28. Bölüm

Minokta, evinin kapısını bağladığı kalın zincirin ucundaki asma kilidin anahtarını çevirerek açtı. Yanında getirdiği ve çevirisini yaptırmak için söz verdiği “Kadınları Öğrenmede Eğitmek” ve “Güneşle Giyinmiş Kadın” resminin bulunduğu kitapları masanın üzerine, “Maria Ana” ikonunu ise yatak odasına bıraktıktan sonra, etrafına şöyle bir baktı;

Eve dönmek çok güzeldi ama ondan daha güzel olansa, hayatın bir parçası olan kadının, hayatın tüm ilişkileri içinde olmasını sağlamak adına bu diyarın çocukları için bir ana, bir ışık olmayı istemekti.

Günlerini geçirdiği evin kapısından çıktığında, dışarısı daha önce hiç görmediği gibiydi. O sabah havanın durumu ruhsal durumuna yakın görünüyordu, uyandığında duyduğu hüzün, rahibe kızların yokluğundan kaynaklanan tatlı acı bir duyguydu. Yalnızlığıyla bu duyguyu nasıl aşacağını düşünürken adımları sıklaştı ve daha önce bir ikon tahtasının üzerine yazdığı “Mulier Rebel!” sözcükleri aklına geldi. Neye karşı ve nasıl başkaldıran kadın? Sanki aradan uzun zaman geçtikten sonra tekrar karşılaşılan, biraz daha yaşlanmış eski bir arkadaş. Artık önünde yaşayacak uzun yıllar kalmadığını bilerek, zamanın ötesinden renkleri görebilme umuduyla başkaldıran kadın. Hep bakmaya devam edecek olan kadın, ta ki gözleri kapanana dek. Arayacak, soracak; mavi nasıl olur, kırmızı nasıl olur, sarı nasıl olur, yeniden öğrenecek.

Ama zamanın ve dünyanın renklerinin onlar olmadığını anlayacak, sonra bırakacak elinden boyalarını, fırçalarını ve çok sonra, o güzel zamanlara geri dönmenin tadını yaşamaya başlamak gerektiğini düşünecek, keşke hiç değişmeseydi hep eskisi gibi kalsaydı, bir ikon ressamı gibi yaşasaydı hep.  

İlk kez, babasının elinden çıkma bir ikonu teslim etmek üzere ayak bastığını hatırladığı, gösterişsiz ve biçimsiz şekliyle, eski bir manastırın kalıntıları üzerinde Aziz Pavlus (!) adına inşa edilen sivri külahlı, yüksek kuleli kilisenin rahibi Markos’u bularak, yanında getirdiği kitabın tercümesini yaptırmak istiyordu.

İçeri girerken yeni biçimde, sivri kemerli, süssüz, üstünde renkli camlardan bir penceresi olan kapıdan içeri geçiliyordu. Ama içeride, eski girişin kalıntıları üzerine sonradan yapılmış bir avluda buluyordunuz kendinizi. Önde, yine eski biçimde yapılmış oyma alınlıklı bir kapı daha vardı, şimdi yok olmuş manastırın kapısı olmalıydı bu. İçeri girer girmez üzerinde kitapların durduğu, aynı zamanda yemek yenen masanın arkasında bir gözü kör, beyazlamış saçları paçavrayla bağlanmış ihtiyar rahip Markos, bir kitabı okurken aldığı notların dağınıklığı arasında ayakta duruyordu. Kendisine doğru ilerlediğimi fark ettiğinde, biri donuk mavi renkli, diğeri nereye baktığı anlaşılmayan gözleriyle başını parşömenlerden kaldırdı;

Bir şey söylemesine fırsat vermeden, yanımda getirdiğim kitabı masanın üzerine bıraktım. Kitabı titreyen elleriyle evirip çevirdikten sonra tekrar bana baktı;

“Eski Yunanca yazılmış bir kitap, satmak için getirdiysen boşuna, çünkü çalınmış kitaplara asla para vermem.”

“Hayır, doğrusu satmak için değil, anlayacak olduğumuz yeni dile tercüme etmek için getirdim.”

“Nereden biliyorsun bakalım burada yaptırabileceğini, kim söyledi sana.”

“Kimse söylemedi rahip Markos, çok zaman geçti üzerinden, beni tanımaman çok normal. Ama ben seni unutmamışım, bak işte yeniden buradayım. Babamın yaptığı ikonları getirirdim sana.”

“Dur bakayım, yaklaş yaklaş. Artık tek gözümde işe yaramıyor ama seni anımsadım. Sen, sen, senin adın yanılmıyorsam Mil, Milo yok yok, Minokta idi değil mi?”

“Doğru, Minokta. Eski Yunancayı çok iyi bildiğini söylerdi babam. İşte bunun için geldim buraya.”

“Peki ne yapmak için kitabı çevirmemi istiyorsun?”   

“Senin çok ateşli bir Fransisken rahip olman ve kız kardeşlere bir yardımın dokunur düşüncesiyle.”

“Olabilir. Yalnız şunu unutma, benim çevirimden ötürü daha da deli saçması gibi görünebilir bu kitap. Eski Yunancayı oldukça iyi bilirim, yine de kitabın yazarının deli olduğunu varsaysak bile bu, bunca insanın önce kitabı saklamalarını, sonra da ortaya çıkarmalarını açıklamaz; hepsi de deli değil ya bu insanların.”

“Bizlerin yaptığını ne sanıyorsun rahip Markos, bizim yaptığımıza da bir ad verilse; işte onun tam adı, eminim ki delilik olacaktır.”

“Delilik ha! Delilik!”

“Delilik, bir rüyayı gerçek kılmanın deliliği.”

“Kitabını sana geri vereceğim, kendini akıllı geçinenlerden korumalısın. Bir zaman gelecek ve peşine düşeceklerdir. Hiç sevmezler ve hiç duymak istemezler delice sözleri.”

Rahip Markos haklıydı, kitabın gün yüzüne çıkmasını istememekte haklıydı. Delice sözleri sevmeyen ve duymak istemeyenler, gücü ellerinde tutanlar, onu da kendilerine inandırmışlardı.

Böyle bir zihinsel ve kavramsal gücün karşısında, kadınların seslerini duyurabilmek için yapabilecekleri ve o gücünde karşı çıkmayacağı bir yol olmalı, onların diliyle konuşmalı, onların silahlarıyla çarpışılmalıydı. Aklıma gelene önce kendim inanmalıydım ki, başkaları da inanabilsin.

