Minokta, evinin kapısını bağladığı kalın zincirin ucundaki asma kilidin anahtarını çevirerek açtı. Yanında getirdiği ve çevirisini yaptırmak için söz verdiği “Kadınları Öğrenmede Eğitmek” ve “Güneşle Giyinmiş Kadın” resminin bulunduğu kitapları masanın üzerine, “Maria Ana” ikonunu ise yatak odasına bıraktıktan sonra, etrafına şöyle bir baktı;
Eve dönmek çok güzeldi ama ondan daha güzel olansa, hayatın bir parçası olan kadının, hayatın tüm ilişkileri içinde olmasını sağlamak adına bu diyarın çocukları için bir ana, bir ışık olmayı istemekti.
Günlerini geçirdiği evin kapısından çıktığında, dışarısı daha önce hiç görmediği gibiydi. O sabah havanın durumu ruhsal durumuna yakın görünüyordu, uyandığında duyduğu hüzün, rahibe kızların yokluğundan kaynaklanan tatlı acı bir duyguydu. Yalnızlığıyla bu duyguyu nasıl aşacağını düşünürken adımları sıklaştı ve daha önce bir ikon tahtasının üzerine yazdığı “Mulier Rebel!” sözcükleri aklına geldi. Neye karşı ve nasıl başkaldıran kadın? Sanki aradan uzun zaman geçtikten sonra tekrar karşılaşılan, biraz daha yaşlanmış eski bir arkadaş. Artık önünde yaşayacak uzun yıllar kalmadığını bilerek, zamanın ötesinden renkleri görebilme umuduyla başkaldıran kadın. Hep bakmaya devam edecek olan kadın, ta ki gözleri kapanana dek. Arayacak, soracak; mavi nasıl olur, kırmızı nasıl olur, sarı nasıl olur, yeniden öğrenecek.
Ama zamanın ve dünyanın renklerinin onlar olmadığını anlayacak, sonra bırakacak elinden boyalarını, fırçalarını ve çok sonra, o güzel zamanlara geri dönmenin tadını yaşamaya başlamak gerektiğini düşünecek, keşke hiç değişmeseydi hep eskisi gibi kalsaydı, bir ikon ressamı gibi yaşasaydı hep.
İlk kez, babasının elinden çıkma bir ikonu teslim etmek üzere ayak bastığını hatırladığı, gösterişsiz ve biçimsiz şekliyle, eski bir manastırın kalıntıları üzerinde Aziz Pavlus (!) adına inşa edilen sivri külahlı, yüksek kuleli kilisenin rahibi Markos’u bularak, yanında getirdiği kitabın tercümesini yaptırmak istiyordu.
İçeri girerken yeni biçimde, sivri kemerli, süssüz, üstünde renkli camlardan bir penceresi olan kapıdan içeri geçiliyordu. Ama içeride, eski girişin kalıntıları üzerine sonradan yapılmış bir avluda buluyordunuz kendinizi. Önde, yine eski biçimde yapılmış oyma alınlıklı bir kapı daha vardı, şimdi yok olmuş manastırın kapısı olmalıydı bu. İçeri girer girmez üzerinde kitapların durduğu, aynı zamanda yemek yenen masanın arkasında bir gözü kör, beyazlamış saçları paçavrayla bağlanmış ihtiyar rahip Markos, bir kitabı okurken aldığı notların dağınıklığı arasında ayakta duruyordu. Kendisine doğru ilerlediğimi fark ettiğinde, biri donuk mavi renkli, diğeri nereye baktığı anlaşılmayan gözleriyle başını parşömenlerden kaldırdı;
Bir şey söylemesine fırsat vermeden, yanımda getirdiğim kitabı masanın üzerine bıraktım. Kitabı titreyen elleriyle evirip çevirdikten sonra tekrar bana baktı;
“Eski Yunanca yazılmış bir kitap, satmak için getirdiysen boşuna, çünkü çalınmış kitaplara asla para vermem.”
“Hayır, doğrusu satmak için değil, anlayacak olduğumuz yeni dile tercüme etmek için getirdim.”
