayvanlar, yük arabaları ve yolculuğa çıkacak olanlara bir şeyler satmaya çalışanlar, gün doğmadan yola çıkacakların gece kalacakları çadırlar ve rüzgârların yerden kaldırdığı tozlardan oluşan hareketli bir tablonun arasına katılan Kharon, yanına aldığı boyaları, fırçaları ve taşıyabileceği malzemeleri ile boynuna astığı Minokta’nın fildişi firketesi ve metal haçıyla gezgin sanatkârlar gibi yollara koyulmaya hazırdı. 

Aynı yola gidecek olan, iki keşiş ve bir taş ustası olduğunu öğrendiği üç kişiyle birlikte kafileye katılan Kharon, son hazırlıklar tamamlandığında, gün doğumuyla birlikte hareket ettiler.

Latin tacirlerin yanında, geldikleri yerlere geri dönen, Suriyeli ve İranlı tacirler ile yanlarında koruyucu olarak seyahat eden adamları da vardı. Katırlara binerek seyahat eden Doğulu tacirlere eşlik edenler ise yayandı. Kharon ile birlikte yolculuğa çıkan diğer üçü ise, yük arabalarının arkasına binmişlerdi. Geçecekleri yerlerde kendi içlerinde yolları tek bilen kişi Ermeni taş ustası Zakaryan’dı. Önceden de Anatolia’da bir sanatkâr olarak bulunmuş ve mimari eserlerin inşasında görev yapmıştı. Diğer iki keşiş ise Kharon gibi ilk defa, görevleri olduklarına inandıkları İncil’i yaymak adına seyahat ediyorlardı.

Kharon, Zakaryan’la aynı arabada yolculuk ediyordu;

“Zakaryan usta, sen yolları bildiğini söyledin Caesarea’ya varana kadar geçeceğimiz, göreceğimiz yerleri bana da anlatır mısın?”

“Belli ki sende benim gibi bir gezginsin, ilk defa mı düştün bu yollara?”

“Öyle sayılır, Caesarea’da Aziz Bonaventure kilisesine gitmekteyim.”

“Ne yapacaksın orada?”

“Kiliseye freskler yapmak üzere çağrıldım. Ben aslında bir mozaik ustasıyım ama mozaik yapmayı bıraktım. Şimdi fresk yapmaktayım.”

“Kharon’du değil mi ismin?”

“Evet, Kharon.”

“Bu adı ben daha önce Konstantinopolis’te duydum. Sen şu, eserlerinde MX sembolü görülen Kharon olmayasın sakın.”

“Ta Kendisi, ben o Kharon’um, M harfi de karım Minokta’nın adıdır.”

“Onu da bilirim, onunda çok güzel mozaikleri vardır.”

“Elimizden gelen budur işte Zakaryan usta, tıpkı senin gibi. Benim babamda inşaat ustasıydı, ne bilirsem bana da ilk öğreten oydu.”

“Yollara düştük yine, geçeceğimiz yerlerin başında, Nikomedia vardır ardından Nicea ile Prusa gelir. Prusa’ya girmeden yola devam ederiz herhalde. Bazen tüccarlar Prusa’ya da girerler ama nasılsa göreceğiz. Sonra Dorylaion, ile Philomelium gelir. Seljukların en önemli ve en büyük kenti ise İkonia’dır. Oraya vardıktan sonra, Nagda ve son durak Caeserea gelir. Uzun bir yol olacak değil mi?”

“Gezip görmek iyi şeydir, ben önceden de gemiyle, Konstantinopolis’ten Cenova’ya gittim Zakaryan usta. Ama karayolu başka türlü bir şey işte”

“Hem de bu zamanda! Sende göreceksin buraları. Artık Seljuklar hakim değildir Anatolia’da. Önce onların bölgelerinden geçeceğiz, ardından Mongol bir valinin yönettiği topraklarda ilerleyerek Caeserea’ya kadar gideceğiz.”

“Bizlere benziyormuş onlarda, hadi seni işin içine katmayalım ama Bizantion’un gördüğü Latin işgalinin ardından yaşadıklarımız neyse, herhalde Seljuklarda şimdi benzerlerini yaşamaktalar.”

“Altın devirlerinde yaptıkları eserleri sende göreceksin, Bizantion’dan ele geçirdikleri topraklarda ve ondan çok daha eski Roma’dan kalanları kullanarak pek çok yer inşa etmişler. Yani yoktan var etmemiş, hem onu taklit etmişler hem de onun mirasından yararlanmışlar. Ayrıca Mongollar da her yeri yakıp yıkmamış, hatta halkın yaşantısına müdahale etmeden, yalnızca vergi toplamak ve kendi yasalarına uymak koşuluyla serbest bırakmışlar. Senin anlayacağın aranızdaki benzerlik çokta fazla sayılmaz.”

“Bir günde ne kadar yol gidebilir bu kafile?”

“Nikomedia’ya gideceğimiz yolun yarısından az gidebiliriz bir günde.”

“Eh fena sayılmaz doğrusu.”

“Her zaman böyle olmaz, kötü yollarda ilerlemek daha zordur. Eğer geceyi geçireceğimiz yerlere ulaşamazsak, ağaçlık ya da kuytu bir yerlere sığınırız. Yollardan çok, yağmur ve çamur keser hızımızı, sen dua etki yolda yağmurla karşılaşmayalım.”

“Bizantion’dan öteye, ne kadar zamanda varırız sence?”

“Bir an önce varmayı istersin herhalde Caeserea’ya.”

“Hem öyle hem de merak ederim bu İslam dünyasını, duydum, işittim de hiç görmedim.”

“İşte şimdi sende göreceksin, mademki bizler aynı topraklarda yaşamaktayız o halde inancımız farklıda olsa birbirimize karşı saygılı olmaya mecburuz. Yoksa ortak bir yaşam kültürü yaratılamazdı. Geçeceğimiz yerlerin çoğunda, yaşamlarını sürdürmekte, inançlarını yerine getirmekte olan Hıristiyanlar bulunmakta. Biz ve bizim gibi sanatkârlar, tacirler ve din adamları sayesinde, İslamlar ile Hıristiyanlar arasında ortak bir yaşam kültürü yaratılabilmiş düşmanlıkların önüne geçilebilmiştir. Elbette bunların başında barışsever yöneticiler gelmekte. Seljuklar, Bizantion’u simgeleyen çift başlı kartalı alarak nasıl kendilerine mal etmişlerse, sanatlarındaki mimari anlayışı ve süsleme sanatlarının örneklerinin de Bizantion Sarayında bulunuyor olması, iki saray arasında karşılıklı kültürel zevk ve etkileşimlerin en önemli göstergesi olmakta, sence de öyle değil mi?”

“Benim ve Minokta’nın misyonu, ortak yaşam kültürünü oluşturmak adına atılan bir adım değildir Zakaryan usta. İslamiyet inancında da kadınlar ancak, iyi bir eş ve iyi bir anne oldukları zaman kıymet görür ve kutsanırlar, onun dışında her yerde erkeklerin gerisinde ve toplumun dışında bırakılırlar. Duyduklarım bu yöndedir de, gerçeğini şimdi görüp öğreneceğim.”

“Merak etme Kharon, din her yerde aynı şeyi vaaz eder. Ben çok yerler gezdim ve gördüm. Biri, diğerinden çokta farklı değildir, kadın her yerde aynı kadındır.”

“Sen nereye gitmektesin Zakaryan usta?”

“Konstantinopolis’te çok çalışmışlığım vardır. Güzel bir ülken var ama Latinler çok zarar vermişler, Bir zamanlar Anatolia’nın hâkimi olan koca Bizantion’un yerini alan Seljuklar da, ellerinde olan toprakların Mongollardan uzakta kalan bölgelerini, Otman, Germiyan, Sahib Ata, Eshref, Karaman adlı topluluklara bırakmışlar. Bende kendi evime Ermenia’ya gitmekteyim. Yolumuz İkonia’da ayrılacak sen kuzeye, ben güneye gideceğiz.”

“Bu Anatolia’nın kaderi hep böyle galiba, birçok medeniyetler kurulmuş ama hepside yok olup gitmişler. Buralara, gel geç topraklar demek yakışır doğrusu”

 “Yakışıp yakışmayacağını bilmem ama yerinde duramayan Otmanlar, yakında bu toprakların yeni sahibi olacak gibi duruyor.”

Günbatımı yaklaşırken, çıktıkları yolun deniz kıyısında olan ilk durağına ulaştılar. Geceyi küçük bir kasaba olan Nikeiata’da geçirerek, ertesi sabah yeniden yola koyulacaklardı.

“Yolumuz çok uzun süreceğe benziyor Zakaryan usta, yoksa yanılıyor muyum?”

“Öyle, Kharon. Denizde yol almak kolay, dağ yok, tepe yok, rüzgârların önünde gider durursun.

“Her yolculukta olduğu kadar denizinde de fırtınalara ya da korsanlara yakalanma tehlikesi yok mu?”

“Bakma sen, daha bu ilk durak. Sonra daha hızlı yol kat edeceğiz. 20-25 gün sürecektir İkonia’ya varmamız. Gideceğimiz yollarda aynı tehlikelerle dolu. Gezginlik zor zanaat anlayacağın”

Zakaryan ustanın dediği gibi, Bizantion topraklarını birkaç gün içinde geçerek, Dorylaion kapılarına geldiler. Bundan sonrası Bizantion’un sınırları dışında olan yerlerdi.

Farklı yerlerden gelen, tacirlerin, seyyahların konakladığı kervansaray denilen yerlerde kalıyorlardı. Buralarda kalanlardan, üç gün için para alınmıyordu. 

Büyük bir şehre ulaştıklarını, şehri çevreleyen surlardan anlıyorlardı. Bizantion’un görkemli yapıları kadar olmasa da ibadet yerleri, eğitim ve öğretim için kullanılan alanlar ile hanlar hamamlar ve ölen saygın kişiler adına yapılan mimari eserler, kent halkının zenginliğini ifade ediyordu.

Seljuklar, Anatolia’da, Roma ve Bizantion’dan kalan köprü, yol ve konaklama yerlerini daha çok geliştirerek, Doğudan gelen yollar üzerinde olan ülkelerinde, ticaretin güvenli ve kesintisiz sürdürülebilmesini sağlayacak bir sistemi de kurmuşlardı. Bu sistemin bir parçası da her yöndeki anayollar üzerine kervanların güvenle konaklamaları için inşa ettikleri kervansaraylardı. Seljukların yaratıları olan bu yapılar, saraylarda olduğu gibi, diğer mimari yapılarda da Anatolia iklimine uygun mekân ve hacimler kazandırmışlardı. İran kökenli olan Seljukların, kendi sanatlarında oluşturdukları özgünlükle, bezedikleri yapılara hayranlık duymamak mümkün değildi.

Zakaryan usta, Kharon’a, burada bulunan ve adını çevresindeki kayalık tepelerden alan Sivrihisar’da, Ulu Camii adlı bir ibadet yerini gösterdi.

Burası, Kharon’un ilk defa yakından gördüğü kutsal bir yapıydı. Dörtgen bir şekilde, ağaç direkler üzerine düz bir çatıyla inşa edilen yapının, dört tanede kapısı bulunuyordu. 

Yapı, taşıdığı sadelik ve yalınlıkla, İslam inancını temsil etmekteydi.

“Zakaryan usta, sözünü ettiğin yerlerin hepsi böyle basit ve sade midir? Bakıyorum da hayranlık uyandıracak bir yanı yok burasının.”  

“Bu seni yanıltmasın Kharon, hiçbiri Bizantion’da olduğu kadar ihtişamlı değildir. Ancak bu ülkede taşın ve düş gücünün yarattığı üstünlük ile girift ve her yöne açılan bezemelerle inşa edilen yapılarda, göreceğin ortak özellik; açık ve çok merkezli geometrik desenlerin taşıdığı derin anlamdır. Tanrının yaratıcılığını ve sonsuzluğunu ifade eden eserlerde,  bizim onların yalnızca bir kısmını gördüğümüzü söyleyen inancın gereği, hangi bölgede yapılmış olursa olsun, Seljuk ve İslam sanatının vazgeçilmez ve değişmez bir öğesidir. Bakacağın ve göreceğin bütün yapılarda aynı anlamı bulacaksın.”

Yolları üzerinde kaldıkları, İkonia’ya ulaşmadan önce geçtikleri, çok önceden beri Philomelium adı ile bilinen yerde gördükleri ibadethanede önceki ile aynı adı taşıdığı gibi, aynı şeklide kesme taşlar ve Roma ile Bizantion’dan kalma malzemelerle inşa edilmiş basit ve sade bir yapıydı. 

Kharon İkona’da da aynı manzara ile karşılaşacağını düşünmeye başladı. Zakaryan ustanın dediği şekilde görmeye zorladı kendisini ama içinde böylesi bir duygu uyanmadı. Bizanton idaresinde olduğu dönemden sonra ele geçirilen yerlerden getirilen, kesme taşlar, mermerler,  sütunlar v.b malzemenin çokluğu ile birbirlerinle benzemezliği; buralarda çok daha yaygın ve gelişkin bir yaşamın varlığını işaret ediyordu. Kharon çevresine bakındı ve şimdiyse sahipsiz kalmış bir varlığın hüznüyle, başını öne eğmiş, sessiz sedasız bir bekleyiş içerisinde ki yerleri aynı hüzünle seyre daldı. Arkalarında toprak yol üzerinde bıraktıkları at arabası tekerleklerinin oluşturduğu izler, sarp kayalık bir dağ yamacından inen dar yolla birleşiyordu.

Uzak bir mesafeden seçilmeye başlayan İkona’ya yaklaştıkça heybetli bir surun karşılarında dikildiğini gördüler. Konstantinopolis’i hatırlatan surlar İkonia’yı çepeçevre sarıyordu. Yol üzerindeki büyük kapıdan geçmeden önce, askerler kafileyi ve yolcuları kontrol ettiler, nerden gelip, nereye gittiğimi öğrendikten sonra içeri girmelerine izin verdiler. İlk defa bu büyüklükte bir yere gelmişlerdi.

Surun kapısı üzerinde “Bu kale, ilahi ve semavi afattan başka, şahlanan atların, ani ve şiddetle gelen sellerin yolunu keser” yazısı okunuyordu.