Bayan Federica, her zaman olduğu gibi kadınlar adına yapılacak girişimleri, yarar ve zarar açısından irdeleyerek karar verebilecek saygın ve mevki sahibi bir kişilikti. Ona başvurmadan bu işi beceremem hayli zordu.

“Bayan Federica, çevirisini yaptırmak istediğim kitabı gördünüz, bu işi önce kendi başıma yaptırabileceğimi sandım. Ne kadar riskli olduğunu da bilsem de  şansımı denemem gerekiyordu.”

“Ve işte buradasın. Ne oldu peki mozaikten,  çiniden vaz mı geçtin de kitap çevirisinin peşine düştün?”

“Öyle görünüyor, bende bu soruyu kendime defalarca sordum ve şu sonuca ulaştım; renkler, imgeler, desenler, formlar insanların düşüncelerine katkı sağlamakta, gördüklerinin ötesinde bir dünya yaratmalarına yardımcı olmakta ama söyledikleri karmaşık ve anlaşılması hayli güç.”

“Öyle olduğu için adına sanat denmiyor mu? ”

“Öylede, ben çok yoruldum artık bundan. Yazının gücüne daha çok inanır oldum.”

“Yazmak mı, ne için?”

“Ölüm bir çok şeyin başlangıcı olabilir bazen, sessizce yas tutarken, kendimi yenilemek, yeni bir yaşam tarzı kurmak için…”

“Bildiğim kadarıyla sen yazı yazmıyorsun, hatta getirdiğin kitabın çevirisini yaptırmak istiyorsun. Neden yazmaktan söz ediyorsun o halde?”

“Sağ kalmak için gerekli olduğunu öğrendim de ondan!”

“Belki biraz daha ötesi, yalnızca sağ kalmak için değil, yaşadığından da emin olmak için.”

“Evet işte, tam olarak da bunu anlatmak, bunu söylemek için. Bir hakkın talebi için, iyi eğitimli ve sadık oğullar yetiştirmek için.”

“Tam olarak anlayamadım, nereden çıktı şimdi bu eğitimli sadık oğullar falan?”

“Kadını bir sinek kadar güçsüz görenlere, kadının bir sinek kadar güçsüz olduğunu kafalarına daha iyi sokmak, onların oğullarını eğitimli kadınların daha iyi eğitebileceğine ve kendilerine daha sadık oğullar yetiştirebilmek için kadını eğitimli kılmak gerektiğine inandırarak, onlarında desteğini kazanmak için.”

“Bak sen, ne kadar da erkek yanlısı kesiliverdin birden.”

“Hepsinin peşinde koştuğu ilk önce kendine bir oğul verecek olan kadınlar, sonrada kendi adını yaşatacak oğulları. Öyle ise onlara anlayacakları dilde anlatmanın yolu da kitaplardan geçmekte.”

“Şimdi ne yapmak istediğini daha iyi anladım. Aklıma gelen bir şeyler var ancak bunun için biraz zaman lazım. Kitabı bana bırakırsan neler yapabileceğime bakarım, anlaştık  mı?”

“Anlaştık, kitap sizde kalsın. Ben daha sonra yanınıza gelirim.”

Bayan Federica’ya yeteri kadar zaman tanıdığımı düşünerek tekrar yanına gittim. Bana söyledikleri, ona bir kez daha hayranlık duymamı sağladı.

“Kitabın çevirisini yapacak bir dil spesiyalisti olan İfigitis, Anthimos Mihail. İsmini belki hiç duymadığın birisi, bende yeni duydum. Halki’de ki Büyük İsa Kilisesinde ders veren bir görevli. Eğer iznin olursa kitabı ona göndermek istiyorum.”

“Çok iyi, bu konudaki zahmetleriniz için ne yapabilirim bilmiyorum ama söylememe izin verirseniz bu konuda bir düşüncem var.”

“Elbette, söyleyebilirsin.”

“Kitabı bir kaç parçaya ayırdıktan sonra, parçaları teker teker göndermek istiyorum. İlk önce bir parçasını tercümesi ile geri göndersin, sonra biz öteki parçayı gönderelim, bu şekilde bütün kitabın çevirisi tamamlansın.”

“Neden böyle bir şey yapmak istiyorsun?”

“Güvensizlik değil, tedbir diyelim.”

“Bilmiyorum, sanki biraz güvensizlik gibi geliyor bana.”

“Hayır hayır tam aksine, böyle yapmak istemem, sizin adınızı olduğu kadar kendimi de korumak isteğindendir. Eğer kitabın nereden geldiği ortaya çıkarsa durumu kurtarmak hayli zor olacaktır.”

“Yani, Büyük İsa Kilisesi çalıntı bir kitabın çevirisini yaptırmak istediğimizi bilmesin.”

“Orası saygın bir eğitim kurumu ve bizim de amacımız; iyi eğitimli oğullar yetiştirmek isteyen babalar için, iyi eğitimli analar yetiştirmek değil mi?”

“Daha ilk adımda ayağımız taşa çarpmasın.”

Kitabı cildinden özenle ayırdıktan sonra, beş parçaya böldüm ve ilk parçanın çevirisi yaptırmak üzere Bayan Federica’ya bıraktım, aslında bütün parçaları ona bıraktım da, ilk parçanın çevirisini görmek istiyordum. Gerisine sonra karar verecektim. Bakalım, Anthimos Mihail dil konusunda ne kadar yetkin birisiydi.

Böyle konuştuğuma kendim de inanamıyordum. Sanki bir dil uzmanıydım. Evet değildim fakat kadının eğitimi, onun sözünün dinlenir olması demekti. Bunu en iyi anlatacak ve anlaşılır şekilde yazılması lazımdı. Aradığım yetkinliğin nedeni bundan kaynaklanıyordu, yoksa koca bir safsata olurdu.

 İlk bölümün çevirisi geldiğinde Bayan Federica;

“Mihail’yis ilk kısmın aslı ile birlikte yaptığı çevirisinin metnini gönderdi. Ben hiç bakmadım. Burada yanımda duruyor, bunu al ve bak bakalım; ne diyeceksin merak ediyorum?”