“Nereden biliyorsun bakalım burada yaptırabileceğini, kim söyledi sana.”
“Kimse söylemedi rahip Markos, çok zaman geçti üzerinden, beni tanımaman çok normal. Ama ben seni unutmamışım, bak işte yeniden buradayım. Babamın yaptığı ikonları getirirdim sana.”
“Dur bakayım, yaklaş yaklaş. Artık tek gözümde işe yaramıyor ama seni anımsadım. Sen, sen, senin adın yanılmıyorsam Mil, Milo yok yok, Minokta idi değil mi?”
“Doğru, Minokta. Eski Yunancayı çok iyi bildiğini söylerdi babam. İşte bunun için geldim buraya.”
“Peki ne yapmak için kitabı çevirmemi istiyorsun?”
“Senin çok ateşli bir Fransisken rahip olman ve kız kardeşlere bir yardımın dokunur düşüncesiyle.”
“Olabilir. Yalnız şunu unutma, benim çevirimden ötürü daha da deli saçması gibi görünebilir bu kitap. Eski Yunancayı oldukça iyi bilirim, yine de kitabın yazarının deli olduğunu varsaysak bile bu, bunca insanın önce kitabı saklamalarını, sonra da ortaya çıkarmalarını açıklamaz; hepsi de deli değil ya bu insanların.”
“Bizlerin yaptığını ne sanıyorsun rahip Markos, bizim yaptığımıza da bir ad verilse; işte onun tam adı, eminim ki delilik olacaktır.”
“Delilik ha! Delilik!”
“Delilik, bir rüyayı gerçek kılmanın deliliği.”
“Kitabını sana geri vereceğim, kendini akıllı geçinenlerden korumalısın. Bir zaman gelecek ve peşine düşeceklerdir. Hiç sevmezler ve hiç duymak istemezler delice sözleri.”
Rahip Markos haklıydı, kitabın gün yüzüne çıkmasını istememekte haklıydı. Delice sözleri sevmeyen ve duymak istemeyenler, gücü ellerinde tutanlar, onu da kendilerine inandırmışlardı.
Böyle bir zihinsel ve kavramsal gücün karşısında, kadınların seslerini duyurabilmek için yapabilecekleri ve o gücünde karşı çıkmayacağı bir yol olmalı, onların diliyle konuşmalı, onların silahlarıyla çarpışılmalıydı. Aklıma gelene önce kendim inanmalıydım ki, başkaları da inanabilsin.
Bayan Federica, her zaman olduğu gibi kadınlar adına yapılacak girişimleri, yarar ve zarar açısından irdeleyerek karar verebilecek saygın ve mevki sahibi bir kişilikti. Ona başvurmadan bu işi beceremem hayli zordu.
“Bayan Federica, çevirisini yaptırmak istediğim kitabı gördünüz, bu işi önce kendi başıma yaptırabileceğimi sandım. Ne kadar riskli olduğunu da bilsem de şansımı denemem gerekiyordu.”
“Ve işte buradasın. Ne oldu peki mozaikten, çiniden vaz mı geçtin de kitap çevirisinin peşine düştün?”
“Öyle görünüyor, bende bu soruyu kendime defalarca sordum ve şu sonuca ulaştım; renkler, imgeler, desenler, formlar insanların düşüncelerine katkı sağlamakta, gördüklerinin ötesinde bir dünya yaratmalarına yardımcı olmakta ama söyledikleri karmaşık ve anlaşılması hayli güç.”
“Öyle olduğu için adına sanat denmiyor mu? ”
“Öylede, ben çok yoruldum artık bundan. Yazının gücüne daha çok inanır oldum.”
“Yazmak mı, ne için?”
“Ölüm bir çok şeyin başlangıcı olabilir bazen, sessizce yas tutarken, kendimi yenilemek, yeni bir yaşam tarzı kurmak için…”
“Bildiğim kadarıyla sen yazı yazmıyorsun, hatta getirdiğin kitabın çevirisini yaptırmak istiyorsun. Neden yazmaktan söz ediyorsun o halde?”
“Sağ kalmak için gerekli olduğunu öğrendim de ondan!”