Kapıların üzeri aslan ve insan heykelleri ile süslenmişti. Bu heykellerin varlığı dinler hakkındaki hoşgörüyü yansıtmaktaydı.

İkonia, Seljuklara başkentlik etmiş Anatolia’nın büyük bir şehri olup, şimdiyse Mongolların kurduğu yeni ve karmaşık bir düzenle idare edilmekteydi. Önemli olansa öncekiler ile sonradan yapılan mimari eserlerin ayakta kalmış olmaları ve Seljukların, yaşamlarına kesintisiz olarak devam etmeleriydi. Tabi ki bunun karşılığı olarakta, ağır vergiler ödemek zorunda kalmalarıydı.

Kharon, Caeserea yoluna, buraya kadar birlikte geldikleri kafileden ayrılarak, tek başına devam edecekti. Ondan önce yolları ve çevreyi iyi bilen Zakaryan usta ile kalacakları birkaç gün içinde gidecekleri yola devam edecek başka kervanları bulacak ve şehri göreceklerdi.

Şehre hâkim olan yılgın hava, Mongol idaresinin baskısı altında yaşamakta olan halkın üzerine sinmiş, neşesiz, keyifsiz ve suskun bir kalabalık haline gelmişlerdi. Dışarıda gördüklerinin çoğu, kendileri gibi buradan gelip geçen yolculardı.  Kervan ticareti hayli genişti. Çarşı pazarda kumaş, ipek, halı, kilim, pamuk, susam, balmumu, nohut, safran, kereste, bakır, gümüş, mermer ve baharat gibi çok çeşitli mallar bulunmaktaydı, Halkın yaşamı ve kazancı ticarete dayalıydı. Gerçi kazançlarının büyük bir kısmını Mongollara vergi olarak verseler de canlı bir ticaret sürmekteydi.

Kharon’u ilgilendiren şeyse göreceği yerlerdi. İkonia büyük bir kentti ve gördüğü yerlerden sonra, bir başkente yakışacak azametteki yapılar onu fazlasıyla cezp ediyordu.

Zakaryan ustayla birlikte gidip gördükleri ilk yer, Sultan Alâeddin adını taşıyan ve bir ibadet yeri olarak yığma tepenin üzerinde, geçmişte inşa edilen Camii idi.

Camiin cephesi ve giriş kapısı üzerindeki Bizantion’dan kalma iki beyaz mermer sütun kemerli ve bütünlüklü bir görüntü oluşturuyordu. Açık ve koyu tonları iç içe geçmiş bir düğümle birleştiren geometrik desenli kemer, kapı çerçevesinin üzerinde yer almaktaydı. İki renkli dış kapının, Şamlı bir ustanın elinden çıkmış olması Suriye izlerini yansıtmaktaydı.

İçerisi, Roma ve Bizantion yapılarından alınmış çubuk düğümlü mermer sütun ve sütun başlıkları ile dolu bir ormanı andırmaktaydı. Düzgün olmayan yapısıyla antik kalıntıların üzerinde yükseldiği düşünülebilirdi.

Camiin diğer bölümü üzeri kubbeyle örtülü kare planlı bir mekândı. Camiin yüksek duvarları ise bir kaleyi andırıyordu.

İslam inancında ibadet daima Kutsal Kâbe yönünü işaret eden ve mihrap denilen yere doğru dönülerek yapılmaktaydı. Bu camideki mihrabın üzerini kaplayan mavi yeşil rengin karşımı olarak ilk defa burada gördüğü türkuaz renkli çiniler ile kare plandan, daire şeklindeki kubbeye geçişi sağlayan üçgenler üzerinde yer alan aynı renkli çiniler, Kharon’da büyük bir hayranlık uyandırmıştı.

Ermeni bir taş ustasının yanında olması Kharon’un en büyük şansıydı, bütün bilgileri ondan öğreniyordu. Çinilere duyduğu hayranlığı gören Zakaryan usta bu sefer Kharon’u, Medrese denilen eğitim ve öğretim verilen bir yere götürdü.

Dışarıdan bakıldığında medrese ile kervansarayların görünümleri çokta farklı değildi. Fakat burası eğitim ve öğretim yapılan yerden çok, bir tarikata bağlı olanların yaşadığı ve ibadet ettiği bir medreseydi.

Adı, Karatay Medresesi olan yerin giriş kapısı tam ortada değil de sağa doğru kaymış haliyle, Anatolia’da yayılan bir tür Hıristiyan inancını ifade eden Süryani tarzındaydı. Ön cephedeki kapının iki yanında bulunan burmalı sütunları, yanlarında yer alan geometrik desenli panolar tamamlamaktaydı. Kapının üst kısmı çift renkli taşlar kullanılarak yapılan bir kemer ile yine aynı renkler kullanılarak dörtgen benzeri geçme hatlarla oluşturulan bir desen işlenmişti. Kemerin dışınada üç adet aslan başı heykeli eklenmişti.

İç kısım ise ölçülü ve oldukça yalındı, ortada aydınlıklı bir kubbe ve iki yanında sıralanan odalar bulunmaktaydı. Kubbe ile onu tamamlayan dört köşede yer alan üçgen panoların üzerinde, Muhammad, Jesus, Moses ve David peygamberlerin adları işlenmişti.  Kubbenin tamamı incelikli türkuaz ve siyah renkli çini mozaiklerle bezenmiş, ışınsal olarak merkezden dışarı açılan büyük yuvarlak madalyonlar tüm kubbeyi kaplamaktaydı. Madalyonlar sonsuza doğru uzanan ışınları andırmakta, tam da Zakaryan ustanın dediği gibi, Tanrının yaratıcılığını ve sonsuzluğunu ifade etmekteydi.

Kharon bu medreseyi gördükten sonra, eski bir mozaik ustası olarak, Bizantion sınırları dışında ki, Anatolia’ya özgü çini mozaiklerin, geometrik ve bitkisel süslemelerle, simetri esasına dayanarak sonsuzluğu yansıtan yapılarından fazlasıyla etkilenmiş, bir anda ufku açılmıştı. Sanatına büyük bir katkı sağlayacak olan çini mozaik tekniğini öğrenmek için, Zakaryan ustayla birlikte yapıldığı atölyeleri aramaya başladılar.

Mongol akınlarından kaçan, doğulu çini ustalarının Anatolia’ya gelmeleriyle ortaya çıkan bir sanattı bu.

Çini mozaikler, istenilen desene göre kesilip hazırlanan küçük çini parçaların bir araya getirilmesiyle yapılmaktaydı. Sırlı yüzeylerin arkalarına beyaz harç dökülerek, konulacağı yapının yüzeyine yapıştırılmak suretiyle uygulanmaktaydı.

İki yöntem kullanılıyordu; büyük parçalar sırlanarak, istenilen motiflere göre düzgün bir şeklide kesilmeleri ile veya belli bir kalınlıkta hazırlanan yarı yaş çamurun motiflere göre kesilmesi suretiyle yapılmaktaydı. Önce çamur hazırlanmakta, motiflere göre kesilerek rötuşlanıp ilk pişirim yapılmakta, daha sonra renkli sır hazırlanarak sırlanmakta ve parçalar bir araya getirilerek montajları tamamlanmaktaydı.

Mozaikler, geometrik motiflerin birbirini kestiği veya bağlandığı girift örgülü açık ve kapalı sistemler halinde kullanılmaktaydı. Bütün sistemlerde sonsuzluk prensibi hâkimdi. Geometrik mozaik tekniğiyle yapılan çinilerin örgülü geçmelerinin oluşturduğu yıldız, tek merkezden idare edilen kâinat fikrini temsil etmekteydi.

Kompozisyonların mimariye göre şekillendirilmiş olmaları, yapının mimari bütünlüğünü korumakta ve desteklemekteydi. Bütün gövdeyi saran geometrik şekiller, yivler, bilezikler, diyagonaller ve estetikli yazılarla süslenmekteydi.

Uygulamada, düz duvarlara olduğu kadar yuvarlak içbükey yüzeylere de kolaylıkla tatbik edilebildiğinden kubbe ve kasnaklarda, kemerlerde yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı.

Ayrıca, sabit ve net renkleriyle, boş olan iç mekânlarda yarattığı atmosfere canlılık veren nitelikleriyle, ibadet yerlerinin kasvetli yapılarının havasını değiştirmekteydi.

Kharon’un ilk kez gördüğü, çini mozaikler ile bezeli bir ibadet alanından edindiği izlenim ve çıkarımla, sanatında yararlanabileceği önemli ipuçları elde etti. Öncelikle, sonsuzluğa uzanan desenleri ve onları oluşturan çizgiler ile renkleri kafasına yerleştirdi. Ayrıca dik, sert ve köşeli çizgileri olan bir tür yazı şekli ile kullanılan renk örneklerini, çini yapımını öğrenmek üzere gittiği atölyelerin birinin ustasından aldı. Yazı örneği mozaik yapısına da çok uygundu.

Çini mozaik tekniğiyle ilgili öğrendiği her türlü bilgiyi, Konstantinopolis’e döndüğünde Minokta’ya aktararak, uygulayabilecekleri yerleri bulup yepyeni bir mozaik türünü Bizantion’da yapmayı deneyecekti.

Bu alandaki en büyük zorluk, pişirme fırınları ile renklerin elde edilmesiydi. Eski dostu Boyacı Philonides geldi aklına, elbet bir sonuç elde edebilir, renkleri yaratabilirdi. Ayrıca, seramik yapımında kullanılan boyalar ile pişirme fırınları ne güne duruyordu.

14. Bölüm

Artık yola devam etme vakti gelmişti. İkonia’da göreceğini görmüş, alacağını almıştı. Kendileri için yeni birer kervan bularak, yola koyulacakları zamanı beklemek üzere, Zakaryan ustayla şehirde kurulan Alameddin Pazarı adını taşıyan yere gittiler.

Pazarlar, sadece çeşitli malların alınıp satıldığı yerler değil, aynı zamanda Doğu’dan ve Batı’dan gelen kıymetli ürünlerin önemli rol oynadığı, her şeyin kolaylıkla değişime uğradığı bir dönemde, pazarlara gelen tüccarların buralara, daha doğrusu kendilerine uygun olan yerlere yerleşmek istemesi, büyüyen ve çok kültürlü hale gelen kent yapısının ortaya çıkmasına da neden olmuşlardı.

Arap, Acem, Tatar, Yahudi ve Latin gibi farklı milletlerin tüccarları, güvenliklerinin temini ile çok milletli olarak hareket ederek katıldıkları pazarlarda, devletin himayesi ve koruması karşılığında, alınan ve satılan mallar üzerinden yüklü vergiler toplanırdı.

Pazarlara getirilen çeşitli mallar, satıcılarının kendi aralarında oluşturdukları bir nevi tüccar birlikleri vasıtasıyla kontrol edilmekte, yapılan ticaret mali yönden düzenlenerek güvenilirlikleri sağlanmaktaydı.

Geniş bir alana yayılan pazara girdiklerinde, alış verişe gelenler, sattıkları malları alıcılarına beğendirmek için dil döken satıcılar, yük taşıyan arabalar ve hamalların hareketli görüntüleri eşliğinde etrafı dolaşarak vakit geçirdiler. Çok dilli ve çok kültürlü pazarda hiçte yabancılık çekmeden satıcıların nereden geldikleri ve geldikleri yerler hakkında bilgiler topladılar. Her birinden öğrenecekleri çok şey vardı ve onlar için her bilgi çok değerliydi. Çünkü onlar, zamanın ötesinde yaşayan sanatçılar olduklarını yarattıkları eserleriyle göstermekteydiler.

İkonia’da yolları ayrılacak olan Zakaryan usta ile Kharon’un gidecekleri yerler belliydi. Zakaryan usta gibi bilgili ve kültürlü bir insanla yolculuk yapması Kharon’a çok şey katmıştı. Özellikle gördüğü ve yapımı hakkında bilgiler topladığı çini mozaik sanatından çok etkilenmişti. Belki de orada gördüğü çizgileri ve desenleri yapacağı fresklere yansıtmalıydı.

Bu arzu ve istekle yola çıktı. İkonia’a gelerek mallarını satan Caeserea’lı tüccarların geriye döndüğü küçük bir konvoydu, yolcular arasında kendisinden başka, birde papaz bulunmaktaydı. Papaz Damien’i, Caeserea’ya gidecek bir konvoy ararken tanımıştı. Bundan sonra geçecekleri yollar, çevredeki en güçlü yapıya sahip, Karaman denilen bölgedeydi. Papaz Damien bölgeyi ve bölgede yaşayanları iyi tanımaktaydı. Kendi ailesi de, geçmişte olduğu gibi bu bölgede, Bizantion zamanından beri yaşamakta olan Hıristiyanlardı.

Bundan önceki yerleşim yerlerinde de gördükleri gibi, Ortodoks Hıristiyan, Müslüman ve Latin Katolik toplumlarının, Anatolia’nın ortasında beraber yaşamakta olduğu, çok kültürlü bir bölgeydi.

Uzun yolda konuşarak ilerliyorlardı. Kharon, yanında oturan Papaz Damien’in manastırlarda okumuş yazmış biri gibi yetkin bir dille konuşmadığı için, onu anlamakta güçlük çekiyordu. Onun, bölgede yaşayanların dillerini konuştuğu halde hiçbirini tam olarak bilmediğinden, kendine göre bambaşka bir dil oluşturmuş olmasına karşın yinede onu anlayabiliyordu.

Küçük katırlar sırtında ve hayvanların çektiği arabalarıyla giden köylülerle karşılaştıklarında,  Damilen onlarla hemen kendi lisanıyla bir şeyler soruyor, sonrada, Kharon’a dönerek bilgiler veriyordu. Bölgeden geçen yollar kuzeyde Pontus’a, güneyde ise Mare’ye kadar devam ediyordu. Aslında zenginliğin kaynağı da bundan kaynaklanmakta, liman kentleri sayesinde uzak ülkelerden getirilen mallar ile bulundukları yerlerden toplanan çeşitli mallar yine bu liman kentlerinden, uzak ülkelere gönderilmekteydi. Bu kentlere erişerek, malların konvoylarla taşınması geniş bir ticari ağ dokusunu meydana getirdiği gibi, işini iyi bilen tüccarlarında yetişmesine neden olmuştu.

