RÜYA

 

Yataktan doğrulup, gözlerini yeni güne açtığı anda, gördüğü rüya devam etmekteydi. Uykusundan uyanıp, uyanmadığını kestiremiyordu. Başucunda duran cep telefonuna doğru uzandı, eliyle bir iki yokladı ama yerinde değildi. Yine nereye gitti bu telefon diye düşünmeye başladı. Oysa akşam yatarken başucuna koymuştu. Sabah erken kalkacağı için alarmı da kurmuştu. Henüz çalmamıştı, peki ya o zaman nasıl uyanmıştı?
Gördüğü rüyayı anımsamaya çalıştı. Yıllarca yatıp kalkıp hep aynı rüyayı görmüştü. Her anı beyninin kıvrımlarında yer etmişti. Aynı filmi defalarca görmek gibi bütün kareler belleğindeydi. Tüm benliğinin oluşması bu rüyanın eseriydi. Tekrar tekrar başa dönüp aynı rüyayı defalarca görmekten hiç hoşnutsuzluk duymamış, aksine her seferinde değişik bir haz almıştı.
Ama bu kez rüyasını anımsamakta zorlanıyordu. Üzerinden çok mu zaman geçmişti? Yoksa benliğinden bir şeyler mi kaybetmişti?
Kaybolan bir şey yoktu, sadece bunca senedir aynı rüyanın içerisindeki özne olmaktan yorulmuştu. Benliğini taşımaktan yorulmuştu. Sisyphos efsanesi gibi, hep başa dönmekten yorulmuştu. Hem de çok yorulmuştu.
Yarı uykulu yarı uyanık halde anımsamaya çalıştığı rüyanın başlangıcı, hayallerinde yaşattığı kadını ilk kez gördüğü andı. Bir gün karşısına çıkıvermişti işte. Yıllarca peşinden koştuğu bir hayalin aniden karşısında belirmesiyle büyük bir heyecana kapılmış ne yapacağını şaşırmıştı. Sevinmeli mi yoksa üzülmeli miydi?
Sevinmeliydi, çünkü yıllardır hayalinde yaşattığı bu kadının her şeyi ile tıpatıp aynısı karşısında duruyordu. Bu kadar aynılığın olabilmesine şaşırmamak mümkün değildi ama şimdi şaşırma zamanı değildi.
Üzülmeliydi, çünkü bu kadın zehirli bir lotus çiçeği kadar tehlikeliydi. Ona yaklaşmak ve güzel kokusunu duymaya çalışmak tüm yaşamını alt üst edebilirdi ama şimdi üzülme zamanı da değildi.
Bu kadınla yaşamın içerisinde karşılaşmasının ardından her şey değişime uğramıştı. Oturduğu evi değiştirmiş, çalıştığı işi değiştirmiş, kullandığı arabasını değiştirmiş kısacası onun yakınlarında olabilmek için her şeyini değiştirmiş, sanki kendisini yeniden yaratmıştı. Bir başka insan olmuş gibiydi.
Karşılığını da almıyor değildi bu değişimin. Görmek istediklerini görüyor, belirsiz olan bu görüntüler birer birer netleşiyordu, yalnız acele etmemeliydi. Onunla birlikte olmak zordu, çünkü zor bir kadındı o.
Zorluğun kaynağı bilinmezlikti. Bu ilişkinin bilinmezliğiydi. Her şey ortadaydı ama hiç kimsenin bu ilişki hakkında tek kelime etmesi mümkün değildi. Platonik v.s gibi bir şeyler söylemek ise tamamen inkâr etmek ya da yok saymak demekti bu ilişkiyi.
Bu ilişki bir tutkunun, bir esaretin ta kendisiydi. Beyninin kıvrımlarına kazınmış olan rüyasındaki görüntüler adeta canlanıyor, tüm yaşamını yeni baştan ele geçiriyordu. Bir kurtçuktan, bir kelebeğe dönüşmüş gibiydi.
Başlangıcını anımsamadığı rüyası onun kozası olmuştu, önce onu örmüş sonra içerisine girmiş ve bir kelebek olarak dışarı çıkmıştı.
Şimdi anlıyordu ki, zehirli lotus çiçeğinin kokusu, telefonun alarmı çalmadan onu uykusundan uyandırmıştı.

ŞEMSİYESİNİ YIKAYAN ADAM

Belli ki çok titizdi adam. Online olmayan her şeyi hayatından çıkarmıştı. Geriye çok az şey kalmış gibi görünüyordu. Düşünüyordu bir yandan, geriye kalan günler azalmıştı mesela, ileri yaşına rağmen fiziksel görünümü ele vermiyordu durumunu ama yılların üzerindeki etkilerini hissediyordu, aslında bunu çok da önemsemiyordu. Onun için yeniden doğmak gibi bir şeydi yaşama online bağlı olmak.