“Belki biraz daha ötesi, yalnızca sağ kalmak için değil, yaşadığından da emin olmak için.”
“Evet işte, tam olarak da bunu anlatmak, bunu söylemek için. Bir hakkın talebi için, iyi eğitimli ve sadık oğullar yetiştirmek için.”
“Tam olarak anlayamadım, nereden çıktı şimdi bu eğitimli sadık oğullar falan?”
“Kadını bir sinek kadar güçsüz görenlere, kadının bir sinek kadar güçsüz olduğunu kafalarına daha iyi sokmak, onların oğullarını eğitimli kadınların daha iyi eğitebileceğine ve kendilerine daha sadık oğullar yetiştirebilmek için kadını eğitimli kılmak gerektiğine inandırarak, onlarında desteğini kazanmak için.”
“Bak sen, ne kadar da erkek yanlısı kesiliverdin birden.”
“Hepsinin peşinde koştuğu ilk önce kendine bir oğul verecek olan kadınlar, sonrada kendi adını yaşatacak oğulları. Öyle ise onlara anlayacakları dilde anlatmanın yolu da kitaplardan geçmekte.”
“Şimdi ne yapmak istediğini daha iyi anladım. Aklıma gelen bir şeyler var ancak bunun için biraz zaman lazım. Kitabı bana bırakırsan neler yapabileceğime bakarım, anlaştık mı?”
“Anlaştık, kitap sizde kalsın. Ben daha sonra yanınıza gelirim.”
Bayan Federica’ya yeteri kadar zaman tanıdığımı düşünerek tekrar yanına gittim. Bana söyledikleri, ona bir kez daha hayranlık duymamı sağladı.
“Kitabın çevirisini yapacak bir dil spesiyalisti olan İfigitis, Anthimos Mihail. İsmini belki hiç duymadığın birisi, bende yeni duydum. Halki’de ki Büyük İsa Kilisesinde ders veren bir görevli. Eğer iznin olursa kitabı ona göndermek istiyorum.”
“Çok iyi, bu konudaki zahmetleriniz için ne yapabilirim bilmiyorum ama söylememe izin verirseniz bu konuda bir düşüncem var.”
“Elbette, söyleyebilirsin.”
“Kitabı bir kaç parçaya ayırdıktan sonra, parçaları teker teker göndermek istiyorum. İlk önce bir parçasını tercümesi ile geri göndersin, sonra biz öteki parçayı gönderelim, bu şekilde bütün kitabın çevirisi tamamlansın.”
“Neden böyle bir şey yapmak istiyorsun?”
“Güvensizlik değil, tedbir diyelim.”
“Bilmiyorum, sanki biraz güvensizlik gibi geliyor bana.”
“Hayır hayır tam aksine, böyle yapmak istemem, sizin adınızı olduğu kadar kendimi de korumak isteğindendir. Eğer kitabın nereden geldiği ortaya çıkarsa durumu kurtarmak hayli zor olacaktır.”
“Yani, Büyük İsa Kilisesi çalıntı bir kitabın çevirisini yaptırmak istediğimizi bilmesin.”
“Orası saygın bir eğitim kurumu ve bizim de amacımız; iyi eğitimli oğullar yetiştirmek isteyen babalar için, iyi eğitimli analar yetiştirmek değil mi?”
“Daha ilk adımda ayağımız taşa çarpmasın.”
Kitabı cildinden özenle ayırdıktan sonra, beş parçaya böldüm ve ilk parçanın çevirisi yaptırmak üzere Bayan Federica’ya bıraktım, aslında bütün parçaları ona bıraktım da, ilk parçanın çevirisini görmek istiyordum. Gerisine sonra karar verecektim. Bakalım, Anthimos Mihail dil konusunda ne kadar yetkin birisiydi.
Böyle konuştuğuma kendim de inanamıyordum. Sanki bir dil uzmanıydım. Evet değildim fakat kadının eğitimi, onun sözünün dinlenir olması demekti. Bunu en iyi anlatacak ve anlaşılır şekilde yazılması lazımdı. Aradığım yetkinliğin nedeni bundan kaynaklanıyordu, yoksa koca bir safsata olurdu.