Damien’in yolda gördüğü köylülerin bazılarının Kayseriyye’den geldiklerini söylemesi üzerine Kharon, Caeserea diyerek düzletmek istediğinde; Damien, şehrin adı değil pazarın adı diyerek cevaplamıştı. Yol üzerinde bulunan Yabanlı Pazarından gelmekte olan köylüleri geçerek ilerlediklerinde ise aynı yöne gitmekte olan başka köylüler ise kendilerine katılarak onları takip etmeye başlamışlardı.

Kharon, aralarında çoğunlukla kadınların bulunduğu bu topluluğu gördüğünde hayli ilgisini çekti. Neredeyse buraya kadar hiç kadına rastlamamıştı, Sadece önceden gittikleri Pazar yerinde erkeğin bir adım gerisinde yürüyen örtülü kadınları görmüştü. O sırada yanında bulunan Zakaryan ustaya sorduğunda; yerli kadınların ya kocalarıyla ya da onların izniyle evden dışarı çıkabildiklerini söylemişti.

Oysa bu kadınlar, toplu halde ve yanlarında bulunan daha az sayıdaki erkeklerle birlikte yol alıyorlardı. Başlarındaki uzun boylu başlıkları, parlak renkli ve desenli giysileriyle, önce gördüklerine hiç benzemiyorlardı.

Damien’e sorduğunda;

“Bu kadınlar Türkmen kadınlarıdır. Bunlara “Fakiregan” denmektedir. Buralarda tüccarların kurduğu, yönetimlerinde desteklediği birliklerin kadın kollarıdır. Kendi aralarında oluşturdukları birlikle, ticari faaliyetlere katılırlar, kendilerine katılan başka kadınlara sanat öğreterek, onlarında ticari hayata katılmalarına yardımcı olur, halı ve kilim dokuma başta olmak üzere, kumaş dokumacılığı ve boyacılığı, nakışçılık, örgücülük gibi değişik alanlarda iş yapmalarını sağlarlar.

Yetim ve kimsesiz kız çocuklarını himayelerine alarak, eğitimlerini üstlenir, ihtiyar kadınların bakımlarını sağlar, genç kızların aile kurmalarına yardım ederler.”

“Şu işe bak Damien, bende onlar gibi olan bir cemaat adına buralara geldim.”

“Duymuştum galiba, buralara gelmiş ve kendi manastırlarını kurmuş bulunanlar çoktur.”

“Fransiskenleri bilir misin?”

“Pek bildiğimi söyleyemem, bizim inancımıza yabancıdırlar.”

“Onların malları, mülkleri yoktur, aldıkları yardımlarla geçinirler. Bizi takip etmekte olan kadınların olduğu gibi Fransiskenlerin de kadın rahibeleri vardır, bazıları doğrudan manastıra bağlı evlenmelerine izin verilmeyen kadınların, bazıları da evli kadınların oluşturduğu topluluklardır.”

“Birbirlerine benzerlermiş doğrusu, “Fakiregan” zaten bakire kızların topluluğuna denmekte.”

“Ben bu işi daha derinden öğrenmek isterim. Bütün sanatımı, kadınları erkeğin peşinde gitmelerinden kurtarabilmek adına kullanmaktayım.”

“Kadınları günahından kurtaracak bir sanat, nasıl bir sanattır bu?”

“Ben bir papaz değilim ama en kısa yoldan sana anlatmaya çalışayım; eğer Tanrıya olan inancın erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı olmadığını kabul edersen, onları şeytan olarak görmekten de vazgeçersin. Tanrının bütün meleklerinin aynı Tanrıya hizmet ettikleri gibi.”

“Şimdi kafamı karıştırdın, sana hemen cevap vermem zor.”

“Cevap vermeni istemiyorum doğrusu ama sende bir düşün bakalım söylediğimi”

“Neyse, mademki sende Caeserea’ya gitmektesin, o zaman Aziz Bonaventure kilisesinin nerede olduğunu bilirsin.”

“Bu adı hiç duymadım, öyle bir yerde bilmem, en iyisi sen gittiğinde başkalarına sorarsın.”

Damien’in bu adı duymamış olmasının bir nedeni olmalıydı. Kharon fazlada bunun üzerimde durmadı. Elbette bilen birileri olacaktı. Birkaç gündür devam eden yolcukları önlerinde yükselen bir dağa doğru devam ediyordu.

“Daha ne kadar yolumuz kaldı Damien?”

“Sivri tepesi karlarla kaplı Arkeos, karşımızda dikildiğine göre az bir yolumuz daha kaldı. Akşama kadar şehre girmiş oluruz.”

Bölgenin elverişli koşulları,  geniş otlaklara ve verimli topraklara sahip, sulak bir alan olması, buraya, hayvancılık, bağcılık ve meyve tarımına uygun, özel bir yerleşim yeri niteliği kazandırmıştı; Heybetli dağın etekleri, Hıristiyanların ve Müslimlerin birlikte yaşadıkları ya da yalnızca Hıristiyanların yaşadığı köylerin yoğun olduğu bölgeydi. Bizantion’dan beri burada yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar ve Ermeniler ile bölgeye yerleşen Seljukların oluşturduğu, Kuzeye ve Doğuya giden yolların kesişme noktasındaki şehirde, han, hamam, kilise, manastırların yanı sıra Seljuklar tarafından inşa edilmiş, medrese, külliye ve camiiler bulunmaktaydı.  

Bizantion’dan kalma, şehri çevreleyen yüksek duvarlı surları geçerek, iç kalenin önünden şehre girdiklerinde, büyük ve görkemli taş konaklar, bulunduğu mahallelerde yaşayanların sahip oldukları zenginliğini gösteren yapılardı. Statülerine uygun kiliselerin varlığı da şehrin değerini ortaya koyuyordu.

Kharon, geçtiği yerlerde azizler veya azizelerin isimlerini taşıyan kiliseler, manastırlar gibi kutsal yerlerden sonra, sultanların eşleri, kızları ya da anneleri adına inşa edilen dinsel ve eğitim amaçlı yapıları gördüğünde hayli şaşırdı. Hele bir sağlık kuruluşu olarak hizmet ve eğitim veren yapıların varlığı, kadının adını yüceltmekte ve halka mal etmekteydi.

Kharon, Seljukların kadına verdiği değeri gördüğünde onları daha çok benimsedi ve daha fazla tanımak istedi. Her ne kadar onlar Mongol baskılarıyla şekil değiştirerek bölünseler de özleri değişmemişti. Nasıl ki, kendileri de bu topraklara gelip yerleştiklerinde, burada yaşayanların özünü değiştirmeye çalışmadılar hatta onlara uyum sağladılarsa, ondan sonrakilerde devraldıkları toprakların kıymetini bildiler. Ancak Müslimler için aynı şeyi söylemek kolay değildi. Belki onlar bütün halklara egemen olduklarında ortaya çıkacak tabloda, bu topraklarda İsa’dan önce yaşamış tüm medeniyetlerde olduğu gibi, kadının adı ve statüsü, kuracakları medeniyetin özünü belirleyecekti.

Kadın, bir medeniyetin en önemli ölçütü olarak, görünürlüğü ve adının bilinmesiyle etkinleşerek topluma ilerlemesi gereken yolu gösterebilirdi. Kadının sanata yansıması ya da kadının sanatı yansıtması, bir at arabasının toprak yolda bıraktığı izler gibi medeniyetin izlerini oluşturabilirdi.

Damien’den etrafı göstermesi için kendisine yardımcı olmasını istedi.

“Sen bu halkın lisanından anlıyorsun, bana adını dahi bilmediğim yerleri vaktin varsa gösterebilir misin?”

“Buralarda en bol olan şey vakittir Kharon. İstediğin yere gidebiliriz.”

“Eğer yolun bir gün Konstantinopolis’e düşerse ben de seni istediğin yerlere götürebilirim.”

“En çok görmek istediğim yer Azize Sofia Kilisesi. Belki bir gün gelip seni oralarda bulurum.”

“Khora Manastırı yakınlarındaki Patriyarkos’un mozaik atölyesine sorarak beni bulabilirsin Damien, aklının bir köşesine yaz bunu.”

“Seni bulacağım Kharon ve o muazzam Azize Sofia Kilisesi’ni göreceğim. Sen ki Konstantinopolis’in bir evladı olmakla ne kadar öğünsen azdır. O şehri gören biri ile görmemiş biri hiç aynı olur mu?”

“Tanrı her zaman yanında olsun Damien. Önce bir kadının adını taşıyan yere gidelim mi? ”

“Orası Seljuk Sultanının kızı Gevher Nesibe’nin adını taşıyan bir medrese ile şifahane olarak hizmet gören bir yer, madem oraya gitmek istiyorsun, biraz yürüyelim o halde.”

“Yani eğitim görülen bir yer ile hastalara bakılan bir yer değil mi?”

“Sen benim lisanımdan anla işte. Birbirine bitişik iki medrese ile bir kümbetten oluşan yapının doğu batı yönünde uzanan dikdörtgen planlı açık avlulu iki bölümünden birisi, batı kanadında hastalara bakılan şifahane, diğeriyse doğu kanadında, eğitim yapılan medresedir. Burada yapılan eğitim daha çok sağlık alanındadır. Birbiri ile irtibatlı olan yapının iki ayrı giriş kapısı bulunur. Ortadaki kare planlı avlunun kuzey doğu köşesinde sekizgen olarak yapılan kümbetin üzeri piramit şeklinde bir külahla örülmüştür. Sekizgen, her dörtgenin mükemmellik sayısı; dört, İncillerin sayısı; beş, dünyadaki karaların sayısı; yedi, Kutsal Ruh’un kayralarının sayısıdır.

Batı kanadındaki şifahanenin kapısı da, dışarı taşan prizmal bir kitle halinde yükselir. Kapının sağ tarafı bir aslan, sol tarafı ise bir boğa kabartması ile süslenmiştir. İçeri girmemize izin verilmediğinden sana ancak bu şekilde anlatabiliyorum.”

 “Keşke girebilseydik.”

“Aslında bir önlem amacıyla izin verilmemekte, bilirsin hastalıklar her zaman tehlikelidir.”

“Galiba bir isim daha söylemiştin?”

“Mahperi Hatun Camii. Seljuklu Sultanının annesi adına yapılmıştır. İç kaleye yakındır, ibadet zamanları dışında, içine girip görebiliriz.”

Camiin iki kapısı bulunuyordu. Birisi geometrik bir desenle çerçevelenmiş, birer sütun üzerinde yükselen sivri kemerliydi. Diğer kapısı ise, yapının yüksekliğini aşacak şekilde dışa taşan bir şekilde inşa edilmişti. 

Camii kuzey batı köşesindeki bir iç avluya yerleştirilen türbe yapısıyla dikkat çekiyordu.

Şehirde Seljuklar tarafından inşa edilenler ile Bizantion’dan kalma çok sayıda yapı bulunmaktaydı. Zamanları yettiğince görebildikleri aşırı gösterişli olmayan şekilde, ancak inanç ve ibadete verilen önemin göstergesi olarak taşıdıkları değeri koruyacak şekilde inşa edilen yapıların birbirlerine benzerlikleri nedeniyle kendi yollarına devam etmek üzere, Damien ile vedalaştılar.

Kharon, gideceği yerin yürüyerek gidebileceği mesafede Mutalaski adlı bir kasaba olduğunu öğrendi.

Geceyi bir handa geçirdikten sonra, erkenden yola koyuldu. Arkeon dağını dolaşarak güney yönüne doğru dar bir toprak yolda yürüyen Kharon, geniş arazide doğaya fazla karışmadan mümkün olduğunca verimli ürün almaya çalışan köylülerin yakınlarından geçen yolda, yetiştirdikleri buğdayın üzerine vuran rüzgârın deniz gibi dalgalandırdığı tarlaları, yol kenarında durup seyre daldı.

Üşüdüğünü hissetti, sıcak ve güneşli günler geride kalmış hava serinlemeye başlamıştı. Hasat zamanı yakındı, yeni şenlikler yapılacak, bolluk ve bereket duaları edilecekti.

Uzun yolda yürümekle bitmiyordu ki, uzaklarda görülen yer, herhalde gideceği Mutalaski kasabası olmalıydı. Adımlarını sıklaştırdı, nihayet kasabaya ulaştığında, büyük ve görkemli, kiliselerin varlığını gördüğünde, büyüklüğü açısından Ayia Triada adlı kilisenin, konuk odalarıyla, geniş bir konaklama kapasitesine sahip yapısıyla, büyük harcamalar karşılığında inşa edildiğine kanaat getirdi. Buranın halkı herhalde gösterişli törenlerden hoşlanıyor olmalı diye düşündü Kharon.

Yoldan uzakta olan bir köydeki Aziz Bonaventure kilisesi, arkasındaki tepeye dayanmış ve görülmesi hayli güç bir konumdaydı, Damien’in burayı bilememesini daha iyi anlamıştı şimdi.

Etrafı duvarlarla çevrilmiş dikdörtgen planlı kilise, yalın dış görünüşüyle dar bir yamaca inşa edilmişti. Sırtını dayadığı duvarları yamacın içinden çıkıyormuş gibiydi. Vakit öğleyi geçtiğinde soluk güneş ışıklarının vurduğu sütunlu narteksten içeriye giren Kharon, kilisenin naos ve sunaktan oluşan üç ana bölümü olduğunu gördü.

Kilisenin dar penceresinden içeri sızan ışığın vurduğu, yüzünde anlatılmaz gülümseyişi ile bebeği kucağında, ince bedenli zarif bir giysiye bürünmüş olan Maria Ana tablosunun dibinde bir rahip dua ediyordu.

Ayak seslerini duyunca yüzünü kaldırdı, kendinden geçtiği bir anda onu rahatsız eden anın ortasındaki adamın yüzüne baktı ve ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak, sevinçle Kharon diye bağırdı.

“Sen Kharon olmalısın, ne kadar zamandır senin gelmeni bekliyordum.”

“İşte geldim peder, çok uzun bir yoldu, Konstantinopolis’ten buraya gelmek hiçte kolay olmadı. Yolda çok yerler gördüm ve çok şeyler öğrendim.”