Son derece düzgün bir el yazısı ile yazılmış olan çeviri metninin ilk sayfasını gördüğüm anda Anthimos Mihail’yisin bir dil cambazı olduğuna karar verdim. Adının yazılı olduğu kitabın ilk sayfası, içinde ne olduğunu açıkça söylüyordu, gerisine bakmadan kendi yapmaya çalıştığım çevirinin ne kadar da anlamsız kaldığını düşündüm. Belli ki Mihail’yis yalnızca çevirmenlik yapmamış, kendi düşüncelerini de çeviriye katmış, bir anlamda kendi eseri haline getirmişti. İçimde delice bir tutkunun ateşlendiğini hissettim. Bu insanı görmek ve tanımak, onun dahiyane kişiliği ile gerçek bir eserin nasıl yaratıldığına tanık olmayı istiyordum. Mihail’yis kitabın adını şöyle uygun görmüştü: εκδίκηση φωτιά (İntikam Ateşi)

Bu adı taşıyan bir kitabın varlığı, dikkat çekmeye ve içinde neler yazılı olduğunu merak etmeye yeterliydi. Bense, kadınları doğru gösteren erkeği, kendileriyle ilgili gerçeği açıklayan erkeği tanımak için can atıyordum. Kendini güzel bir örnek olarak sunarak, başka erkekleri de kendilerini etkisizleştirmek konusunda teşvik eden bu insanı merak ediyordum.

Kısa sayılabilecek bir sürede Mihail’yis tüm çeviriyi tamamlamıştı.

“Bayan Federica, kitabı okuyacak olan erkekler hakkında ne diyebiliriz?”

“Sanırım bu sorunun; otorite ve güç sahibi olanların, kitap hakkında ne söyleyebilecekleri, şeklinde olması lazımdı.”

“Biliyorsunuz ki, bunun bir önemi yok. Bütün otoritelerin kadının tüm işlevlerine el koymak istemesinden kaynaklanan bir arzunun ötesine geçemeyecek hırslarının tezahüründen ibaret kalacak boşuna bir çabanın ürünü olduğunu söyleyeceklerdir.”  

 “Peki ya kadınlar?”

“Kalplerindeki intikam ateşini dillendirdiğini… Haksızlık edenlere karşı, incitenlere karşı sadece sabırla değil, öfkeyle de karşı durmayı, örselenmiş bedenlerini, incinmiş ruhlarını, pırıl pırıl zekası ve benliğini zapt edenlere karşı yolun sonuna kadar gitmeyi; yaşamı paylaştığımızı söyleyip ama yaşamı ve dünyayı bize dar eden erkeklere karşı öfke duyduklarını söyleyeceklerdir.”

“Her erkek, içten içe bir halta yaramadığını bilir. Gücünü kanıtlamak ve korumak için, rahatsız edici fikirlerden arındırılmış kurallarını dayatır. Gerektiğinde yasaklar, mahkum eder. Güvensizlik duyar, çirkinleştirir, nefret eder ve şiddet gösterir.”

“Bayan Federica, yapmaya çalıştığım şey; tüm kadınların öğrenerek ve bilerek güçlenmesine aracı olmak. Bunun içinde yalnızca yaptığı çeviri ile değil, kendi fikirlerini de ortaya koyarak, kitabı adeta yeniden yazan Anthimos Mihail’yisi görmek, tanımak ve ona yaptığı iş için teşekkür etmek istiyorum. Bunu yapabilirim değil mi?”

“Herhalde yapabilirsin, onun çalıştığı yer sonuçta bir eğitim kurumu ve kapısı herkese açık. Kadınların ve çocukların girmesi yasaklanan manastırlardan biri değil.”

29. Bölüm

Halki’de, Umut Tepesindeki “Büyük İsa Kilisesinin Teoloji Okulu” nun dokuz basamaklı merdivenlerini çıkıp, dört sütun arkasındaki portalinden girdiğimde, önümde olanca genişliği ile yer alan narteksi, geometrik motifli pencere işlemeleri, kesme düzgün taştan yapılan bütün cepheleriyle sade bir görünüm taşıyordu.

Orta nefin iki yanında sıralı 12’şer adet sütun ve yan neflerin ilerisinde yer alan ikonastasiste, Meryem Ana, İsa ve Kutsal Üçleme sahnelerine yer verilmişti. Orta kubbede ise dev bir İsa tasviri görülmekte, iç mekan kurgusunu oluşturan bütün bu unsurlar, süslemeleriyle birlikte bir bütünlük sağlamaktaydı.

Sağ ve sol yandaki nefler üzerinde yer alan geniş koridorlara açılan mermer merdivenlerden üst kata çıkıldığında, arka arkaya sıralanan bölmelerle oluşturulan odaların her tarafı raflarda sıralanmış kitapla doluydu. Bir bölmeden diğerine, bölmelerin tam ortalarına açılan kapılardan geçiliyordu.

Odaların bir kısmında eğimli yazı masaları ile üzerinde yığılı parşömenler, diğerlerinde ise öğrenciler için ayrılan sıralı oturma yerleri bulunmaktaydı. Her masada, yazı yazmak, resim çizmek ve kopya etmek için gerekli malzemeler vardı. Çalışmaları görmeye fırsat bulamadan yanımda beliren, tek göğüslü siyah din adamı cübbeli, boynunda asılı duran ve bugüne kadar hiç görmediğim haç ile başında saçı, suratında ise kaşı, kirpiği ve sakalı olmayan birisi bana, burada ne aradığımı sordu. Zaten buraya kadar da görünmezlik zırhıyla kuşanmış olduğumdan gelebilmiştim, işte ne mutlu ki; sonunda biri beni görebilmişti.

“Buraya, olağanüstü bir insanı bulmaya geldim, adı Anthimos Mihail.”

“Benim, ne istiyorsun benden?”

“Benim adımda Minokta, bay olağanüstü Anthimos Mihail, acaba adım bir anlam ifade ediyor mu?”

“Sence etmeli mi?”

Yüzü solgundu, genç olmasına rağmen ilk bakışta bir erkekten çok, bir kadını andırıyordu. Belki derin ve hüzünlü gözlerindeki bilemediğim kadınsı bir şey nedeniyle, belki de saç ve sakalı olmadığından kadınsı görünümüyle. Ağzı gülümseme nedir bilmezmiş gibiydi. İnsana, istenmeyen bir görev için var olmanın acısına katlanmak üzere burada bulunduğu izlenimini veriyordu ama ukalalık etmekten ve kendini beğenmişlikten de ödün vermiyordu.