İlk bölümün çevirisi geldiğinde Bayan Federica;
“Mihail’yis ilk kısmın aslı ile birlikte yaptığı çevirisinin metnini gönderdi. Ben hiç bakmadım. Burada yanımda duruyor, bunu al ve bak bakalım; ne diyeceksin merak ediyorum?”
Son derece düzgün bir el yazısı ile yazılmış olan çeviri metninin ilk sayfasını gördüğüm anda Anthimos Mihail’yisin bir dil cambazı olduğuna karar verdim. Adının yazılı olduğu kitabın ilk sayfası, içinde ne olduğunu açıkça söylüyordu, gerisine bakmadan kendi yapmaya çalıştığım çevirinin ne kadar da anlamsız kaldığını düşündüm. Belli ki Mihail’yis yalnızca çevirmenlik yapmamış, kendi düşüncelerini de çeviriye katmış, bir anlamda kendi eseri haline getirmişti. İçimde delice bir tutkunun ateşlendiğini hissettim. Bu insanı görmek ve tanımak, onun dahiyane kişiliği ile gerçek bir eserin nasıl yaratıldığına tanık olmayı istiyordum. Mihail’yis kitabın adını şöyle uygun görmüştü: εκδίκηση φωτιά (İntikam Ateşi)
Bu adı taşıyan bir kitabın varlığı, dikkat çekmeye ve içinde neler yazılı olduğunu merak etmeye yeterliydi. Bense, kadınları doğru gösteren erkeği, kendileriyle ilgili gerçeği açıklayan erkeği tanımak için can atıyordum. Kendini güzel bir örnek olarak sunarak, başka erkekleri de kendilerini etkisizleştirmek konusunda teşvik eden bu insanı merak ediyordum.
Kısa sayılabilecek bir sürede Mihail’yis tüm çeviriyi tamamlamıştı.
“Bayan Federica, kitabı okuyacak olan erkekler hakkında ne diyebiliriz?”
“Sanırım bu sorunun; otorite ve güç sahibi olanların, kitap hakkında ne söyleyebilecekleri, şeklinde olması lazımdı.”
“Biliyorsunuz ki, bunun bir önemi yok. Bütün otoritelerin kadının tüm işlevlerine el koymak istemesinden kaynaklanan bir arzunun ötesine geçemeyecek hırslarının tezahüründen ibaret kalacak boşuna bir çabanın ürünü olduğunu söyleyeceklerdir.”
“Peki ya kadınlar?”
“Kalplerindeki intikam ateşini dillendirdiğini… Haksızlık edenlere karşı, incitenlere karşı sadece sabırla değil, öfkeyle de karşı durmayı, örselenmiş bedenlerini, incinmiş ruhlarını, pırıl pırıl zekası ve benliğini zapt edenlere karşı yolun sonuna kadar gitmeyi; yaşamı paylaştığımızı söyleyip ama yaşamı ve dünyayı bize dar eden erkeklere karşı öfke duyduklarını söyleyeceklerdir.”
“Her erkek, içten içe bir halta yaramadığını bilir. Gücünü kanıtlamak ve korumak için, rahatsız edici fikirlerden arındırılmış kurallarını dayatır. Gerektiğinde yasaklar, mahkum eder. Güvensizlik duyar, çirkinleştirir, nefret eder ve şiddet gösterir.”
“Bayan Federica, yapmaya çalıştığım şey; tüm kadınların öğrenerek ve bilerek güçlenmesine aracı olmak. Bunun içinde yalnızca yaptığı çeviri ile değil, kendi fikirlerini de ortaya koyarak, kitabı adeta yeniden yazan Anthimos Mihail’yisi görmek, tanımak ve ona yaptığı iş için teşekkür etmek istiyorum. Bunu yapabilirim değil mi?”
“Herhalde yapabilirsin, onun çalıştığı yer sonuçta bir eğitim kurumu ve kapısı herkese açık. Kadınların ve çocukların girmesi yasaklanan manastırlardan biri değil.”