“Yollar insana çok şey katar Kharon, dostunu da düşmanını da yolda tanırsın.”

“Saygıdeğer Peder, buraya gelme sebebim belli, bana çalışacağım yerleri gösterirsen sevinirim.”

“Bu ne acele Kharon, o kadar uzun yolları aşarak buraya geldin, önce bir dinlen sonra ne zaman istersen çalışmaya başlarsın.”

“Önce kiliseni ve seni tanımak isterim ki, en verimli şekilde isteklerini yerine getirebileyim. Elbette hemen işe koyulacak değilim.”

“Haklısın, ben düşünemedim, ama benim özel bir isteğim yok, sorumluluk sanatında ve sendedir. Ama bunu yapacağın resimlerde yanlış yorumlara yol açmayacak şekilde yerine getirmeni arzu ederim. Her ne kadar gözlerden uzak kalsak da bildiğin gibi burası bir Fransisken kilise ve manastırıdır. Bizim çalışma ve duanın buyruğunda gelişen tarikatımız, dünyanın ışığı; bilgi hazinesi, yangınlar, yağmalar, depremler içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan eski öğretinin kurtuluşu; yeni yazının ocağı ve eskisinin artışı oldu…”

“Bende ilk başta bunu söylemek istemiştim.  Bu gün bile dilimin güçlükle betimleyebildiği öğretinin, okuması yazması olmayan insanlara anlatılmasının en kısa yolu resimlerdir. Yolda öğrendiğim Seljukların geliştirdiği çini mozaiklerin, desenlerini ve renklerini gördüğümde çok etkilendim, aslında bir mozaik ustası olduğumdan, kilisenin bulunduğu yerin yapı tarzına uygulanabilirliğine henüz karar veremedim. Ama önceden size gösterip onay isteyeceğimi de bilmenizi isterim.”

“Doğrusu bu konu üzerinde hassasiyetle durarak bir fikir yürütmem zor. Düşüncenin ne olduğunu ve uygulamasının nasıl olacağını bana gösterirsen, senine ve kilisedeki diğer rahiplerle de tartışarak karar verebilirim.”

 “Bende böyle olmasını isterim. ”

“O halde sana etrafı göstereyim, zaten burası öyle gösterişli ve süslü yerlerden değil, kendi halinde, bölgedeki yapıya uygun sade bir kilise.”

“Sanırım bu civarda başka Fransisken Kilisesi yok.”

“Öyle Kharon, çoğunlukla Ermenilerin ve Ortodoksların yaşadıkları yerler, Latin kilisesi olarak bir yapılanmanın az sayıda örneği bulunmakta.”

“Bakıyorum da, hayalimde canlandırdığım kadar fresklerle donatılacak kadar büyük ve boş duvarlar yok.”

“Neden öyle düşündün burayı? Biraz hayal kırklığı yarattı galiba sende.”

“ Öyle demeyelim de, diğerleri gibi düşünmüştüm.”

“Haklısın ama biliyorsun bizim cemaatimizde öyle kalabalık değildir. Amaçlarımız doğrultusunda hareket etmekteyiz.”

“Yolda gördüğüm kadınların, rahibeliğe benzer şekilde Fakiregan adlı yapılanmaları, kadınlar hakkındaki düşüncelerinizle örtüşmekte.”

“Biliyorum, buralara gelerek kilise kurmamızın amacı Hıristiyan kadınlara da aynı şekilde yaşabileceklerini anlatmaktır. Senin gelmeni aslında bunun için istedim, çünkü sanatınla kadını göstermek isteğin kulaktan kulağa yayılarak buralara kadar ulaşmış, hatta daha da ötelere gitmiştir.”

 “Peder bu söylediklerin beni fazlasıyla mutlu etti, demek ki emeklerim boşa gitmemiş.”

“Eğer bir amacın olursa bir gün mutlaka başaracağına inanman gerekir.”

“Büyük bir mücadele bu, tek başına ancak bu kadar yapabiliyorum.”

“Fikirleri ve inançları değiştirmek, tarlaya tohum atmak gibidir. Büyür, gelişir ve yararlı hale gelir.”

“Sanatın amacı da aynı değil mi peder? Görünmeyeni, görünür kılmak.”

“Amaçsız yaşamak hayvanlara mahsustur, onları daima insanlar yönlendirir, inançları olmadığı gibi fikirleri de yoktur.”

“İnancı ve fikri birleştiren tek şey sanat, yoksa mağaralarda yaşıyor olacaktık.”

“Bazen vahşetten kaçmak için mağaralar da gerekebilir.”

“Öyle demek istemedim, barbarlıktan kurtulmuş olmayı kastetmiştim.”

“Tabii, eşi benzeri olmayan Kapadokia denilen yakınlarda bir bölge vardır buralarda, adını belki duydun, belki duymadın ama mutlaka görmen gerekir. Dönüş yolunda oraya gidebilirsin.”

“İsterim elbette, Hıristiyanların yaşamlarını görmek ve anlamak için gitmek isterim.”

“Git ve gör, insanın inancı uğruna nelere katlandığını, akınlar, yağmalar ve değişen egemenlikler kavşağının koşullarına karşı nasıl direndiğini gör.”

“Peder sorabilir miyim, bana hala adını neden söylemediğini?”

“Böyle bir densizliği nasıl yapmışım Kharon, herhalde karşımda seni gördüğümde kapıldığım heyecandandır, beni mazur gör, artık yaşlanıyorum. Adım Armando, Armando Gattenio.”

“Hayret bana Pietro demişlerdi, demek ki değilmiş.”

“Pietro benden önceydi, şimdi o kutsal Jerusalim’e gitti.”

“Sen şimdi bu kilisenin adını da yanlış biliyorsundur; aslında Bonaventure ama biz bir Aziz olarak kabul ettiğimizden Aziz Bonaventure kilisesi olarak adlandırdık burasını.”

“Yalnızca adınla hitap etmek istediğimden, yoksa mazur görecek bir şey yok Peder Armando. Sormak istediğim bir başka şeyde, buradaki çalışmama devam edebilmek için nereden boya bulabilirim? ”

“Bak bu biraz zor iş. Şehre gitmen gerekecek, boyacılar çarşısını bularak orada sorabilirsin ancak.”

“Pekâlâ, yarın gider ve gerekli olanı boyaları bulmaya çalışırım.”

“Artık sana kalacağın yeri göstereyim de biraz dinlen, sonrada soframıza konuk ol.”

“Çok iyi olur, hayli yorgunum, belki de sabaha kadar uyuyup kalabilirim, eğer yemekte konuğumuz olamazsam beni affedin Peder Armando.”

“Bu seferlik affederim ama bilesin bir daha olmaz. Kurallarımız katıdır Kharon.”

“O zaman izninizle Peder, ben dinlenmeye çekiliyorum.”

15. Bölüm

Kharon taze samanla dolu, duvarın içine oyulmuş yatağa uzandığında, söylediği gibi yorgunluktan bitap halde uyuyakaldı ve ancak sabahleyin uyanabildi. Yattığı odanın, aslında kilisenin yaslandığı yamaca oyularak yapılan odalardan biri olduğunu fark etti. Düzgün olmayan duvarlarından bunu anlamak mümkündü, yattığı yerden duvara dokunarak tırnağını sürttüğünde kayacın ne kadarda yumuşak olduğu anladı. Herhalde bölgedeki doğal yapının bir özelliği olsa diye düşündü. Kilisenin diğer yerlerinin de aynı taşlardan olduğunu varsayarak kilisenin uzun ömürlü bir yapı olamayacağından şüphe etti. Biraz daha dikkatle baktı, duvarların yüzeyine sıva dahi sürülmemişti. Bu durum işini hayli zorlaştıracağa benziyordu. Merakla yataktan kalkıp odadan dışarı çıktı.

Peder Armando ile dolaştığı yerlere biraz daha yakından incelediği zaman korktuğu gibi olmadığını anladı. Kullanılan malzeme, oyularak yapılan odalardakinden farklıydı. Yine de duvarları eliyle yokladığında bundan iyice emin oldu. Çünkü alacağı boya ile uygulayacağı yüzeyi iyi tanıması gerekiyordu.

En başta karar vermesi gereken şeyse fresklerde, ıslak yüzeye uygulanan Al Fresko tekniğini mi ya da kuru yüzeye uygulanan Secco denilen tekniği mi kullanacağıydı. Sonrada, tercihe göre belirlenecek olan duvarın hazırlanmasıydı.

Birde isteğine uygun boya bulabilecek miydi? Bunu şehre gittiğinde göreceğinden biran önce Peder Armando’yu bulması gerekti.

Etrafa bakındığında onunda dışarı çıktığını görerek yanına gitti.

“Günaydın Peder Armando, iyi uyudunuz mu?”

“Sana da günaydın Kharon, ben yaşlı bir adamım, doğru dürüst uyku tutmuyor artık beni. Ya sen, yemeğe gelemediğinden yorgunluktan deliksiz uyduğun belli oluyor.”

“Evet, öylece yatıp kalmışım, beni yemeğe bekledinizse üzülürüm doğrusu.”

“Üzülmene gerek yok, gelemeyeceğini tahmin etmiştim zaten.”

“Peder ben şehre inerek, freskler için gerekli malzemeleri temin etmeye çalışacağım. Alacağım şeylerin bir listesini size göstermek isterim.”

 “Sen şimdi iyice acıkmışsındır hadi gel sana sabah sabah bir Caeseria tavası yedireyim önce.”

“Buna hayır demek mümkün değil Peder.”

Gerçektende buradan başka yerde bulmanın hayli zor olduğu taze etten baharatlarla yapılan sucuk, bir tavada kızartılarak üzerine kırılan yumurtayla doyumsuz bir tada ulaşıyordu. Yanında da fırından yeni çıkmış sıcak ekmekle yenildiğinde, sanki yatakta bir eşle geçirilen gecenin hazzına ulaşmanın başka şekli gibi oluyordu.

“Peder ben hayatımda bu kadar lezzetli bir şey yemedim. Bu nasıl bir şeydir?”

“Dur, dur bundan daha ötesi de var! Buralarda hayvancılık ve etçilik önemli bir kültürdür. Zaman içerisinde uzaklardan gelip de buralara yerleşen kavimlerin yanlarında taşıdığı bir lezzettin adı da bastırmadır. Başka bir sabahta sana ondan ikram edeyim de bir tat bakalım, ona ne diyeceksin?

“Beni şımartıyorsunuz Peder.”

“E ne yapalım, bizim paramız yok, pulumuz yok. Ama güzel yemeklerimiz var işte.”

“Buna güzel demek az bence Peder, bu sanki bir patlama, ağızda bir lezzet patlaması.”

“Senin işin uzundur, istersen artık yola çık sen. Akşama ancak dönersin.”

“Peder ikramınız beni öylesine doyurdu ki, şehre koşarak gidebilirim.”

“Yorma kendini o kadar.”

“Alacağım freskler için gerekli olan malzemelerin listesini yapmıştım isterseniz bir bakın?”

“Ben ne anlarım onlardan, bu senin işin ne lazımsa alırsın, gerisini düşünme; oda bizim işimiz.”

“O halde ben gidiyorum Peder. Malzemeleri temin edince dönerim artık.”

Kharon Mutalaski’nin dar sokaklarından yürüyerek şehir merkezine doğru yola çıktı. Yalnız başına geçeceği yolları adımlarken aynı yöne doğru gitmekte olan bir adam gördü. Adımlarını sıklaştırarak arkasından yetiştiği adamın yanına geldiğinde ona ne tarafa gittiğini işaret diliyle sormaya çalıştı.

“Giyimine bakılırsa sen yabancısın buralara”

Adamın konuştuğu dili anlayan Kharon hayretle;

“Sende kimsin, benim dilimden konuşursun?”

“Giyiminden buralara yabancı olduğunu ve bir Hıristiyan olduğunu anlamak hiçte zor değil. Adım Garabet, Endürlük’den şehre inerim. Etlikçi esnafındanım, ya sen kimsin?”

“Benim adımda Kharon, Mutalaski’de Aziz Bonaventure kilisesinden şehre, boya satılan çarşıyı bulmaya gidiyorum.”

“Boyacı esnafından mısın?”

“Öylede denebilir, işim boyalarladır.”

“Benim dükkânımda çarşıdadır. Şehir merkezinde Katırcı Han çarşısında, başka kurulu çarşılarda vardır. Birinden birinde aradığını bulursun. Kavurucu sıcaklar olduğunda şehrin içinde yaşamak dayanılmaz hale gelir. İmkânı olanlar yüksek tepelere çıkarlar. Bu nedenle dükkân sahipleri sabahları şehre iner, akşamları evlerine dönerler.”

Şehre geldiklerinde Garabet çarşı içindeki dükkânına gitmeden önce Khron’un da yanında gelmesini istedi. Dükkânın kapısı önündeki genç bir çocuk ikisini de karşıladı.

“Aferin Kirkor, dükkânı temizlemiş ve hazırlamışsın. Yanımdaki bu adam Kharon’dur, onu burada veya öteki çarşıdaki boyacılara götüreceksin, anladın mı?”

 “Evet usta, Kharon’u boyacı esnafına götüreceğim.”

“Çokta zekiymişsin Kirkor.”

“Bir an önce bulun bakalım boyacıları, hadi bakalım sana da kolay gelsin Kharon.”

“Bu iyiliğini unutmayacağım Garabet.”

Kirkor, çekirge misali hızlı adımlarla yürürken, Kahron ona yetişmekte zorluk çekiyordu. Bir iki yere sorduktan sonra boyacı esnafının olduğu çarşıyı buldular ve gözüne kestirdiği bir dükkândan, Kirkor ile birlikte içeri girdiler.

Burası, halı ve kilim yapılan iplik boyaları ile kumaş boyalarının satıldığı bir dükkândı.

Bir kaç dükkâna daha baktıktan sonra aradıklarını buldular. Kapadokia toprağından elde edilen kırmızı, en çok bulunan renkti. Sarı aşı boyası, yeşil toprak renkleri ve Egypt mavisi ve kireçtaşından elde edilen beyaz boyalardan yeteri kadar aldıktan sonra, fresk yapımı için gerekli olan başka malzemelerinde siparişini verdiler. Kharon bütün malzemenin, Mutalaski’deki Aziz Bonaventure kilisesine teslim edilmesini istedikten sonra, istediği malzemeleri bulmuş olmanın mutluluğuyla fazla oyalanmadan yola çıkmadan önce Kirkor’a iyi bir bahşiş bıraktı.