Anne ile bebek arasındaki göbek bağı gibiydi yaşama online bağlanmak. Milyonlarca evladı olan bir anaya bağlı kalmaktı dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar.  Ne demişti bir keresinde ona sosyolog ablası; “En güzel tatil, bir yere bağlı olarak yapılan tatildir.”  Sanki bu sözün anlamını yeni kavrıyordu, online bağlanmıştı yaşama işte, emeklide olmuştu, geriye çıkılacak bir tatil kalmıştı.

Evde bulduğu eski bir fotoğrafına, gözlüklerini takıp bakmaya çalışırken bazı sesler işitti. Önce etrafına bakındı, sonra anladı ki işittiği sesler kendi sesiydi. Kendi sesinin bir başkasına ait olduğunu sanarak dinlemeyi çok yadırgadı ama alışması uzun sürmedi.

Şöyle bir şeyler söylüyordu kendisine, kendi sesi: “Hatırladın mı bu fotoğrafını? Yaşamındaki en anlamlı fotoğrafın bu olsa gerek. Hadi şimdi bir kez daha dikkatlice bak bakalım bu fotoğrafına, neler göreceksin? İsteyip de yapamadıklarını mı, yoksa hiç yapmak istemeyip de yapmak zorunda kaldıklarını mı?

Dikkatlice bakabilmek üzere biraz daha yakınlaştırdı bu eski fotoğrafını gözlüklerinin önüne. Anımsıyordu, çok uzun zaman önceydi, yaşamına bir yön verebilmenin arayışları içerisindeydi. Uzun saçları ve sakallarıyla gülümseyerek kameraya bakıyordu, pek belli değildi ama parmaklarının arasında bir kalem, bir fırça ya da bir sigara tutuyordu. Oturduğu masanın üzerinde, ecoline boyalar, fırçalar, kalemler ve içi su dolu küçük bir kavanoz ile rapido seti duruyordu.

Ressam olmak için ressam gibi yaşamak gerekir” diye karar vermişti, yaşamına bir yön verebilmenin arayışları içerisindeyken. Sonra masanın üzerinde duranları yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başlamış, taksitle aldığı bir elektronik hesap makinesi ile iktisat ve işletme kitaplarını koymuştu boyalarla fırçalardan arta kalan yerlere.

Sonra yaşamına kalamozalar, mizanlar, yevmiye defterleri girmişti. Her sabah erkenden kalkıp, kravatını takıyor, evden çıkarak servis aracına biniyor ve iş yerinde üzeri fatura dosyaları, banka ekstreleri ile dolu masasının başına oturuyor, bir bardak çayını yudumlarken pastaneden aldığı taze poğaçasıyla kahvaltısını tamamlıyordu.

Yeni evlenmiş, yaşamında yeni bir sayfa açmanın heyecanıyla eski günleri ile eski arkadaşlarından uzaklaşmaya başlamış hatta yıllardır oturduğu mahallesinden ve evinden de uzağa taşınmıştı.

İşyerinde olan bitenlerin yeni farkına varmaya başlamıştı, işlerin ötesinde süregelen bir acayip durumdu bu. Çalışanların nerdeyse hepsi bir başka ilişkinin içerisindeydi, en tepeden başlayan bu ilişkiler zincirinin en son halkasında hissedivermişti kendisini. Yoksa çok saf ve çok temiz miydi? Hele içlerinden birisinin anlattıkları, inanılması güç bir fantezi gibiydi; sevgilisinin açlığını bastırabilme heyecanıyla, bütün gün yataktan çıkamadığını, ayakta duramayacak kadar bitkin olduğunu, akşam kocasına bu bitkinliğini nasıl açıklayabileceğini düşündüğünü, aynı kısımda görevli olan bir başka arkadaşına anlatırken işitince bu hissiyata kapılıvermişti.

Kısa sürede son halka olma psikolojisini üzerinden atarak, hızla yükselmeye başladı işyerinde, bu durum aslında müdürlüğe kadar uzanacak sürecin başlangıcı olduğu kadar yaşamında ortaya çıkacak değişimlerinde başlangıcıydı.

Bitkin kadının yazdığı şiirleri okumaya başladığı anda, piyanonun siyahı kadar karanlık bir kuyuya düşüvermişti. Sevgilisinden de, kocasından da ayrılan kadın, işyerinden de çıkıp gitmişti.

Şiirlerini okumak kalmıştı geriye kadından. Her satır, her mısra, resim yaptığı günleri anımsatıyordu, sarı ile maviyi karıştırınca yeşil oluyordu değil mi?

Radyasyon yüklü bulutlardan yağmurlar yağmaya başladı bir gün. Ama elinde şemsiyesi vardı adamın. Eve gidince bir güzel yıkadı şemsiyesini, tatile çıkma heyecanıyla.