“Böylesine, okumaya ve yazmaya adanmış bir yere gelerek, hayranlık duyduğum ve insanı şaşkına döndürecek kadar kadınları doğru gösteren erkeği, kendileriyle ilgili gerçeği açıklayan erkeği tanımayı istemek, bir anlam ifade etmiyor mu?”

“Ha, şimdi oldu işte. Demek sensin o!”

“Anımsadığına sevindim doğrusu. Bunca zamandır, amacıma ulaşmanın yollarını arayıp durdum ama tüm kadınlar kadar doğrudan, açıkça, gizlemeden ya da saklamadan tek söz edemedim. Sense bir kadından daha fazlasını açıkça ve dürüstçe söylemektesin. Seni bu kadar olağanüstü yapan erkek olman mı yoksa cesaretin mi?”

“Yaşamın en zor yanı, istemediğin bir yaşamı, istemediğin bir şekilde yaşamaya mahkum olman. Seni, senden daha iyi anlamaktayım ve sözümü esirgemenden, bir kadının ruhuyla ama bir erkeğin sesiyle korkmadan, yılmadan, cesaretle söylemekteyim. Sende bana benziyorsun ancak senin şanssızlığın kadın olarak doğman. Bana göre çok şanslısın da, kadınlığını yeterince yaşayamıyorsun. Keşke senin gibi bir kadınım olsaydı da kadınlığı birlikte yaşayabilseydik.”

Söyledikleri, kadını çıplaklığı ile resmederek görünür kılmak istememle eşdeğer sayılırdı. Aramızdaki tek fark, bunu benim sanatımla, onunda yazarak yapmasıydı.

“Seni çok daha önce tanımış olsaydım bu mümkün olabilirdi. Şimdi sen söyle bakalım bana; burada ne aramaktasın?

“Yaşayabileceğim bir yeri, her yerden ve herkesten uzakta bir yeri, orman içinde bilinmez bir yerde görülmeden, fark edilmeden yaşamak ve yazmak, kişiliğimi bulmak için buradayım. Burası bana akıl sağlığının yanında, eğitim ve eğlencede verdi. Ve olağanüstülük kimin umurunda! Buradaki kütüphane beni şekillendiren bir yer. Geçmişim ve geleceğim burada, hayal ettiğim, hatırladığım veya arzuladığım her şey burada. Kitaplığımda bir kitabı açtığımda, büyülü eylemler gerçekleşir ve sayfalarında samimi düşüncelerim ile korkularım beliriverir. Hiç kimseyi tutkularımı anlamaya zorlayamam, her zor durumda kitaplar bana yardımcı oldu, beni kurtarmadı ama “evet” yardımcı oldu. Çünkü insanı kendisinden başka kimse kurtaramaz.”

“Kimsenin tutkularımızı anlamasını beklemiyoruz. Ne dediğimizi görsünler ya da okusunlar, gerisi kendilerine kalmış, ister kurtulmayı, ister teslim olmayı seçsinler bu onların bileceği iş. Yeter ki, bir seçim yapabilsinler.”

“Bir seçim yapabilmek; o kadar kolay mı?”

“Dur dur, bundan sonra ne diyeceğini tahmin ediyorum. Birisi ya da birileri çıkıp sana anlatsa, başına neler geleceğini söylese, yine de zor olur muydu? Bence olmazdı; neden mi? Bu kadar çok kitabın arasında yaşıyor, bunları her gün söylüyor ve öğrencilerine başlarına neler geleceğini anlatıyorsun. Onlara bu yolu seçin, bu yol sizi varmak istediğiniz yere ulaştırır diyorsun. Sana verdiğim kitabı da bunun için yeniden yaratmadın mı? Hem kendini, hem de kadınları kuşatıldıkları görünmezlik zırhından kurtarmak ve onları görünür kılmak; bütün derdimiz bu, bende, sende tutkularımızın esiriyiz ama kurtulmalıyız siyah cüppeden ve görünmezlikten.”

“Kendi hayatımın ve yaşadıklarımın yaratabileceği anlamı dile sarıp sarmalamadıkça, bir o yana bir bu yana salınıp duracaklar, uçup gideceklerdi. Kitabın aklımı başıma getirdi, sayfaları devasa bir kelimeler sözlüğüydü, o zaman anladım ki kendimi ifade edecek yol, bunu yazarak dillendirmekti.”

“İşte olağanüstülük burada, sen cennetten kovulan insanı yazdın; kutuya kapatılmış olan fenalıklar arasında, insanları yaşatacak, teselli edecek ‘ümit’ de vardı. Fakat ‘ümit’ dışarı çıkamamıştı ve sen şimdi ümidi kutunun dışına çıkarttın.”

“Bundan sonra ne yapacaksın, herkese umut mu dağıtacaksın?”

“Ben İsa değilim ama tanıdığım bir kaç kişi var, onlar İncil’i yeniden yazmaktalar, belki bir gün buraya da getirebilirler ve yeniden yazılan bu İncil’i, birkaç rahibenin yazdığını bilerek okursun.”

“Kadınlar tarafından yazılan bir İncil ha! Pavlus tarafından yeni anlamlar katılarak şekillendirilen İsa’nın mesajını, yeniden yazacak olacak kadınlar,  dünyayı yerinden oynatacaklardır. “Dóse mou éna ypomóchlio, áse me na metakiníso ton kósmo

30. Bölüm ve Son Bölüm

İkonlar, mozaikler, çiniler ve şimdi de gücüm tükenmeden, ellerimde ve parmaklarında beyazlaşmalar ile sararıp solmalar çoğalmadan kitap kopyalamalarını tamamlamalıydım. Ne kadar yapabilirsem, o kadar fazla insana ulaşacaktı, onlarda başkalarının okumalarına, başkaları da, başkalarının okumalarına neden olacaklardı.

Yanlarından ayrılırken söz verdiğim gibi çevirisi tamamlanan kitap ile yeniden yazılan şekliyle bir kopyasını, Leititia’ya göndermeyi başardım. Eminim ki; onlarda kitabı çoğaltarak el altından dağıtabilmenin yollarını bulacaklardı. Aslında onlardan önce çözümü ben bulmuştum, Bayan Federica’nın arabacısı Vasili bu kutsal görevi üstlenmekten hiç çekinmedi. Aramızdaki yazışmalar ve kitap kopyalarını getirip, götürme işleri artık onun sorumluluğuna geçmişti.   