Kaldığı kiliseye dönen Kharon, siparişleri olan malzemeler gelene kadar geçecek olan birkaç günün, dinlenmesi için iyi bir fırsat olacağını düşündü.

Fransisken ve mistik bir yazar olan Bonaventure,  İsa’yı yücelten, yapılandırılmış ve yenilenmiş bir düzeninde kurucusuydu. İsa ve Kiliseye olan Fransisken sevgisiyle, kalpleri yakalamıştı.

Fresklere yansıyacak olan görüntülerde, Bonaventure’nin öne çıkardığı, İsa’nın yaşamının destanını anlatacak şekilde olmalıydı. Yapacağı tablolar Biznation’lu bir mozaik ustası ile Seljuklu çinilerini yapan bir ustanın resimlerinde birleşmeliydi. Bunun üzerinde düşünmek ve örneklerini yapabilmek için birkaç günlük aradan yararlanmalı ve seçimlerini yapmalıydı.

Kilisenin yapımında kullanılan taşlar, fresk yapımına son derece elverişli olan tüf adı verilen volkanik bir taş türüydü. Gözenekli yapısıyla rutubet tutmaması ve kolay işlenmesiyle yörede tercih edilen bir yapı malzemesi ve ufalanmasıyla harç yapımında kullanılması, fresk için gerekli altyapının da kolayca hazırlanmasını sağlıyordu.

Kilisenin üç yöndeki duvarlarında yapacağı fresklerin konusu Doğum, Çarmıha Gerilme ve Göğe Yükselişin canlandırıldığı resimler olacaktı.

Bu sahnelerin betimlenmesinde Seljuklu çini mozaik sanatının izlerini görmekte mümkün olacaktı. Freskleri bir mozaik şeklinde çerçeveleyerek, Seljuklu halı ve kilimlerde görülen desenleri de andıracak şekilde yapacağı geometrik motifler, çinilerdeki sonsuzluk duygusunu çağrıştıracak ama bir bütünlükte sağlayacaktı.

Uyumluğu yakalamak ve bütünlüğü bozmamak adına belirgin çizgiler kullanmayacak, renkleri öne çıkarmak suretiyle bunu sağlayacaktı.

İlk yapacağı, Doğum sahnesini betimleyen fresk batı yönünde narteksin duvarında, ikonastasis için ayrılan yerden önce, Çarmıha Gerilme kuzey ve Göğe Yükseliş, doğu duvarında olmalıydı.

Duvarlara bakarak hayalinde canlandırdığı fresklerin görüntülerini belirlemişti ancak boyamaya başlamadan önce, taslaklarını artık fırça sürmeye hazır hale gelen duvara çizerek Peder Armando’ya gösterecekti.

Bir katırın çektiği araba, Kharon’nun beklediği malzemeleri birkaç gün sonra Kiliyse getirdi. İstediği boyalar ile harç yapımında kullanacağı malzemelerin tamamını teslim alan Kharon, artık hiç vakit kaybetmeden çalışmaya başlamalıydı.

İşe önce duvarları Secco tekniğinde kuru fresk yapımına uygun hale getirerek başlayan Kharon, duvarların kurumasını beklemek zorundaydı. İşin en zor taraflarından biriside buydu. Bir yandan işin tamamlanması için zaman kaybetmemesi gerekiyor, diğer yandan zorunlu olarak günlerce beklemesi gerekiyordu. 

Bütün yorgunluğuna rağmen freskleri yapacağı duvar yüzeylerini tek başına hazırladı.

Kilisenin içindeki çalışmaları devam ederken kendisini izleyenlerden aşırı derecede rahatsızlık duyan Kharon, şikâyetini Peder Armanando’ya söyledikten sonra, duvarların önünde bulunan sütunlar arasına dokuma kumaştan perdeler çekerek çalışmaya devam edebildi.

Sonsuzluğu yansıtan yıldızların geometrisinin oluşturduğu göksel desenlerin çerçeveleyeceği fresklerin taslaklarını duvarlara işleyen Khron, kendisi ile Minokta adının ilk harfleri olan MX simgesini, duvarın göze batmayan bir bölümüne “Pinxit et torpens ad manum coeunt frescoes MX”  (Eli bilekten uyuşmuş boyadı freskleri MX) şeklinde yazdıktan sonra, Peder Armando ile Kilisede bulunan diğer rahipleri davet ederek sordu;

“Değiştirmemi istediğiniz bir taslak var mıdır Peder?”

Her bir freskin taslağı önünde durarak uzun uzadıya bakan rahipler aralarında fısıldanarak kendi görüşlerini Rahip Armando’ya ilettiler. Anlaşılan oydu ki, ittifakla, yapılacak olan freskleri onaylamışlardı.

“Seni buraya kadar boşuna yormamışız Kharon, bu eserler Kilisemizin onuru olacaktır. Adınızın yılların ötesinde anılacağından emin olun. Benim ve Kilisenin söz sahibi diğer Rahiplerinin ittifakla onayladığı fresklerin tamamlanmasını sabırsızlıkla bekliyoruz.”

“Benimde buraya kadar yaptığım zahmetli yolculuğumun sonunda takdirlerinize mazhar olmak benim için büyük bir onur. Fresklerimi gören gözlerde, İsa’nın ışığı, yollarını aydınlatsın.”

Kharon fresklerde kullanacak olduğu tüm renkleri önceden belirlediği gibi hazırladı ve dikkatle taslakları boyamaya başladı. Her fırça darbesiyle biraz daha belirgileşen freskler, kilise içinde yanan mumlardan dağılan dumanlar ile her pencereden ayrı ayrı süzülen güneş ışığı demetlerinin havada asılı kaldığı uhrevi bir tablo oluşturuyordu. 

Kharon’un çalışmasını uzaktan ama dikkatle izleyen Peder Armando’nun beğenisi, yüzüne yansıyan ifadeden belli oluyordu ve kilisenin duvarlarının Kharon’un fresklerine yetersiz kaldığına üzülüyordu. Belki bir başkasında çalışma imkânı olursa o zaman arzuladığı şekilde freskleri görebilecekti ama artık bunun için ikisi de yeteri kadar yaşlı ve yorgundu, en azından kendisi için böyle düşünüyordu Peder Armando.

Kharon’un freskleri, bölgedeki insanların yaşamlarına uyan sakinlikte, görenlerin düşüncelere dalarak kiliseye tekrar tekrar gelerek dua etmeyi isteyeceği ulvilikte, belleklerinden çıkaramayacakları şekilde, Bizantion ile Seljuk ilişkisinin kurulduğu, soyluluk, ölçülülük ve zarafet içerisindeydi. 

Kilisedeki işini tamamlayan Kharon, birkaç gün içerisinde ayrılarak artık Konstantinopolis’e dönme zamanının geldiğini Peder Armando’ya ilettikten sonra hazırlıklarını yaptı.

Önce Kapadokia’yı görecek oradan tekrar yollara düşecekti. Soğuklar gelmeden, karlar yağmaya başlamadan Konstantinopolis’e ulaşmalıydı, yollar kapanırsa günlerce beklemek zorunda kalacak, belki de ulaşabileceği bir köy ya da sığınabileceği bir yer bulmak için hayli zorlanacaktı.

Peder Armando, Bayan Federica’ya hitaben yazdığı bir mektubu Kharon’a teslim ederek;

“Bayan Federica’ya sonsuz saygılarımı ilet, onun varlığı sayesinde bir araya geldik ve bu güzelliği yarattık. Ne mutlu bize ki, Anatolia’nın ortasında kurduğumuz kilisenin freskleri senin ellerinle duvarlara işlendi. Kilisemiz ve eserlerin sonsuzluğa kadar yaşasın.”

16. Bölüm (Ve devam eden diğer bölümler)

Kharon, ertesi sabah Kapadokia yoluna çıktı, Anatolia’nın sürüp giden çıplaklığının ortasında, suları kızıla çalan geniş Halys nehrinden, Seljuklu yapısı büyük bir köprü üzerinden geçti.

Burada Caeseria giden yoldan ayrılarak, Kapadokia bölgesine doğru hayli zorlaşan bir yola girdi. Yol, sellerin oluşturduğu çukurlarla doluydu. Herhalde kışın buradan geçmek mümkün olmazdı. Yolu karıştırdığını anlayarak geri döndükten sonra manastırlara doğru giden yolu buldu.

Kapadokia bölgesi ters bir ikizkenar üçgene benzer biçimde, Caeseria ile Arkeos’un batısında yer alıyordu. Bu üçgenin tabanı kuzeyde, Halys’le çakışmakta, batıdaysa Aravissos’da biten bir çizgiydi.

Monolitler bölgesi çehresini göstermeye başladığında, insanı çarpan topraktan yapılma boz evlerin oluşturduğu Anatolia’daki diğer köylerle, burası farkıydı.

Burada evler düzgünce kesilmiş işlenmesi çok kolay olan tüf bloklardan yapılmıştı ve cephelerindeki küçük sütunlarla, taşa oyulmuş süslemelerin hoş çizgilerini taşımaktaydı. Sanatı yapan şeyin, büyük ölçüde malzeme olduğunu sık sık tekrarladığı aklına geldi. Bu yöre köylülerinin evleri buna iyi bir örnekti.

Gece olmadan yatacak bir yer bulmalıydı. Çevreyi araştırarak zevk sahibi sevimli bir ihtiyarın kayadan oyulma kare biçimli iki odayı kendine göre düzenlemiş olduğu bir yere geldiğinde, buraların efendisiymişçesine karşılandı. Taşıdığı birkaç parça eşyasını yere bıraktı ve taraçanın kıyısına yorgunlukla çöktü. Önünde, doğa eliyle ya da insan eliyle işlenmiş her türden, her biçimden taşlar, delinmiş, suyla kemirilmiş, kayaya kazılı kapı ve pencerelerle oyulmuş, boşaltılmış taşlar, kimi zaman yıkık dış duvarlar uzanıyordu.

Soluklaşan güneşin ışıkları kaya perdelerine hafif gri, pembe, altın renklerle vuruyor, Khron oturduğu yerden hala ne görme olanağı varsa onları görmeye çalışıyordu.

Beyaz Kapadokia toprağına, bulduğu yerde tutunmuş ağaçlar, gözleri önünde uzanıp giden mezarlık görünümüne garip bir canlılık veriyordu, bir an ürpererek düşüncelere daldı.

Keşişlerin uçsuz bucaksız gömütlerinde sanki yeniden yaşadıklarını duyumsuyor, akan sel sularının açtığı yarıkların içinde, tepelerinde tuhaf biçimli kayaların her an yuvarlanarak düşecekmiş hissi uyandırdığı dik yükseltilerden oluşan çılgın manzaranın renkleri, bir sel yatağından diğerine geçtikçe değişiyordu.

Daldığı derin uykusundan kalkıp dışarı çıktığında, köyün bütünüyle yamaçlara oyulmuş ya da bir cephesi aynı taşlarla örülmüş evlerinin arasından yürüyerek yoluna devam etti. Köyün çevresinden dolaşarak merkezdeki meydanda durdu ve orada bekleyen, hayvanların çektiği birkaç arabayı gördü.

Arabalar, Korama’ya gitmek isteyenleri belli bir ücret karşılığında taşıyorlardı.

Köy meydanının çevresine yerleşen satıcılar ile alış verişe gelenler gündelik yaşamın alışılmış görüntüleriydi. Aniden bir boşluk duygusuna kapılarak, bin bir delikli kayanın gölgesinde geçen zamanın uçurumuna dalmıştı.

Arabanın gıcırdayan ağaç tekerleri, her an insanı yutabileceği kumdan bir toz bulutu içinde dönüyordu. Başını kaldırıp baktığında sivri dağın göğe doğru yükseldiği, yalnızlığı ve ıssızlığın içindeki mağrurluğunu hissetti.

Bir süre daha yol aldıktan sonra insan aklının alabileceği en şaşırtıcı biçimlerin ortasındaydı. Olabilecek tüm sivrilikler; diş, çivi, köşe, eğe, testere, bıçak hepsi de olağanüstü boyutlarda, parçalanmış kırılmış, karmakarışık, taşlaşmış halde çevresinde sıralanıyordu. Anlatılmaz bir toprak parçalanması her yandaki tepelerde kayadan külahlarıyla dikilen monolitleri oluşturuyordu.

Her taraf aynı düşsel manzaranın ışığındaki tablonun renk değiştiren ayrılmaz parçalarıydı.

Arabaya koşulu hayvanların sürücüsü, vahşi ve hızlı saldırılar yapan, yağma peşinde koşanlardan kaçıp korunmak için gelenlerin bu bölgeye yerleştiklerini söyledi. Onun da söylediği gibi dışarıdan belli olmaması için manastırların girişlerinin örtüldüğü, şimdi ise girişin yanında duran kocaman değirmen taşlarını gördü. Böylece saldırıların geçmesini, yer altına oydukları mağaralara kapanıp, yeniden gün ışığına çıkmak için günlerce bekliyorlardı.

Toprağın yüzünde açık olan delikten içeri girdiğinde, sütunlarıyla, baştanbaşa fresklerle kaplı tonozları ve kubbeleriyle koskoca bir kilisede buldu kendisini. Altındaki kaya, başka oyuklarla da doluydu; içinde koca bir manastırı barındırıyordu. Bakire Maria’nın, Baş Meleklerin fresklerini, duvarlardaki boyalı haçları gördü. Bir başkasında, masa, oturma sıraları, yunaklar, kap kaçakların konduğu yerlerin hepsi taştan oyulmuştu. Burası aynı anda otuz, kırk kişinin yemek yiyebileceği kadar büyüktü.

Her yanda kocaman taşların, kayaların yamaçlarının kale burçları gibi yükseldiği ama gökyüzünün aynı mavilikte güzel göründüğü yolları geçerek, Sinassos, Arkhangelos, Tomissos, Sovessos, derken Potamia’ya kadar geldi.