LODOSCU

Moda İskelesinde Lodos

Kaybolan değil, aslında yok edilen meslekler hanesine bir yenisi daha eklenmişti yıllar öncesinde. Tıpkı benzerleri, fesçi, sayacı, urgancı, çıracı, sırıkçı ve başkaları gibi. Ama yok edilen meslekler değil, bir yaşam biçemi, bir yaşam kültürüydü. Okumaya devam et

“KUŞLAR” GERİ GELDİ

Kuzgun Acar - Kuşlar adlı soyut kompozisyon

Kuzgun Acar – Kuşlar adlı soyut kompozisyon

İstanbul’da bir çarşı var ama adıyla pek ilgisi yok. Başka bir şekilde tanınmış ve bilinmiş bu çarşı. Hayatın yollarını açmış bazılarına. “Taşı toprağı altındır” diye evinden, köyünden kopup, sesim güzeldir diyenlere, sazı eline alıp kapısından içeri girebilenlere hayallerini sunmuş, hayallerine ortak olanlara da “Batsın bu dünya” diye şarkılar söyletmiş.

Üzerinde şöyle yazıyor “İstanbul Manifaturacılar ve Kumaşçılar Çarşısı” bir de heykel koymuşlar duvarına adı “Kuşlar” Okumaya devam et

UCUZ GÜNLER

20161014_162258

İstanbul’da sonbaharın, ılık ve lodoslu, ucuz günlerini yaşamaktayız. Şimdi bazılarının aklında ne demek ucuz günler diye bir soru belirecektir. Ucuz günler varsa, pahallı günlerde var mıdır?  Olmaz mı? Elbette olur, günlerin ucuzu olduğu gibi pahallısı da olur.

Lokum gibi bu güzel havada, Moda burnundaki çay bahçesinin müdavimleri, etraftaki masalarda yerlerini almışlar.  Madam Eleana, bahçenin girişine yakın masalardan birine oturmuş, yanındaki masada oturan Madam Calliope ile derin bir sohbete girmişler, bir yandan da çaylarını yudumlamaktalar.

Moda Sevgilim adlı kitabındaki bir öyküsünde İzel Rozental, Moda’nın tuzu biberi olan, aslında İstanbul’un her semtinde kendilerine has özellikleriyle hep var olan adsızlar grubundan söz eder.

Onlar sokakta yaşar. Her an, her gün hayatımızın içindedirler. Ama bir gün bir de bakmışız ki sessizce gidivermişler. İşte asıl o zaman varlıkları fark edilir…”

Madam Angel’de çay bahçesinin demir parmaklıklı kapısından içeri hızlıca girerek deniz kenarında gözüne kestirdiği masalardan birine, aksayan ayağına rağmen başkasına kaptırmamak için hızlıca seğirtmekte.

Henüz, sararan yapraklar, ağaçlardan hızlı bir lodos fırtınasının eşliğinde yağan yağmurla yerlerde savrulmaya başlamamış ve çay bahçesinin kapalı mekânında daha oturan kimse yok.

Hâlbuki üç beş ay öncesine kadar öyle miydi?  Çay bahçesinin açık havada bulunan masaları bomboştu. Ancak ağaç diplerindeki masalarda gözlerden uzak kalmaya çalışan genç âşıklar otururdu, bir de üşümeyi göze alacak kadar kapalı mekânlarda oturmaktan hoşlanmayanlar.

Adsızlar grubundan olanlarsa, kapalı kışlık mekânda çıtır çıtır yanan sobanın etrafındaki masalara yerleşmişler, tepsiye doldurduğu çayları, müşterilerine metazori vermeye çalışan garsona aldırmadan, kış günlerini ucuza getirmenin yollarını aramaktalar.

Ünlü deprem profesörü Şener Hoca, uzun saçları ve fötr şapkasıyla kapıda belirince sobanın etrafındaki masalarda bir dalgalanma oldu. Şapkasını çıkartarak tanıdıklarınla selamlaştıktan sonra,  Madam Eleana’nın yanına giderek sanki amfideki talebelerine ders veren bir tavırla, Moda’da yaşamakta olan bir kaç ismi sordu. Madam Eleana ise ona dili döndüğünce cevap verdi. Adsızlar grubunun elemanları hemen hemen her gün burada bulunur, bir çay ile tüm günü yanan sobanın ısıttığı sıcak ortamda geçirmeye çalışırlardı, her ne kadar garson arada sırada sobanın geçmesini görmezden gelse de bir müddet sonra soğuktan kaçan diğer müşteriler için sobayı yeniden yakmak zorunda kalırdı.

Kış günlerinde erken kararan havanın ardından masalar teker teker boşalmaya başlar ve adsızlar grubu nerede ve nasıl olduğu bilinmez bir şekilde gözden kaybolurdu.

Ertesi günün neler getireceği belli olmaz, bir bakarsın kar, bir bakarsın yağmur yağardı. İşte, pahallı günler bu günlerdi. Evde ya da bir başka yerde üzerine kat kat giydiklerinle de olsa bütün gün soğukta durulmaz. Hava güneşlide olsa ısıtmaz, burnun donar, ellerin tutmaz.

Oysa şimdi ne güzel, Madam Eleana, bahçenin girişine yakın masalardan birine oturmuş, yanındaki masada oturan Madam Calliope ile derin bir sohbete girmiş, bir yandan da çaylarını yudumlamaktalar. Ucuz günlerin tadını, pahallı günlerin soğuklarını anarak doyasıya çıkartmaktalar.