İsa’nın, “Gidin ve bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin”, buyruğundan hareketle, kadınlar için kadınların çalışması, Fransisken rahibeler ve evli kadınlar ile eşleri tarafından misyoner ortaklar olarak yürütülen çalışmalar, huzurlu bir hayat geçirmek isteyen çok sayıda kadını Fransisken misyoner erkekle evlenmeye teşvik ediyordu. Misyoner olmayı isteyerek kabul eden kadınlar yalnızca örnek bir Hristiyan ailesi yaratarak, gidilen yerlerde kadınlara modellik yapmaktan öteye, onlara iyi eğitimli ve sadık oğullar yetiştirmelerinin de görevleri olduğunu öğretiyorlardı.

Kiliselere gömülmek isteyenler, vasiyetnamelerinde bunun için önemli miktarlarda para ve mal bağışlıyor, kiliselerde bu talepleri karşılayabilmek üzere araziler alıyor ve yeni kiliseler inşa etmeden önce, inşaat planlamasına kiliseye gömülmek isteyen hamilerin olası bağışlarını tahmin ederek inşaata başlıyorlardı. Kilise ya da manastır, cemaatinin kullanımına hazır olması için önce koro yeri inşa ediliyor, ana nefin tamamlanması sona bırakılarak müstakbel hamilere mezar yerlerinin hazır olduğu mesajı veriliyordu. Yeterli cenaze sayısına ulaşıldığına inşaata devam ediliyordu.

Kiliselerin gömü alanı olarak kullanılması, mezar şapeli bağışları ve vasiyetnameler ruhban sınıfının önemli bir geçim kaynağı haline gelmiş, bu döngü sayesinde kilise ve manastırlar sayıca çoğalmaya başlamıştı. Ayrıca Papa VIII. Bonifatius’un çıkardığı Super cathedram fermanı da tarikatın yayılması ile  liderler etrafında, gönüllü yoksulluk ve çileciliğe dayalı münzevi yaşantısı süren keşişler toplandı. Barış, tövbe ve hayırseverlik vurguları, siyasi fraksiyonlara bölünmüş ve ticaretle zenginleşmiş İtalyan komünlerinde hemen ilgi görerek, misyonerler ile eşlerinin sayısının da hızla çoğalmasına yol açtı.

Bayan Federica’nın etrafında yer alan kız kardeşler topluluğunca yönlendirilen gönüllüler, yeniden yapılanmakta olan tarikatın yayılmasında ve yeni kiliseler ile manastırların kuruluşunda yer alırken, yanlarında götürmeleri ve gittikleri yerlerde kadınların rollerinin, görevlerinin ve en önemlisi “Kadın İncil” in yayılmasını sağlamak, ayrıca “İntikam Ateşi” ni alevlendirmekti.

Kadın misyonerler, bir yere, bir kültüre veya belirli bir halk arasına gitmeli; orada onların yaşam tarzlarını öğrenmeli, onları dinlemeli/gözlemeli, bir Hristiyan olarak onların arasında yaşamalı, kadınların ihtiyaçlarını öğrenmeli ve buna yardımda bulunmalı, Kadın İncil vaazı (daveti) için uygun bir zamanı beklemeliydi.

Topluluk içerisinde de, el yazması kitaplar çoğaltılarak dağıtılıyor, yeni gönüllülerin artmasına aracılık ediliyordu, bu nedenle Konstantinopolis’teki baskı dolu, kadın yaşamını tehdit ve tecrit eden, kendi içine gömülü bir düzenden kaçıp kurtulma düşüncesiyle, misyonerliği kabul eden kadın sayısı çoğalıyordu.

Bayan Federica ile tarikatın genişlettiği yayılma sürecine dahil olan unsurlar arasında, sahibi olduğu, deniz yolu ile süren ticaret hattında çalışan gemilerle misyonerlik yapmaya gidenler taşınıyordu. Gerçekte taşınan şeyse, yeni söylemler, yeni fikirlerdi.

Kadına, yaşamı boyunca bir erkeğin desteğine ve yönetimine ihtiyacı olduğunu pekiştiren kalıplar sürdürüldüğünden, sonunda kadın bu inanışı kendi benliğiyle bütünleştirmekte ve kendisine işlenen “erkeğe bağımlılık” rolünü bütün yaşamı boyunca kabul etmektedir. Kendi yetiştirildiği değerlerden farklı değerlerin geçerli olduğu yeni bir ortamla temasa geçmesi ise, yaşamı kendi lehine çevirebilme imkanı sağlıyordu.

Boyun eğen kadından, başkaldıran kadın rolüne geçiş sürecinin yarattığı sorunlar ve baskıların artması sonucunu da doğurabiliyordu. Bunun önüne geçebilecek olansa “kadınlar için kadınların çalışması” düşüncesinde olanlara bağlıydı. Bunun yolu da eğitimden, eğitilmekten geçiyordu. Erkeğin desteğinin kazanılmasının ana fikriyse “eğitimli annelerin, sadık ve eğitimli oğullar” yetiştirmek istemesi ilkesinde gizliydi.

Peki neyin eğitimiydi bu; kadınların ötekiliğini vurgulayan bir anlayış,  kadınların akli çalışmalara dahil edilmemeleri ve ev işlerini idame ettirecek biçimde ve dine göre temellenen iş bölümü çerçevesinde eğitilmeleri, “ötekilik” konumunu pekiştirmekteydi. Bu yüzden, kadınların eğitim alarak, toplumsal yapıda etkin rol almalarının önünü açacak, toplumu değiştirmeyi sağlayacak şekilde eğitilmeleriydi.

Kadının kurulmuşluğuna ve belirlenmişliğine değil, kadının kendini biçimlendiren koşullara deneyimlerini katarak, bir değişimi yaratmak istemesinin eğitimiydi.

Bertnard de Goth ya da bilinen adıyla Papa V. Clemens, Papalığı Roma’dan Fransa’ya taşımıştı. Avignon’da “Palais des Papas” denilen sarayda yaşayan Papa V.Clemens öldüğünde “Avignon Papalığı” Papa XXII. Ioannes dönemini sürüyordu.  