Saymaya bile değmeyecek kadar çok sayıda şapellerin bulunduğu vadide yamaca oyulmuş kiliseyi, kaya çıkıntısındaki, yarı karanlık kiliseyi ile bir dış mimari biçimi olan, kubbesi bir papazın başlığına benzeyen tek kaya kilisesini gördü.

Duvarlara işlenen freskler Hıristiyanlığın tüm destanını yansıtmaktaydı. Sanki bir halk sanatıydı bu, acemilikleri olduğu kadar, bir yandan da içten gelmenin tüm tazeliğini duyumsatıyordu.

Kapadokia sanatının izlerini, Başta Khora Manastırında ve tüm Biazantium sanatında izlemek mümkündü. Bizantion sanatının kökleri buradaydı.

Kharon, Kapadokia macerasına bir son verme vakti geldiğine karar vererek İkonia yoluna gidecek olan bir arabaya bindi. Tam hareket edecekken bir keşiş, arka yüzünde haç olan bakırdan bir parayı avucuna tutuşturdu. Yola çıktıklarında onu veren keşişi düşündü, sanki bir sadaka vermişti.

Uzun ve hayli zorlu bir dönüş yolu olacağını göz önüne alan Kharon, yaklaşan kış şartlarına da uygun olacak, köylülerin dokuduğu kalın yünlü giysilerden almayı ihmal etmemişti, buna rağmen akşam saatlerine doğru iyice yüzünü hissettiren soğuk havada zorlu yolları aşabileceği arabalardan bulmalıydı. 

Güneş battıktan kısa bir süre sonra, İkonia yakınlarındaki Sultan Hanı’na geldiğinde, avluda isteğine uygun olan arabaların durduğunu gördü.

Arabalar, üzeri kış şartlarına göre hazırlanmış, kar ve yağmurdan korunaklı şekilde, kösele kadar kalın hayvan derileriyle kapatılmış, iri toynaklı, kalın bacaklı katırların çektiği, altı yolcu alacak büyüklükteydi.  Dört yöne gidecek, dört araba, yola çıkmak için yolcularını bekliyordu.

Onu buraya kadar getiren arabanın sürücüsüne parasını ödedikten sonra geceyi geçireceği hana girdi. İçeride yanmakta olan ocağın yanındaki bir masada oturmakta olan adamları gördü. Yanlarına yaklaşarak;

“Dışarıda bekleyen arabalar gördüm, sahipleri sizler misiniz?”

İçlerinden, kara sakalları göbeğine kadar inen birisi, Kahron’u tepeden tırnağa süzdükten sonra;

“Biziz, ne diye sorarsın?”

“Konstantinopolis’e kadar gidecek bir araba bulabilir miyim?”

“Biraz zor, ama yeteri kadar paran varsa neden olmasın.”

“Ne kadar mesela?”

“Bir Bizantion altını olabilir.”

“Bizantion altınım yok ama Seljuk sikkem var, olmaz mı?”

“Ne kadar mesela?”

“Çok değil, on bakır sikke.”

“Bu kadarla bir yere gidemezsin.”

“Biraz silkelen bakalım, belki başka şeylerde vardır yanında.”

“Unutmuşum, yola çıkarken keşişin elime tutuşturduğu bakır bir sikke vardı. Kıymetli bir şey sanıyorum.”

“Ooo! Bu sikke yeterli olacaktır işte.”

“Nedir peki bunu bu kadar değerli kılan şey?”

“Bunu bilmek istiyorsan, önce kabul etki sonra geri istemeyesin.”

“Anlaştık, beni Konstantinopolis’e kadar götürmek karşılığında sikke senindir.”

“Sikke, eski Bizans İmparatoru İoannis Tzimiskes zamanından kalmadır. Kapadokya duvar resimlerinin çoğu bu dönemde yapıldı. Derken Seljuklar çıktı ortaya.”

“Seni görende kara sakallı bir arabacı sanır, sende daha ne hikâyeler vardır kim bilir? Belki değeri çok daha fazladır ama paramın boşa gitmediğine sevindim doğrusu.”

“Kendine yatacak bir oda ayarla, yola çıkmak için birkaç kişinin daha gelmesi lazım.”

“Ne kadar bekleriz daha?”

“Bilmiyorum ama burada kaç kişi varsa hepside yola çıkmak için birilerini bekliyor. Fazla sürmez herhalde.”

“Anlaşılan daha bekleyeceğiz. Benim adım Kharon, ya seninki?”

“Magar, senin dilinde Şanslı demek.”

“Adın gibi şanslısındır umarım.”

“Öyle derler ama kendimi hiçte şanslı saymam.”

“Sana Magar yerine, Şanslı desem?”

“Nasıl dersen de, benim için ikisi de aynı.”

“Pekâlâ, o zaman Şanslı, yatacak bir yer bulayım kendime.”

Suratsız hancı Kharon’a kalacağı yeri gösterdikten sonra;

“Bilesin ki burada üç gece kalırsan para ödemezsin ama daha fazla kalırsan her gece için bir bakır sikke alırım senden.”

Kharon bunu önceden kaldığı yerlerden öğrenmişti. Suratsız hancı dört kişilik bir odayı göstererek;

“Üç gün buradasın, sonra istersen başka bir yere geçersin.”

“Ne yani başka yeriniz yok mu? Para ödeyeceksem tek başıma kalmak isterim.”

“Sen kendini ne sanıyorsun! Sultan falan mı tek başına kalmak istersin!”

“Ama başka hanlarda öyleydi.”

“Ben başkalarını bilmem, beğenmiyorsan çeker gidersin.”

“Kharon, ilk gördüğü anda suratsız ve kaba saba bir adam olduğunu anladığı hancıyla fazla tartışmaya girmeden, kaderine razı oldu. Dört kişilik odadaki yatağının üzerine oturdu. Eliyle şöyle bir yokladı yatağı, fena sayılmazdı; daha kötülerini de görmüştü. Yapabileceği fazla bir şey olmadığını biliyordu, tabi hancıda bunu biliyor ve buraya gelenleri yolunacak birer kaz olarak görüyordu.

Gece oldukça soğuktu ama kaldığı odanın tek iyi tarafı sıcak olmasıydı. Yanan ocağın bacası odanın duvarlarını ısıtıyor ve odanın sıcak kalmasını sağlıyordu.

Sabah kalkıp aşağıya indiğinde masalarda oturanlara göz gezdirdi. Tek tanıdığı olan, arabacı Şanslı’ya bakındı, dünkü yerindeydi ve yanında ayakta duran bir başkasıyla konuşmaktaydı. Kendi gibi yola çıkmak için, araba bulmaya çalışan yeni birisiydi herhalde bu adam. Biraz bekledi, konuşmaları sona erince Şanslı’nın yanına giderek;

“Yeni bir yolcu muydu konuştuğun adam?”

“Evet, bak benimle tanıştıktan sonra seninde şansın dönmeye başladı ha, ne dersin?”

“Galiba öyle, bu kadar çabuk olacağını beklemiyordum ya sen o kadarda şanslı olmadığını söylemiştin.”

“Sen bana güven, iki güne kadar hazır oluruz. Ayakta durma, gel otur şöyle.”

 Şanslı, hancıya işaret ederek, sıcak içeceğinden getirmesini istedi.

“Nedir bu içtiğin?”

“Buralarda yapılır, bir otla kaynatılıp hazırlanan içecektir. Hem insanın içini ısıtır hem de şarabı aratmaz ama dikkatli içmek lazım, adına güzelavrat otu derler. İçen kadının gözleri büyür güzelleşirmiş.”

“Yoksa içen adamlar kadını daha mı güzel görmeye başlarlar?”

“Onu bilmiyorum ama ben içtiğim zaman her yeri daha güzel görüyorum.”

“Ne olursa olsunda, kadını daha güzel görsün. Kadınların hepsi güzel görünmeye layıktır. Yeter ki ona bakan gözler onun tüm güzelliklerini görsün. Ruhunu anlasın, yüreğinin sevgiyle aşkla çarptığını hissetsin.”

“Dur bakalım daha bir yudum içmedin, içince nasıl olacaksın Tanrı bilir.”

“Şanslı; benim kafam hep aynı, benim işim resim yapmak, bütün kadınları güzel göstermek.”

 “Yani hiç çirkin kadın yok mudur sence?”

“Bütün kadınlar güzeldir, onu çirkin gören yalnızca erkeğin gözleridir.”

Hancı, elinde dumanı tüten kupayı Kharon’nun önüne bıraktı ve arkasını dönüp giderken, Şanslı bir tane daha getirmesini istedi.

“Belki ikinciyi içince seninle aynı dilden konuşmaya başlarız.”

“Ne yani dediklerimi anlamıyor musun?”

“Anlamasına anlıyorum da, kelimelerin ruhuna giremiyorum. Çünkü sen bir ressamsın, ressamların yaptığı resimlerin görüntüleri ile anlamlarının farklı olduğunu görebilmek ve anlamlandırabilmek istiyorum.”

“Konuşarak anlaşabilmemizin tadına varalım o halde.”

“Eski Yunan filozofları da böyle yapıyorlardı herhalde, konuşarak anlaşabilmenin yollarını arıyorlardı.”

“Asıl kötüsü, hiçbir noktada birbirleriyle uzlaşamıyorlar, biri ne söylerse öteki onun tam tersini söylüyor, yine de her biri insanı kandırmak, ille kendi dediğine, kendi yoluna çekmek istiyordu.”

“Desene ki o adamların hepsi de hiç sıkılmadan atıp tutuyordu!”

“Ben sakallarını o kadar uzatan kimselere inanmazlık edemiyorum.”

“Ama ben onlardan biri değilim, yani dostum ben de içlerinden birine inanmak isterken, ‘içimde başka bir istek uyandığını’ duyuyordum.”

“Sen neler gördün bu kadar gidip geldiğin yollarda, neler öğrendin, neler anladınsa onu anlat da, bende öğrenip anlayayım.”

“Neler görmedim ki, Khorassan’dan, Thracia’ya ve oradan İllirya’ya kaç sefer gidip geldim. Herkes birbirini öldürmeye, birbirine tuzak kurmaya kalkıyor, her yerde hırsızlık, her yanda zorbalık, her yanda korku, her yanda hepsi soylarına soplarına hainlik edip duruyor… Daha neler gördüm! Kimi duvar örüyor, kimi rüşvet alıyor, kimi faize para veriyor, kimi borçlusuna dava açıyor. Kısacası yeryüzünde bir komedyadır gidiyor, bütün insanlarda o komedyanın oyuncuları.”

“Peki ama sen, yalnız o dediklerine bakıp da iyisini kötüsünden nasıl ayırt edebildin?”

“Nasıl bilmeyeyim Kharon. Zor mu anlamak? Sen şunu söyle bana: senin gidip şarap aldığın hiç olmadı mı?”

“Çook!”

“Her seferinde kentin bütün şarapçılarını dolaştın, hepsinin şarabını tattın, birbiriyle karşılaştırdın da ondan sonra mı aldın?”

“Hayır.”

“Tadı hoşuna giden, pek de pahalı olmayan bir şarap bulunca onu aldın, evine götürdün, değil mi?”

“Evet, öyle oldu.”

“Bir yudum tatmakla bütün şarap nasıldır anladın, değil mi?”

“Orası da doğru,”

“Ya kalkıp şarapçılara şöyle deseydin: “Ben bir testi şarap alacağım, her biriniz birer fıçı verin içeyim, hepsini deneyeyim de hanginizin şarabı daha iyidir anlayayım” Evet, sen onlara böyle bir şey söylesen hepsi de sana gülmezler mi? Biraz daha üstelersen başından aşağı birer kova dökmezler mi?”

“Dökerler elbet. Ben de hak etmiş olurum.”

“İyiyi kötüden ayır etmekte öyle işte. Birkaç yudum içmekle bütünün ne olduğunu anladığına göre, ne diye kalkıp da bir fıçı içesin.”

“Yani sen, doğruyu, yalandan ayırabilecek hale gelmek, gümüş ayarcıları gibi saf gümüş hangisidir, kalpı hangisidir anlamak istiyorsan, bunun başka bir yolu yoktur. Böyle bir güce eriştikten, bu hüneri edindikten sonra, sana söylenenlere sorgulamadan inanırsan, bil ki onlardan her birinin seni burnundan sürüklemesine ses çıkaramazsın mı demek istiyorsun?”

“Bu dediğin hoşuma gitti ama kusura bakma, biz şimdi bir çember içinde dolaşan insanlara döndük; nasıl oldu bilmem, yine başladığımız yere geldik, demin ne kadar bilmiyorsak, yine o kadar bilmiyoruz.”

“Bunu yapan galiba o senin içtiğin ot. İçtiğinde gözün, kulağın açılıyor, çenen düşüyor. Güzelliklerle dolu başka bir ülkede buluyorsun kendini. Benimde şöyle bir yer canlanıyor gözlerimin önünde: İnsanların hepsi mutlu, evet hepsi mutlu, hepsi de bilgeliğe ermiş, yiğit, doğru, her işlerinde ölçülü insanların yaşadığı. Kandırıp aldatmanın, zorbalığın, açgözlülük yüzünden haksızlık etmenin, bizler arasında çok görülen suçlardan birinin bile işlenmediği, herkesin barış içinde, dirlik düzen içinde yaşadığı, öteki ülkelerle didişmediği, kavgaya, insanların birbirine saldırmasına neden olacak şeylerden hiç birisinin olmadığı. Ne altını, ne eğlencesi, ne de ün salıp alkışlanma hırsının olmadığı; ne diye düşsün insanlar birbirlerine. Oranın yasaları yalnız hak, yalnız doğruluk gözetilerek kurulmuş, birbiriyle eşit olan tüm insanlar, kadın ve erkekler tam bir özgürlük içinde olduğu, her türlü her türlü nimetten paylarını alarak yaşadıkları bir yer.”

“Sen avluda bekleyen arabaların ne işe yaradığını düşünüyorsun?”

“Bilmem, sadece birisinde yer bulurum herhalde diye düşündüm.”

“Doğru, her insan avluda hazır bekleyen arabaların birinde yer bulacağını umar. Ama senin hayal ettiğin yere götüren o yol tek değil. Dikkat ettiysen orada dört araba vardı. Hiç biride ötekine benzemeyen; biri batıya, öteki doğuya, biri kuzey yönünde, diğeri güneye götüren dört araba. Birine bakıyorsun: kırlardan, korulardan geçiyor, türlü serin gölgelikleri var, güzel güzel ırmaklar akıyor, zevkli sefalı bir yol, insanın ayağını incitecek, gözünü korkutacak hiçbir şey yok. Ötekine bakıyorsun, inişli, yokuşlu, her yanı taşlarla dolu; güneş insanın tepesinde kaynıyor, belli ki susuzluktan bunaltacak. Ama yol gösterenlerin dediklerine bakarsan o yollardan hepsi de; birbirlerine karşıt yönlere gittikleri halde, yine de hep aynı yere varıyorlar. Yaşlı bir adam bana kendisiyle birlikte oraya gitmemi söylemişti.  Bana kendisi yol gösterecek, oraya varır varmaz beni de mutlulardan biri edecekti. Uymadım ona, gençliğim, toyluğum onu dinlemedi. Kim bilir? Şimdiye kadar belki de o yerin kapılarına varmış olurdum.”

“Görüyorsun ya, Şanslı, bende öyle bir yere gitmeyi, o mutluluk ülkesinin insanlarından biri olmayı hayal etmekle kötü etmiyorum, çocukça işlere girişmiş olmuyorum değil mi?”

“Haklısın Kharon, senin gibi bende isterim oraya gitmeyi, oranın mutlu insanlarından biri olmayı. Buralardan çok uzaklarda olan o yerin yolunu aramaktan, bir gösteren bulmaktan başka çare yok. Belki sen, benden daha şanslısın, seni şanslı kılan şeyse sanatın. Elindeki fırçayı duvara vurduğunda, o hayalini kurduğun yere geldin demektir.”

 “Beni buralara kadar ne getirdi sanıyorsun. İşte o yeri bulmaya çalışıyorum, cebimde fırçalarım arayıp dururum. Benim şansım kadınımdır, beni buralara gönderen de, yaşayacağımız; kimsenin nerede doğduğunu, arkasına ne giydiğini, boyunu posunu sormadığı, soyunu sopunu karıştırmadığı, erkeğin kadından üstün olduğunu söylemediği, soylu, soysuz, köle, özgür adam gibi sözlerin ağza alınmadığı o yerleri arayıp bulmamı da isteyen odur.”

“Ne mutlu sana ki, kadının sana yolu göstermiş. Bunca senedir bende o yolu bulmak için arabacılık yapar, insanları yaz, kış demeden istedikleri yerlere götürüm. Galiba şimdi gitmek istediği yeri iyi bilen bir yolcum var.”

“Ben de, iyi bir yol gösterici buldum sanıyorum.”

“Mademki ikimiz de varacağımız yerlerde, bulmak istediklerimizi biliyorsak, yola koyulma vakti gelmiştir. Yeni bir yolcu beklemeye de lüzum kalmadı. Hazırlan, yarın yola çıkıyoruz”

“Ben bu işe çok sevindim, ne de olsa her günümüz çok değerli.”

17. Bölüm

Yola koyulmadan önce, güneşin ilk ışıkları parladığında bir köşede uyuklayan suratsız hancıyı dürterek uyandıran Şanslı;

“Bize sıcak su getir hancı.”

“Biraz bekleyeceksin arabacı, suyu ocağa koyayım da kaynasın.”

Suyun kaynamasını beklerlerken, Şanslı kalın gocuğunun ceplerinden dört ayrı renkte kesecik çıkartarak;

“Haydi Kharon, içlerinden birisini seç.”

Kesecikler, sarı, mavi, kırmızı ve siyah renklerdeydi.

“Bunlar nedir Şanslı, neden birisini seçmemi istiyorsun?”

“Bu keseciklerin her biri ayrı bir yönü işaret eder. Latin Kilise’si “Santa Sede” Kutsal Makamı’nın tam da kalbinde kesişen, Kuzey ve Güney doğrultusu ile Doğu ve Batı doğrultusundaki Haç’ın kolları, Azize Sofia ile Roma’yı birleştirir. Haç’ın; Güneyi, kırmızı renk, kan ile ateştir. Kuzeyi, siyah renk, beden ve topraktır. Batısı, mavi renk, su ve duygularımız, Doğusu sarı renk, nefesimiz ve havadır.  Beşincisi ise, dördünden oluşan ruhumuzdur,  hepside “Qi” enerjisiyle, yani ruhla birleşir.”

“Dediklerinden pek bir şey anlamadığımı söylemem, bunu bana biraz daha açıklar mısın?”

“Ağaçlar topraktan aldıkları, su ve güneş ışığı ile beslenip büyürler. Bir ağacın ‘yaşıyor’ olması, nefes alıp vermesi, o ağaçta bulunan ‘ruh’ sayesindedir.  Aynı şekilde insan vücudu içinde de; kan ateştir, beden topraktır, duygular sudur, nefesimiz havadır ve beşincisi ise ruhumuzdur.”

“İyide keseciklerin bunlarla ne ilgisi var.”

“İçlerinden seçeceğin ilki ile hangi yöne gideceğimizi bileceğiz.”

“O zaman ilk olarak siyahı seçtim.”

“Güzel, şimdi keseciğin içindeki otlardan, önümüzdeki sıcak su kupalarına koy ve yudumlamaya başla, bakalım gideceğimiz Kuzey yönündeki Toprak ülkesinde neler göreceğiz.”

“Bu otlarda öncekilerden mi?”

“Hayır, her biri başkadır. Bunları gittiğim yerlerden topladım ve her birini ayrı keseye koydum. İçtiğin zaman rüyalara dalarsın ve ne görmek, ne yaşamak istersen onları görür, onları yaşarsın. Kimi konuşturur, kimi düşündürür, kimi uyutmaz, kimi de bitmez tükenmez güç verir.”

Kuzeye doğru giderek, Toprak ülkesine vardıklarında; zenginlik ve refah içerisinde yaşmakta olan insanları gördüler. Çok uzaklardaki bu ülke, geniş ve verimli topraklara sahip, pek çok insanın bir araya gelerek kurduğu ve hepsinin söz sahibi olduğu bir çatı ülkenin bayrağı altında yaşamakta olan, ancak sahip oldukları zenginlikleri ve varlıklarıyla, diğerlerinin önünde olan ve onları yöneten ailelerin hâkimiyeti altındaydı.  Buralara geldiklerinde herkese göre yapılacak işlerin olduğunu gördüler ve şöyle dediler: ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ Zengin olmak için her şey yapılabilir.

Ülkenin bütün topraklarında bu ailelerin sözü geçerdi. Zenginliklerini arttırmak için, güneydeki Ateş ülkesinden getirdikleri kara derili insanları ölesiye çalıştırdılar, Ateş ülkesinden ele geçirdikleri altın ve gümüşler sayesinde zenginliklerine zenginlik kattılar, zenginlikleri arttıkça da sözlerini daha çok dinletir oldular.

Sözlerini dinlemeyen Toprak Ülkesinin kendilerinden önceki sahipleri olan kızıl derililere vahşiler diyerek öldürdüler, yaşadıkları yerlere de kendi insanlarını yerleştirerek yönetimlerini kurdular.

Başka ülkelerde sözlerini dinlemeyenler, onlara baş kaldıranlar olursa, onları da cezalandırır, varlıklarının yaşayabilecekleri kadarını onlara bırakıp, gerisini kendi ülkelerine taşırlar ve her zaman onların bir dediklerini iki etmeyecek olan Kralları ülke yönetimine atarlar, şüphe duydukları veya beğenmedikleri olursa da, tahta bir başkasını çıkarırlardı.

Kendilerini sevdirmek ve beğendirmek için, o ülkelerdeki insanlara para yardımları gönderir, Kral ve yakın çevresindekilerle iş yaparak, onlara zenginlik sağlarlardı.

Kuzeyde olduğu kadar, kendilerine bağladıkları Güney ve Batı topraklarındaki krallıklar sayesinde her yerde söz sahibi oldular. Geriye kalan Doğu topraklarını da ele geçirmek içinde kuvvetli ordularıyla savaşlara giriştiler.

Haksızca ve adaletsizce süren savaşa karşı çıkarak, barış isteyen genç insanların sesini, ülkelerinin çok uzağında yıllarca sürdürdükleri savaşla kestiler. Ama Doğudaki savaşı kazanamadılar.

Her zaman dindar ve kiliseye bağlıydılar, başka dinden olan ülkelerin insanlarını da kendi dinlerine döndürmek için misyonerler gönderip, kiliseler inşa ettiler. Yaşadıkları yerleri yitirmiş olanlardan biri şöyle dedi: “Beyaz adam, elimize İncil’i tutuşturdu ve karşılığında, bütün zenginliğimizi aldı.”

Bulundukları Kuzey Topraklarında, ne kadar zaman geçirdiklerini bilmeden arabalar için yapılmış yollardan dağları bayırları aştılar. Geldikleri büyük kentin, çok yüksek kuleleri olan kalesini ve zenginlerin yaşadıkları şatolarını gördüler.

Ülkenin insanları yaşamlarının özgürlük üzerine kurulduğuna inanıyor ve buraya her yeni gelenin özgür olmayı beklediği ülkede, zincirsiz esirler oluyorlardı. Farkına vardıklarında ise üzerinde ‘Tanrı’ya Güveniriz’ yazılı olan kâğıtlarla özgürlüklerini satın alacaklarına inanıyorlardı.

Güneydeki ülkelerde yaşayan ve esaretten kurtularak özgürleşmek için baş kaldıranlar olursa, onların da seslerini gizlice ve sinsice planlarla kesiyorlardı.

Kuzeye yaptıkları yolculukta, Toprak ülkesi Kharon’un bulmayı umduğu, hayallerine hiç uymayan bir ülkeydi. Burada göreceklerinden daha fazlasını aramaları için bir nedenleri kalmamıştı. Şanslı, arabayı durdurmak için hayvanların dizginlerine asılarak “hoo! Hooo!“ diye bağırdı. Yol kenarında durduklarında Kharon;

“Şanslı, biz şimdi nerelerdeyiz?”

“İkonia’yı geçtik ve biraz dinlenmek için durduk.”

“Ben çok üşüdüm, şu kuytuda ateş yakıp ısınalım derim.”

“İyi olur, atla arabadan ve etraftaki kuru çalı çırpılardan toplamaya başla bakalım.”

Yaktıkları ateşte ısıttıkları suya koyacakları otun bulunduğu kese, bu sefer Doğu yönüne gideceklerini işaret eden sarı renkli olanıydı.

Doğuda, soğuk ve ıssız topraklardan geçtiler, buzlarla kaplı geniş arazilerde yol aldılar ve sonunda büyük bir hanedanlığın yönetimi altında yaşayan insanların ülkesine geldiler.

Buranın halkı Kızıllar ve Beyazlar diye ikiye ayrılmıştı. Büyük bir savaş yaptılar ve Kızıllar, Beyazların hâkimiyetinde olan krallığı yıkarak, kendi yönetimlerini kurdular. Burada yaşayan insanlara da şunu söylediler: “Artık ülkenin sahibi sizlersiniz, herkes gücünün yettiği kadar çalışacak, ihtiyacı kadar olanı alacak. Hiç kimsenin şahsi malı mülkü olamaz. Servet sahibi olmak için kimse kimseyi çalıştıramaz. Ancak yönetim sizleri çalıştırabilir ve ancak yönetim için çalışabilirsiniz. Yönetim size bakacak ve ihtiyaçlarınızı karşılayacaktır.”

Ülkede eski krallık zamanındaki ibadet yerlerinin tümü kapatılmış, dini inançların tümü yasaklanıştı. Tanrının varlığı artık tanınmıyordu.

İnsanları, aydın ve kültürlüydü. Sanata ve sanatçılara büyük imkânlar sağlanmakta, ilim ve bilime, araştırmalarda bulunarak daha çok katkı sağlanmasını teşvik ediyorlardı.

Kuzeyin Toprak ülkesinin varlıklı yönetimleri, Kızılların kurmuş olduğu yeni yönetimlerine, askeri olmayan silahsız bir orduyla savaş açmış, haklarında her türlü karalamayı yaparak, olmayan suçlamalarla, Doğunun Hava ülkesini ve onun yönetimlerini devirmeye çalışıyorlardı. Açtıkları savaşın adına ülkenin havasına uygun şekilde “Soğuk Savaş” adını vermişlerdi. Sinsice ve haince yapılan bir savaşın adıydı bu. Fakirliğin, yoklukların ve sefaletin hüküm sürdüğü, açlıktan insanların öldüğü söylemlerini her yere yayıyorlardı. En önemlisi de, kendilerini her şeyin sahibi olarak gördüklerinden, kadınlarında sahipleri olarak kendilerini görüyorlar ve Doğunun Hava ülkesinde, insanların hiçbir şeye sahip olamadıkları gibi kadınlarına da sahip olamadıklarını ve onları başka erkeklerle paylaştıkları yalanlarını uyduruyorlardı. Onları inandırmalarının en etkili yolu da, dinsiz olduklarını ilan etmiş olmalarıydı.

Kuzeyin Toprak ülkesi, Doğunun Hava Ülkesine “Demir Perde” Ülkesi adını takmış, her yerde ve her zaman bu adla anıyordu. Bu konuda haklı oldukları tek yan, Doğunun Hava ülkesinde yaşayan insanların seyahat özgürlüklerinin kısıtlı oluşuydu. Hangi alanda olursa olsun, başarılı ve çok çalışkan olanların, çeşitli oyunlarla kendi ülkelerinden kaçmalarını sağlıyorlardı. Onları, zenginlikleri ve sundukları imkânlarla ödüllendiriyorlar, kültürlerinden, yeteneklerinden ve bilgilerinden yararlanıyorlardı.

Kuzeyin Toprak Ülkesinin insanları, yaşamlarını, tüketebilecekleri lüks ve zenginliklerini gösterebilecekleri, paralarıyla satın alabilecekleri ölçüde beğeni kazanarak ve özenilecek ne varsa hepsine sahip olabilmeleri üzerine kurmuşlardı. Oysa Doğunun Hava Ülkesinde yaşayan insanların buna hakkı olmadığından, Kuzeyin insanlarını kıskanmakta ve onlar gibi bir yaşamı düşlemekteydiler.