Fransa Kralı Philippe’nin baş destekçisi olan Papa XXII. Ioannes, Fransisken rahiplerin, tarikatın erdemini ve saflığını korumalarına yönelik faaliyetlerini, Papalık makamının, İmparatoru atama yetkisine karşı çıkan faaliyetler olarak görüyordu. Bu ya da başka nedenlerle, Fransisken anlayışı ile görüşlerini mahkum etti.

Kiliselerin bölünmesiyle başlayan manevi çöküş döneminde eğitim, dua, ilim, inancın korunması ve hayırseverlik gibi konular, geçmişten itibaren Kilisenin elindeki en önemli silahlardı. Yeni yeni kurulmakta olan tarikatlar ve manastır düzenleri ile başlayan değişim döneminin, din ve devleti tehlikeye düşürdüğünü iddia eden Kilise, kendisini müdafaa ve koruma tedbiri olarak, en karanlık batıl inançların bile ötesinde sayılabilecek teolojik düşüncelerle hareket eden Papa XXII. Ioannes’in, Dominiken Rahip Thomas Aquinas’ı, Aziz ilan etmesine kadar vardı. Onun görüşlerinin Kilise tarafından desteklendiği ve tartışmasız kabul edilmesinin gerektiği anlamını taşıyan bu buyruk, dini tarikatlar içinde yer alan Dominikenler’in, Kiliseye önemli katkılar sağlamasına neden oldu.

Ayrıca yönetimle ilgili atamalar, kilise içindeki hiyerarşi, ruhban okulu ile ilgili düzenlemeler ve vaaz konularında da yenilikler yapılmıştı.

Hristiyan inançlarına aykırı kişilere veya gruplara resmi kilise sorgulamaları ve aşırı sayılan gruplara yönelik adli takibat ve baskılarda bu zamanda başlamıştı.

Dominikenler, diğer kilise savunucularına göre zaman, sayı ve mükemmel bir doktrin bakımından en başta koşanlardı.  Bunun sebebi ise, bu dönemde Fransisken geleneğinin çok fazla dallara ayrılması ve az sayıda orijinal teolojik çalışma ortaya koymasıydı.

Dinin temelinde var olan kutsallık, dinen kutsal olarak temsil edilen kişilere karşı saygı duyulmasını zaruri kılmaktadır. Hristiyanlıkta ise kutsallık, İsa ile başlar. “Tanrının Oğlu” sıfatına sahip İsa’nın, bütün insanlığı kurtarmak için acı çekerek kurban edilmesi, onun kutsiyetini belirten en önemli unsurdur.

İncil’de, İsa’nın tüm insanlık için kendisini nasıl feda ettiği ve yeryüzüne tekrar gelerek insanlığı kurtaracağı bir çok bölümde anlatılır. İsa’nın, Tanrının suçsuz oğlu olarak kendini feda etmesi, bütün insanlığı günahlarından kurtaracaktır.

Dini anlatılarda insanlığı kurtaran kişi olarak İsa’nın (erkeğin) gösterilmesi, erkeğin kutsal olarak tanımlanmasının nedenidir. Erkeğe yüklenen kutsallık ve kurtarıcılık vasıfları, kadınla erkek arasında kurulan eşitsizliğin üzerinde temellenmiştir. Öncelikle kadın ve erkek eşitliğini yeniden tanımlayabilmek için teolojik kavramların yeniden yapılandırılması gerekir. Bu nedenle, kadının erkek karşısında güçlenmesinin temeli dinsel anlatılarda kullanılan erkek egemen bakışın yok edilmesine bağlıdır.

Erkeğe yüklenen ilahi kutsallık vasıflarının, kadınlar içinde oluşturulması, kadının kendi varlığının bilincine varması ve dini tahakkümün ortadan kalkıp, erkek kutsallığı yerine, bu kavramın unutulup kadın ile erkeğin birlikte oluşturduğu “tam” bir varlığın tanımlanması, yaşam içinde kadının da görünür olmasını sağlayacak, insanların zihnindeki katılaşmış düşünce kalıplarını yıkarak yeni bir yapı oluşmasına neden olacaktır.

Konstantin’den beri iktidarını korumaya çalışan ve koruyan kilise, eskinin intikamı olarak daima kendini savunma halindedir. Yeni tarikatlarla başlayan gelişmeler karşısında da bundan vazgeçmeyen ve daha da korumacı olmaya başlayan kilise, kendi aleyhine olduğunu kabul ettiği her türlü görüşü baskı, sansür ve propaganda ile susturmaya çalışmış, tarikatların ve söylemlerinin kilise otoritesine ters düşüp, düşmediğini kontrol etmiştir. Yeni yeni gelişmeye başlayan her türlü hareketi takip ederek mücadele etmek, kilisenin temel gayretlerinden biri olurken, bu sırada en büyük destek ve yardım, Dominiken rahiplerden gelmişti.

Fransisken manastırlarında yaşayanların sergiledikleri ahlaki nitelikler ile sürdürdükleri sade ve basit hayatları, Mesih ve Havarilerinin hayat yoluna benzetilerek hayranlık duyulmasına neden olmuştu. Kilise görevlileri Hristiyan değerleri olarak görülen bu davranışlarla rekabet etmekte zorlanmıştı çünkü kilise ruhbanları, özellikle üst sınıflardakilerin sergilediği lüks ve israf içindeki hayat, onları Hristiyan ideallerinden uzaklaştırmıştı. Yerel rahiplerde eğitimsiz olduklarından etkili teolojik tartışmalara giremiyorlardı. Dominiken rahipler ise etkin bir şekilde kiliseyi savunmaya, bu olumsuz görünüşü düzeltmeye ve durumu tersine çevirmeye çalışıyorlardı. Gezgin rahipler olarak dolaşarak vaazlar veriyorlar ve aralarında geniş bir haberleşme ağı oluşturarak her yere ulaşmaya çalışıyorlardı. Aynı zamanda kilise görevlilerinden farklı olarak, sade ve basit yaşam tarzlarıyla, İsa’nın sürdürdüğü yaşamı taklit ettikleri izlenimi yaratıyorlardı. Bütün bunlara ilaveten de iyi eğitimli ve teolojik konularda tartışarak ikna etme yeteneklerine sahiptiler.

Dominiken rahipler çalışmaları ile kilise içerisinde giderek etkinleşen bir yapılanma oluşturmaya başlamışlar ve Papa’nın, kilisenin inancını koruma amacıyla yaptığı çağrıya karşılık vererek, Papalık makamını koruma sorumluluğunu yüklenmişlerdi.