Evet, önceki krallığı yıkmışlar, ülkedeki eşitsizliği, adaletsizliği ve fakirliği kırmışlardı ama sahip oldukları ve olabilecekleri hiçbir şeyleri yoktu. Evet, iyi eğitim alıyorlar, sanata ve bilime verilen katkılardan yararlanıyorlar, yönetimin gösterdiği işlerde çalışıyorlar, birbirlerine benzeyen renksiz ve sıkıcı bir hayat sürüyorlardı. Evet, iyi sanatçıları, yazarları, düşünürleri ve sporcuları vardı adlarını en güzel şekilde temsil ediyorlardı ama eğlenceleri, lüksleri, gıptayla bakılacak, özenilecek bir hayatları yoktu.

Ya eski krallıkları zamanında öyle miydi? Açlık ve sefalet çabuk unutulmuş, lüks, şatafat özlenir olmuştu. Hele birde bunu daha çok özendiren Kuzeyin Toprak Ülkesi yöneticileri olursa, memnuniyetsizlikleri ve huzursuzları daha çok artmaktaydı. Yasaklamaların, kısıtlamaların pek bir işe yaradığı bu duruma bakılınca söylenemezdi.

Kısacası kurdukları yönetim onları tatmin etmemişti. Dinlerini, inançlarını, ibadethanelerini özlüyorlar ama bunu nasıl eski haline getireceklerini bilemiyorlardı. İnançlarını yaşamak onların özgürlüğü olmalıydı, yönetim ise bunun için “Din, insanları uyuşturan afyondur!” diyerek karşı çıkıyordu.

Ama akan suyu engellemenin çok zor olduğunu bildiklerinden, kısıtlı da olsa eskiden kalma bazı ibadethaneleri açarak, insanların inançlarının gereklerini yerine getirmelerine izin veriyorlardı. Ve yine kısıtlıda olsa, insanların kendi başlarına işleyebilecekleri büyüklükte toprakları olmasına, ülke içinde önceden izin alarak yolculuk etmelerine, denetimli şekilde tercüme edilen edebi eserlerin okunmasına, sanat eserlerinin izlenmesine olanak tanıyorlardı.

Böylece olası bir başkaldırı ve isyanın önüne geçmek için halkın isteklerine cevap vererek kurdukları katı yönetimi bir parça yumuşatıyorlardı. Buna da “açıklık” ve “yeniden yapılandırma” politikası diyorlardı. Ancak işler istedikleri gibi yürümemiş aksine, özgürlük mantığı ülke içindeki muhalif grupların daha da güçlenmesini sağlamıştı.

Kendi kurdukları yönetim, kendini yaratanlara ait olmalıydı. Oysa yönetim hiçbir zaman kendi ellerinde olmadığından, kurdukları yönetime de ihanet ederek, içinden yıkılmasına neden olmuşlardı.

Kharon ve Şanslı, Doğunun Hava Ülkesine gittiklerinde, buradaki insanları görerek nasıl yaşadıklarını anladıklarında; kendi düşledikleri gibi bir yeri bulabilmenin neredeyse imkânsız olduğuna inanmaya başlamışlardı. Güneyin Ateş Ülkesinden tutsak olarak getirilen kara derili insanların yaşadığı ve kendi özgürlüklerini dahi korumaktan aciz olduğu başka bir yeri görmenin anlamsız olduğuna karar vererek gidebilecekleri son yer olan, Batının Su Ülkesine doğru yola koyuldular.

Batıya geldiklerinden beri durmak bilmeyen yağmurlar onları karşıladı. Yollar yağan yağmurlarla su dolmuş, her yer çamur olmuştu. İlerlemenin mümkün olmadığı yollarda günlerce beklemek zorunda kaldılar. Arabalarını saplandıkları çamurlardan kurtarmak üzere yanlarına gelenlerde bu işi beceremediklerinden, Kharon ve Şanslı’yı köylerine götürdüler. Yağan yağmurların geçeceği ve güneşin yeniden yüzünü göstereceği güne kadar, bu insanların yanında konuk oldular.    

Konuk olarak kaldıkları evde yaşayan, akrabalar ile çocuklarından oluşan kalabalık ailenin en yaşlısı; ülkedeki tüm yaşamın, katı kurallarla birbirinden ayrılarak üstten alta doğru sıralanan sınıflardan meydana geldiğini ve bu sınıflar sisteminde, yalnızca aynı sınıf içinde geçişlerin olduğunu ve bir üst sınıfa ulaşabilmenin yasaklandığını,  hatta sınıflar arasında evlilik dâhil, hiçbir ilişkiye müsaade edilmediğini, her sınıfın üyesinin, yalnızca kendi sınıfından bir başkasıyla evlenebilmesine, yani sınıf sistemin, bütün geçişlere karşı korumalı olduğunu anlattı.

Sınıflar sisteminin en tepesinde, rahipler ve bilginler ve aşağıya doğru; prensler ile askerler, tüccarlar ve işçiler ile köleler yer almaktaydı. Geçmişleri ve ait oldukları sınıfları birbirinden farklı olan bu insanlar, hangi sınıfta doğmuşlarsa o sınıfın bireyleri olmak onların yazgılarıydı ve asla değiştirilemezdi.

Özellikle yüksek sınıflara mensup olan çocuklar küçük yaşta nişanlandırılır, kızlar ise evlenme çağına gelmeden evlendirilirdi. Bu uygulamadaki amaç, kızların akılları erecek yaşa gelip kendi sınıfı dışından bir evlilik yapmalarını önlemekti. Dul kalan bir kadının tekrar evlenmesi hemen hemen her sınıfta yasaktı. Yüksek sınıflarda dul kalan kadının, kendi rızasıyla diri diri yakılması çok makbul görülür ve bunun gerçekleşmesi için maddî ve manevî baskı uygulanırdı.

Batının Su ülkesinde birbirinden katı kurallarla ayrılmış olan sınıfların kendi içlerinde de ayrı dilleri olduğu gibi, tüm ülkedeki yönetimde de ayrı ayrıydı. Her sınıf kendi gelenekleri ve kendi alışkanları sürdürmekteydi, yalnız şaşılacak olansa bütün sınıfların aynı dinsel inanca sahip olmalarıydı.

Bu dini inanış aynı zamanda; toplumsal bir sistem olarak insanın içindeki gerçek varlığı tecrübe etmeye ve sonunda insan ile Tanrı’nın bir olduğu şuuruna ulaşmaya teşvik eden bir dini inanç sistemiydi. Şiddet kullanmamak ve toplumsal hoşgörü bu inancın temeliydi.

Her varlık kendi yolunu seçmekte özgür olup bunu ister duayla, ister inzivaya çekilerek, isterse fedakârca ve karşılık beklemeden yaptığı davranışlarla sağlayabilirdi.

Kadınlara hiçbir hak tanımadığı ve evlenmeyen kadınların hiçbir değerinin bulunmadığı bu ülkede de, kadının en önemli görevi annelikti.

Tüm sınıfların dışında kalanların yaşamakta olduğu bir başka alan vardı ki, Kharon ve Şanslı en çok oraya giderek “Fakirler” adı verilen bu insanları yakından görmek ve tanımak istiyorlardı.

Yağmurların sona ermesiyle birlikte, kızgın güneş altında kuruyan topraklarda ilerlemeye başladılar.

Sonunda, sakince akmakta olan çok geniş ve büyük bir nehre vardılar. Nehrin kıyıları insanla doluydu, gelenlerin tümü giysilerini çıkartarak sulara girmekte ve çıktıklarında kutsandıklarına inanmaktaydılar.

Fakirlerin yaşadığı alanlara gelmişler, aynı nehrin kıyılarında yaşadıklarını görmüşlerdi. Üzerlerindeki tek giysileri, altlarını örten bir bez parçasıydı. Örgülü saçları ile uzun sakalları olan Fakirlerin tümü, kemikleri sayılacak kadar zayıflardı. Günde bir dilim ekmekten başka bir şey yemiyorlar ama yaktıkları otların dumanlarını ardı ardına soluyorlardı.

Fakirler; acı çekmenin nedenini, yaşama arzusu içinde olan insan olarak görmekte ve varlığının çektiği acılardan kurtulabilmesinin bütün maddi kazançlarından vazgeçmesiyle mümkün olacağına, böylelikle insanın sakinlik ve huzura kavuşacağına inanıyorlardı.

Bu düşünceler Kharon’a hiçte yabancı olmadığından, Şanslı’ya;

“Arabayı durdur da, bizde şu nehre bir girelim.”

“Olur, sonrada Fakirlerin dumanlarından soluyalım.”

“Hem de çokça…”

Akan ırmağın sularına girdiler, nehrin sakince akan suları kadar huzurla, sakinlik ve sükûnetle dolarak yeniden kıyıya çıktılar. Fakirlerin yaktıkları ateşten çıkan dumanları da çokça soludular.

Kharon gözlerini açtığında, Şanslı’yı arabayı çeken hayvanların yularını tuttuğunu ancak başı öne düşmüş ve hayvanların attığı her bir adıma uygun ritimde, bir ileri bir geri sallandığını gördü. Elini uzattı ve omzuna dokundu, Şanslı oturduğu yerden yana doğru kaykıldı. Kharon, bu kez omzuna daha sertçe dokundu, hatta sarstı. Şanslı başını kaldırır gibi oldu ama kaykıldığı yerden doğrulamadı. Kharon, dışarı baktığındaysa uzaklardaki Keşiş Dağı’nın karla kaplı tepesini gördü. Bu sefer Şanslı’yı en sert şekilde dürterek uyandırdı.

“Sende, benim gördüğümü görüyor musun?”

Şanslı, anlamsız bir ifadeyle ve kızıla dönmüş gözleriyle Kharon’a baktı;

“Ne diyorsun sen?”

“Ne mi diyorum, şuraya bak! Nereye geldik biz, neredeyiz diyorum?”

“Şanslı, kan çanağına dönmüş gözlerini ovuşturarak;

“Nerde olacakmışız, dünyanın çatısında değil miyiz?”

“Ne çatısı Şanslı, şu dağa bak, şuradaki koca dağa!”

“Evet bakıyorum.”

“E, ne görüyorsun?”

Şanslı, arabayı durdurdu, bulunduğu yerde ayağa kalktı, bir elini siper ederek Kharon’un işaret ettiği tarafa uzunca bir süre baktıktan sonra;

“Nereye gelmişiz böyle?”

“Bende aynı şeyi sana soruyorum Şanslı”

“İşaret ettiğin galiba Keşiş Dağı, yoksa Prusa’ya mı geldik?”

 “Yanlış görmüyorsan öyle olması lazım”

“Ne çabuk gelmişiz, hâlbuki biraz önce dünyanın çatısında değil miydik?”

“Kuşlar gibi uçtuk Şanslı, kuşlar gibi!”

Şanslı, kollarını iki yana açtı. Sanki iki kol yerine iki kanadı varmış gibi arabadan aşağı doğru kendini bıraktı.

Yüzüne inen tokatların acısıyla kendine gelen Şanslı, acı içinde yattığı yerden doğruldu, kendine gelebilmek için birkaç derin nefes aldı.

“İyi misin?”

Şanslı, oturduğu yerden zorla ayağa kalkabildi;

“İyiyim, iyiyim. Sadece başım ağrıyor.”

“Kalacak bir yer bulalım da, kendimize gelelim. Sonrada yola devam ederiz.”

“Görünüşe bakılırsa az bir yolumuz kaldı Konstantinopolis’e varmak için.”

Şanslı, hayvanların dizginlerini serbest bırakarak arabayı Panderma kentine doğru sürdü. Kharon, Propontis kıyılarındaki kentin limanında bekleyen bir gemiyle Konstantinopolis’e gideceklerini düşündü.

“Konstantinopolis’e denizden gitmek akıllıca bir seçim, Limandaki gemi sanki bizim gelmemizi bekliyor gibi.”

“Ben gelmeyeceğim Kharon. Burada ayrılıyoruz,  Bundan sonra yola tek başına devam edersin.”

“Gelmeyecek misin? Peki, ama neden? Buraya kadar gelebilmek için ne yollar kat ettik. Şimdi kalkmış ben gelmeyeceğim diyorsun.”

“Yok Kharon, Konstantinopolis’ten ne zaman ayrıldım hatırlamıyorum bile. Ondan sonra bir daha adımımı atmadım o meşum şehre.”

“Neden diye sormak istemiyorum sana ama anlatırsan dinlerim. Belli ki güzel şeyler yaşamamışsın.”

“Öyle oldu diyelim. Aslında herkesin gitmek istemediği bir yer, görmek istemediği birisi vardır. İnsanların yaşamında hep yanlış bir adım vardır ve o yanlış adım bütün yaşamını belirler. Eğer o adımı doğru atmış olsa en iyi, en güzel şeyler hep onun olacaktır. Ne yazık ki insanlar bunu da bilerek ve isteyerek yapmıyor, ama sıkıntısını da bilerek ve isteyerek çekiyor. Yapman gereken neyse onu yapacaksın, ne olması ve nasıl olması gerektiğini zaten bilirsin. Eğer bunu yapmıyor ya da yapamıyorsan hayatın hep yanlışlıklarla dolu olacaktır.”

“Aşk, böyle şeyler söyletiyor galiba sana. Çok mu sevdin onu, her kimse işte onu?”

“Adı Misande’deydi, ona âşık olduğum zaman çok gençtim. Ben ona aşkımı itiraf edemeden, o Samothra’lı bir gençle hayatını birleştirdi. Sonra da Konstantinopolis‘den ayrıldılar ve onları bir daha hiç görmedim. Onu bulabilmek, bir kez daha görebilmek için peşlerinde diyar diyar gezmeye başladım. Sonrasını zaten biliyorsun.”

“Ne diyelim, karar senin.”

“Ayrılmadan önce sana bir şey vereceğim, bunu çok uzun zaman önce Misande bana vermişti, şimdi bu saç bandını al ve sevdiğin kimse, onun saçlarına tak.”

“Bununla hep seni hatırlayacağım.”

“Haydi, yolunuz neta, rüzgârınız bol olsun”