Gezgin Dominikenler rahipler, içlerinde kurdukları haberleşme ağıyla gittikleri yerlerde kilisenin inancına ters düşen fikirlerle düşünceleri takip ve tespit ederek, kilisenin aldığı tedbirlerden rahatsızlık duyanlara karşı çatışmacı bir ortam yaratıyorlardı. Kilise ise kendi aldığı tedbirlerle hareketliliğin önüne geçemeyeceğini anlamış ve siyasi otoritenin desteğine ihtiyaç duymuş, kendine karşı gelenleri cezalandırmak gerektiğini kabul ettirmişti.

Başlangıçta Papa adına mahkemelerde yapılan yargılamalar, sadece vaftiz edilen ve kilise öğretilerine başkaldıranları yargılama yetkisine sahipken, daha sonraları yargı alanı genişletilerek, kilisenin onay vermediği tarikatları da bu kapsam içine almıştı. Önceden yaşanan ve yaşanmakta olan bu baskıcı ve cezalandırıcı dönem sonradan kadınlara yönelmiş, kadınların düşmanlaştırıldığı, kötü ve yok edilmesi gerekenler olarak “ötekileştirilmesi” ve kadına yönelik uygulanan şiddet dolu yöntemler yaygınlaşmıştı.

Kadınların suçlanmasını sağlayan standart bir ölçüt yoktu, her şeyle suçlanabilecek oldukları yeni bir dönem başlamıştı. Açıkça söylemek gerekirse her kadın, her an için tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve tutuklanması için bir kişinin dahi ihbarı yeterli kabul edilmekteydi.

Kharon’un, aklımdan hiç çıkmayacak olan “Hristiyanlığın kutsal değerlerini alenen inkâr etmekle” suçlanarak yargı önünde hesap verdiği günlerdekine benzer biçimde, şimdi de misyoner rahibeler takip ve takibata uğruyordu.

Rahibe Rebecca’nın başına gelenler, bana en az Kharon’un yargılanma süreci kadar acı verecekti. Ondan ulaşan son haber ise yaşadıklarının dehşetini en açık göstergesiydi.

Rahibe Rebecca, kendisi ihbar edecek olan bir başka kadın tarafından “Kadın İncil” deki söylemleri dile getirdiği iddiasıyla tutuklanmış ve suçunu itiraf etmesi istenmişti. Suçlu olanın, suçunu itiraf etmeden cezasının infaz edilmesi mümkün olmadığından, işkence ile suçunu itiraf etmiş ve ölüme mahkum edilmişti. Yazdığı mektupta “Kadın İncil” in söylemlerini dile getirmekten başka bir suçu olmadığı yineleyen Rebecca, artık bu ıstıraba dayanamadığı için bir ilaçla buna son vermesi gerektiğini eşine söylemişti.

Sorgulamalar çoğu zaman iftira nedeniyle bir kişinin suçlanması süreci başlayarak devam etmiş ve tutuklama ile sonlanmıştır. Tüm bu kadınların arasında sadece bir kadın dört kere (daha fazla sorgulama hukuksal açıdan mümkün değildi) gerçekleştirilen işkence, itiraf, itirafı geri alma sürecinin sonunda hayatta kalmayı başarmış ve serbest bırakılmıştı.

Öğrenebildiğim kadarıyla sorgulamalar şöyle yapılıyordu:

  1. İyi niyetli sorgulama: Hâkim tarafından yöneltilen ayrıntılı sorulardan oluşmaktaydı, özellikle “Kadın İncil” e ait bilgiler isteniyor ve sonunda bu İncil’in, halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiği suçlaması ile ve suçlanıyor ve itirafta bulunması söyleniyordu.
  2. Sorgulama sonucunda suç hala itiraf edilmemişse, korku yaratmak amacıyla işkence aletleri gösteriliyordu.

3. Ayrıntılı sorgulama: Suçluya itiraf etmesini sağlamak amacıyla işkencenin uygulanması.

İtiraftan sonrada mutlaka işbirliği yapılan diğer kadınların isimleri isteniyor, böylece isim listeleri uzayıp gidiyor, kadınlar büyük ıstıraplar yaşamak zorunda kalıyorlardı. Sorgulama yöntemlerinin yetersizliği, tek bir ihbarın kadının suçlanması için yeterli olmasının, işkence altında başka isimlerin verilmesinin istenmesi ve bunun ihbar için delil olarak kullanılmasının tamamen yanlış olarak değerlendirilmesi gerekir. Çelişkili bilgilerin varlığını, mantık dışı verilerin delil sayılmasını ve yapılan haksızlıklar, bu mahkemelerin kararlarını geçersiz kılmaktadır. Herkesin suçlanabilir olması, bir sorgunun diğer bir sorguyu ve suçlamayı getireceği görülmeli, işkence altında yapılan itirafların geçerli olamayacağı da kabul edilmeliydi.

Kadınlar üzerinde uygulanan işkence yöntemlerini anlatmak mümkün değil, ancak hiç kimse, İncil’in ilkelerine uymaya işkenceyle zorlanamazdı. Kilise, ancak Hristiyanlık inancının dışına çıktığı konusunda uyarabilir ama onu yargılayamaz ve ondan isteğine aykırı davranmasını isteyemezdi. Eğer İsa bunu istemiş olsaydı kesin ilkeler koyardı, demek ki bunu yapmak istememişti. Eğer yapsaydı, işte o zamanda, Hristiyanlık özgürlük yasası olmaktan çıkıp, katlanılamaz bir kölelik yasası olurdu.

Kendi kendime böyle düşünmem, ne yazık ki gerçekleri değiştirmiyordu. Kendimi suçlamakla da değişen bir şey olmuyordu. Pek çok genç kadının suçlanmasına hatta infazına neden olmuş, bu acıya dayanma gücüm kalmamıştı. Çeşitli yerlerden ulaşan bilgilere göre, çektiğim vicdan azabının altında ezilerek yok olmadan önce, bugüne kadar yapmaya çalıştıklarımın tümünden vaz geçmem ve bir kişinin dahi yaptıklarım nedeniyle suçlanmasına seyirci kalmamam için zorunluydu.

Delirmeden her şeyi geride bırakarak kaybolmak, yok olmak istiyordum. Bunu fazlasıyla hak ediyordum. Günlerce evden dışarı çıkmadım, hiç bir yere gitmek istemiyor, kimseyle konuşmaya cesaret edemiyordum. Tek düşündüğüm şeyse, olmasını istediğim dünyada, yapmak istediklerimin birer suça dönüşmüş olduğunu görmekti.  

Oysa tek isteğim Tanrı’nın “adaleti” ile sevgi yönünde giden bir yaşamdı.

Ya diğeri!

Ölüme giden yol, o kadar. İşkenceler ve alevlerle devam ettirilecek bir ölüm düşünmenin, ayrıca düşmanlarının yakılmasından zevk alacak bir Tanrı tasarlamanın ne anlamı vardı.

Evden dışarı adım attığımda, gidebilecek olduğum tek yerin, Kharon’un bir zamanlar gittiği mağarası olduğuna karar verdim ve geçen bunca zamandan sonra tekrar arayıp buldum orasını. Aynı yerde duruyor, aynı şekilde dalgalar sahile vuruyordu. İçeride belki Kharon’un, belki başkalarının içip kırdığı şarap testilerinden kalan parçalar, yakılan mumlardan kalan akıntılar, isten kararmış duvarlar, renkli çakıl taşları, kuşların döktüğü tüyler duruyordu.

Soğuğa ve içeri dolan sulara aldırış etmeden oturulacak bir yer buldum, artık kendimle baş başaydım, kimsecikler yoktu, sadece uzaktan balıkçıların karaltıları seçiliyordu, arada birde içeri girmeye çalışan deniz kuşları. Kıpırdaman seyrediyordum onları, parmağım kımıldasa dahi korkup dışarı kaçıyorlardı.

Her gün evden çıkıp, mağaraya gidiyor, hava karardığı zaman eve geri dönüyordum. Ağrıyan dizlerime, kolumdaki uyuşukluğa, nefes alırken zorlanmama rağmen, gidip gelmeye devam ediyordum. Çok yoruluyor ama bunu yapmakla da bir anlamda kefaretimi ödediğimi düşünüyordum.

Bazı günlerde, deniz kıyısındaki küçük mağaraya Kharon’un da göreceğine inanarak eskiden yaptığım ikonlardan bırakıyordum. Mağaranın içi ikonlarla, yanan mumlarla, küçük bir şapele dönmüştü. Kırık şarap testisi parçaları üzerine kazıyarak bir şeyler yazmakta üzüntülerimi, sıkıntılarımı dağıtıyordu.

 * * * * *

Prof. Santo Mazzaro’nun bir roman üslubu ile anlattıkları burada sonlanıyordu, ancak daha önce sözünü etmediği İstanbul Arkeoloji Müzesine yaptığı ziyaret sırasında aldığı bilgi notunda, bir kadın iskeletinin yanında bulunarak, müzede sergilenmekte olan turkuaz renkli kalsedon taşlı küpeler ile birlikte üzeri kazınarak yazılan kırık bir keramik parçanın varlığından bahsediliyordu.

Kitabın tercümesini yaparken dikkatimi çeken bu ayrıntının peşine düşmüş ve Profesörün izlediği yöntemle müzeyi ziyaret ederek, kendisine daha önce verilmiş bulunan bilgi notunda bahsedilen keramik parçayı müzenin bir başka bölümünde sergilenmekte olan eserler arasında, müze görevlisi değerli arkeolog Özlem hanım sayesinde bulabilmiştim. Üzeri kazınarak yazılan keramik parçada şu satırlar okunuyordu:

Είμαι ζωντανός ανόητοι πιστεύω ότι η ζωή τελειώνει στο θάνατο θα ζήσω πολλές φορές, αλλά κανείς δεν θα το παρατηρήσει

Anlamını biraz da şiirsel olarak ifade etmeye çalışırsak;

Ben

yaşıyorum

Aptallar

Yaşamın

Ölümle

biteceğine inanmışlar…

Ben

defalarca yaşayacağım

Ama

siz bunun farkına bile varmayacaksınız…

NİKAH TÖRENİ

Aylin, yıllarını verdiği öğrencilik yaşamını Royal Holloway Üniversitesinde tamamlamıştı. Anne ve babası, biricik kızlarının Birleşik Krallıktaki bu saygın üniversitede eğitim alabilmesi için hayli uğraşmışlardı. Aylin’in başarılı bir öğrenci olmasının da büyük katkısı olmuştu bu uğraşlara.

Peş peşe geçen dönemleri, zorlansa da büyük bir başarıyla atlatan Aylin; okulun İngilizlere has ağırbaşlı havasını bir türlü benimseyememişti. Yaptığı çılgınlıklar, onun arkadaşları arasındaki popülerliğini artırmış olsa da, okul yönetimi tarafından, öğrenciler adına sağladığı motivasyon nedeniyle tanınmasına neden olmuştu. Golf sporunda kazandığı dereceler, sınav salonlarında elde ettiği yüksek notlara eklenmiş, geceyi gündüze katarak yaptığı yoğun ders çalışmalarının yanında eğlenceli öğrencilik günlerinin de sonuna gelmişti. Bundan sonrası artık Aylin için saygın bir camianın mensubu olmak demekti. Okumaya devam et

PUL ZENGİNİ

posta pullarının gösterildiği bir fotoğrafDedem öldüğü zaman, ben ilkokul, kuzenim ortaokul sıralarında öğrenciydik. Birlikte pek çok şey yapardık, büyük teyzemin artist dergilerini karıştırır, macera romanları okur, radyoda arkası yarınları dinler, bahçede mahallenin diğer çocuklarıyla oyunlar oynardık.
Dedemden kalan eşyaların bir kısmı eskicilere verilmiş, bir kısmı da verilmek üzere odasında duruyordu. Onun hakkında, annemin anlattıkları ile bizim öğrendiklerimize ancak bilgi kırıntıları denilebilirdi. Tevfik Fikret’in okul müdürü olduğu zamanlarda Galatasaray Lisesinde okumuş olduğunu, Wagons-Lits’de çalışmış olduğunu, Fransızca kitaplarını ve anneannemle çok sık kavga ettiklerini bilirdik. Giyimine düşkün ve titiz bir insandı, daima takım elbise giyer, pazar günleri bile kravat takar, radyoda kısa dalga istasyonlardan yabancı yayınları bulur, onları dinlerdi. Bizden uzak durur, bizimle gerektiğinde konuşur ama bizi severdi. Okumaya devam et